next page

back page

Hz. Muhammed (s.a.a)

Hz. Muhammed (s.a.a) Hicret'ten elli üç yıl önce, miladi beş yüz yetmiş bir yılının Rebi-ül Evvel ayının on yedisinde Arabistan'ın Mekke şehrinde dünyaya teşrif ettiler. Babasının adı Abdullah, annesinin adı Amine'dir. Hz. Muhammed (s.a.a)'in dünyaya gelmesiyle, Kisra'nın sarayının hasar görmesi, ateşperestlerin tapınaklarındaki yüz yıllardan beri sönmemiş olan ateşin sönmesi gibi bir takım olağan dışı olaylar vuku buldu. Hazret, anne karnındayken babasını, altı yaşına bastığında da annesini kaybetti. Çocukluk dönemi süt annesi olan Halime'nin yanında geçti. Daha sonra dedesi Abdulmuttalib'in himayesine girdi. Dedesinin vefatından sonra amcası Ebu Talib, en büyük himaye edicisi ve destekçisi oldu. Hazret, çocukluk döneminden itibaren Allah'ın inayet ve lütfü altında daima melekler ve ilham yardımıyla doğru yola hidayet ediliyordu. Hazret, çocukluk döneminde bile, en olgun insanın terbiye ve ahlakını ortaya koyuyor ve kendi yaşıtlarından çok farklı olduğunu gösteriyordu.

Ebu Talib bir gün, Hazret'ten çocukluk döneminde elbisesini değiştirip istirahata çekilmesini ister.

Bu iş amcasının gözleri önünde olacağından, Hazret: "Amca, yüzünü başka yöne çevir, sonra elbisemi değiştireyim" deyince; Ebu Talib, o günde büyüklerin bile, pek tesettürlü dolaşmadığı bir toplumda küçücük yaşta olan Hazret'in böyle yüksek bir edep göstererek, bu sözü söylemesine hayret eder.

Ebu Talib diyor: "Ben ondan asla bir yalan duymadım. O, çocuklarla oynamayı pek sevmezdi, yersiz herhangi bir hareketi görülmezdi. Gençliğinde de o toplumda işlenen her türlü kötülüklerden ve çirkefliklerden uzaktı."

Peygamberliğe erişmeden önce Hazret, Mekke büyüklerinden Abdullah bin Cuda'nın evinde bir grup özgürlük yanlısı kişilerin, mazlumları savunmak amacıyla oluşturdukları "Hılf-ul Fudul" ittifakının üyelerinden idi. Risalete eriştikten sonra da mezkur ittifakı hatırlar ve: "Ben, o ittifak yapıldığında Abdullah bin Cuda'nın evinde idim. Bu gün de beni böyle bir ittifaka davet ederlerse, gönülden kabul ederim" (176) buyururdu.

 Gençlik dönemlerinden beri güvenilir biri olduğundan halk emanetlerini ona teslim ederdi. Hazret ortaya koyduğu dürüstlüğüyle halkın güvenini öyle kazanmıştı ki, halk ona Emin lakabını vermişti.

Her yıl bir ay Nur dağındaki Hıra mağarasına gider, Allah'ıyla irtibat kurar, ibadet ederdi. Eve döndüğünde önce Kabe'yi tavaf eder sonra evine giderdi.

Yirmi beş yaşında Hz. Hatice ile evlendi. Kırk yaşında Hıra mağarasında ibadetle meşgul iken peygamberliğe seçildi.

Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlik görevine başladıktan sonra, üç yıl boyunca halkı açıkça İslam'a davetle görevlendirilmediği için, sadece yakınlarına çağrıda bulundu. Bu süre zarfında erkeklerden ilk iman eden Hz. Ali (a.s), kadınlardan ise Hz. Hatice oldu.

Daha sonra Allah Teala "Artık emredileni açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme" (177) emrini indirerek, Hazret'i halkı açıkça İslam'a davet etmekle görevlendirdi. Bu emir indikten sonra Hazret, hedefi uğrunda bütün kötülük ve zorluklara tahammül ederek, halkı açıktan İslam dinine davet etmeye başladı. Hazret, bu müddet zarfında seçkin ve şahsiyetli insanlar yetiştirdikten sonra, Medine'ye hicret ederek orayı kendisine İslam hükümetinin merkezi olarak seçti. Daha sonraları Hazret'in hicreti İslam tarihinin başlangıcı olarak kabul edildi.

Hazret hicret ettikten sonra 10 yıl süresince, Medine'de özgürce insanları İslam'a davet etti. Bu müddet zarfında davetiyle birlikte, Arab'ın azgın müşrikleriyle mübâreze ve cihad ederek; onları, kendi emrine boyun eğmeye mecbur etti. 10 yıldan sonra Arap yarımadasının hepsi Müslüman oldu. Bu yıllar içerisinde Allah'ın ayetleri Peygamber'e, yeri ve zamanı geldikçe, nazil oluyordu. O, bu ayetleri halka okuyup, İslam'ın hükümlerini onlara öğretiyordu.

Bu yıllar ve peygamberlik yıllarından önce Hazret'in başından geçen olaylar hayret verici, ruhlara hitap edici ve öğreticidir. Bu konularda geniş kitaplar yazılmıştır. Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen kimselerin, ilgili geniş kitaplara müracaat etmeleri gerekir.

HZ. HATEM-ÜL ENBİYA MUHAMMED-İ MUSTAFA (s.a.a)'in PEYGAMBERLİĞİNİN İSPAT YOLLARI

Bahsimizin "Peygamberleri Tanıma Yolları" bölümünde hak peygamberin iddiasının doğruluğunu ispatlamak için mucize göstermesi gerektiğine işaret etmiştik. Ancak şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar mucize, peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin doğruluğunu ispatlamakta en zorunlu ve kesin yoldursa da, hak peygamberi tanıma yolları sadece mucize ile sınırlı değildir. Hak peygamber olduğu ispatlanan peygamberin kendinden sonraki peygamberi belirtmesi ve peygamberlik iddiasında bulunan kişinin kendi kişiliği ve içerisinde bulunduğu şartlardan elde edilen belirtiler de onun hak peygamber olduğunu ispatlayan delillerdendir.

Hz. Hatem-ül Enbiya Muhammed-i Mustafa (s.a.a)'in peygamberliği konusuna gelince; Hazret'in kendinden önceki ilahi peygamberler gibi ikame ettiği mucizeler, o Hazret'in peygamberliğini ispatlamakla birlikte; dost, düşman herkesin tasdik ettiği büyük şahsiyetinden ve içinde bulunduğu şartlardan elde edilen belirtilerle, kendinden önceki ilahi peygamberlerin beyanları da Hazret'in peygamberliğini ispatlamaktadır. Bizim bütün bu konuları detaylı olarak ele alıp incelememiz, ciltlerce kitap yazmamızı icap ettirir. Ama kitabımızı bu nüktelerden yoksun da bırakamayız. Dolayısıyla işaret mahiyetinde de olsa bu konulara değinmek zorundayız.

a) Hazret'in Kişiliği ve İçinde Bulunduğu Şartlar Hazret'in Peygamberliğini İspat Ediyor

Bir insanın iddialarının doğruluğu veya yanlışlığını tespit etmede o insanın geçmişine bakmak, en büyük yardımcıdır. Peygamber-i Ekrem'in peygamberlik iddiasında bulunmadan halk içinde geçmiş olan 40 yıllık bir ömrü vardır. Hazret'in bu yaşamı, bütün boyutlarıyla O'nun doğruluğunun, dürüstlüğünün, eminliğinin, sadakatinin en güzel açıklayıcısıdır. Halkın O'na olan güveni, kendisine (Emin) lakabını vermelerine sebep olmuştu. Peygamberliğe seçildikten sonra da düşmanları, asla O'nu; güvensizlik, ihanet, yalan, zulüm gibi kötü sıfatlarla suçlama cesaretini göstermediler.

Tarih; güzel ahlakın, affediciliğin, şefkatin, dürüstlüğün, düşmanlar karşısında kahramanlığın ve bilahare bir ilahi rehberde olması gereken bütün güzel sıfatların, en üstün derecede o Hazret'te bulunduğuna şahitlik etmektedir.

Diğer taraftan; Hazret'in içinde bulunduğu topluma bakınca, tasavvur edilebilen en çirkef toplum tablosunu görmekteyiz. Cehalet, en doruk noktada; vahşet, zirveye ulaşmış; batıl inançlar, Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle toplumu helaket uçurumunun ağzına dikmiş; (178) ahlaksızlık ve sefalet, toplumun bütün değerlerini yok etmiş; düşmanlık ve nefret, bütün kalpleri istila etmiş, zulüm Arşı A'la'ya ulaşmıştı. Hz. İmam Ali (a.s)'ın tabiriyle o toplum tasavvur edilebilen en kötü toplum örneği idi.

Hz. Ali (a.s) o toplumun portresini şöyle çiziyor: "Allah Teala Muhammed'i bütün aleme bir uyarıcı ve vahyine emin olarak gönderdi. Oysa, ey Arap topluluğu! Siz o zaman en kötü din üzere idiniz. En kötü evde yaşıyordunuz. Sert kayalıklar içerisinde sağır yılanlar arasında ikamet ediyor, bulanık su içiyor, iri undan yapılmış sert kuru ekmek yiyordunuz. Birbirinizin kanını döküyor, akrabalık bağını kesiyordunuz. Putlar aranızda dikili olup, ahlaksızlık ve çirkin işlerden kaçınmıyordunuz." (179)

Hz. Ali, başka bir hutbesinde de o toplumun acınacak durumunu şöyle açıklıyor: "Allah Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderdiğinde, insanlar sapıklık ve şaşkınlık içindeydiler. Fitneler içinde önlerini görmeden hareket ederlerdi. Heva ve heves onları sarmış, boş böbürlenmeler onları saptırmıştı. Kara cahillik onların akıllarını büsbütün hafifletmişti. İşlerinin akıbeti açısından hayret ve şaşkınlığa kapılmış, cehalet belasına müptela olmuşlardı." (180)

İşte cehalet ve aşağılık deryasında boğulmak üzere olan bir toplumdan, mektep ve eğitim görmemiş olan Muhammed denen bir nur topu ortaya çıkıyor. (181) O, öyle bir nur topu ki, onun nuru bütün aleme aydınlık saçıyor, kara bir bulut gibi o toplumun üzerine çöken zulmet perdelerini birbiri ardınca ortadan kaldırıyor. Onlara ilim ve hikmet öğretiyor, kötülüklerle paslanan kalplerini yıkayıp güzelliklerle süslüyor. O vahşi toplumdan dünyanın en medeni, en aydın, en mantıklı en uygar toplumunu yaratıyor.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldu­nuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola eri­şesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar." (182)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Okur yazar olmayan kimseler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Onlar, daha önce, şüp­hesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler." (183)

İşte okul ve ders görmeyen cahil halkın içerisinden çıkmış olan bu nur, bütün olumsuz şartlara rağmen, ilahi maarifte, çeşitli ilim dallarında ve doğru yaşam tarzında öyle bir mektep ortaya koyuyor ki; ilim, irfan deryasında yoğrulmuş olan insanların en dahileri bile, onun karşısında hayranlıklarını ortaya koyup, benzerini getirmekten aciz olduklarını itiraf etmekten başka bir çıkar yol göremiyor ve görmemektedirler. Öyle bir kitap getirir ki; insanlık tarihinde onun eşi ve benzerine rastlanması mümkün değildir.

Acaba bütün bu gerçekler, Muhammed-i Mustafa (s.a.a)'in, Allah'ın insanları hidayet için, gönderdiği peygamberi olduğunu kanıtlamıyor mu?

Kısacası, Hz. Muhammed-i Mustafa (s.a.a)'in ahlakı, davranışları, durumu, adabı, sünnetleri, seciyesi, siyaseti, birbirinin kanına susamış vahşi insanlardan kardeşlik ve beraberlik esası üzere kurulu en medeni toplumu icat etmesi, insanları Allah'a itaate sevk edip, en derin tevhid inancını ortaya koyması, en zor sorulara en sağlam cevaplar vermesi, insan severliği, alim ve fakihlerin ömürleri boyunca çalışmalarına rağmen, inceliklerini idrak etmekten aciz kaldıkları en güzel hukuk sistemini işaretle beyan etmesi ve saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice yüce üstünlükleri, O'nun ilahi güç tarafından teyit edildiğinin en bariz delilidir. Yoksa, ilim okumamış, mektep görmemiş, kitap mütalaa etmemiş, üstelik de en cahil ve vahşi bir toplumda zayıf, fakir ve öksüz olarak büyümüş bir kişinin bilginleri, dahileri ve bütün insanlık alemini hayrete sevk eden böyle bir mektebi ortaya koyması imkansızdır.

b) Önceki Peygamberlerin Tanıtımı Hazret'in Peygamberliğini İspat Ediyor

Tarihi araştırdığımızda, önceki peygamberlerin İslam Peygamberi'nin geleceğini müjdelediklerini görmekteyiz.

Allah Teala bu gerçeğe işaret ederek şöyle buyuruyor: "Beni İsrail bilginlerinin onu tanıyıp bilmesi, onlar için bir delil değil midir?"(184)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed ismindeki peygamberi müjdeleyici olarak geldim. Fakat o, kendilerine açık deliller getirilince; bu apaçık bir büyüdür, dediler." (185)

İslam öncesi Kitap Ehlinden (Hıristiyan ve Yahudiler'den) bir kısmı kendi ellerinde bulunan açık belirtilerle onun geliş vaktini beklemekte idiler.

Hatta onlar, kendilerine zulmeden Arab'ın müşriklerine; Arap boylarından birini oluşturan, Hz. İsmail'in neslinden bir kişinin, peygamber olarak gönderileceğini, o peygamberin geçmiş ilahi dinleri tasdik edip onaylayacağını ve işte o zaman o peygamberin yardımıyla kendilerinin müşriklere zafer kazanacağını söylüyorlardı.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitab geldiğinde; oysa onlar, bundan önceleri, inkar edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini bekler­lerdi, bildikleri gelince, onu inkar ettiler. Allah'ın lâneti, inkar edenlerin üzerine olsun." (186)

Ama bütün bunlara rağmen, Hıristiyan ve Yahudi bilginlerinden bazıları, özellikle de Hıristiyan alimleri, ellerinde bulunan belirtilere dayanarak o Hazret'e iman ettiler.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnananlara en şiddetli düşman olarak, insanlardan Yahûdileri ve Allah'a şirk koşanları bulursun. Onlardan, inananlara sevgice en yakın "Biz Hıristiyan'ız" diyen­leri bulursun. Bu, onların içinde bilginler ve rahipler bulunmasından ve büyüklük taslamamalarındandır. Peygambere indirilen Kur'an'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolarak, "Rabbimiz! İnandık, bizi de şahidlerden yaz. Rabbimizin bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inan­mayalım?" dediklerini görürsün." (187)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygambere uyanlar (var ya), işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyler helal, pis şeyleri haram kılar."(188)

Ama yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde işaret edildiği üzere, bir kısmı da heva heveslerine uyarak, İslam dinini kabullenmeye yanaşmadılar.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kendilerine Kitab verdiklerimiz, onu (peygamberi) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Doğrusu onlardan bir takımı, bile bile hakkı gizlerler." (189)

Dikkate şayan konu şu ki; hakikat arayan kimselerin, şimdi elimizde bulunan bu tahrif edilmiş mevcut Tevrat ve İncil'de bile, -bu kadar tahrif edilmiş olmalarına rağmen- Hz. Resulullah'ın geleceğini müjdeleyen delil ve işaretleri bulmaları mümkündür. Bu alamet ve işaretler, Yahudi ve Hıristiyan alimlerinden gerçek hakkı hakkıyla aramak isteyenlerine bir ışık olmuş ve onların bir çoğunun mukaddes İslam dinini kabul etmelerine vesile olmuştur.(190)

c) Mucize

Peygamberi tanımanın, en sağlam yolunun, iddia sahibinin mucize göstermesi olduğunu açıklamış idik. Peygamber bu yolla Allah'la olan özel irtibatını halka aydınlatmış olur.

Tarih kitapları Peygamber efendimizden (s.a.a) bir çok mucize nakletmişlerdir. Hazret'in işaretiyle çakıl taşlarının, o Hazret'in elinde konuşması,(191) kurdun O'nun peygamberliğine şehadet getirmesi, ayın ikiye bölünmesi, ağacın yerinden koparak kendisine taraf hareket ederek Hazret'in peygamberliğine tanıklık ettikten sonra, tekrar eski yerine dönmesi, gelecekte gerçekleşeceğini bildirdiği konuların Hazret'in bildirdiği gibi vuku bulması ve tevatür haddine yetişen daha birçok mucizeler tarihte kesinlik kazanmış olaylar içerisinde yer almıştır. (192)

Ama bütün bu mucizelerin içerisinde, en açık ve kalıcı, en değerli ve en faydalısı Kur'an-ı Kerim'dir. O, Peygamber efendimizin kalıcı mucizesidir.

Peygamberlerin bir çoğu kitap sahibi olmalarına rağmen, kitabını mucize olarak tanıtan sadece İslam Peygamberi'dir. Kur'an-ı Kerim, hem Peygamber efendimizin elinde olan hidayet kitabı, hem de risaletinin kesin delilidir.

Bunun sır ve nedenlerinden biri, İslam dinin belli bir zaman ve mekan veya belli bir kavim için değil, bütün zaman, mekan ve bütün insanlık için gönderilen son ilahi din oluşudur. Bu yüzden onun doğruluğunu kanıtlayan delil de kalıcı olmalıdır ki, her hakikat arayan, her zaman ve mekanda o delile müracaat ederek hakkı bulabilsin.

Hz. Musa'nın hiçbir araç olmaksızın denizden geçişi, Hz. İsa'nın yeni dünyaya geldiğinde büyük bilginleri hayrete düşürecek şekilde ilim ve hikmetle konuşması ve Hz. Resulullah'ın ikame ettiği ayın ikiye bölünmesi veya ağacın yerinden koparak Hazret'in huzuruna gelip peygamberliğine tanıklık ettikten sonra tekrar eski yerine dönmesi gibi olaylar, belli zaman ve mekanla sınırlıdır. O mekan ve zamanda olmayanlar onu müşahede etmiyor ve bu tür mucizeler zaman süreci içerisinde eskiyip gidiyor. Hatta sonraki zamanlarda gelenler veya o mekanda olmayanlar onun doğruluğundan bile şüphe etme durumuna düşebiliyorlar. Oysa Kur'an-ı Kerim, zaman ve mekan sınırını aşmıştır. Peygamber efendimizin yanında olanlar, ona bizden daha yakın değillerdir. O, Peygamber efendimizin yanında olanlar için mucize olduğu gibi, bizler için de mucizedir. Hatta bizler, Kur'an'ın mucize oluşunu anlamakta onlardan daha şanslıyız. Zira bizim zamanımızda ilim ve medeniyet daha fazla ilerlemiştir. Dolayısıyla da biz gelişen ilmin yardımıyla Kur'an'ın mucize oluş yönlerini daha iyi idrak edebiliriz.

Bir diğer husus da şudur ki, diğer mucizelerin cisimsel yönü vardır. Yani onlar insanın göz ve kulağına hitap ediyor. Oysa, Kur'an'ın muhatabı insanın aklıdır. O, içerdiği yüksek manaları, ortaya koyduğu üstün değerleri ile akılları hayran bırakıp etkisi altına alıyor. Kur'an'ın önünde bilginler diz çöküyor; diğer mucizeler ise, daha çok avam halkı etkisi altına alıyor.

Sonra diğer mucizelerin mucize olması için, bizzat o mucizeyi ikame eden peygamberin kendi huzuru olması şarttır. Ama Kur'an'ın mucize olması için peygamberin kendi huzuru şart değildir. Kur'an'ın kendisi konuşan bir mucizedir. Kur'an; "Eğer benim mucize oluşumdan şüpheniz varsa, insanıyla cinniyle, bilginiyle cahiliyle siz de hep birlikte el ele verip benim benzerimi ortaya koyun" diyor. 

KUR'AN'IN MUCİZE OLUŞU

Kur'an-ı Kerim'in İslam Peygamberi'nin mucizesi olduğuna değinmiştik. Biz burada Kur'an-ı Kerim'in mucize oluş yönlerini inceleme imkanına sahip değiliz. Çünkü bu konu ciltlerce kitap yazmayı gerektirir. Ancak burada birkaç hususa işaret etmek zorundayız:

Kur'an-ı Kerim, açıkça bütün aleme meydan okuyarak, hiç kimsenin böyle bir kitabı getirme gücünün olmadığını, hatta bütün insanlar ve cinler el-ele verseler dahi, böyle bir şeyi başaramayacaklarını iddia etmektedir. Hatta değil Kur'an gibi bir kitap; onun sûrelerine benzer on sûre, daha ötesi, onun birkaç ayetlik küçük sûrelerine benzer bir küçük sûreyi dahi getiremezler buyuruyor.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere, ins-ü cin bir araya da gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler." (193)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Yoksa, "Onu (Kur'an'ı) kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz, Allah'tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin." (194)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Yoksa onu (Kur'an'ı) Muhammed uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer siz doğru iseniz Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin." (195)

2- Kur'an-ı Kerim ilk baştan kendisine muhalefet edenleri mübarezeye davet etmiştir. Dolayısıyla onların böyle bir kitap veya bir kısmını getirememeleri ve ondan aciz olmaları bu kitabın, Hak Teala tarafından olduğunun en güçlü delilidir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüphe duyuyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz, Allah'tan gayri şahidlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsınız. -ki elbette yapamazsanız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kafirler için hazırlanmıştır." (196)

3- İslam tarihi şunu göstermektedir ki; Hz. Peygamber (s.a.a)'in peygamberliğinin başından bu yana iç ve dış düşmanlar her an için, İslam dinini yok etmek ve bu ilahi nuru söndürmek için, bir an olsun boş kalmamış ve ellerinden gelen tüm çabaları sarf etmişlerdir. Hatta günümüzde dahi İslam'ı kendileri için, en büyük tehlike olarak gören dünyanın büyük güçleri bütün ciddiyetle, bu dini ortadan kaldırabilmek yolunda, ellerinden gelen sinsi planları yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Düşmanlarının bütün bu çabalarına rağmen, onların Kur'an-ı Kerim'in karşısında aciz kalmaları, bu kitabın ilahi kaynağa dayandığını kanıtlamaktadır.

4- Kur'an'ın muhaliflerini aşağılaması ve onları mücadeleye davet etmesine bakılacak olursa, onunla mücadele etmenin en kolay, en az masraflı ve en etkili yolunun, onun benzerinin getirilemeyeceği iddiasını, onun ayarında benzeri bir kitap ortaya koyarak yere sürmek olduğu açıktır. Oysa, Kur'an'ın bu çağrısından bin dört yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine, Arap ve gayri Arap milletleri içerisinde Kur'an'a muhalif, bunca dahi insanların ortaya çıkmasına rağmen, onların bu iddiaya cevap vermekten aciz kalmaları, Kur'an'ın Allah tarafından olduğunu kanıtlamaktadır.

5- Din ve dil uzmanları, şimdiye kadar hiçbir kimsenin Kur'an'la ölçüşebilecek bir kelamı veya kitabı ortaya koyamadıklarını ve bu işe teşebbüs eden herkesin ise, rezil olmaktan başka bir şey elde edemediğini belirtiyorlar.(197)

Bütün bunlar, Kur'an-ı Kerim'in Allah Teala tarafından peygamberine gönderilmiş olan, ilahi bir mucize olduğunu kanıtlamaktadır. Demek ki, Resulullah'ın (s.a.a) getirmiş olduğu Allah'ın bu vahyi, karşı koyulması imkansız olan, kıyamete kadar baki kalacak en büyük mucizedir.

İLAHİ DİNLERİN BİRLİĞİ

Dini konuların araştırıldığında genelde din ve dinlerden bahsedilir. Musevilik dini (Yahudilik), Hıristiyanlık dini, İslam dini gibi, her peygamber için, özel bir din ortaya konur. Ama, Kur'an-ı Kerim Âdem'den Hatem'e (Resulullah'a) kadar Allah'ın dininin tek bir din olduğunu vurgulayarak, bütün peygamberlerin bu tek dine davet eden ilahi elçiler olduklarını ortaya koyuyor. "Allah nezdinde hak din İslam'dır." (198)

Bunun nedeni şudur ki; peygamberlerin dinlerindeki esasların hepsi aynı olup, sadece iki noktada farklılık göstermektedir:

a) Zaman, mekan ve insanların özelliklerine göre değişim gösteren bir takım teferruatlar.

b) Eğitim ve öğretimdeki incelikler.

Her peygamber, kendisinden önceki peygamberlerden daha derinlemesine ve genişçe halkı eğitmişlerdir. Örneğin, İslam dininde tevhid ve mead hakkında olan bilgiler, geçmiş peygamberlerin öğrettiklerinden daha geniş ve derindir. Bunun sebebi, bu öğretilenlerin insan tekâmülü ile orantılı olmasıdır.

Peygamberin eğitim sistemi, normal bir eğitim sistemine benzer. Nasıl ki, bir çocuk ilkokuldan alınır ve çocuğun eğitim gücü geliştikçe, ona verilen bilgiler, biraz daha derinleştirilip, çoğaltılırsa; aynı şekilde peygamberler de insanlardaki gelişme safhasına göre aynı inancı biraz daha derinleştirip, etraflıca insanlara öğretirler.

Bu yüzden, dinlerin değişmesi hususundaki en güzel tabir, bir dinin insanların gelişmesine orantılı olarak tekâmüle erişmesidir. Dolayısıyla dinlerdeki farklılığı, dinlerin ihtilâfı olarak algılamak doğru değildir.

Kur'an-ı Kerim, din terimini hiçbir zaman çoğul halinde "Edyan olarak" kullanmamıştır. Aksine, devamlı olarak din terimini tekil olarak kullanmış ve ilahi peygamberleri, birbirlerinin onaylayıcıları olarak tanıtmıştır. Buna göre şunu söyleyebiliriz ki; eğer peygamberlerden herhangi biri, bir diğer peygamberin zamanında ve onun bölgesinde olsaydı, aynen o peygamberin getirdiği emir ve kanunları getirir, onun öğretisinden farklı bir öğreti ortaya koymazdı.

Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin bir tek branşı oluşturduklarını beyan etmektedir. Önceki peygamberler sonrakileri müjdeler, sonrakiler de öncekileri tasdik ederlerdi. Hatta Kur'an-ı Kerim, bütün peygamberlerden bu hususta kesin söz alındığını belirtmektedir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hani Allah, peygamberlerden: "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra, nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" diye söz almış, "Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?" dediğinde de, onlar:"Kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: "O halde, şahid olun; bende sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu." (199)

 

 

(176)- Sire-i İbn-i Hişam c. 1 s. 141

(177)- Hicr: 94

(178)- Al-i İmran: 103

(179)- Nehc-ül Belağa: 26. hutbe

(180)- Nehc-ül Belağa: 94. hutbe

(181)-Tarih kitaplarında gelen bilgilere göre, o zaman Hicaz'ın en gelişmiş şehri sayılan Mekke'de sadece 17 erkek ve 1 kadın okuma yazma biliyorlardı.

(182)- Al-i İmran: 103

(183)- Cuma: 2

(184)- Şuara: 197

(185)- Saf: 6

(186)- Bakara: 89

(187)- Maide: 82, 83 Yine bakınız: Ahkaf: 10

(188)- A'raf: 157 Yine bakınız: Bakara: 146, Enam: 20

(189)- Bakara: 146

(190)- Bkz. Mirza Muhammed Rıza (Yahudi bilgini), İkamet-üş Şühud fi Reddi-l Yahud; Hacı Baba Kazvini Yezdi (Yahudi bilgini) Mahzer-uş Şühud fi Reddi-l Yahud; Profesör Abd-ül-Ehed Davud (Eski Hıristiyan Keşişi) Tevrat ve İncil'de Muhammed

(191)- Bkz. Bihar-ül Envar Delail-un-Nübüvvet c. 6 s. 64, c. 17 s. 373

(192)- Bihar-ül Envar Delail-un-Nübüvvet c. 6 s. 13, 41, 261, c. 2 Ve bakınız c. 17 ve 18 s. 13, 17, Nasiruddin Tusi, Keşf-ül Murad, 4. Maksat, 7. Konu

(193)- İsra: 88

(194)- Hud: 13

(195)- Yunus: 38

(196)- Bakara: 23, 24

(197)- Bu konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen şu kitaplara bakabilir: Tebersi El-Beyan fi-Tefsir-il Kur'an, Ayetullah Hoi Nefehat-ül A'caz

(198)- Al-i İmran: 19

(199)- Al-i İmran: 81

next page

back page