İÇİNDEKİLER

 

Index Next

 

 

 

 

Ümmetin Önderliği

Üstad Ca'fer SÜBHANÎ

 

Çeviri:

Kadri ÇELİK

 

Tatbik:

Nurî DÖNMEZ

 

Tashih:

Cafer BENDİDERYA

 

Orijinal Adı: Rehberi-i Ümmet

Yazan: Cafer Subhanî

Tiraj:

 


 

İÇİNDEKİLER

İkinci Baskının Önsözü.. 11

Birinci Baskının Önsözü.. 15

Bu Kitabın Hedefi Nedir ?. 15

İslamî Hüküm ve Öğretilerde Mercilik. 19

BİRİNCİ BÖLÜM... 23

İmamı (a.s) Tanımanın Felsefesi. 23

İKİNCİ BÖLÜM... 31

İmamet Hakkındaki İki Görüş. 31

1- Ehl-i Sünnet Alimlerinin Görüşü. 31

2- Şia Alimlerinin Görüşü. 36

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 39

Şia’nın Görüşünün Doğruluğunun Delilleri. 39

1

Yeni Olaylar.. 39

Dinin Kemale Erdiği Hakkında Başka Bir Açıklama. 42

Ümmetin Başında Bulunanların Cehaleti 47

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 52

-2-

Peygamber, İmamet Makamını İlahî Bir Makam Olarak Kabul Etmekteydi  52

İmamet ve Nübüvvet Makamları İç İçedir 56

BEŞİNCİ BÖLÜM... 59

-3-

İslam Kanunları ve Semavî Kitap İçin Masum Kişilerin Tefsiri Gerekmektedir   59

Kur’an Tefsiri Hususunda İhtilaf 62

Hişam bin Hakem Hakkında. 66

ALTINCI BÖLÜM... 69

-4-

Tehlike Üçgeni veya İslam’ın Üç Çeşit Düşmanı. 69

Üçgenin İlk Açısı 69

Üçgenin Diğer İki Köşesi 73

YEDİNCİ BÖLÜM... 76

5

Masum İmam’ın Varlığı Sayesinde Ruhsal ve Manevi Gelişim    76

SEKİZİNCİ BÖLÜM... 81

Acaba Şia’nın İmamet Hakkındaki Görüşü Özgürlüğün Temel İlkelerine Karşı mıdır?  81

Cevap: 83

a- İmamın Tayin Edilmesi Diktatörlük Değildir 84

b- Demokratik Hükümetlerin Zayıf Noktaları 86

c- İslam’ın İlk Yıllarında Halifelerin Seçimi Çoğunluğun Seçimiyle mi Olmuştur?  93

DOKUZUNCU BÖLÜM... 96

İslam’da Meşveret.. 96

ONUNCU BÖLÜM... 104

Sadece Kadıya Gitmeyelim! 104

İşte İmam’ın Mektubunun Metni. 105

Sadece Kadıya Gitmeyelim! 108

ON BİRİNCİ BÖLÜM... 111

Sakife-i Benî Saide’nin Hüzün Verici Macerası ve Ümmetin Cahiliye Dönemine Deri Dönmesi Konusunda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a)  Endişesi. 111

Sakife Ehlinin Mantığı 115

ONİKİNCİ BÖLÜM... 125

Ensar ve Muhacirlerin Mantığının İncelenmesi  125

Hz. Ali (a.s) Sakife Ashabının Mantığını İnceliyor 131

Hz. Ali’nin (a.s) Hilafete Kendisinin lâyık Olduğu Hususundaki Mantığı 132

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 136

Namazda İmamlık Etmek Liderliğin Şahidi Olamaz   136

Ebu Bekir’in Namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Yerine Geçmesi 139

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 145

Yöneticilik Manevî Önderlikten Ayrı Değildir.. 145

Hükümleri Beyan ve İnsanları İrşad Etme Makamı 149

Bu İki Makamı Birbirinden Ayırmak Doğru Değildir 153

Hıristiyanlık Rengi 156

ON BEŞİNCİ BÖLÜM... 159

Halifelerin İlahî Hükümlerden Haberdar.. 159

Birinci Halifenin Bilgisizliğinin Örnekleri 163

İkinci Halifenin Bilgi Düzeyi 165

Üçüncü Halifenin Bilgi Düzeyi 169

ON ALTINCI BÖLÜM... 171

Peygamber-i Ekrem’in Ashabı Günah ve Hatadan Masum Değillerdi  171

Hak ve Batılı Tanımanın Yolu. 175

ON YEDİNCİ BÖLÜM... 185

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) Önderliği Hakkındaki Naklî Deliller   185

1- Menzilet Hadisi 187

Bir soruya cevap. 194

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM... 198

2- Gadir Hadisi. 198

-Birinci Kısım- 198

1- İftira Silahı 199

2- Müslümanlara Eziyet 200

3- Arab’ın Büyük Hikayecisini Davet Etmek. 200

4- Kur’an Dinlemeyi Yasaklamak. 201

5- Ekonomik Ambargo. 201

6- Peygamberi Öldürme Komplosu. 202

7- Kanlı Savaşlar 202

8- Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Vefatı 203

ON DOKUZUNCU BÖLÜM... 213

-İkinci Kısım- 213

Tarihî Gadir Olayı Ebedî ve Ölümsüz Bir Olaydır   213

Gadir Olayı Ölümsüz ve Ebedidir 218

Bu Ebedi Olayın Diğer Delilleri 220

YİRMİNCİ BÖLÜM... 223

(2) Gadir Hadisi. 223

-Üçüncü Kısım- 223

Gadir’de Muhteşem Bir Toplantı Düzenlemenin Hedefi Neydi?  223

YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM... 233

İki Soruya Cevap. 233

İki Soru: 233

Birinci soruya cevap: 234

İkinci Soruya Cevap: 240

YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM... 246

3 ve 4. 246

Sekaleyn ve Sefine Hadisi. 246

Kur’an ve İtret Birbirinden Kopmaz Bir Bağa Sahiptirler   246

Sekaleyn Hadisinin İçeriğini İncelenmesi 249

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) Sekaleyn Hadisini Delil Göstermesi 250

Bir Noktanın Hatırlatılması 251

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) İtreti Nuh’un Gemisi  253

Sefine (Gemi) Hadisinin İçeriğinin İncelenmesi 254

YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 256

Bir İnsan Nasıl Olur da Günah Karşısında Masum Olabilir?  256

Masumiyetin Hakikati Nedir?. 257

YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 264

Semavî Önderlerde İsmet Delilleri. 264

1- Amel Sayesinde Terbiye. 265

2- Güven Elde Etme. 267

YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM... 273

Büyük Sorumlulukların Çok Ağır Şartları da.. 273

Kur’an-i Kerim’in Kılavuzluğu.. 274

Bir Soruya Cevap. 276

Kur’an-i Kerim’in Diğer Bir Kılavuzluğu. 277

YİRMİ ALTINCI BÖLÜM... 280

1- İki Tabirden Hangisi Doğrudur: “Allah’ın Kitabı ve İtretim, Ehl-i Beytim mi, Yoksa, “Allah’ın Kitabı ve Sünnetim” İfadesi mi?  280

Soru: 282

Cevap: 282

“Ve Ehl-i Beytim” Hadisinin Senedi 283

“Ve Sünnetim” Metninin Senedi 284

Hakim’in Rivayetinin Birinci Senedi 285

“Ve Sünneti” Hadisinin İkinci Senedi 288

“Ve Sünneti” Hadisinin Üçüncü Senedi 289

4 - Senetsiz Nakil 291

2- Resulullah’a (s.a.a) Nasıl Salavat Gönderelim?. 293

 

 


 

 

 

 

İkinci Baskının Önsözü

 

İslam’da önderlik meselesi, ümmetin saadet ve mutluluğunun kendisinde düğümlendiği çok önemli konulardan biridir. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a) dinin temellerini dökmüş, binasını yükseltmiş, kamil bir şekilde bu ümmete teslim etmiş ve onu koruma ve muhafaza etme sorumluluğunu da kendi yerine geçecek olan kimselere havale etmiştir. Şüphesiz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçecek olan bu şahısları tanımanın Müslümanların kaderinde çok önemli bir rolü ve etkisi vardır.

Henüz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tertemiz bedeni toprağa verilmeden ümmet arasında rehberlik konusunda ayrılık ortaya çıkmış, Sakife toplantısının teşkiliyle iki farklı görüş sergilenmiş ve sonunda özel bir oyunla Muhacir cephesi beş kişi veya üç kişinin temsilciliği ile rehberlik makamını ele geçirmiştir.

Burada söz konusu olan soru şudur: “Rehberlik meselesinde ilahî hüküm sadece o iki görüşle mi özetlenmektedir; yoksa Peygamber, Muhacir ve Ensar henüz önderlik fikrine bile düşmeden ümmetin sorumluluğunu ilahî vahiy yoluyla mı belirlemiş ve ümmete hiç bir zaman bu hassas ve kader belirleyici konuda meşveret etmesine ve çekişmesine izin vermemiş midir?

Bu kitap işte bu soruya cevap vermek amacıyla kaleme alınmıştır. İleride göreceğiniz gibi sağlam delillere, Kur’an ayetlerine ve nebevi hadislere istinat edilerek “İslam’da rehberlik meselesi” beyan edilmiş ve bu konudaki ilahî hükmün Sakife toplantısında beyan edilen iki görüşten tamamen farklı olduğu açık bir şekilde ispat edilmiştir.

Rehberlik makamı, sahip olduğu kutsallık ve azameti nedeniyle sadece ilahî terbiye ile terbiye olmuş, Allah tarafından Peygamberi vasıtasıyla tanıtılmış, temiz ve masum insanlara lâyıktır.

Elinizdeki kitap bundan yirmi yıl kadar önce bu konuya ilgi duyan gençler için kaleme alınmıştır. Bu kitapta yer alan konular Tahran’da birbiri ardınca gerçekleştirilen toplantılarda ders kitabı olarak okutulmuş, şimdi de yeni bir inceleme, değiştirme ve ilavelerle okuyuculara takdim edilmiştir. Hakikati arayan kimselerin yoluna bir ışık olması ümidiyle.

Ca’fer Sübhani

Kum / İmam Sadık (a.s) Müessesesi

7 Zilhiccet’il Haram, 1415

17/2/1374 (7 Mayıs, 1995)

 



 

 

 

Birinci Baskının Önsözü

Bu Kitabın Hedefi Nedir ?

Aziz İslam Peygamberi’nin vefatından sonra ümmetin önderliği meselesi sakin bir ortamda her çeşit bağnazlık ve kasıttan uzak bir şekilde incelenmesi gereken İslam’ın en temel meselelerinden biri olmuştur.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra gündeme gelen ve hakkında tartışmalar yapılan ve hâlâ da hakkında inceleme ve araştırmalarda bulunulan ilk ve tek mesele, Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra Müslümanların siyasi ve toplumsal önderliği meselesidir. Zira hiç şüphesiz İslam Peygamber’i (s.a.a) Müslümanların kapsamlı ve çok boyutlu liderliğini üstlenmişti. Aziz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu kapsamlı ve çok boyutlu önderliğine delalet eden bir çok ayet mevcuttur; biz bu ayetlerden bazısını burada hatırlatmak durumundayız:

1- “Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.”[1]

2- “Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evladır”[2]

Bu kapsamlı ve çok boyutlu önderliğin dallarından biri de İslam toplumunun adalet icra kadrosunun idaresidir. Peygamber (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği süre içerisinde İslam’ın adalet sistemini gerek şahsen kendisi, gerekse de dışarıda adil yöneticiler tayin ederek idare ediyordu. Kur’an-ı Kerim anlaşmazlık ve hukuki işlerde Müslümanlara, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hakemliğini hiç itirazsız kabul etmelerini emretmiştir. Nitekim ayette şöyle buyurulmaktadır: “Rabbine and olsun aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra da senin verdiğin hükme içlerinden hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar”[3]

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) toplumsal önderlik alanındaki görevlerinden biri de İslam’ın mali ve ekonomik işlerinin idaresiydi. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hayatı döneminde bu işi bizzat idare etmişti. Nitekim Kur’an-ı Kerim Resulullah’ı (s.a.a) şu emre muhatap kılmıştır: “Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlemiş ve arındırmış olursun.”[4] Diğer bir ayette ise onların vergi miktarı ve harcama yerleri de açıkça tayin edilmiştir.

Bu tür ayetlerin izahı olarak aktarılmış rivayetlerin içeriği ve aynı şekilde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hayatta iken takip ettiği metot esasınca, Peygamber Müslümanların önderi, toplumun hakimi, halkın yöneticisi ve ümmetin siyasetçisi idi ve bir toplumun mutlak yöneticisinin yapması gereken her şeyi yapıyordu. Şu farkla ki, bu makam halkın tayin etmesi söz konusu olmaksızın, direkt olarak Allah tarafından verilmiş bir ayrıcalıktı.

Burada hassas nokta, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin önderliğiyle ilgili işlerin idaresinin kime ait olduğu ve her türlü karışıklık, çöküş ve geri kalmışlıktan korunabilmesi için İslam toplumunun toplumsal ve siyasi önderlik makamını kimin üstlenmesi gerektiğidir.

Şüphesiz İslam dini gibi evrensel ve ebedi bir din de, bu konu için bir şeyler düşünmüş, risaletinin bu hassas noktasını görmezlikten gelmemiş ve bu konuda bir proje sunmuştur. O projede “emir sahipleri”[5] ve yöneticilere itaati bizlere farz kılmış ve bunu hiç kimse tartışma konusu da yapmamıştır. Yapılması gereken tek şey, Müslümanların itaat edilmesi farz kılınan bu yöneticilere itaat edebilmeleri için onları iyi bir şekilde tanımalarıdır.

Müslümanlardan bir grubu, aziz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), Allah’ın emriyle kendisinden sonraki önder ve liderleri tayin edip toplumun siyasi ve toplumsal işlerinin idaresini onlara havale ettiğine inanmaktadırlar. Bu grup karşısında diğer bir grup da Allah’ın, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra kendi liderlerini seçme hususunda halkı serbest bıraktığına inanmaktadırlar. Şia dünyası birinci görüşü, Ehl-i Sünnet ise ikinci görüşü savunmaktadır.

Müslümanların imamet ve önderlik meselesi hakkındaki tartışmaları, örneğin sadece “İslam’ın siyasi ve toplumsal makamını Peygamber’den (s.a.a) sonra kim idare etti, bu şahsın tayini ne şekilde oldu; Peygamber (s.a.a) bu iş için birini tayin etti mi, yoksa halk tarafından belirlenen bir şahıs mı bu makama seçildi?” çerçevesinde kalacak olursa, bu durumda konu tarihi bir boyut kazanır ve on dört asırdan sonra bu konuda yapılan her türlü araştırma her ne kadar o zamanki insanlar için bu şahısları tanımak zarurî ve gerekli konulardan sayılsa da günümüz insanı için pek de öğretici ve yapıcı olmayacaktır.

Ancak eğer araştırmanın şekli değiştirilir ve “Söz konusu olan sadece Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonraki İslam toplumunun siyasi ve toplumsal önderliği değildir; asıl mesele Peygamber’in (s.a.a) bu makamın yanı sıra “usul ve füruda mercilik” makamına da sahip olduğu, bu esas üzere Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra bu mektebin önderliğinin kime ait olduğu ve İslam’ın gerçekleri hususunda görüş ve sözleri kıyamete kadar hüccet olması için kimlerin haram ve helallerin, emir ve yasakların beyan mercii olması gerektiğidir” denirse bu taktirde imamın tanınması ile imamet ve dini önderlik hakkındaki tartışmanın, her Müslüman’ın yaşamında çok önemli bir yeri olur ve hiç kimse onları tanımaktan müstağni olamaz. Şimdi de konunun açıklamasına geçelim.

İslamî Hüküm ve Öğretilerde Mercilik

Şüphesiz İslam Peygamberi’nin (s.a.a) önderliği sadece siyasi ve toplumsal işleri kapsamıyordu. O Kur’an ayetlerinin de şahitliğine göre; semavî kitabın öğretmeni[6] Kur’an-i Kerim’in zor ayetlerinin beyan edicisi[7] ve ilahî ahkam ve sünnetin açıklayıcısı idi.[8] Bu nedenle İslam toplumunun ittifakıyla ve Kur’an nasları esasınca kulların vazifeleri ve İslam’ın yüce öğretileri hakkında Peygamber-i Ekrem’in amel ve sözleri senet ve hüccettir.

Bu kitabın dördüncü bölümünde de açık bir şekilde ispatlandığı gibi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra da halkın eğitim ve öğretime olan ihtiyacı son bulmamış, İslam’ın ilmî ve amelî hareketi toplumu masum önderlerden müstağni kılacak bir kemal aşamasına ulaşmamıştı. Bu nedenle inkılabın başarıya ulaşması ve toplumda tomurcuklanması için Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra mutlaka bir kimse veya grubun, ahkamda mercilik makamını ve İslam’ın pedagojik, fikri ve ilmi temellerinin önderliğini üstlenmesi gerekirdi.

Şimdi de İslam toplumunun tüm asırlarda fikir, görüş, söz ve amellerinden yararlanabilmesi, kılavuzlukları sayesinde Allah’ın helalini haramından, farzını farz olmayandan ayırt edebilmesi ve neticede dinî görevlerini yakından tanıyabilmesi için kimlerin bu makama daha lâyık olduğunu tespit etmek gerekir.

Bu kimselerin tanınması, öğreti ve kılavuzluklarının yakından tanıyabilmesi her Müslüman için zaruridir. İşte bu kitap okuyucuyu Peygamber-i Ekrem’in (a.s) bu gerçek ve lâyık vasileriyle tanıştırmayı amaçlamış bulunmaktadır.

 Açıktır ki, “Peygamber’den sonra ümmetin önderliği” bahsinin ele alınmasından maksat, şimdiki böylesine hassas bir durumda mezhebi ihtilafları körüklemek veya bağnaz ve faydasız konuları devam ettirmek değildir. Zira bu hassas durumda sadece ayrılıkların artmasını engellemekle kalınmamalı, hatta eksiltmeye ve en asgariye indirgemeye çalışılmalıdır. Aslında insanın ömrü, eline kalem alıp bağnazlık ile karışık konuları yazarak kendisinin ve diğerlerinin ömürlerini zayi etmesinden daha değerlidir.

Buradaki hedef, araştırmacı, gerçekleri gören bir mantık, her türlü bağnazlık ve kinden uzak ilmi bir tartışmayla önemli temel bir meseleyi aydınlatmak; neticede Müslümanların safları arasında bir uyum ve yakınlık oluşturmak ve bilgili düşman ile cahil dostların bu konudaki zehirli propagandalarına son vermektir.

Bu nedenle ümmetin önderliği meselesiyle ilgili konuları ortaya koyarken hep şu iki temel ilkeyi göz önünde bulunduracağız:

1- Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vasiliği ile ilgili hakikatleri tanımak.

2- Müslümanların vahdet ve uyumuna yardım etmek, yanlış anlamaların etkilerini düşmanın kötü istifadelerini ortadan kaldırmak.

Bu kitabın içeriği daha önce de 1351 ve 1352 (1972 ve 1973) yıllarında Cuma geceleri Tahran’ın, Emir Kebir caddesindeki Benî Fatıma Hüseyniyesi’nde fazilet sahibi üniversiteliler ve gençler için ders olarak okutulmuş ve imkanlar el verdiğince bir grubun Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) değerli Ehl-i Beyt’inin (a.s) kıvanç dolu mektebi ve gerçek vasileri ile tanışması sağlanmıştır.

Bu dersler daha önce her ne kadar geniş çapta teksir edilerek dağıtılmışsa da ilgili kimseler tarafından defalarca basılıp yayınlanması istenmişti. Bu yüzden söz konusu derslerin iki bölüm halinde basılıp yayınlanması kararlaştırıldı. Şimdi bu derslerin birinci bölümü 24 bölüm halinde ilgili kimselere takdim edilmektedir. Velayetin gerçeklerini tanımakla ilgili çok hassas konuları içeren bu kitabın diğer bölümünün ise çok yakında yayınlanmasını ümit ediyoruz.

Başarı sadece Allah’ın yardımıyladır; O’na tevekkül ederim ve O’na dönerim.

Ca’fer Sübhanî

Kum / İlmiye Havzası

14 Rebiüssani 1395

16 Ordibeheşt 1354

(6 Mayıs 1975)

 

BİRİNCİ BÖLÜM

İmamı (a.s) Tanımanın Felsefesi

Müslümanların birlik ve vahdetinin, zaruret ve gerekliliği hiç bir akıl sahibinin tereddüde düşmeyeceği kadar açık ve aşikar olan meselelerden biridir. Çünkü bir kitaba (Kur’an’a) tabi olan ve temel meselelerde aynı görüşü benimseyen bir topluluk, neden muhtelif cemiyet ve gruplara ayrılarak, zıt kutuplar halinde birbirlerinin kanına susamış olsunlar?

Her ne kadar önceleri, halkın çoğunluğu için böyle bir vahdet zarurî ve hissedilir bir gerçek olarak bilinmiyorduysa da İslami ülkelerin kalbine  kadar sızmış olan ve gün geçtikçe de güç ve nüfuzunu artıran sömürgeci şeytani güçlerin bulunduğu şu zamanda birlik ve beraberliğin lüzumu, her akıllı insan için kolayca anlaşılır ve hissedilir bir gerçek konumundadır.

Hangi gayret sahibi bir Müslüman Filistin, Bosna-Hersek, Keşmir, Çin ve dünyanın diğer noktalarındaki Müslümanların içler acısı hallerini görüp de kan ağlamaz ve bu ayrılıklardan dolayı gözyaşı dökmez?!

Dünyadaki Müslümanlar, yeryüzündeki insanların dörtte birini teşkil etmektedirler.

İnsan, insan gücü, yer altı zenginlikleri ve asil İslam kültürü açısından dünyanın en zengin topluluklardan biridir. Böyle bir cemiyet bu maddi ve manevi güç sayesinde siyaset sahnesinin en ağır temel taşını oluşturabilir; dünyanın siyasi, iktisadi ve kültürel önderliğini üstlenebilir; sömürgecilerin ve İslami vahdet karşıtlarının ortaya çıkardığı coğrafi sınırları görmezlikten gelerek birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya koşabilir; iktisadî ve kültürel alış-veriş yoluyla durumlarını düzeltebilir ve büyüklüğünü yeniden elde edebilir. Ama böyle bir vahdetin ehemmiyetine göz önünde bulundurarak kesinlikle imamın tanınması mevzusu İslamî birlik yolunda bir engel olarak düşünülmemeli ve hepimizin zaruretine inandığı vahdete engel kabul edilmemelidir.

Bazen bir takım saf gençlerin ve zaman zaman da aldatılmış kimselerin, İslamî vahdet meselesini Osman’ın kanlı gömleği yaparak talebelerin hakiki ilmi çabalarını eleştirip şöyle dedikleri görülmektedir: “Ebu Bekir ve Ali’nin (a.s) hilafetleri ve onlardan hangisinin halife olduğu konusu faydasız bir konudur. Zira zaman geriye dönmez ve hakkı kendisine iade etmek, onu hilafet koltuğuna oturtmak ve muhalifi cezalandırmak için Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hak halifesini hayata geri döndürmek şansına da sahip değiliz. O halde bu dosyayı ebedi olarak kapatarak onun yerine başka bir konuyu ele almamız daha iyidir.”

Bu fikrin sahipleri bu bahsin aydınlatıcı sonuçlarından gaflet ettikleri için bunu önemsiz, faydasız veya İslamî vahdet yolunda bir engel olarak görmüşlerdir. Ancak biz bu fikrin, imamı tanıma felsefesinden gaflet etme dışında bir sebebi olmadığını ve bunun “Sünnilik” ve “Vahhabilik” düşüncesinden kaynaklandığını düşünüyoruz.

Zira eğer bu tartışmadan maksat sadece Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) gerçek halifesini bu makamın yalancı iddiacılarından ayırmak olsaydı, bu durumda haklı olarak bu tür konular faydasız sayabilir ve her türlü ilmi ve mantıki konuları İslami birliğe aykırı kabul eden fanatikler gibi bunu da birlik yolundaki bir engel olarak kabul edebilirdik. Zira on dört asırdan sonra inceleme yaparak haklıyı haksızdan ayırmanın ve zorba hakkında fiilen hiç bir icra garantisi olmayan gıyabi bir hüküm vermenin ne faydası vardır?

Ancak bu problem daha çok, İslami hilafet ve imameti, İslam sınırlarının muhafazası, savunma sanayinin güçlendirilmesi, adaleti yayma, ilahî hududun icrası ve mazlumların haklarını geri almak... şeklinde özetledikleri bir çeşit geleneksel makam bilen Ehl-i Sünnet alimleri gibi düşünüldüğü taktirde geçerlidir. Zira bu durumda bu tür tartışmalar, “Miladi on beşinci asırda İngiltere’yi kim yönetiyordu veya beşinci Lui’'den sonra hakimiyet koltuğuna kim oturmalıydı” demeye benzerdi.

Ancak imameti risaletin bir uzantısı ve nübüvvetin manevi feyzinin devamı olarak kabul eden Şia açısından bu konuların işlenmesi zarurî ve lâzımdır. Zira bu durumda imamın vazifeleri adı geçen işlerle özetlenemez. Aksine bunların yanı sıra, aynı zamanda imam, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra ilahî ahkamın açıklayıcısı, Kur’an-i Kerim’deki gizliliklerin müfessiri ve helal ile haramın yegane mercisidir de. Bu takdirde de şu soru ile karşılaşılır; Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra helal ile haramın tanınmasında ve ahkamı öğrenmede Müslümanların mercisi kimdir? Hakkında Kur’ani açıklamalar ve Peygamber’den (s.a.a) bir hadis bulunmayan yeni meselelerde kime müracaat edelim ve kimin sözü bu meselede bizler için açık bir delil olabilir?”

Bir ilke olarak Müslümanlar Kur’an hususundaki sorunlarında ve maalesef sayıları haddi hesabı aşmış olan ihtilaflı meselelerde hangi makama müracaat etmeli ve kimin söz ve davranışlarını “hayatlarının hücceti” ve “yollarının meşalesi” kılmalarıdır?

İşte burada Resulullah’ın (s.a.a) ilmî vasiliği konusundaki tartışmalar zaruret rengini almakta ve tamamen hayatî önem taşıyan canlı bir mesele haline gelmektedir. Zira bu varsayım esasınca imam; maarif, usul, ahkam ve ayrıntılar hususunda ümmetin lideridir ve böyle bir makam kesin deliller ile tanınıp ispatlanmadığı taktirde asla istenilen bir sonuca ulaşılamaz.

Eğer Müslümanlar asli ve feri meselelerin tümünde aynı görüşe sahip olsalardı, bu durumda imamet meselesi bu derece zarurî ve gerekli görülmezdi. Ancak maalesef bilindiği gibi Müslümanların aynı görüşleri paylaştıkları çok az mesele vardır.

O halde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından on dört asır sonra varlık alemine ayak basan bizlerin görevi nedir? Yeni meselelerde, Kur’an-i Kerim’in anlaşılması zor hususlarında ve ihtilaflı durumlarda şu-bu sahabeye örneğin, Ebu Hanife’ye ve Şafii’ye mi, yoksa Şia’nın iddia ettiği gibi fazilet, masumiyet, taharet, geniş ilim ve derin görüşlerine ve Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından imamet makamına atandıklarına aklî ve naklî delillerin şahadet ettiği Hz. Ali (a.s) ve muhterem evlatlarına mı müracaat etmeliyiz?

İşte bu sorunun cevabını hemen bu velayet ve imamı tanıma mevzusu vermektedir ve bu konudaki araştırma ve incelemenin neticesi ise söz konusu meselelerdeki şaşkınlığın ortadan kalkmasıdır.

Hatta eğer biz hilafet meselesini bir kenara bırakıp masum imama ait olan Peygamber’den (s.a.a) sonra Müslümanların önderliği konusunu görmezlikten gelsek bile, sadece Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra dinî ve ilmî mercinin kim olduğu meselesini araştırmak da tek başına büyük bir önem taşır ve bu, Müslümanların saadeti ve geleceğiyle de yakından ilişkilidir. Bu nedenle ileride genişçe açıklayacağımız konuları burada özetle zikretmemiz gerekmektedir: Şimdilik hilafet ve önderlik meselesinden vazgeçsek bile, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) mükerrer açıklamalarında da yer aldığı üzere dünya Müslümanlarının kendisinden sonra dinî ve ilmî mercilerinin Kur’an-ı Kerim’den sonra onun pâk itreti ve Ehl-i Beyt’i (a.s) olduğunu tam bir güvenle söyleyebiliriz. Çünkü o hazret muhtelif zamanlarda Kitap ve itretin ayrılmaz bir bütün olduğunu açıkça beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Ey Müslümanlar! Benim Allah’ın davetine icabet etme zamanım çok yakındır. Ben sizin aranızda çok değerli ve ağır iki emanet bırakıyorum: Biri Allah’ın Kitabı diğeri de benim itretim. Allah’ın Kitabı ilahî bir vahiy ve gökyüzünden yere uzatılmış bir kurtuluş ipidir; diğeri ise benim itretim, Ehl-i Beyt’imdir. Latif olan Allah bana bu ikisinin asla birbirinden ayrılmayacağını haber vermiştir.”

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu iki hüccetin ayrılmazlığını veda haccının, Arefe gününde veya Gadir gününde, minber üzerinde veya ölüm döşeği ve hasta yatağında odası sahabe ile doluyken açıkça bildirmiş ve sonra da şunu eklemiştir:

“Ali Kur’an ile, Kur’an da Ali iledir; o ikisi asla birbirinden ayrılmaz.”[9]

Sekaleyn hadisinin senetleri hepsini burada zikredebileceğimiz ölçüde bir iki tane değildir. Bu hadisin senetlerini merhum Allame Mir Hamid Hüseyin Hindi “Abekat’ul Envar” adlı değerli ve büyük kitabının on ikinci cildinde nakletmiş ve Hindistan’da yayınlanmıştır. Ne mutlu ki, bundan bir kaç yıl önce de bu kitap İsfahan’da altı cilt olarak bastırılmıştır. Ayrıca Mısır Dar’ut Takrib kurumu tarafından bu konuda bir de fasikül yayımlanmış ve bunun üzerine Şeyh Şeltut (Ezher’in müdürü) sadece dört mezhebe bağlılığın gerekliliğini kaldırmış ve İmamiye (Şia) fıkhına uymanın da insan için yeterli bir hüccet olduğuna dair fetva vermiştir. Şeyh Şeltut’un verdiği fetvanın metni şöyledir:

Ona, “Bazılarına göre her Müslümanın ibadet ve muamelatının sahih olması için meşhur dört mezhepten birine uyması gerekir Ancak İsna Aşeriyye Şiası ve Zeydiye mezhebi bu dört mezhepten değildir. Acaba siz de bu genel inançta mısınız? Örneğin İsna Aşeriye mezhebine uymaktan men ediyor musunuz?” diye sorduklarında o cevap olarak şöyle demiştir:

“1- İslam hiç kimseye (fer’î hükümlerde) belli bir mezhebe uymayı farz kılmamıştır. Biz, her Müslüman’ın başlangıçta sahih senetlerle nakledilmiş ve ahkamı belli kitaplarda tedvin edilmiş her mezhebe uyma hakkı vardır” diyoruz. Aynı zamanda mezheplerden birine (hangi mezhep olursa olsun ) uymuş kimselerin diğer bir mezhebe geçmelerinin de hiç bir sakıncası yoktur.

2- İmamiyy-i İsna Aşeriye olarak bilinen Caferî mezhebi de diğer Ehl-i Sünnet mezhepleri gibi şer’i açıdan taklit edilebilecek bir mezheptir.

Bu yüzden tüm Müslümanlar bu hakikati anlamalı ve belli bir mezhep için bağnazlık etmekten sakınmalıdır. Zira Allah’ın dini belli bir mezhebe bağlı değildir ve belli bir mezhebe özgü de olamaz. Hepsi (İslam mezheplerinin imamları) müçtehit ve şanı yüce olan Allah katında makbuldürler. İçtihat ve görüş ehli olmayanların onları taklit etmeleri ve fıkıhlarında karar kıldıkları şeylerle amel etmeleri câizdir. Bu konuda ibadetler ile muameleler arasında hiç bir fark yoktur.”[10]

İKİNCİ BÖLÜM

İmamet Hakkındaki İki Görüş

Ehl-i Sünnet alimleri açısından hilafet, belli bir hedef için uzmanlık dışında hiç bir şartın olmadığı toplumsal bir makamdır.

Oysa İmamiye mantığında imamet mutlaka Allah tarafından tayin edilmesi gereken, pek çok şartlar ve sorumluluklar açısından peygamberlik makamı ile eş değer olan ilahî bir makamdır.

İmamet hakikati hakkında alimler arasında biri Ehl-i Sünnet alimlerine, diğeri de Şia alimlerine ait olmak üzere iki görüş vardır:

1- Ehl-i Sünnet Alimlerinin Görüşü

Ehl-i Sünnet alimlerinin akait ve kelam kitaplarında yer aldığı bilgiler ışığında onlara göre imamet, Müslümanların dinî ve dünyevî işlerinde geniş bir yöneticilik makamıdır ve imam olan şahıs, Ehl-i Sünnet’in deyimiyle halife, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra önderlik makamına sahip olan ve Müslümanların her çeşit dinî ve dünyevî sorunlarını kendi çabalarıyla çözen kişidir.

Ehl-i Sünnet, “İmamet” makamının tanımını şöyle yapmaktadırlar: “İmamet, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine din ve dünya işlerine bakılan genel bir başkanlık makamıdır.”[11]

Ehl-i Sünnet’e göre bu büyük dinî ve toplumsal sorumluluk makamı, halk tarafından halifeye takdim edilen bir bağıştır ve halife, seçim yoluyla bu makama nail olmaktadır.

Halifenin sorumluluk hududu da aktardığımız tanımlamada tümüyle belirgin kılınmıştır.

a- Din işlerinin yöneticiliği: Bu cümleden maksat halkın dini problemlerinin halife tarafından çözüme kavuşturulmasıdır. Mesela İslam’ın cihad yoluyla dünyadaki genişleyişi imamın sorumlu olduğu dini işlerden biridir.

b- Dünyevi işlerin yöneticiliği: İmam ve halife genel güvenliği güç ve kudret yoluyla sağlamalı; halkın namus ve mallarını ve ülke sınırlarını muhafaza etmelidir.

Yukarıdaki tanım ve halifeye verilmiş sorumluluklara dikkat edildiği taktirde bir gerçeği ifade ettiği görülür ve o gerçek de şudur: Onlara göre imam, ülke kanunlarının icrası, genel güvenliğin korunması ve toplumsal adalet için seçilen geleneksel bir hakim ve toplumsal bir yöneticidir. Dolayısıyla böyle bir önderlikte liyakat ve uzmanlık dışında hiç bir şart söz konusu değildir. (Ne İslam hükümleri hakkında geniş ve tümel bir ilim ve ne de hata ve yanlışlıklar hususunda masumiyet ve ilahî korunmuşluk gereklidir.)

Başka bir tabirle, her toplum her ne kadar temiz olur, günah ve kirlilikten uzak olursa olsun, yine de o toplumda fesat ortadan kalkmaz ve neticede toplumun köşe ve bucağında günahkâr ve kirli insanlar bir takım günahlara bulaşırlar. Kumar oynar, şarap içerler veya insanların mallarını ve kamuoyuna ait servetleri zorla yağmalarlar, ya da insanların namuslarına tecavüz etme düşüncesine kapılırlar.

Bu açıdan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra, günahkârları ve saldırgan kişileri ilahî hadleri icra yoluyla cezalandırarak, bu tür saldırı ve pisliklerin önünü alacak, lâyık ve uzman bir kişinin varlığı zaruridir. Bunlar ve benzeri hususlar insanların dünyalarıyla ilgili bir takım işler olup bu işlerin sorumluluğu Peygamber’den sonra “İmam” olan şahsa bırakılmıştır.

Bu tür işler karşısında bir de İslam’ın ilerlemesi ve dünyada yayılması ile yakından ilgili insanların diniyle alakalı bir takım işler de vardır. Örneğin imamın görevlerinden biri de, sadece İslam ülkelerinin sınırlarını her türlü saldırıdan korumakla kalmayan, mümkün olduğu taktirde cihat vasıtasıyla tevhit dinini de bütün dünyaya yaymaya çalışan disiplinli ve güçlü silahlarla donanmış bir ordu vücuda getirmektir.

Burada, “İnsanlar helal ve haramı ve bilimsel problemlerini kimden öğrenmelidir ve hangi makam bu sorumluluğu taşımaktadır?” diyeceksiniz. Onlar (Ehl-i Sünnet) cevap olarak şöyle diyorlar: “Peygamberden helal ve haramı ve dini hükümleri öğrenen sahabiler bu tür konularda ümmetin yegane merciidirler.”

İmam’ın görevi Ehl-i Sünnet alimlerinin dilinden naklettiğimiz bu işleri yönetmekle sınırlı olduğu takdirde doğal olarak bırakın geniş bir ilmin veya günahlardan mutlak masumiyet ve korunmuşluğu, hatta liyakat ve uzmanlık dışında hiç bir çeşit ahlakî fazilet ve insanî kemaller de şart olmaz.

Maalesef Ehl-i Sünnet’in görüşünde imamın manevi makamı, yavaş yavaş Kadı Bakalanî gibi bir şahsın Peygamber-i Ekrem’in halifesi ve vasisi hakkındaki sözlerine kadar indirilmiş oldu. Kadı Bakalani’nin dediklerine göre imam ahlakî hasletlerin aşağılık bataklığına saplansa ve simsiyah siyasî bir karnesi olsa bile buna rağmen ümmetin rehberi olarak kalabilir.

Nitekim Kadı Bakalanî şöyle diyor: “İmam fıskı, zulmü, malları gasbetmesi, haram olan nefislere kıyması, hakları zayi etmesi ve ilahî hadleri uygulamaması sebebiyle de olsa azledilemez.”[12]

İmam asla Allah’a isyan, insanların malını gasbetmek, masum insanları öldürmek, hakları zayi etmek ve ilahî hadleri uygulamamak sebebiyle makamından azledilemez. Hatta bu durumda bile ümmet onların yanlışlıklarını düzeltmeli, ona kılavuzluk etmeli ve yol göstermelidir!

Hakezâ, bu yüzden Muhakkık Taftazanî gibi bir Ehl-i Sünnet aliminin Peygamber-i Ekrem’in halifesi hakkında şöyle demesine şaşmamaktayız:

“İmamın asla sürçme ve günahlardan münezzeh olması veya ümmetin en üstünü olması gerekmez. Ve imamın Allah’a isyanı, İslami ve ilahî hükümleri bilmeyişi asla onun azledilmesine sebep olamaz.”[13]

İslam halifesi hakkındaki bu tür hükümler, tamamen önceden dökülmüş bir temelden ve imamı geleneksel bir yönetici olarak düşünmekten kaynaklanmaktadır. Çünkü örfen hakimde bulunması gereken temel şart, toplumda emniyet ve düzeni sağlayacak ve zorba insanları yerine oturtacak kuvvet noktasına sahip olmalıdır; imamın günaha bulaşması ve yanlışa düşmesi seçildiği amaç için bir engel teşkil etmemektedir.

2- Şia Alimlerinin Görüşü

Bu söylediklerimizin dışında Şia alimlerinin kendisine dayandıkları başka bir görüş daha vardır. Bu görüş şudur: İmamet, imam denilen şahsa Allah tarafından verilmiş bir çeşit ilahî velayettir. Daha açık bir tabirle, imamet nübüvvette olduğu gibi, görevi üstlenecek şahsın Allah tarafından tayin edildiği seçkin bir makamdır.

Bu esas üzere imamet risaletin bir uzantısıdır. Şu farkla ki Peygamber şeriatın kurucusu ve semavî elçinin muhatabıdır. İmam ise şeriatın açıklayıcısı, koruyucusu ve bekçisidir. İmam vahiy nüzulü meselesi dışında tüm işlerde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ile eşit şartlara sahiptir. Peygamber için zarurî ve gerekli görülmüş tüm şartlar (İslam’ın öğretileri, genel ilkeleri, detayları ve hükümleri hususunda bilgi sahibi olma ve her türlü günah ve hatadan korunma gibi hususlar) aynı şekilde imam için de zarurî ve gereklidir.

Bu görüş sahiplerinin inançlarına göre her ne kadar Peygamber-i Ekrem (s.a.a), insanlar için kamil bir din getirmiş, hak din ve öğretilerin tümel ilkelerini insanlara sunmuşsa da, Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra da lâyık ve güçlü bir kimsenin, bu tümel ilkelerden cüz’i (tikel) hükümleri istinbat etmesi gereklidir ve böyle bir iş kamil bir ilahî ilim olmaksızın asla gerçekleşemez.

Gerçi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) döneminde İslam’ın bütün hükümleri teşri’ edilmiş (yasanmış) ve vahiy elçisi vesilesiyle kendisine bildirilmiştir. Ama şartların olmaması veya gün aşırı problemlerin varlığı sebebiyle bir dizi hükümlerin beyanı imamın sorumluluğuna bırakılmıştır. Böyle bir makamın yöneticiliği ise sadece ilahî vahye bağlı ve belgesel bir ilim olmaksızın mümkün değildir. Bu yüzden Şiiler imamın şeriatın tüm işlerinden haberdar olması gerektiğine inanmaktadırlar.[14]

Ama imam neden masum olmalıdır? Onlar (Şii alimleri) imamı ümmetin öğretmeni ve terbiye edicisi olarak kabul etmektedirler. Terbiye ise her şeyden önce pratik bir boyuta sahip olup terbiye eden kimsenin ameli vesilesiyle şekillenmektedir. Dolayısıyla terbiye eden kimsenin kendisi bizzat kanun çiğneyen ve sınır tanımayan birisi olursa, insanlar üzerinde istenilen etkileri nasıl bırakabilir? Velhasıl bu görüş şunu ifade etmektedir: Ümmetin bu ilahî ve kamil ilme ve tüm boyutlarıyla masumiyet makamına sahip birini kendiliğinden tanıması mümkün değildir ve dolayısıyla da imam Allah tarafından seçilerek tayin edilmelidir.

Bu iki görüş, iki grubun (Ehl-i Sünnet ve Şia’nın) alimleri tarafından beyan edilen görüşlerdir. Şimdi de bu iki görüşten hangisinin doğru ve sağlam olduğuna ve aynı zamanda Kur’an ayetlerinin içeriği ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) muteber hadisleriyle uyum içinde olduğuna bakmamız gerekiyor.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Şia’nın Görüşünün Doğruluğunun Delilleri

Aklî ve naklî delillerin de tanıklık ettiği üzere imamet makamı da tıpkı peygamberlik makamı gibi ilahî bir makamdır ve imam olan şahıs Allah tarafından tayin edilmelidir. Dolayısıyla peygamberde muteber olan şartlar (vahiy meselesi ve şeriatın tesisi dışında) imam hakkında da muteberdir. Bunun delilleri de şunlardır:

 

1

Yeni Olaylar

Aziz İslam Peygamberi (s.a.a), kendi hayatı döneminde İslam’ın temel ilkelerini ve detaylarının özetini beyan etmiş ve böylece mukaddes İslam dini Resulullah (s.a.a) vesilesiyle kemale ermiştir. Ama acaba bu temel ilkeler ve tümel hükümler, bir merci olmaksızın ümmetin ihtiyaçlarını giderme hususunda yeterli midir? Şüphesiz ki hayır! Aksine  Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra, geniş ve yaygın ilmiyle Kur’an-i Kerim’in tümel hükümleri ve onun sünnetinin temel ilkeleri ışığında ümmetin çeşitli olaylarda ihtiyaçlarını giderebilecek masum bir önderin varlığı gereklidir. Özellikle de Peygamber (s.a.a) zamanında görülmeyen ve benzeri olmayan olaylar hususunda, böyle bir imamın varlığı daha da gereklidir.

Başka bir tabirle Peygamber-i Ekrem (s.a.a), peygamberliğe seçildikten sonra risalet ömrünün on üç yılını Mekke’de putperestlerle savaş yolunda harcadı. Bu müddet boyunca ortamın oluşmaması sebebiyle ilahî hükümleri ve yasamaları beyan etme hususunda başarılı olamamıştı. Bu yüzden tüm gücünü İslam’ın temel ilkeleri, yaratılış ve ahiret ile ilgili meseleler hususunda kamuoyunu aydınlatma yolunda harcamış, helal ve haramları ve ilahî sünnet ve farzları beyan etme hususunda gerekli ortam olmadığı için bu bölümdeki hükümlerin beyanını daha sonraya havale etmiştir.

Peygamber (s.a.a) Medine’ye ayak basınca bir çok sorunlarla karşı karşıya kaldı. Medine’de kaldığı müddet on yılı geçmedi. Ama bu müddet boyunca yirmi yedi defa şahsen putperestlerle Medine ve Hayber’deki Yahudilerle savaştı. Öte yandan münafıkların oyunları ehl-i kitabın tartışma ve mücadelesi de onun değeri vaktinin büyük bir bölümünü aldı.

Bu olaylar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risalet dönemi boyunca daha çok İslami hükümlerin ve ayrıntıların sadece genel ilkelerini beyan etmesine ve hükümlerin diğer bölümlerinin istinbat edilmesinin ise başka bir şahsa bırakılmasına sebep oldu.

Eğer Kur’an, “Bugün size dininiz tamamladım”[15] diyorsa bundan maksat, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) durumu ve bu ayetin indiği hicri onuncu yıldaki İslami konum göz önüne alındığında yaratılış, ahiret, temel ilkeler ve ayet nazil olana kadar tüm genel hükümlerin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şahsı vesilesiyle tamamlanmış olması ve bu açıdan dinin esaslarında hiç bir eksikliğin bulunmamasıdır. Zira bu tümel ilkeler ümmetin kıyamet gününe kadar ihtiyaç duyacağı tüm hükümleri çıkarma hususunda bir kaynak teşkil etmektedir.

Şimdi bu tümel ilkeler ve hükümler aracılığıyla İslam toplumunun tüm ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve ihtiyaç duyduğu hususları temin edebilecek kimsenin kim olabileceğine bakmak gerekir.

Kıyamet gününe kadar meydana gelecek sayısız olayların hükümlerini Kur’an-ı Kerim’deki hükümler hakkındaki ayetlerden veya hükümler hakkında Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sınırlı çapta nakledilen hadislerden çıkarmak oldukça zor ve karmaşık bir iş olup sıradan bir insanın gücünün çok üstündedir.

Çünkü Kur’an-i Kerim’de fıkhi ve şer’i hükümleri barındıran ayetlerin sayısı üç yüzü geçmemektedir ve hakeza Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) helal ve haramlar ile farz hükümler hakkında nakledilen rivayetler de dört yüz hadisten fazla değildir. Sıradan bir insanın, sınırlı ilmiyle, bu sınırlı kaynaklardan İslam toplumunda gittikçe artan olayların ve konuların hükmünü çıkarabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu, ilahî ve gaybi öğretilerle bu tür olayların hükümlerini sınırlı kaynaklardan çıkarabilecek ve ümmetin hizmetine sunabilecek lâyık ve seçkin bir insanın varlığını gerektirmektedir.

Bundan da öte, tabiatıyla böyle bir şahsın geniş ilmiyle, insanların güvenini elde etmesi için de her türlü hata ve günahtan masum olması gerekir ve böyle bir kimseyi de Allah’tan başka hiç kimse tanıyamaz; bu yüzden Allah bizzat böyle bir kimseyi tayin etmiş olmalıdır.

Dinin Kemale Erdiği Hakkında Başka Bir Açıklama

Burada şunu da söyleyebiliriz: Dinin kemale erdiğini ifade eden ayet, risaletin devamı ve bekası açısından İslam’ın kemale erdiğiyle ilgilidir. Çünkü bu ayet İslam muhaddisleri yoluyla nakledilen mütevatir rivayetler esasınca da Gadir günü Hz. Ali’nin (a.s) velayet ve hilafete tayin edilmesinden sonra nazil olmuştur.

Buna da şöyle bir açıklama getirebiliriz: İslam dini Müslümanlar için bir merci tayin edilmeksizin baki kalacağı garantilenen bir konumda değildi. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatıyla bu yanan meşale bir anda sönüp düşmanların saldırısına uğrayabilirdi. Bu takdirde İslam dini Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ayakta kalabilecek kamil bir din şeklinde değildi. Bu yüzden bu eksiklik de Hz. Ali’nin (a.s) Peygamber’den (s.a.a) sonra ümmetin yöneticiliği için tayin edilmesiyle ortadan kaldırılmış oldu.

Ama dinin; farzlar, haramlar ve diğer fer’i hükümlerin beyanı açısından kemale erdirilmesi ise ayetin maksadının dışında kalmaktadır. Bu konuda da İslam’ın diğer kesin hükümlerini göz önünde bulundurarak şöyle demek mümkündür: Hiç şüphesiz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatı ile semavî vahyin inişi sona erdi. Ondan sonra vahiy elçisi İslam hükümlerinden herhangi bir hüküm getirmeyecektir. Vahiy elçisi kıyamet gününe kadar insanın ihtiyaç duyabileceği her şeyi Allah Resulü için getirmiş ve ona bildirmiştir. Ama öte yandan gördüğümüz gibi fıkhi deliller, kıyamete kadar İslam toplumunda ortaya çıkan tüm olayların hükümlerini de beyan etmeye kafi değildir. Konuların sadece bir bölümünün hükümleri Kur’an-i Kerim’de ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hadislerinde yer almamıştır.

Bu iki konu göz önünde bulundurulduğu taktirde şöyle demek zorundayız: Bütün ilahî hükümler Allah Resulü (s.a.a) zamanında teşri olmuş ve ona öğretilmiştir. Ama var olan bir gerçek de şudur ki Peygamber, risalet müddetinin kısa sürmesi ve de toplumda ortaya çıkan ve sürekli artan sorunlar sebebiyle kendisine öğretilen her şeyi tebliğ etmeye imkan bulamamıştır. Bu yüzden böylesi bir durumda ilahî hükümler ve İslam’ın fer’i meseleleri hakkında vahiy aleminden elde ettiği her şeyi tümüyle, kendinden sonra yavaş yavaş ümmetin hizmetine sunması için tıpkı Peygamber-i Ekrem (s.a.a) gibi her türlü hata ve yanlışlıktan masum olan vasisisine ve gerçek halifesine öğretmek zorunda kalmıştır. Tabiatıyla böylesine geniş bir ilme sahip ve her türlü günah ve hatadan korunmuş birisini tanımak, bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bildirmesi ve Allah’ın tayini dışında mümkün değildir. Ümmet asla seçim yoluyla böyle bir şahsı tanıyamaz.

Ayrıca şuna da dikkat etmek gerekir ki, “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) beyan etme imkanını bulamadığı hükümleri vasisine öğretmiştir” sözünden maksadımız öğrencinin zamanla üstadından öğrendiği sıradan öğretiler değildir. Zira eğer böyle olsaydı Peygamber (s.a.a) vaktini sadece bir kişiyi terbiye etmek için harcayacağına onu bir çok grupları terbiye etme yolunda harcardı.

Dolayısıyla bu eğitim normal olmayan ve kısa bir müddette İslam’ın tüm gerçek ve öğretilerinden haberdar edecek ve gözünden hiç bir şey kaçmayacak bir şekilde vasisinin kalp ve ruhunda tasarruf şeklinde gerçekleşmiştir.

Burada son olarak şu önemli bir noktayı da hatırlatmak zorundayız. Müslümanlar İslam’ın dünyanın çeşitli noktalarına yayılmasından sonra Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında var olmayan yeni bir takım olaylar ve hadiselerle karşı karşıya gelmişlerdir. Peygamber (s.a.a) bu tür yeni olaylar hakkında hiç bir açıklama yapmamış ve herhangi bir beyanda bulunmamıştır.

Bu tür olayların hükümlerini Kur’an-i Kerim’in genel ve tümel ilkelerinden ve hadislerden elde edebilmek oldukça karmaşık ve ihtilafa sebep olabilecek bir konudur. Bu konuda şeriatın kemale erdirilmiş olması da, vahiy hanedanına bağlı bir ferdin bu tür olayların hükümlerini Kur’an ve hadislerden istinbat etmesini veya onca olayların hükmünü Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisine aktardığı ilahî ilimden istifade ederek beyan etmesini gerektirmektedir.

Ehl-i Sünnet toplumlarının sıkıntılarından biri de İslam’ın tüm hükümlerini, hükümler hakkındaki Kur’an-i Kerim’in sayılı ayetlerinden ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) dört yüz kadarki hadislerinden çıkarmak istemeleridir.

Ama bir çok konuda acizlik duygusuna kapılınca ve sözü edilen delilleri tüm hükümlerin beyanı için yeterli olmadığını görünce bu defa da sağlam bir temeli olmayan kıyas ve istihsan (aklın güzel ve doğru görmesi) yoluyla ümmetin ihtiyaçlarına cevap bulmaya çalışmaktadırlar. Elbette bir konunun diğer bir konuyla kıyasının veya fıtrî istihsan yoluyla bir konu hakkında hüküm beyan etmenin sağlam bir temeli olmadığını kendileri de bilmektedirler. Oysa ümmet arasında geniş ilmiyle bu konuların hükümlerini özel bir yolla Peygamber’den (s.a.a) alarak, ümmetin hizmetine sunan ve bu düzensizliklere, şek ve şüphe ile amel etmelere son vererek lâyık bir ferdin olması kemale erdirilmesi ve insanların hakikate ulaşmasında çok daha etkili olacaktır.

Yine de ihtiyaç hususları ve kıyas ve istihsana itimat etmek nadir ve parmakla sayılacak kadar az olsaydı böylesi cüz’î durumlarda İslam’ın işi kolaylaştırmak için sözü edilen kaynaklarla amel edilmesine izin verdiğini söylemek de mümkün olurdu. Ama şeriat binasını tahmin ve zanna dayandırır ve temelini bir avuç tahmin, istihsan ve bir hükmün diğer bir hükme kıyasının teşkil ettiği kanunları dünyaya sunacak olursak bu taktirde İslam dinini ve İslam’ın hukukî ve cezaî mektebi ile ahlaki sistemini doğru dürüst bir temeli olmayan güçsüz bir din olarak tüm dünyaya tanıtmış oluruz. Bu durumda insanların İslam’ın cezaî ve hukukî ilkeleriyle amel etmesini beklemek mümkün müdür acaba? Çünkü bu esasa göre onların ilahî vahiyden kaynaklandığı hususu, şek ve şüpheye dayanmış olacaktır.

Ümmetin Başında Bulunanların Cehaleti

Tarih, İslam ümmetinin yöneticilerinin İslam’ın temel ve fer’î meseleleri hakkındaki cehaletleri hususunda bir çok olaylar nakletmiştir. İlmi değerlendirmeler de ümmet arasında ilahî hükümlerin koruyucusu ve hazinedarı olacak ve semavî öğretileri sürekli insanlara takdim edecek bilinçli ve alim imamın varlığını gerektirmektedir. Şimdi de halifelerin bilgisizlik ve beceriksizlikleri hususunda bir takım anekdotlar nakletmek istiyoruz:

1- Ömer, sahabenin huzurunda hamile olan evli bir kadının recmedilmesini (taşlanarak öldürme) emretti. Ama sonunda mahkeme kararı, Müminlerin Emiri Ali bin Ebi Talib (a.s) sayesinde ortadan kaldırıldı. Zira her ne kadar anne günaha duçar olmuşsa da kendisi suçludur ve rahminde taşıdığı çocuk bir günah işlememiştir.

2- Halife, evli olan ve kendisi bir şehirde karısı ise başka bir şehirde yaşayan bir erkeğin de günaha bulaştığı gerekçesiyle recmedilmesini (taşlanmasını) emretti. Oysa karısı kendisinden uzak olan böyle bir şahsın ilahî hükmü taşlamak değil, yüz kırbaçtır. Bu defa da mahkemenin verdiği karar Hz. Ali’nin (a.s) yol göstericiliği sayesinde bertaraf olmuştur.

3- Günah işlemiş beş kişiyi halifenin huzuruna getirip onların zina ettiklerine tanıklıkta bulundular. Halife, “Götürün ve hepsine yüz kırbaç vurun” diye emretti. Orada hazır bulunan İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Bu beş kişinin hükmü birbirinden farklıdır. Birisi zımmi bir kafir olmasına rağmen zimmet şartlarıyla amel etmediği için öldürülmelidir. İkincisi evli olan bir erkek olduğu için taşlanmalıdır. Üçüncüsü bekar ve özgür bir gençtir; ona da yüz kırbaç vurulmalıdır. Dördüncüsü ise bekar bir köledir ve cezası da özgür insanın cezasının yarısıdır. Beşincisi ise deli olması nedeniyle ve serbest bırakılmalıdır.

4- Ebu Bekir zamanında bir Müslüman şarap içmişti ve çoğunluğunun şarap içtiği bir toplumda yaşadığından dolayı şarap içmenin İslam’da haram olup olmadığını bilmediğini iddia ediyordu. Halife ile yardımcısı Ömer birbirlerinin yüzüne baktılar ve bu kör düğümü çözme hususunda çaresizliğe düşünce mecburen Hz. Ali’ye (a.s) müracaat ettiler. Hz. Ali (a.s) onlara şöyle buyurdu: “Bu şahsı Muhacir ve Ensar toplulukları arasında gezdirin. Eğer onlardan biri şarabın haram olduğunu bildiren ayeti kendisine okumuşsa onun için hüccet tamamdır ve ona had uygulayın, aksi taktirde onu mazur sayınız.”

5- Evli bir kadını işlediği kötü bir suç (zina) sebebiyle tutuklayıp taşlanmasına karar verdiler. İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Bu kadın hakkında daha fazla araştırma yapılmalıdır. Belki de böyle bir günaha bulaşması hususunda geçerli bir özrü vardır.” Kadını yargılamak için çağırdılar ve o kadın bu günaha düşmesinin sebebi hususunda şöyle açıklamada bulundu: “Ben eşimin develerini otlatmaya götürmüştüm. Çölün ortasında dayanılmaz bir susuzluğa yakalandım. O şahıstan her ne kadar su istediysem de bana su vermekten çekindi. Kendimi teslim etmedikçe su vermeyeceğini söyledi. Susuzluktan ölmek üzere olduğum için onun şeytani fikirlerine teslim olmak zorunda kaldım.”

Bu durum karşısında İmam Ali (a.s) yüksek sesle tekbir getirdi ve şöyle buyurdu: “Allah-u Ekber! ‘Fakat, darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz.’”[16]

Halifelerin tarihinde bu hadiseye benzer olaylar bu konuda ayrı bir kitap yazacak kadar çoktur. Acaba bu olayların hükmünün beyanından kim sorumludur? Bu tür olaylar Allah Resulü (s.a.a) zamanında meydana gelmediği için ümmet, hükümlerini sorup vahiy kaynağından öğrenmemiştir. O halde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra bu tür hükümleri beyan etmek hususunda kim ilahî hükümlerin koruyucusu, bekçisi ve hazinedarı olabilir? Bu hususlarda, “Her ne kadar ümmetin cehaleti sebebiyle insanların kutsal değerleri tehlikeye düşse ve batıl hükümler ilahî hak hükümlerin yerine geçse de Allah ümmeti kendi haline bırakmıştır ve onlardan manevi feyzini kesip koparmıştır” demek mümkün olabilir mi acaba?[17]


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

-2-

Peygamber, İmamet Makamını İlahî Bir Makam Olarak Kabul Etmekteydi

Hiç şüphesiz idarecilik ve yönetim meselesi İslam toplumu için en hayati ve hassas konulardan biridir. Nitekim bu mesele hakkında ihtilafa düşüldüğü için Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ümmet ikiye ayrıldı ve İslam toplumunda derin bir ayrılık vücuda geldi.

Şimdi burada şu soru ortaya çıkmaktadır: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) farz ve müstehaptan haram ve mekruha kadar her şey hakkında bir açıklama yaptığı halde yönetim şekli ve yöneticilerin taşıması gereken özellikler hakkında nasıl olur da bir açıklama yapmamış olabilir? İnsan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) böylesine önemli bir konuya hiç itina göstermediğine, bu önemli olay karşısında sustuğuna ve ümmeti bilinçlendirmediğine nasıl inanabilir?

Ehl-i Sünnet alimleri şöyle diyor: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yöneticiliğin şekli ve fertlerin imametinin biçimi hakkında olumlu veya olumsuz hiç bir şey söylememiş ve yönetim meselesinin seçimle mi, yoksa atamayla mı gerçekleşmesi gerektiğini açıklığa kavuşturmamıştır.

Gerçekten de akıl, Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu hayati ve hassas konu hakkında sessiz kalmayı tercih ettiğine ve olayın iki boyutundan birine (seçimle mi, yoksa tayinle mi olduğuna) işaret etmediğine nasıl inanabilir?

Bu konuda aklın hakemliğinin yanı sıra İslam tarihi araştırmaları da bu görüşün aksine tanıklık etmekte ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) farklı dönemlerde kendisinden sonra ümmetin rehberliği konusunun Allah’a ait olduğunu ve bu konuda kendisinin hiç bir iradesinin bulunmadığını beyan ettiğini açıkça gözler önüne sermektedir. Şimdi bu konuda bir takım örnekler vermek istiyoruz:

Bir kabile başkanı olan Ahnes adında birisi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin yöneticilik makamını kendisine bırakması koşuluyla kendisini destekleyeceğini belirtince Peygamber (s.a.a) ona cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Yöneticilik konusu Allah’a aittir. Allah onu (uygun gördüğü) kimseye verir.” Kabile reisi bu cümleyi duyduktan sonra ümitsizliğe kapıldı ve göndermiş olduğu mesajda şöyle dedi: “Sıkıntı ve zahmeti benim çekmem, rehberliğe ise başka birisine geçmesinin hiç bir anlamı yoktur.”[18]

Hakeza İslam tarihinde şöyle okumaktayız: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Yemame kabilesinin reisine bir mektup yazdı ve onu İslam dinine davet etti. Kabile reisi de tıpkı Ahnes’in yaptığı teklifi öne sürünce Peygamber (s.a.a) yine bu teklifi kabul etmekten imtina etti ve ona cevap olarak şöyle buyurdu: “Hayır, bu izzet-i nefisten ve ruh yüceliğinden uzak bir konudur.[19]

Bunlar ve benzeri bir çok deliller Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ümmetin önderliği konusunda susmayı tercih etmediğine, hatta olayın bir boyutuna, yani imametin atama ve tayinle olduğuna işaret ettiğine açıkça tanıklık etmektedirler.

Ümmetin yöneticilik ve liderlik konusunun önemi sadece bizim idrak ettiğimiz bir konu değildir. İslam’ın ilk yıllarında da bu mesele halkın çoğunluğu tarafından açık bir şekilde hissedilmişti. Örneğin ikinci halife Ebu Lu’lu tarafından öldürülünce, oğlu Abdullah bin Ömer babasını ölüm döşeğinde görünce ona dönerek şöyle demiştir: “Bir an önce kendin için bir halife tayin et ve ümmet-i Muhammed’i çobansız bırakma.”

Bu mesajı Peygamber-i Ekrem’in eşi Aişe de ikinci halifeye iletti ve ondan ümmet-i Muhammedî için bir koruyucu ve gözetleyici tayin etmesini istedi. Acaba bu iki kişinin rehberlik meselesinin önemini çok yakından hissettiklerini, ama Resul-i Ekrem’in (s.a.a) olayın önemini bunlar kadar bile idrak etmediğini söylemek doğru mudur?

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği on yıllık hayatına kısa bir bakışta; Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’yi herhangi bir yere gitmek için terk ettiği her defasında hemen birisini Medine’de kendi yerine tayin ettiğini ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’de olmadığı bu kısa dönemde bile insanları yöneticisiz ve öndersiz bırakmamaya özen gösterdiğini ispat etmektedir. Acaba kendisinin yerine geçecek birini tayin etmenin zaruretini ve önemini idrak eden ve kısa bir müddet için bile olsa Medine’yi yöneticisiz bırakmaması gerektiğini hisseden böyle bir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), dünyayı terk etmek üzere olduğu halde kendisi için bir halife tayin etmemesi veya en azından önderliğin şekli ve yöneticiliğin biçimi hakkında hiç bir söz etmediğini iddia etmemesi uygun olur mu?

Peygamber (s.a.a) bir yeri fethedince, orayı terk etmek istediğinde hemen o fethedilmiş bölge için bir yönetici tayin ediyordu. Buna rağmen Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisinden sonra İslam dünyasında ümmetin yöneticilik görevini eline alacak, genç İslam ümmetine önderlik edecek bir halifenin tayininden gaflet ettiğini ve bu konuda hiç bir düşüncesi olmadığını söylemek mümkün müdür?

İmamet ve Nübüvvet Makamları İç İçedir

Mütevatir hadisler ve İslam’ın kesin tarihi de nübüvvet ve imamet makamının insanlar için aynı günde tayin edildiğine ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaletini akrabalarına ilan etmekle görevlendirildiği gün, halife ve yerine geçecek şahsı da tayin ettiğine tanıklık etmektedir.

Değerli İslam muhaddisleri ve müfessirleri bu konuda şöyle demektedirler: “Yakın akrabalarını uyar”[20] ayeti nazil olduğunda Peygamber (s.a.a), Ali’ye (a.s) tamamının akrabalarından oluştuğu bir grup misafir için yemek hazırlamasını emretti. Ali de (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emri üzerine bir yemek hazırladı ve Haşimoğulları’nın şahsiyetlerinden oluşan kırk beş kişi bu ziyafet toplantısına katıldı. İlk gün Ebu Leheb’in temelsiz ve dayanaksız sözleri üzerine Peygamber (s.a.a) risaletini ilan edemedi. Ertesi gün bu program aynı şekilde tekrarlandı. Misafirler yemeklerini yedikten sonra Peygamber ayağa kalkarak Allah’a hamd ve senada bulundu, O’nun birliğine tanıklık etti ve ardından da şöyle buyurdu:

“Ben Allah’ın size ve bütün dünya insanlarına gönderdiği elçisiyim. Sizler için dünya ve ahiretin hayrını getirdim. Allah bana sizleri bu dine davet etmemi emretti. Sizden her kim bu konuda yardımcım olursa o benim halifem ve vasim olacaktır.”

Bu esnada Ali bin Ebi Talib (a.s) dışında hiç kimse ayağa kalkıp kendisini savunduğunu ilan etmedi. Peygamber (s.a.a) bunun üzerine Ali’ye oturmasını emretti. Ardından yeniden önceki cümleyi aynı şekilde ikinci ve üçüncü defa tekrarladı ve sonraki defalarda da Ali dışında hiç kimse Peygamber’i desteklediğini ve Peygamber-i Ekrem’in hedefi yolunda her türlü fedakarlığa hazır olduğunu ilan etmedi. Bu durumda Peygamber (s.a.a) akrabalarına dönerek şöyle buyurdu: “Şüphesiz bu Ali benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin.”[21]

Tarihin bu bölümü o kadar kesindir ki, herkes tarafından Peygamberin Ehl-i Beyt’inin (a.s) faziletini inkâr etmedeki inadıyla tanınan İbn-i Teymiyye dışında doğruluğu konusunda hiç kimsenin en küçük bir şüphesi yoktur.

Bu hadis, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) imametinin delillerinden biri sayılmakla birlikte imamet meselesinin ümmetin iradesi altında olmadığının da en büyük tanığıdır ve yine Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesinin, Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğiyle (nübüvvet ve imamet) aynı günde akrabalarına ilan edilmesi, bu konunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu olay bi’setin üçüncü yılında meydana gelmişti ve o güne kadar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) daveti bireysel düzlemde gerçekleştirdiği özel temaslar vesilesiyle yapılmış ve o güne kadar yaklaşık elli kişi Peygamber’e (s.a.a) iman etmişti.

BEŞİNCİ BÖLÜM

-3-

İslam Kanunları ve Semavî Kitap İçin Masum Kişilerin Tefsiri Gerekmektedir

İslam hukuk ve kanunları her ne kadar açık ve belirgin olsa da yine de yorum ve açıklamadan müstağni değildir. Tıpkı günümüzdeki gibi; ülkelerin kanunları her ne kadar günün diliyle düzenlenmiş olsa, yine de belirsiz noktalarını açıklığa kavuşturacak uzman yorumculara ihtiyaç duymaktadır. Semavî kitap, hükümler ve İslamî hukuk da, hatta Peygamber-i Ekrem’in diliyle ifade edilen miktarı bile yorum ve açıklamadan müstağni değildir. Bu konunun tanığı ise, Müslümanlar arasında Kur’an ve İslami hadisler çerçevesinde ortaya çıkan onlarca ve yüzlerce görüş farklılıklarıdır.

Acaba ebedi ve her zaman canlı olan İslam dini, Peygamber-i Ekrem’in ilimlerinin varisi olan, bu konudaki görüşleri herkes için uyulması gereken ve hüccet sayılan seçkin bir öndere muhtaç değil midir? Acaba ihtilafları ortadan kaldırmak, ayrılıkları ve gruplaşmaları azaltmak ve İslami birliği gerçekleştirmek için böyle bir şahsın halife olarak tayini gerekli değil miydi?

Ömer’in hilafeti döneminde bir şahıs İslam mahkemesine şikayette bulunup şöyle dedi: Eşimle kurduğum cinsel ilişki altı ayı geçmemektedir. Şu anda eşim bir çocuk dünyaya getirmiştir.” Mahkeme hakimi, “Gidiniz ve onu taşlayınız” diye emretti. Yol esnasında kadın Ali’yi (a.s) gördü ve feryat ederek şöyle dedi: “Ey Ebe’l Hasan! İmdadıma yetiş. Ben iffetli bir kadınım. Eşimden başka hiç kimseyle ilişkide bulunmadım.” Ali (a.s) olaydan haberdar oldu ve mahkeme hakiminin yanlış yaptığını anladı. O kadını taşlamakla görevlendirilen kimselere mescide geri dönmelerini emretti. Sonra halifeye vararak şöyle dedi: “Bu verdiğin hüküm nasıl bir hükümdür?.” Halife şöyle dedi: “Eşiyle cinsel ilişkide bulunması altı ayı geçmemektedir. Altı ayda salim bir çocuk dünyaya gelebilir mi?” Ali (a.s) ona şöyle buyurdu: “Kur’an, “Çocuğun hamilelik ve süt emme müddeti otuz aydır”[22] diye buyurmuyor mu?!

Halife, “Evet” deyince Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Kur’an sadece süt emme müddetinin tam iki yıl olduğunu belirtmemiş midir? Nitekim Kur’an şöyle buyurmuştur: “Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler.”[23] Halife, “Evet” dedi. Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Süt emme dönemi olan yirmi dört ayı toplam otuz aydan çıkarırsak geriye altı ay kalmaktadır ve bundan da anlaşılmaktadır ki hamilelik dönemi en az altı aydır ve bu müddet dolunca kadın salim bir çocuk dünyaya getirebilir.”

Müminlerin Emiri bu iki ayeti birbirine ekleyerek bütün sahabe için meçhul ve gizli olan bir hükme istinbat etti. Acaba Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), canlı bir meşale ve ebedi bir kanun olan semavî kitabı için herhangi bir şeyi (beyan edici) düşünmediğini söylemek mümkün müdür?

Elbette burada şöyle denilebilir: “Yaşam boyunca çok nadir bir şekilde ortaya çıkan bu tür meseleler İslam toplumunun birlik ve beraberliğine zarar veremez.”

Buna cevap olarak şöyle demek gerekir: “İhtilafa düşülen konular bu tür nadir olaylara özgü değildir. Müslümanların bir çok hayati ve günlük vazifeleri hususunda da bu tür ihtilaflar göze çarpmaktadır. Dolayısıyla Müslümanların her gün karşılaşmış oldukları konulardaki ayrılık ve ihtilaflarını görmezlikten gelmek ve bu tür olaylar hakkındaki ihtilafların Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar vermediğini iddia etmek mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerim surelerinin birinde[24] Müslümanlar için abdest alma şeklini beyan etmiştir ve her gün de Müslümanlar kendi gözleriyle Allah Resulü’nün nasıl abdest aldığını görmekteydiler. Ama Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra Kur’an uzak bölgelere de yayıldı ve ilahî ayetler hakkında içtihat, düşünce ve tefekkür kapısı alimlerin yüzüne açıldı. Fıkhi hükümlerle ilgili ayetler yavaş yavaş tartışılmaya başlandı. Sonunda abdestin nasıl alınacağı ile ilgili ayetin anlayışı hususunda ihtilaf ortaya çıktı ve nitekim de şu anda da bu ihtilaf vardır ve öylece devam etmektedir. Zira Şii alimleri, kolları yukardan aşağıya doğru yıkayıp ayakları meshetmektedirler. Ama Ehl-i Sünnet alimleri ise bunun tam karşısında yer almışlardır.

Ümmet arasında herkesin sözlerine itaat ettiği, İslam’ın tüm temel ve fer’î meselelerinden haberdar ve masum bir önder olduğu takdirde şüphesiz Müslümanları açıkça iki gruba ayıracak bu tür ihtilaflar vücuda gelmez ve İslam toplumundaki bireyler günlük farzları yerine getirme hususunda bir tek şekil ve renk içinde olurlardı.

Kur’an Tefsiri Hususunda İhtilaf

İslam’ın ceza kanunlarından biri de fıkhî kitaplarda beyan edilen özellik ve şartlarıyla hırsızın elini kesmektir. Daha yakın bir geçmişe kadar İslam daha büyük bir azamete sahipti; İslamî devletler kanunlarını Kur’an’dan alıyorlardı ve batılı kanunlar henüz İslam ülkelerine ithal edilmemişti. Hırsızın tek cezası elinin kesilmesi idi. Ama ne yazık ki bu konu da, İslam’ın ömründen on dört asır geçmesine rağmen henüz mü henüz İslam alimlerinin haddini tayin konusunda görüş birliği elde edemediği konulardan biridir.

Abbasî halifesi Mu’tasım zamanında hicretten henüz iki yüz yıl geçtiği halde İslam alimleri hırsızın elinin kesilmesi ile ilgili ayetin tefsiri hususunda görüş ayrılığına düştüler ve hırsızın elinin nereden kesilmesi gerektiğini bilmez oldular. Birisi, “Bilekten kesilmelidir” derken, diğeri, “Dirsekten kesilmelidir” diyordu. Üçüncüsü ise... Sonunda zamanın halifesi, İmam Cevad’a (a.s) sarılmak zorunda kaldı. İmam şöyle buyurdu: “Hırsızın dört parmağı kesilmelidir.” İmam’a (a.s), “Bunun sebebi nedir?” diye sorulunca da şöyle buyurdu: “Allah Kur’an-ı Mecid’de şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz secde yerleri Allah’a aittir” (İmam şöyle devam etti:) Secde yerlerinden biri de secde esnasında yere konulan elin ayasıdır. Dolayısıyla Allah’a ait olan bir şey kesilmemelidir.”

Ümmet arasında Müslümanların fikri sığınağı olabilecek böylesine Kur’an-i Kerim’i tanıyan ve Kur’an-i Kerim’in sayısız incelik ve zerafetlerini bilen birisi olduğu taktirde tabiatıyla bir çok ihtilaflar sona erecek ve ümmet bir tek noktaya ve bir tek hedefe doğru yönlendirilmiş olacaktır. Böylece de ümmetin değerli vakti faydasız tartışmalar ve öldürücü çatışmalar içinde zayi olmayacaktır.

Kur’an-ı Mecid, doğru bir İslamî anlayış ve her türlü istinbat için temel bir kaynaktır. Hiç bir şey bu büyük Kitab’a denk değildir. Eğer diğer kaynaklar birbiriyle çelişirse, örneğin Peygamber’den (s.a.a) zahiri birbiriyle çelişen iki hadis nakledilirse bu durumda Kur’an ile uyumlu ve mutabık olan hadisi almamız gerekir.

Ama Kur’an ayetlerinin tümü delalet ve ifade açısından aynı konumda mıdır? Ve gerçekten Kur’an-ı Kerim’de Masum İmamlar’ın (a.s) tefsirine ihtiyaç duymayacağımız bir ayete var midir?

Kur’an-i Kerim’in masum birinin yorumlarına ihtiyacının olmadığını iddia etmek sadece Kur’an-ı Kerim ile fazla bir ünsiyeti olmayan, ruhî ve fikrî Kur’an-ı Kerim ile kaynaşmamış olan kimseler tarafından dile getirilebilir. Evet, Kur’an-i Kerim’in bir çok ayetlerinin delalet açısından açık olduğu ve muhkem ayetlerden sayıldığı, belirsiz olan diğer bir kısım ayetlerin ise açık olan ayetler vesilesiyle teşhis edildiği ve açıklığa kavuştuğu doğrudur.[25] Ama buna rağmen Kur’an-i Kerim’de var olan bir takım ayetler ya nüzul zamanında da belirsizlik içindeydi veya vahiy zamanından uzaklaşıldıkça belirsizlik içine girmişlerdir. Her ne kadar sayıları az olsa da bu tür ayetlerin hükmü nedir? Acaba ümmet arasında bazı örneklerini okuduğumuz bu tür ayetlerin belirsizliğini ortadan kaldıracak fikri bir sığınağın varlığı gerekli değil midir?

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) İbn-i Abbas’ı Haricilerle tartışmak için onlara gönderdiğinde İbn-i Abbas’a şöyle emretmiştir: “Onlarla tartışırken Kur’an’la tartışma. Şüphesiz Kur’an farklı ihtimalleri barındırmaktadır. Sen ayetlerin bir bölümünü söylersin, onlar da (seni reddetmek için) ayetlerin başka bir bölümünü söylerler.”[26]

Şüphesiz İmam’ın (a.s) bu sözü Kur’an-i Kerim’in tüm ayetleriyle ilgili değildir. İmam’ın (a.s) görüşü daha çok tümüyle iki boyutlu olan, zahiren açık ve belirgin olmayan ve kesin bir anlam ifade etmeyen ayetlerle ilgilidir.

Bu açıdan İslam’ın temel ve fer’i hükümlerinden haberdar olan ve semavî Kitabı çok iyi bilen ümmet arasında ayrılıkları azaltacak ve sözü son söz olacak masum bir imamın fikrî ve ilmî bir sığınak şeklinde varlığının lazım ve zarurî olduğu hissedilmektedir. Aksi taktirde her gün bu ayrılıklar gittikçe artmakla kalmaz, bir takım Kur’an ayetleri ve hükümleri hakkında doğru olmayan yorumlar da yapılır ve böylece Müslüman’ların Kur’an-i Kerim’in gerçek hakikatlerinden uzak düşmesine neden olur.

Hişam bin Hakem Hakkında

Hişam bin Hakem İmam Sadık’ın (a.s) seçkin bir öğrencisiydi. Tartışma tekniğinin ve Hicri ikinci asırda kelam ilminin üstadı olan Hişam bin Hakem, ihtilafları ortadan kaldırmak ve ümmet arasında doğru bir hakemlikte bulunmak açısından imamın varlığının zaruretini aşağıda nakledilen tartışmada çok güzel bir şekilde beyan etmektedir:

“Bir gün Hişam bin Hakem, Mu’tezile fırkasının reisi ve Basra İmamı olan Amr bin Ubeyd ile ümmet arasında masum imamın varlığının gerekliliği hakkında tartışmaya başladı. Ondan aşağıdaki şu apaçık ve besbelli sorulara cevap vermesini istedi. O da kabul etti. Hişam bin Hakem ona şöyle sordu:

- Gözün var mı?

- Evet.

- Onunla ne yapıyorsun?

- Renkleri ve şahısları görüyorum.

- Kulağın var mı?

- Evet

- Onunla ne yapıyorsun?

- Onunla sesleri işitiyorum

- Burnun var mı?

- Evet, var.

- Onunla ne yapıyorsun?

- Etrafımdaki kokuları alıyorum.

Hişam daha sonra tatma ve dokunma organlarıyla el ve ayak gibi diğer organların varlıklarının hikmetini ve insanın vücudundaki fonksiyonlarını sordu. Amr’dan doğru cevaplar işitince de şöyle devam etti: “Kalbin de var mıdır?” O cevap olarak, “Evet, kalbim vardır” dedi. Hişam, “Kalbin insandaki fonksiyonu nedir?” diye sorunca o şöyle dedi: “Kalp vesilesiyle bedenimdeki organların durumlarını algılayıp birbirinden ayırt ediyorum” Hişam şöyle dedi: “Duyu organlarımdan biri görevi hususunda hata edince veya şüpheye düşünce kalbe müracaat ediyor ve o da şüphesini ortadan kaldırıyor.”

Bu esnada Hişam bin Hakem şu sonuca vardı: “Bedendeki organların ve duyuların şek ve şüphesini ortadan kaldırmak için böyle bir sığınak yaratan Allah’ın insan toplumunu kendi haline bırakması ve şek, hayret, şaşkınlık ve hatalarını ortadan kaldıracak bir önder tayin etmemesi mümkün müdür? [27]

İmam Sadık (a.s) ise Peygamber-i Ekrem’in gerçek halifesinin ve vasisinin makamını şöyle nitelendirmektedir: “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra Allah’ın dinini her türlü tahriften, her çeşit eksiklik ve artıştan koruyup kollayacak bir imamın varlığı gereklidir.”[28]

Hişam bin Hakem bir gün İmam Sadık’ın (a.s) huzurunda Şamlı bir bilginle münazaraya başladı ve onunla yaptığı çok detaylı bir tartışmasında ona şöyle dedi: “Acaba Allah, Peygamber-i Ekrem’in (a.s) vefatından sonra Müslümanlar arasında her türlü ihtilafı ortadan kaldıracak bir delil ve hüccet tayin etmiş midir?” O şöyle dedi: “Evet, o delil ve hüccet Kur’an ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözleridir.” Hişam bin Hakem şöyle dedi: “Acaba Kur’an ve hadisler bütün bu ihtilafları ortadan kaldırmak için yeterli midir?” O, “Evet” diye cevap verince Hişam bin Hakem şöyle dedi: “Eğer kafi ise o halde neden bir dinin iki üyesi ve bir ağacın iki dalı olan ben ve sen birbirimizle ihtilaf içindeyiz? Neden her birimiz diğerinin tam karşısında bambaşka bir yolu tercih etmiş durumdayız.” Bu sözler üzerine Şamlı bilgin Hişam bin Hakem’in sözlerinin doğruluğunu itiraf etmekten ve onun mantığı karşısında susmaktan başka bir çare bulamadı.[29]

ALTINCI BÖLÜM

-4-

Tehlike Üçgeni veya İslam’ın Üç Çeşit Düşmanı

Yüce İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) vefat ettiği zaman İslam’ın üç düşmanı içeriden ve dışarıdan genç İslam’ın varlığını tehdit etmeye başladılar. Her an bu düşmanların el ele vermelerinden ve küçük ve büyük güçlerini farklı açılar şeklinde bir üçgen haline getirecek İslam toplumuna karşı toplu bir saldırıya geçmelerinden korkuluyordu.

Üçgenin İlk Açısı

İç tehlike Medine ve etrafındaki münafıkların varlığıydı. Bu münafıklar defalarca İslam Peygamber’inin canına kastetmiş ve Tebuk savaşından dönerken tarihte tümüyle yansıtıldığı şekliyle özel bir komployla Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) devesini ürküterek hayatına orada son vermek istemişlerdi.

Peygamber (s.a.a) onların kötü niyetinden haberdar olduğu için bir takım tedbirler aldı ve bu tedbirler sayesinde onların komploları başarısızlıkla sonuçlandı. Ayrıca İslam’ın genel maslahatlarını korumak için de kendi hayatı döneminde Huzeyfe gibi sayılı birkaç kişi dışında onları diğerlerine tanıtmaktan sakındı.

Zahirde dost kılığına giren bir grup İslam düşmanı da Allah Resulü’nün vefat etmesini bekliyordu. Gerçekte onlar bu ayetin içeriğinin muhatabı konumundaydılar. Kur’an risalet dönemindeki kafirlerin şöyle dediğini nakletmektedir: “Şairliği sona ersin diye onun ölümünü gözetlemekteyiz.”[30]

Bir grup da Allah Resulü’nün ölümüyle İslam’ın yayılmasının duracağını, diğer bir grup ise Peygamber-i Ekrem’in vefatı sayesinde İslam’ın zayıflayacağını ve kendilerinin yeniden cahiliye dönemindeki batıl inançlarına geri dönebileceklerini zannediyorlardı.

İslam Peygamberi’nin vefatından sonra Ebu Süfyan ihtilaf çıkararak Kureyş ile Benî Haşim arasında ikilik ve saflaşma yaratarak İslam birliğinin bedenine öldürücü bir darbe indirmek istedi ve bu amaçla sözde acıyarak ve büyük bir ilgi ile Hz. Ali’nin (a.s) evine gelip ona şöyle dedi: “Elini bana ver de sana biat edeyim. Ben biat ettikten sonra Taym ve Adiyy kabileleri sana asla muhalefet etmeyecektir.” İmam (a.s) tam bir bilinçle onun asıl maksadının ihtilaf çıkarmak olduğunu, cahiliye dönemindeki hesaplaşmayı yaratmaya çalıştığını ve Müslümanların kanını dökmekten başka bir şeyi arzulamadığını anladı. Bu yüzden onu reddederek Peygamber-i Ekrem’in gusül ve defnedilmesi işiyle uğraştı. [31]

Hicri dokuzuncu yılda yapılan Mescidi Dırar daha sonra Peygamber-i Ekrem’in emriyle ve Ammar’ın kazmalarıyla yerle bir edildi. Bu da münafıkların Peygamber-i Ekrem’in hayatının son dönemlerindeki gizli faaliyetlerini ve onların, Allah düşmanı olan İbn-i Amir ile çok yakın ilişkisini ortaya koymaktadır. İbn-i Amir Mekke’nin fethinden sonra Rum’a kaçtı ve oradan kendi taraftarlarını yönlendirmeye çalıştı.

Hicri dokuzuncu yılda Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Tebük’e gitmek üzere Medine’den ayrıldı. Aynı zamanda iç güvenliğin bozulmasından ve münafıkların ihtilaf yapmasından da endişe ediyordu. Bu yüzden de Ali’yi (a.s)Medine’de kendi yerine tayin etti ve onun hakkında şu tarihi sözü buyurdu: “Sen bana oranla Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin.”[32] Daha sonra da ona şöyle buyurdu: “Güvenliği, düzeni ve iç emniyeti sağlamak için Medine’de kalmalı ve toplum düzenini bozanların ve karışıklık yaratanların önünü almalısın.”

Münafıklar hakkındaki ayetler ve onların tahrip edici komploları Kur’an-i Kerim’in çeşitli surelerinde çokça yer almıştır. Bunların hepsi onların İslam’a karşı köklü düşmanlıklarını ortaya koymaktadır. Toplumda karışıklık yaratmaya çalışan bu unsurlar henüz Medine’deyken Peygamber-i Ekrem’in vefat durumu ortaya çıktı.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat ettikten sonra Arap kabilelerinden bir topluluk irtidat yoluna koyuldular ve zekat memurlarını dışarı çıkararak muhalefet bayrağını kaldırdılar. Onlar her ne kadar münafık olmasalar da iman açısından her rüzgar karşısında eğilen zayıf kimselerdi. Dolayısıyla ortam küfür ve şirk ile uyumlu bir hale gelecek olsaydı onlar hemen tevhid dininden el çekecek ve böylece de küfür ve şirke yuvarlanacak, genç İslam toplumundan kopmuş olacaklardı.

Acaba İslam’a pusu kurmuş olan bu kan içici düşmanların varlığına ve onların İslam aleyhine bir isyan, devrim ve değişiklik yaratma çabalarına rağmen akıl , zeka ve uzak görüşlülük sahibi bir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), bu kötü ve tatsız olayları engellemek için, kendisi için bir halife tayin etmemesi ve ümmeti, düşmanlar arasında, her grubun, “Emir bizdendir, emir bizdendir” sözleri arasında başı boş bırakması mümkün müdür?

Üçgenin Diğer İki Köşesi

Bu düşman üçgeninin diğer iki köşesi dünyanın iki büyük imparatoru (Rum ve İran) idi. Müslümanların Hıristiyan Rum ordusuyla ilk askeri karşılaşması hicri sekizinci yılda Filistin topraklarında gerçekleşti. Bu savaşta İslam ordusunun kahraman komutanı Cafer-i Tayyar, Zeyd bin Harise, Abdullah bin Revaha şehid edildi ve ardından İslam ordusu acı bir yenilgiye uğrayarak Halid bin Velid önderliğinde Medine’ye geri döndü. Küfür ordusu karşısında bu kadar açık bir geri çekilme Kayser ordusunun küstahlaşmasına sebep olmuştu. Dolayısıyla onların genç İslam merkezine her an saldırıya geçmelerinden endişe ediliyordu. Bu açıdan Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hicri dokuzuncu yılda yaklaşık otuz bin kişilik büyük bir orduyla Şam kıyılarına doğru harekete geçti. Peygamber böylece hem askeri bir manevra gerçekleştirerek düşman ordusunun muhtemel saldırırlarını püskürtmeyi ve hem de bazı kabilelerle birbirlerine saldırmazlık veya işbirliği antlaşması imzalamayı amaçlıyordu. Allah Resulü bu çok ağır ve zahmetli yolculuktan Rumlarla askerî bir taarruza geçmeden geri döndü.

Bu tür zafer İslam Peygamberi’ni ikna etmemişti ve bir an olsun o yenilgiyi telafi etme düşüncesini kafasından atamıyordu. Bu yüzden vefatından bir kaç gün önce Üsame bin Zeyd’in eline sancağı vererek ashabına onun komutası altında Şam kıyılarına doğru harekete geçmelerini ve düşman kendilerini gafil avlamadan savaş ve savunmaya hazırlıklı olmalarını emretti. Bütün bu hareketler Peygamber-i Ekrem’in kuzey tarafından büyük bir endişe içinde olduğunu gösteriyordu. Peygamber Kayser’in kuklaları tarafından İslam’a karşı büyük bir saldırının yapılabileceğini tahmin ediyordu.

Bu düşmanlığın diğer bir açısı da İran’daki Sasanî imparatorluğuydu. Öyle ki Hüsrev Perviz şiddetli rahatsızlığından dolayı Peygamber-i Ekrem’in mektubunu yırtmış, Allah Resulü’nün elçisini öldürmüş ve Yemen’deki komutanına yeni ortaya çıkan peygamberi öldürüp başını Medain sarayına göndermesini emretmişti.

Hicaz ve Yemen toprakları uzun yıllardır İran devletinin sömürgesi durumundaydı. Ama şimdi İslam dini sayesinde bu topraklar bağımsızlığına kavuşmuş ve kendi kaderini kendisi tayin edecek bir duruma gelmişti. Hatta işin tümüyle değişmesinden, mahrum ve mazlum halkın bütün İran’a musallat olmasından korkuluyordu.

Gerçi Hüsrev Perviz Allah Resulü zamanında öldü. Ama Yemen, Hicaz ve sahillerinin ayrılığı konusu onun yerine geçecek kimselerin düşünce ufkundan uzak kalacak bir konu değildi. Bireylerinin iman, ihlas ve fedakârlık gücüyle donandığı böyle bir gücün varlığı onlar için tahammül edilmez bir şeydi.

Acaba öylesine güçlü ve pusuda bekleyen düşmanların karşısında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) İslam ümmeti için fikrî ve siyasî bir halife tayin etmeden öldüğünü söylemek doğru muydu? Şüphesiz ki akıl, vicdan ve toplumsal değerlendirmeler Peygamber-i Ekrem’in böyle bir müsamahada bulunacağına izin vermemektedir. Dolayısıyla, “O, bütün bu olayları görmezlikten geldi ve tedbir alıcı ve bilinçli bir yöneticilik sayesinde bir savunma çizgisi oluşturmadan bu dünyaya gözlerini kapadı” dememiz mümkün değildir.

YEDİNCİ BÖLÜM

5

Masum İmam’ın Varlığı Sayesinde Ruhsal ve Manevi Gelişim

Bu alemdeki her varlık belli bir hedef için yaratılmıştır. Her varlığın kemali ve yaratılış hedefi ise o hedefe ulaşmanın ipoteği altındadır. Yaratılış sistemi varlıkların istenilen kemale ulaşması için onların gelişiminde etkili olan her tür araçları hizmetlerine sunmuş ve bu yolda sadece zarurî araçlarla yetinmemiş, cüz’î ve zarurî olmayan araçları bile onlar için temin etmiştir. Ne mutlu ki tabii bilimler, çağımızdaki bütün gelişimi ve ilerleyişi ile bizleri bu konuda her türlü açıklamadan ve örnek vermekten müstağni kılmaktadır.

Görme, işitme ve her biri açık bir şekilde, yaratılış sisteminin her varlığın yaratılışında amaçlanan kemaline ulaşması için özel bir ilgi ve inayet içinde olduğuna tanıklık eden insan bedenindeki diğer ilginç sistemler bir kenara dursun, genellikle gaflet edilen ve önem açısından diğer kemal araçlarına oranla ikinci derecede yer alan kemal araçlarını düşünelim.

Örneğin yaratılış sistemi insanın yolda kolayca gidebilmesi için ayağının altında özel bir çukur ve özel bir boşluk yaratmıştır. Öyle ki, normalin aksine anadan doğma düz tabanlı olan kimseler cerrahi bir yolla ayak tabanında bir çukur oluşturmak mecburiyetini hissetmektedirler.

Parmaklarımız uzunluk ve kalınlık açısından birbiriyle apaçık bir farklılık içindedir. Zira eğer onların hepsi aynı şekilde olsaydı insanın onlar vesilesiyle yaptığı çeşitli işler yapılamazdı. Ayrıca da bu farklılık sebebiyle insan zarif sanatları icat etmekte ve güzel sanatlar ortaya koymaktadır. İnsanın avucunda ve parmaklarının ucunda da nesneleri tutmada büyük bir katkısı olan çeşitli çizgiler vardır. Herkesin parmak ve avuç içindeki çizgiler kendine özgü bir şekilde olması sebebiyle de parmak izi alma işlemlerinde bu çizgilerden tümüyle istifade edilmektedir.

Bu ve benzeri örnekleri incelediğinizde şu neticeye varmaktayız: Yaratılış sistemi ister zarurî olsun, ister gayri zaruri, insanın gelişiminde katkısı bulunan her türlü aracı onun hizmetine sunmuş ve bu yolda hiç bir bağış ve lütuftan geri kalmamıştır.

Şimdi ortaya şu soru çıkmaktadır: Bu derece insanın kemal ve saadetini isteyen bir Allah nasıl olur da insanın manevi gelişimi ve tekamülünde çok büyük katkısı olan bazı şeyleri görmezlikten gelebilir?!!

Bu açıklama, Allah tarafından ilahî elçilerin gönderiliş ve peygamberlerin bi’setini farz kıldığı gibi, masum ve dinî hükümler ile maarifin tüm sırlarından haberdar olan bir imamın tayin edilmesi gerektiğini de gözler önüne sermektedir. Zira böyle bir imam ve liderin ilahî vahiy ile tayin edilmesi, İslam toplumunun geri kalmasına, çatışmasına ve bozulmasına sebep olan bir çok sürtüşmelere de son verecek, Müslümanları tek bir ümmet haline getirerek, rehber ve halifenin seçime dayalı olmasından kaynaklanan her türlü ihtilaf ve ayrılıklardan kurtaracaktır. Neticede Müslümanlar artık Sakife-i Benî Saide’de yapıldığı gibi bölünmeyecek ve sır dolu şuralar ile karşı karşıya kalmayacaklardır.

Müslümanlar, bu ilahî tayin meselesini görmezlikten geldikleri veya Ehl-i Sünnetin inandığı şekilde, ilahî tayinin olmadığına inanmaları sebebiyle, Resulullah’tan (s.a.a) sonra aradan on dört asır geçmesine rağmen uğursuz etkileri bir türlü silinemeyen o şiddetli ihtilaf ve ayrılıklara düştüler. Ne yazık ki bugün de sömürgeci uşakları ve Müslümanların ilişkilerinin bozulmasını isteyen karanlık güçler, sürekli olarak bu ayrılık ateşinin üzerine benzin dökmektedirler.

Ama eğer Müslüman toplumun lideri Allah tarafından tayin edilirse ve öte yandan Müslümanlar da kendi ham düşüncelerini ilahî tayinden öne geçirmezlerse, şüphesiz Müslümanların durumu her dönemde daha farklı olurdu ve olacaktır da.

Bundan da öte, günahlardan masum, her türlü hata ve kötülük karşısında korunmuş ve şeriatın hüküm ve öğretilerinin sırlarından haberdar bir imamın varlığı, toplum ve insan bireylerinin ruhsal gelişimi yönünde atılacak büyük bir adımdır. Acaba böyle bir imamın varlığının etkisinin, parmaklardaki ve avuç içindeki çizgiler, ayak tabanındaki çukur ve gözün üzerindeki kaş kadar olmadığını söylemek mümkün müdür?!

Bu taktirde alemlerin Rabbinin, insanın bedensel gelişimi için gerekli olan her şeyi onun için temin ettiğini, ama onu, ruhsal gelişiminde büyük bir katkısı olan manevî şeylerden mahrum kıldığını nasıl söyleyebiliriz?!

Şeyh’ur Reis İbn-i Sina, “Şifa” adlı kitabında nübüvvet konusunda yukarıdaki beyan esasınca peygamberlerin bi’setinin gereğini ispat etmiştir.[33] Ama daha önce de belirttiğimiz gibi bu açıklama, peygamberlerin gönderilişinin gereğini açıkça ortaya koyduğu gibi, masum ve şeriatın tüm sırlarından haberdar olan ve aynı zamanda da insanların ruhî gelişimine neden olan bir imamın tayin edilmesinin gerekliliğini de apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.

 

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Acaba Şia’nın İmamet Hakkındaki Görüşü Özgürlüğün Temel İlkelerine Karşı mıdır?

Hürriyet ve özgürlük insanın duymuş olduğu en güzel ve heyecan verici kelimelerdendir. Özgürlük kavramı özel ses ve uyumuyla insanın içinde bir sevinç, vecd ve mutluluk duygusu uyandırmaktadır. Düşünür bir insan için esaret bağını koparmak, sömürgecilikle savaşmak ve özgürlüğün yüce kulesini fethetmek, en büyük ideal ve ülküdür. İnsan, özgürlüğe olan ilgisi sebebiyle tarih boyunca bir çok kurbanlar vermiş ve nitelendirilmesi zor fedakarlıklarda bulunmuştur.

İnsanın, kesin ve etkili bir görüşe sahip bir yönetici olmaksızın toplumsal hayatını devam ettirmesinin mümkün olmadığını hissettiği doğrudur. Ama öte yandan insan hiç bir zaman kendi kader ve geleceğini, kendisini azıl ve tayin etme yetkisine sahip olmadığı birine bırakmaya da yanaşmamaktadır. Bu yüzden de özellikle asrımızda sorumlu bir makam tayini için var olan yol ve metotlardan sadece liderini tayin etme hususunda özgür olma yolunu doğru kabul etmektedir. Sadece insanların seçtiği yöneticinin bir milletin kaderini tayin etme yetkisine sahip olmasını istemektedir. Aksi taktirde bir ferdin kurduğu hakimiyeti özgürlüğe aykırı görmekte ve onun zorba bir idareci olduğunu düşünmektedir.

Dolayısıyla şimdi de imamet hakkındaki iki görüşten hangisinin demokrasi ilkeleriyle uyumlu olduğuna bakmamız gerekir. İmamet makamının seçime dayalı olması ve imamın kamuoyuna müracaat veya yüce İslamî şura ile tayin edilmesi gerektiğini söyleyen görüş ile insanların Peygamber-i Ekrem’in halifesini tayin etme hususunda yetkilerinin olmadığını, bu makamın yüzde yüz Allah tarafından tayin ile gerçekleştiğini ve önder olacak kimsenin Allah ile Peygamber tarafından seçilmesi gerektiğini söyleyen görüşten hangisi demokratik ilkelerle uyum içindedir?

Bazıları birinci görüşün özgürlüğün temel ilkeleriyle uyum içinde olduğunu sanmaktadırlar. Onlara göre Peygamber-i Ekrem’in hilafetini seçime dayalı bir makam olarak kabul edecek olursak, bu taktirde liberalizm ve özgürlüğün batıda tomurcuklanmasından çok daha önce doğuda ve Müslümanlar arasında hayata geçirilmesi ve uygulamaya koyulması ile övünmek mümkündür. Bu yolla ikinci görüşün sahip olmadığı bir kıvanç ve övünç elde etmektedirler.

Bu gün Ehl-i Sünnet camiasının bazı yazarları imamet makamının tayini konusunda Şia’nın görüşünü eleştirirken Peygamber-i Ekrem’in hilafet makamının tayin ile olmasının çağdaş toplumsal görüşlerle ve özgürlükçü ruhla pek uyuşmadığını sanmakta ve iddia etmektedirler.[34]

Cevap:

İmamın bir seçime dayalı olduğu görüşü için ortaya koyulabilecek ve insanların gözünde çağdaş toplumsal görüşlerle uyum içinde olduğunu gösterebilecek en çarpıcı mantık, belki de yukarıda dediğimiz mantıktır. Bunu az çok bazı kimseler dilleriyle ve kalemleriyle ifade etmektedirler. Elbette ki bu tür istidlale verilecek geniş bir cevaba geçmeden önce bu konudaki üç temel noktanın tümüyle açıklığa kavuşması gerekmektedir:

1- İmamet makamının tayin ile olduğu meselesi, diktatörlük meselesinden apayrı bir şeydir.

2- Çoğunluğun azınlığa hakimiyetini ifade eden batılı demokratik rejimler, çağdaş insanın çaresizlikten dolayı sığındığı adil olmayan siyasi sistemlerden biridir.

3- Hakim ve yöneticinin tayininde böyle bir metodun doğru ve sağlam olduğunu farz etsek bile, acaba İslam’ın ilk yıllarında halifelerin seçiminde bu metot takip edilmiş midir yoksa edilmemiş midir?

Bu üç dört konu özellikle de ikinci ve üçüncü konu çok detaylı ve kapsamlı bir şekilde ele alınması gereken konulardandır. Sözü fazla uzatmamak için her birine kısaca işaret edeceğiz.

a- İmamın Tayin Edilmesi Diktatörlük Değildir

Diktatör devrimler, beşerin hatırasında bulunan en zalim sistemlerden biridir. Diktatörlük ve istibdat rejimi çok eskiden beri insanlığın küçük ve büyük toplumlarının başına bela kesilen en acı sistemlerden biridir ve beşer hayatının tarihi boyunca da çok farklı şekilde (köy ağasının ve kabile hanının diktatörlüğünden tutun, yeryüzünün büyük bir bölümünde ve bir çok halklar üzerinde egemenlik kuran zalim bir yöneticinin monarşist saltanatına kadar) kendisini ortaya koymuştur.

Büyük diktatörlüklerde bir şahıs, ihtilal veya iç isyan yoluyla önceki yöneticiyi kenara itip, kendisi onun yerine geçmekte veya galebe yoluyla ve askeri güç örtüsü altında bir topluma musallat olup hakim şahsın görüşü dışında başka hiç bir şeyin etkili olmadığı bir yönetim sistemini teşkil etmektedir. Kendinden sonraki yöneticinin tayini hususunda da kendi görüşü dışında başka hiç bir etken söz konusu değildir.

Şia’nın, Peygamber-i Ekrem’in hilafeti hakkındaki görüşü, bu tür devlet metotlarından kilometrelerce uzak bulunmaktadır. Şia’nın imamet makamının tayin ile olduğunu söylemesinden maksadı şudur: Yaratıcı olması esasınca insanların tümünün üzerinde öncelik ve hakimiyet hakkı bulunan Allah tarafından en lâyık ve uygun bir kimse her türlü kötülüklerden, ruhî ve cismî kirlilik ve sürçmelerden tertemiz ve baştan ayağa ilahî emirlere kulak kesilen bir kimse Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra Müslümanların önderi olarak tayin edilmektedir.

Şüphesiz böyle bir kimse tayin edildikten sonra, her türlü diktatörlük ve kendi görüşüyle amel etmekten uzak kalacak ve toplumu Peygamber-i Ekrem’in getirdiği ve tüm insanların can ve gönülden kabul ettiği kanunlarla yönetecektir.

Allah’ın yaratılış hükmüyle doğal olarak hepimiz üzerinde hükümet hakkına sahip olması ve bütün ümmet onun kanunlarını can-ı gönülden kabul etmiş olması ve ayrıca imam da o kanunlar esasınca hakimiyet edip masumiyet gücüne sahip olma vasıtasıyla, her türlü kasti ve yanlışlıkla yapılacak saldırılardan uzak durması nedeniyle böyle bir hakimiyet, düşünülebilecek en makul bir hakimiyettir. Bu hakimiyet türünde tabiatıyla azınlık ve çoğunluk (ve dolayısıyla çoğunluğun diktatörlüğü) diye bir şey düşünülemez ve Allah’ın rızası ve yaratıkların maslahatı dışında bir hedef (ne bir şahsın iradesinin zorlaması ve ne de kendisini o makama getiren kimselerin rızayetini elde etme endişesi) mevcut değildir.

Bütün bu diktatörlük türlerinin fatihasının okunduğu bu semavî hakimiyet nerede, o zalim ve diktatör hakimiyetler nerede?! Bu ikisi birbirinden o kadar uzaktır ki aralarında bir tek ortak yön düşünebilmek bile çok zordur.

b- Demokratik Hükümetlerin Zayıf Noktaları

Çağdaş demokratik hükümetlerin zayıf noktaları burada geniş bir şekilde incelenebilecek kadar bir iki tane değildir. Ama değerli okuyucuları bu konuda bilgilendirmek için sadece en önemli iki hususa işaret etmek istiyoruz:

1- Bu hakimiyet tarzında bir parti veya kamuoyu tarafından seçilen lider, kendisini seçen kimselerin rızasını elde etmeye çalışmak zorundadır. Onların hidayet ve önderliğini değil. Bir parti veya başka bir gücün ortaya çıkardığı bir siyasetçi için hakkı savunup savunmaması önemli değildir; önemli olan insanların taraftarlığını kaybetmemektir. Bu açıdan bazen kendisinin kesin olarak inandığı şeyleri ve gerçekleri de görmezlikten gelmektedir. Bu konu, uzun yıllar siyaset sahnelerinin aktörleri olan büyük dünya siyasetçilerin de kabul ettiği bir gerçektir. Nitekim Amerika eski Cumhurbaşkanı John F. Kennedy kendi eserlerinin birinde şöyle yazmaktadır: “Bazen senatör açık oturumlarda bile hemen orada önemli bir konu hakkında görüşünü belirtmek zorundadır. Onun bu konuda düşünme ve değerlendirme fırsatının olmasını istediği şüphe götürmez bir gerçektir. Zira o bu yolla bir kaç kelime konuşarak veya küçük bir değişiklikle mümkün olduğu kadar sorun ve ihtilafları ortadan kaldırmakla sorumludur. Ama bu konuda ne bir derinleşme fırsatına sahiptir, ne kendisini gizleyebilir ve ne de görüş belirtmekten kaçabilir. Adeta tüm müvekkilleri kendisine göz dikmiş ve siyasetinin kaderini belirtecek görüşünün ne olacağını beklemektedirler.

 

Index Next