İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

İşte bu yüzden bazı senatörler, hatta kendileri bile fark etmeden daha kolay ve tehlikesiz olan yolu seçmektedirler. Yani kendi vicdanları ve kararları arasında bir ayrılık ortaya çıktığında, bir mantık üreterek vicdanlarını ikna etmekte ve kendilerini müvekkillerinin görüşlerinin çoğunluğu ile uyumlu kılmaktadırlar. Bunları korkak olarak adlandırmak mümkün değildir. Aksine bunlar yavaş yavaş çoğunluğun fikrine adet edinmiş ve kendi çıkarlarının, halkın genelinin görüşüne göre hareket etmekte olduğunu kabul etmiş kimselerdir. Ama büyük siyasi şahsiyetler arasında, vicdanlarını ayakları altına alan kimseler de vardır. Onlar, kamuoyuna hizmet hususunda etkili olmak için büyük bir sadakatle bazen vicdanlarımızı ayaklarımızın altına almamız gerekir sözüyle amellerine geçerlilik kazandırmaya çalışmaktadırlar. Frank Conte’nin dediği gibi siyaset ve politikacılığı ahlaka aykırı meslek olarak adlandırmak doğru değildir; aksine, “Siyaset ahlakı olmayan bir meslektir” demek gerekir.[35]

Siyasi bir yazar olan Frank Conte şöyle yazmaktadır: “Daha fazla oy elde etme gerekliliği meselesi çok önemli ve ciddi bir konudur. Bunu elde etmek için hiçbir şekilde ‘ahlak’, ‘hak ve batıl’ gibi gereksiz konuların engel teşkil etmesine izin verilmez!...”

1920 seçim propagandalarının yapıldığı günlerde Mark Eshcal’ın dostlarından birine yaptığı en önemli nasihat şuydu: “Sizler halkı aldatmak istemiyorsunuz. Yani sizler, millet vekilliğine ulaşmak için vicdanınızı ayaklar altına almak istemiyorsunuz. Sizler siyasi bir insanın da bazen vicdanını görmezlikten gelme durumunda kaldığını bilmek durumundasınız.”[36]

İşte bu sözler aslında, çağdaş dünyadaki demokratların mantığı hususunda söylenmiş en adilane sözlerdir. Bu kısa sözden gerekli dersleri çıkarmak gerekir. Özgür ülkelerdeki devletlerin gerçek mahiyeti işte budur. Acaba akıl ve mantık da, bazı açılardan peygambere benzemesi gereken peygamberin halifesinin kamuoyuna müracaat etme veya “Ehl-i hal ve’l akdin” biatiyle veya Muhacir ve Ensar’ın seçimiyle seçilmesi gerektiğine hükmedebilir mi? Asla! Zira hakimiyet bu tarz bir hükümette seçilen kimsenin fikrî bir bağımsızlığı yoktur. Çünkü seçilen kimse gerçekte vekillerinin düşünce ve temayüllerinin mikrofonu konumundadır. Kendi popülerliğini ayaklar altına alabilen, kamuoyunun öfke ve hışmından korkmayan ve ümmetin maslahatına uygun gördüğü her kararı alan büyük şahsiyetler çok azdır.

Elbette burada şöyle de düşünülebilir: “Müvekkillerin rızayetini elde etme meselesi, yöneticiliğin bir kaç yılla sınırlı olduğu durumda geçerlidir. Ama eğer imam devamlı olur ve bazı ülkelerde olduğu gibi ömür boyu devam ederse, artık hilafet makamını elde ettikten sonra halkın rızayetini elde etme düşüncesi de ortadan kalkar.”

Bu düşünce de oldukça ham ve yersiz bir düşüncedir. Zira evvela o ömür boyu süren yöneticiliklerde de müvekkil ve seçmenlerin görüşlerini görmezlikten gelmek mümkün değildir. Çünkü buna dikkat gösterilmediği taktirde, yönetici kimse, devrim, patlama ve genel isyanla karşı karşıya kalabilir. İkinci olarak, çeşitli adayların olduğu bir yerde, bir grupla aynı fikri taşıyıp işbirliği yapacağını vaad etmeyen bir kimsenin o grup tarafından seçilmesi mümkün değildir. Bu konuyu göz  önünde bulundurarak, seçimden sonra seçilen kimse verdiği sözlerini tutmazsa, bu daha büyük bir sorun teşkil edecektir. Zira bu taktirde de toplumu terbiye edecek olan yönetici, pratik olarak sözleşmeleri ayaklar altına almış ve bunu başkalarına da öğretmiş olur.

Ömer’in kendi vefatından sonra, halife seçmek için tayin ettiği altı kişilik şurada herhangi bir tarafa meylettiği taktirde, o tarafın güçleneceği bir konumda olan Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali’ye (a.s) dönerek şöyle dedi: “Allah ve Resulü’nün sünneti ve ilk iki halifenin sireti (amelleri) esasınca hareket etmek şartıyla sana biat ediyorum.” Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Ben Allah’ın ve Resulü’nün sünneti ve kendi görüşlerim üzere amel ederim.” Bu durumda Abdurrahman Osman’a döndü ve aynı cümleyi tekrarladı. Osman da onun ilan ettiği şartlara bağlı olacağını belirtti ve böylece halife olarak seçildi. (Ama sonradan da gördüğümüz gibi Osman kendi metodunu takip etti ve Ümeyyeoğulları’nı halka musallat kıldı.)

Özetle; seçmenler bazen seçmek istedikleri kimseleri, öyle bir takım şartlarla yükümlü kılmaktadırlar ki iman ve vicdan sahibi bir kimse için onlarla amel etmek çok zor ve acıdır. Tabiatıyla hakkı bilen insanlar, bu şartların yükü altına girmez ve dolayısıyla da seçilmezler. Onların yerine salih olmayan kimseler ortaya koyulan her türlü şartları kabul ederek seçilirler.

Amerika Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de en özgür insan bile dünya Siyonizm’ine yardım meselesini asıl görevi olarak programına almalı, oy yaratan teşkilatlara, seçildiği taktirde İsrail’e yardım edeceğini vaad etmelidir. Her ne kadar bu amelin adalet ve insanlık ilkeleriyle uyuşmadığını bilse de bu sözleri vermek zorundadır.

2- Batılı demokratik rejimlerin diğer bir sorunu da, bu rejimlerin bir tür zulüm ve diktatörlük haline (sayısal diktatörlük ve çoğunluğun azınlık üzerindeki diktatörlüğü) dönüşmesidir. Zira seçimler, doğru ve şüphesiz bir şekilde gerçekleşmiş olsa bile sonunda çoğunluk, çoğu kez bir tek oy fazlalığıyla işbaşına gelmekte ve bir tek oyu olmadığı sebebiyle siyaset sahnesinden geri çekilmek zorunda kalan azınlığa hükmetmektedir. Oysa bir çok durumlarda azınlık haklı olabilir. Bunun da anlamı, bazen bir tek oy için halkın menfaat ve maslahatlarının ortadan kalkmasıdır. İşte bu yüzden, elli bir kişinin kırk dokuz kişiye hükmetmesi de insanın çaresizlik ve daha iyi bir yol olmamasından veya İslam’ın halklara sunduğu yoldan haberdar olmamasından dolayı, ister istemez boyun bükmek zorunda olduğu zalim hakimiyet türlerinden biridir.

Ama Allah tarafından Peygamber için halife tayin edilmesi hususunda, beyan edildiği üzere bu tür adaletsizliklere yer yoktur. Zira imamı, herkesin, hakimiyet hakkına güçlü bir imanı olduğu kimse (Allah) seçmektedir ve o seçilen kimse de herkesin kabul ettiği birinin (Allah’ın) kanunları esasınca hükmetmektedir. Dolayısıyla da azınlık ve çoğunluk diye bir mesele söz konusu değildir.

Bütün bunlardan da öte demokratik rejimlerde esasen, çoğunluğun nefsani arzuları kanun şeklinde ortaya çıkmakta ve onların kararları kesin bir görüş ve sağlam bir hüküm olarak çoğunluklara yüklenmektedir. Ama sürekli olarak toplumun maslahatını yasamanın ölçüsü olarak alan İslam kanunlarının ruhu, böyle bir görüşün doğruluğunu kabul etmemektedir.

Sürekli kamuoyunun düşüncelerini hatalı gören ve çoğunluk türleri hakkında, “Onların çoğu düşünmez” ve “Onların çoğu bilinçsizdir” diye buyuran Kur’an-ı Kerim, nasıl olur da toplumun çoğunluğunun eğilimlerini en önemli dinî konunun seçiminde, yani imamet ve ümmetin önderlik meselesinde etkili ve geçerli kabul edebilir. Bakınız zaten Kur’an şöyle buyurmuyor mu: İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir.”[37]

Toplumun çoğunluğunun nefsani arzularını açıkça hatalı gören ve çoğu zaman insanların nefsani arzularının yelkovanının tümüyle tehlikeli ve zararlı olan işlere yöneldiğini ve bazen de yüzde yüz kendi menfaatlerine olan işlerden uzak durmaya doğru hareket ettiğini söyleyen bir din, Peygamber’den sonra en büyük ve yüce dinî makam olan imamın seçimi ve tayini hususunu çoğunluğun zararlı görüşüne havale edemez.

c- İslam’ın İlk Yıllarında Halifelerin Seçimi Çoğunluğun Seçimiyle mi Olmuştur?

Bazı yorumlar, olay gerçekleştikten sonra, olayı tevil etme gayretlerinden kaynaklanmaktadır. Bazen toplumsal bir olay, belli bir şekilde veya bir takım şartlar ve sebeplerin etkisiyle ortaya çıkmaktadır. Ardından hakemliklerinin temelini bir avuç tahmin ve zanların teşkil ettiği gelecek nesiller ise gereksiz iyimserlikleri sebebiyle, o olay hakkında onları meydana getirenlerin bile haberleri olmadığı bir takım ahlakî, ruhsal ve toplumsal sebepler uydurmaktadırlar!

İşte halifelerin hakimiyetini demokrasi ve halkın halka hükmetmesi veya çoğunluğun azınlık üzerindeki hakimiyeti şeklinde yorumlamak da bu kaidenin apaçık bir örneğini teşkil etmektedir. Esasen İslam’ın ilk yıllarında halifelerin seçimi hususunda olmayan şey, halifenin halk kitleleri tarafından seçilmiş olmasıdır. Zira ne Ehl-i Sünnet’in araştırmacı bilginleri halife seçiminde böyle bir ilkeye inanmaktadırlar ve ne de halifelerin seçimi bu yolla gerçekleşmiştir. Maalesef bazı çağdaş yazarlar, halifelerin hilafetini tevil etmek için demokrasi, Batılı Liberalizm, halkın halka hükmetmesi, çoğunluğun görüşünün azınlığa egemenliği gibi bir takım yeni kavramlara sarılmışlardır. Oysa bu tür teviller, olay gerçekleştikten sonra uydurulan ve sadece hayal aleminde var olan bir dizi sebeplerdir; hilafet konusu ise asla buna dayalı değildir.

Daha fazla güven için bu konuda eski alimlerden bazısının görüşünü nakletmek istiyoruz:

Kadı İci meşhur kitabında şöyle yazmaktadır: “İmam seçiminde icma ve ümmetin bir şahsın hilafeti hakkında ittifak etmesine gerek yoktur; aksine Peygamber-i Ekrem’in ashabından bir-iki kişinin biat edip sözleşmesiyle bir şahsın hilafeti kanuni bir şekilde gerçekleşmektedir. Bunun da delili, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabının dini işlerdeki tam bir sağlamlığına rağmen, kendisinden sonra hilafete Ömer’i seçen sadece Ebu Bekir’in görüşüne iktifa etmiş olmalarıdır. Onlar, tüm Müslümanların görüş birliği içinde olmasını şart koşmadıkları gibi Medine’de yaşayan sahabelerin ittifakını bile gerekli görmediler.”[38]

El-Ahkam’us- Sultaniyye kitabının yazarı ise şöyle diyor: “Bazıları halife seçiminin, İslam şehirlerindeki İslam’ın dininin önde gelenlerinin onayı ile gerçekleştiğini sanmaktadırlar. Oysa Ebu Bekir Sakife-i Benî Saide’de beş oyla hilafete seçilip iş başına geçti. Bu beş kişi şunlardı: “Ömer, Ebu Ubeyde, Useyd b. Huzeyr, Bişr b. Sa’d ve Ebu Huzeyfe’nin kölesi Salim.”[39]

İslam dininde hilafet tarihi de, Ömer’in hilafetinin sadece Ebu Bekir’in tayini ile resmiyet kazandığına ve Ömer’in de hilafet konusunu altı kişiden oluşan bir şuraya bıraktığına tanıklık etmektedir. Ömer şuradakilerden kendi aralarından birini halife seçmelerini istemiş ve böylece başkalarını seçilmekten mahrum kılmıştır.

Kadı Bakalanî şöyle yazmaktadır: “Ebu Bekir’in seçilmesi Ömer ve diğer dört kişinin çabasıyla gerçekleşmiştir.”[40]

Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) şehadetinden sonra da hilafet konusu Ümeyye ve Abbasoğulları hanedanında tıpkı miras yoluyla babadan oğla geçen bir saltanat halini almıştır ki bu olayın burada zikredemeyeceğimiz çok acı bir kıssası vardır.

 

DOKUZUNCU BÖLÜM

İslam’da Meşveret

Şüphesiz meşveret sayesinde ferdi ve toplumsal bir çok sorunların düğümü kendiliğinden çözülmektedir. İki fikrin çatışması elektrik akımı çıkartarak hayat yolunda insanın önünü aydınlatan negatif ve pozitif iki kablo gibidir.

Sorunları halletmede meşveretin taşıdığı önem sebebiyle Kur’an-ı Kerim Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) hayatın farklı işlerinde meşveret etmesini emretmektedir. Nitekim bir yerde şöyle buyurmuştur: İş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a güven. Doğrusu Allah tevekkül edenleri sever.”[41]

Allah-u Teala başka bir ayette ise iman sahibi kimseleri şöyle nitelendirmektedir: “Onlar Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namaz kılanlardır. Ve onların işleri aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler.”[42]

Dolayısıyla akil ve nakil el ele vererek meşveretin önemini ve hassas konumunu aydınlığa kavuşturmuştur. Müslümanların mutluluk temeli ve toplumun ilerleme sebebi olan İslam’ın bu büyük emrine uymaları ne de güzeldir!

Peygamber-i Ekrem (s.a.a), sadece insanlara bu metodu tavsiye etmekle kalmamış, hayatı boyunca bizzat kendisi de Allah’ın bu emrini bir çok hususlarda hayata geçirmiştir.

Henüz düşmanla karşılaşmadığı Bedir savaşında Bedir çölünde ilerlemek ve düşmana karşı koymak için ashabıyla meşveret etti ve onlara şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Benimle meşveret ediniz.” (Savaş konusundaki görüşlerinizi bana açıklayınız; ilerleyip düşmanla savaşalım mı? Yoksa buradan geri mi dönelim?) Muhacir ve Ensar’ın önde gelenleri iki farklı görüş ortaya koydular; ama Peygamber (s.a.a) sonunda Ensar’ın görüşünü kabul etti.[43]

Bedir savaşında yaşlılar kaleyi koruma ve Medine’de kalma taraftarı idiler. Onlar gözetleme kulelerinden ve damlardan düşmanı ok ve taş yağmuruna tutarak Medine’yi savunmak istiyorlardı. Oysa gençler şehir dışında düşmanla savaşmak arzusu içindeydiler ve yaşlıların bu görüşünü kadınca bir metot olarak telakki ediyorlardı. Burada Resulullah (s.a.a) ikinci görüşü tercih etti. [44]

Hendek savaşında Peygamber (s.a.a) askeri şura teşkil etti ve Selman’ın Medine’nin düşmanın saldırması muhtemel yerlerinde hendek kazılması yönündeki önerisini kabul edip uygulamaya koydu.[45]

Taif savaşında ise bazı komutanların işareti ve onaylamasıyla ordunun karargâhı bir bölgeden başka bir bölgeye nakledildi.[46]

Ama burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Acaba fikir alış-verişinde bulunmak ve meşveret etmek tek başına bütün işlerin düğümünü çözebilir mi? Yoksa etkili bir başkan böyle bir toplantı düzenlemeli, orada beyan edilen genel görüşlerden daha gerçekçi bulduğunu tercih ve icra mı etmelidir.

Genellikle meşveret toplantılarında farklı görüşler ve düşünceler ortaya konmaktadır. Her insan kendi görüşünü savunmakta ve başkasının görüşünü hatalı görmektedir. Bu toplantıda bütün görüşleri yan yana koyacak ve onların genelinden tek ve kesin bir görüşü tercih edecek güçlü bir önderin varlığı gereklidir. Aksi taktirde meşveret toplantısı hiç bir sonuç elde etmeden sona erecektir.

Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) ashabıyla meşveret etmesini emreden ilk ayette de meşveret emrinden hemen sonra şöyle hitap edilmiştir: “O halde azmedince Allah’a tevekkül et”

Bu hitaptan maksat meşveret ettikten sonra karar alması ve bir tek görüşü tercih etmesi gereken tek merkezin sadece Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şahsı olduğunu bildirmektir. Böylece Peygamber de karar almalı ve Allah’a tevekkül etmelidir.

Meşveret toplantısını oluşturan topluluk lideri toplantıdaki ifade edilen görüşlere karşı kendi görüşüne göre daha doğru bulduğu üçüncü bir görüşü de tercih edebilir. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hudeybiye barışında ashabının genel fikirlerine karşı çıkarak, Müslümanlarla putperestler arasında anlaşma imzaladı. Onların barış anlaşmasına veya bazı maddelerine yaptıkları itirazlarını görmezlikten geldi ve geçen zaman da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu davranışının Müslümanların lehine olduğunu ispat etti.[47]

İslam’daki meşveret, ülkedeki kanun ve kararların şura meclisi ve senatoya ait olduğu ve devlet başkanının sadece bu iki meclisin milletvekillerinin istediklerini uygulamakla görevli olduğu demokratik devletlerdeki meşveretten kilometrelerce uzak bulunmaktadır. Burada devlet başkanı olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a), çoğunluk veya azınlığın görüşüyle amel etmek zorunda değildir. Son karar ve son görüş seçimi, toplantı üyelerinin görüşleri ile uyumlu olsun veya olmasın bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisine aittir. Daha önceden de söylendiği gibi Peygambere, meşveret toplantısı düzenlendikten sonra Allah’a tevekkül ederek karar alması ve harekete geçmesi emredilmiştir.

İkinci ayet hakkındaki konu da aynı şekildedir. İkinci ayet görüş alış-verişini iman sahibi bir toplumun üstün özelliklerinden biri saymaktadır. Ama buna rağmen iman sahibi bu topluluk peygamber zamanında mutlak ve etkili bir liderden mahrum değildi. Dolayısıyla aklın hükmü gereğince de Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonra ümmet bu liderden mahrum kalmamalıdır. Dolayısıyla ayet daha çok lider seçimi meselesini geride bırakmış daha sonra diğer konularda meşveret edip görüş alış-verişinde bulunan ortamlarla ilgilidir.

Bu açıklamadan da, bazı Ehl-i Sünnet alimlerinin bu ayetler vesilesiyle halifenin meşveret yoluyla seçilmesinin doğru olduğu yönündeki delilleri tamamen yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü daha önce de ifade edildiği gibi, söz konusu ayetler lider sorununun halledildiği ve liderin emri ile Müslümanların diğer meselelerinde görüş alış-verişinde bulunmak üzere meşveret toplantısının düzenlendiği yerler ile ilgilidir. Özellikle birinci ayet açık bir şekilde Müslümanların başında bulunan Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) hitap ederek, meşveretten sonra bizzat karar almasını ve onu yürürlüğe koymasını emretmektedir.

Bundan da öte, kamuoyuna müracaat etmek Allah-u Teala tarafından Müslümanların görevlerinin ne olduğunun tayin edilmediği hususlarda geçerlidir. Ancak bu durumda ise böylece bu meşveret toplantısı vesilesiyle görüş alış-verişinde bulunarak görevlerinin ne olduğunu tespit edebilirler. Ama naslar yoluyla tüm Müslümanların görevlerinin belirlendiği böylesi hususlarda artık meşveret imkanı mevcut değildir.

Bu açıdan Habbab Munzir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) huzuruna vararak ordu karargâhının başka bir bölgeye nakledilmesini istedi ve şöyle dedi: “Eğer bu konuda ilahî emir varsa bizim söyleyecek bir şeyimiz yoktur. Biz teslim olmuşuz. Ama eğer görüş belirtilebilecek hususlardan birisi ise bize göre ordu karargâhını düşman kalesinin sınırlarından geri çekmemiz daha doğrudur.”[48]

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) hilafeti konusu bir çok naklî delillerin ispat edip açıklığa kavuşturduğu bir konudur. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Allah’ın emriyle bir çok yerde, örneğin, Yevm’ud Dar, Gadir-i Hum ve hasta yatağında Hz. Ali’nin (a.s) halifelik ve vasiliğini açıkça ifade etmiştir. O halde halifenin tayini meselesini meşveret yoluyla çözmek nasıl mümkündür? Acaba bu iş nas karşısında içtihatta bulunmak, Allah’ın kesin hükmü ve delili karşısında şahsi görüşleri ortaya koymak demek değil midir?

Kur’an-ı Mecid bir ayette bu gerçeğe işaret etmektedir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) üvey evladı olan Zeyd, eşi Zeynep’i boşayınca Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Allah’ın emriyle Zeyneb’le evlendi. Bu konu Müslümanlara ağır geldi. Zira cahiliye döneminde oğulluk insanın bizzat kendi evladı hükmündeydi. Dolayısıyla da öz çocuğunun eşiyle evlenmek çirkin ve haram olduğu gibi oğulluğun eşiyle evlenmek de çirkin ve yanlış bir şey olarak telakki ediliyordu.

Onlar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendi görüşlerine uymasını bekliyorlardı. Oysa Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu işi Allah’ın emriyle, hem de yanlış adet ve gelenekleri ortadan kaldırmak için yapmıştı. Şüphesiz Allah’ın emrinin olduğu yerlerde kamuoyuna müracaat etmenin hiç bir geçerliliği yoktur.

Bu yüzden Kur’an-ı Kerim aşağıdaki ayette ilahî emirlerin belli bir görev tayin ettiği hususlarda insanların müdahalede bulunmasını şiddetle kınamış ve şöyle buyurmuştur: “Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, iman eden erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah’a ve Peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.”[49]

ONUNCU BÖLÜM

Sadece Kadıya Gitmeyelim!

Muhacirler ve Ensar’ın ittifaka yakın bir çoğunlukla seçtikleri tek İslam halifesi Müminlerin Emiri Hz. Ali’dir (a.s). İslam hilafeti tarihinde bu iş tümüyle eşi olmayan ve ondan sonra da bir benzeri gerçekleşmeyen bir işti.

Bu arada Muaviye (ki yıllar öncesinden Şam’da hakimiyet ve imparatorluğunun temellerini kurmuş ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine (a.s) karşı çok eskilere dayanan köklü bir düşmanlık beslemekteydi ) Muhacirler ve Ensar’ın Ali’yi (a.s) hilafete seçtiğini duyunca çok rahatsız oldu. İmam’a (a.s) biat etmeye yanaşmadı. O, İmam Ali’ye (a.s) sadece biat etmemekle kalmadı, onu Osman-ı öldürmek ve katillerini desteklemekle suçladı.

Hz. Ali (a.s) Muaviye’yi susturmak ve tüm özür ve bahane kapılarını onun yüzüne kapatmak için mektuplarının birinde Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a biat eden kimselerin kendisine de biat ettiklerini, eğer Muhacirler ve Ensar’ın onlara biat etmeleri onların hilafetlerini saygın kılıyorsa bu şartın kendi hilafetinde de varolduğunu hatırlatmıştır.

İşte İmam’ın Mektubunun Metni

“Şüphesiz Ebu Bekir’e, Ömer’e ve Osman’a biat edenler, onlara biat ettikleri şekilde bana da biat ettiler. Orada bulunanların (başkasını) seçme hakkı olmadığı gibi, bulunmayanın da reddetme hakkı yoktur. Şûra, ancak Muhacirler’e ve Ensar’a aittir; onlar, toplanıp birisine uyar ve imam olarak nitelendirirse, bu hoşnut olunan bir iştir.”[50]

Hz. Ali’nin (a.s) bu mektuptan hedefi Muaviye’yi susturmak, her türlü bahane ve garaz yolunu kapatmak ve Kur’an-i Kerim’in tabiriyle en güzel şekilde mücadele etmek içindir. Zira Muaviye uzun yıllardır Şam bölgesinde önce Ömer’in ve daha sonra da Osman’ın valilik görevini yürütüyordu. Onları Allah Resulü’nün halifesi ve kendisini de halifelerin temsilcisi sayıyordu. Eğer onların hilafetini sadece Muhacir ve Ensar tarafından seçildikleri için saygın kabul ediyorsa bu seçim İmam Ali (a.s) hakkında da açık ve kamil bir şekilde gerçekleşmişti ve dolayısıyla da birisini saygın kabul edip diğerini reddetmesinin hiç bir makul gerekçesi yoktu.

İmam Ali (a.s) Kur’an-ı Kerim’in emrettiği, Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış[51] mücadele yoluyla Muaviye’nin kendi hilafetine muhalefetini kınamış ve sözüne şöyle başlamıştır: Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a biat eden kimseler bana da biat etmişlerdir. O halde benim hilafetimi neden resmen tanımıyorsun?”

Mücadelenin gerçeği de muhalif tarafın mukaddes ve saygın kabul ettiği şeyi delil olarak ortaya koymak ve onu kendi inançları esasınca mahkum etmektir. Bu esas üzere bu mektup Hz. Ali’nin (a.s) halifenin, Muhacirler ve Ensar’ın şurası yoluyla seçilmesini yüzde yüz doğru olarak kabul ettiği anlamında değildir. Hz. Ali (a.s) asla halifenin mutlak olarak Muhacirler ve Ensar’ın seçimi ve meşvereti yoluyla seçilmesi gerektiğine ve dolayısıyla imamet meselesinin tayinle değil de, seçimle gerçekleştiğine inanmamıştır.

Eğer İmam Ali’nin (a.s) bu cümleden maksadı bu olsaydı mektubuna üç halifeye biat ile başlamaz belki üç kişinin hilafetini söz konusu etmeksizin sözüne şöyle başlardı: “Muhacirler ve Ensar bana biat ettiler; onların biat ettiği bir kimse Müslümanların önderidir.” Dolayısıyla Hz. Ali’nin (a.s) sonraki cümlede, “Onlar, toplanıp birisine uyar ve onu imam olarak nitelendirirlerse, bu hoşnut olunan bir iştir” diye buyurması da muhalif tarafın inançlarını delil olarak göstermek içindir. Allah lafzı Nehc’ul Belağa’nın sahih metnlerinde mevcut değildir. Sadece Mısır baskılarında parantez içinde kaydedilmiştir. (Yani bu Allah lafzının İmam Ali’nin (a.s) mektubunda yer aldığı şüphelidir.) Gerçekte Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Müslümanlar bir ferdi imam olarak seçme hususunda görüş birliği içinde olurlarsa böyle bir iş beğenilmiştir. Yani sizin razı olduğunuz bir iştir ve bu iş benim hakkımda da gerçekleşmiş bulunmaktadır. O halde neden bana biat etme hususunda muhalefet ediyorsunuz?”

Bu hutbeyi Ehl-i Sünnet’in görüşünü ispat için delil olarak kabul eden ilk kimse Nehc’ul Belağa’yı şerh edenlerden olan İbn-i Ebi’l Hadid’dir. İbn-i Ebi’l Hadid mektupta olan delilerden ve Nehc’ul Belağa’daki diğer hutbelerden gaflet ederek bu hutbeyi Ehl-i Sünnetin görüşünün sağlamlığına delil saymış ve Hz. Ali’nin (a.s) bu sözünü onun inancını ortaya koyan ciddi bir şey olarak telakki etmiştir.[52] Şii alimleri ise bu hutbeyi şerh etmek istediklerinde bizim burada ifade ettiğimiz gerçekleri dile getirmişlerdir.

İlginç bir nokta da şudur: Ahmet Kesrevî de bazı yazılarında bu hutbeye sarılmış ve bu hutbeyi Şia inancının temelsiz olduğunun delili kabul etmiştir! Bundan daha ilginç olanı ise, bu ikisinden sonra onların sözlerini yeniden geviş getirerek yeni bir malmış gibi aldatılmışların pazarına süren kimselerin yaptığı iştir. Onlar her asır ve zamanda Şia’nın, düşmanlarının avucunu açan ve sırlarını ortaya döken koruyucuları olduğunu bilmiyorlar.

Sadece Kadıya Gitmeyelim!

Verdiğimiz hükümlerde sadece kadıya gitmemeli ve Hz. Ali’nin (a.s) Nehc’ul Belağa’daki diğer sözlerini görmezlikten gelmemeliyiz. Aksine İmam’ın tüm sözlerini üst üste koymalı ve onların tümünden tek bir sonuç elde etmeliyiz.

Bu mektubunda, “Üç halifeye biat eden kimseler bana da biate etmiştir. Muhacirler ve Ensar bir kişinin imamlığı hakkında görüş birliğinde olurlarsa o, cemiyetin lideri olacaktır. Artık diğerlerinin onu reddetme hakkı yoktur” diyen Hz. Ali (a.s) Şıkşıkıye hutbesinde de halifelerin imameti hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah’a and olsun ki Ebu Kuhafe’nin oğlu, hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa ilim ve marifet benden akar ve hiç bir kimsenin ilim kuşu benim uçtuğum yerlere uçamazdı. Ben de hilafetle arama bir perde çektim, ondan yüz çevirdim.

Başladım düşünmeye; kırılmış elimle hakkımı almak için atağa mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte zahmetten zahmete düşer.

Gördüm ki sabretmek akla daha yatkın, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik. Mirasımın yağmalandığını görüyordum. Ta ki birincisi yolunu tamamlayıp, onu kendinden sonraki falana verdi, gitti ...

Ne kadar ilginç! Yaşarken halkın kendisini bırakmasını isterdi. Ama ölümden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı. Bu iki kişi hilafeti devenin iki memesi gibi kendi aralarında paylaştılar. O hilafeti sert ve kaba bir yere attı…”

Daha sonra da şöyle buyurmaktadır: “Derken o da yolunu katetti ve hilafeti bir topluluğa bıraktı ki benim de o topluluktan biri olduğumu sanıyordu.

Allah'ım sana sığınırım, ne şûraydı bu! Benim hakkımda birincisiyle ne zaman şüphe hasıl oldu ki bu tür kimselere denk tutuldum ben!”[53]

İmam (a.s) mektuplarının birinde de kendi mazlumiyetini ve kendisinden biat alınma tarzını ifşa etmekte ve kendisinin burnuna çubuk geçirilerek sürüklenen deve gibi biat etmek için Ebu Bekir’e biat etmesi için sürüklenerek götürüldüğünü söyleyen Muaviye’nin mektubuna cevap olarak şöyle yazmaktadır: “Burnuna çubuk geçirilerek sürüklenen deve gibi, biate sürüklendiğimi söylüyorsun. Allah’a and olsun ki, beni kına­mak ister­ken övdün, beni rezil etmek isterken kendin rezil oldun. Bir Müslümanın mazlum olması; dininde şüpheye, yakininde kuşkuya düşmediği müddetçe onun için bir noksanlık değildir.”[54]

Acaba İmam Ali (a.s) kendi mazlumiyetini açıkça beyan ettiği ve kendisinden zorla biat alındığını dile getirdiği halde halifelerin hilafetini resmî olarak kabul edebilir ve o makamın sahiplerini ümmetin imamı ve önderi olarak gidebilir mi? Şüphesiz hayır. Söz konusu mektupta İmam’ın (a.s) maksadı sadece güzel bir şekilde mücadele etmek ve karşı tarafı susturmak olmuştur.

İmam Ali (a.s) kendi valisi Malik Eşter ile birlikte Mısır’a gönderdiği başka bir mektubunda ise şöyle yazmaktadır: “Allah’a and olsun, Peygamber’den (s.a.a) sonra Arabın bu işi Ehl-i Beyt'inden alıp başkasına bırakacaklarını, bana engel olacaklarını aklıma bile getirmedim. İnsanların filana biat etmesi beni sıkıntıya düşürdü!” [55]

ON BİRİNCİ BÖLÜM

Sakife-i Benî Saide’nin Hüzün Verici Macerası ve Ümmetin Cahiliye Dönemine Deri Dönmesi Konusunda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a)  Endişesi

Kur’an ayetleri ve tarihî deliller açık bir şekilde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) İslam toplumunun geleceğinden endişeli olduğunu göstermektedir. Gaybi ilhamlar bir yana, bir takım tatsız olayların gözler önünde meydana gelişi de Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendi vefatından sonra bir gurup veya grupların cahiliye dönemine geri dönmesi ve ilahî sünnetleri unutulmaya terk etmesi ihtimalini zihninde güçlendiriyordu.

Bu ihtimal özellikle de Uhud savaşında (düşman tarafından savaş meydanında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) öldürüldüğü hususundaki yalan haber yayılınca) ashabın geneline yakın çoğunluğunun kaçtığını, dağlara ve uzak bölgelere sığındığını, bazılarının münafıkların reisi Abdullah bin Ubey vesilesiyle kendileri için Ebu Süfyan’dan aman almayı kararlaştırdıklarını gördüğü zaman zihninde daha da bir güç kazanıyordu. Onların dini inançları o kadar gevşek ve temelsiz bir hale geldi ki, Allah hakkında bile kötü düşünüp cahiliye düşüncelerine kapıldılar. Kur’an-ı Kerim bu sırrı şöyle ifşa etmektedir: “Bir kısmınız da kendi canlarının kaygısına düşmüştü. Allah'a karşı câhiliyye zannı gibi haksız bir zanda bulunuyorlar: "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı.”[56]

Hakeza Kur’an-ı Kerim başka bir yerde imalı bir şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) ashabının ihtilaf ve parçalanmasını haber vererek şöyle buyurmuştur: “Muhammed (s.a.a) ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiç bir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir.”[57]

Bu ayetin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabını “cahiliye dönemine geri dönenler” ve “direnenler ve şükredenler” diye ikiye ayırması da o hazretin vefatından sonra da ayrılık ve ihtilafa düşeceklerine işaret etmektedir. Yani bir grubu geriye dönüp cahiliye dönemine geri dönecektir. Diğer bir grubu ise şükredip direnecektir.

Acaba akıl, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) çözülme ve ihtilaf halinde olan böyle bir ümmetini kendi haline bırakmasını, onlar için bir imam, önder, hakim ve yönetici tayin etmemesini mümkün görebilir mi?

Peygamber’in (s.a.a), hatta milli birliğe önem veren kimselerin bile böyle bir grubun toplumsal ve siyasi yaşam dizginlerini onların kendi ellerine vermesi doğru değildir. Toplumun güven ve huzurunu dilemek de toplumun önderinin kendileri için lâyık ve uygun birini seçerek mümkün olduğu kadar toplumu ihtilaf ve ayrılıktan, çözülme ve dağılmaktan kurtarmasını gerektirmektedir.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmetinin ihtilaf ve dağınıklığın merkezi olduğunu ve önceki ümmetler gibi parçalanacağını çok iyi bilmektedir. Öyle ki onlar hakkında öngörüde bulunarak şöyle buyurmuştur: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onlardan sadece bir grup kurtuluş ehlidir. Diğer gruplar ise ateşte olacaktır.”[58]

Burada şunu sormak gerekir: “Peygamber bu durumu bildiği ve haberdar olduğu halde nasıl olur da bir çok ihtilaflara son verebilecek bir liderin seçimi konusunu böylesine karmaşık bir topluluğa bırakabilir ve bu yolla ümmet arasında çok geniş ayrılık ve ihtilafların meydana gelmesine izin verebilir?

 İslam toplumu o gün her biri farklı istek ve arzulara kapılan farklı guruplardan meydana gelmişti. Ensar’ı Evs ve Hazrec diye bilinen iki meşhur topluluk, Muhacirleri ise Benî Haşim ve Benî Ümeyye kabilelerinin yanı sıra Taym ve Adiyy kabilleri de teşkil ediyordu ve her birisi ümmetin yöneticiliği ve toplumun önderliğinin kendilerine ait olduğunu düşünüyor ve kendi kabile reisinin bu makama lâyık olduğunu zannediyordu.

Acaba böylesine çelişkili grupların varlığıyla ümmetin birlik ve beraberliğinin sağlanabilmesi ve din yolunda Müslümanların kalıcı olmaları ve sapasağlam ayakta durmaları beklenebilir mi? Yoksa her şeyden önce her türlü ihtilaf ve ayrılık sebeplerinin kökünü kazımak ve sonradan böyle bir birliktelik içinde olmak mı gerekiyordu?

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra Müslümanların saflarında ortaya çıkan en büyük ayrılık ve Müslümanların birlik ve beraberliğini bozan en yıkıcı darbe, İslam toplumunun hakimi ve yöneticisi konusundaki görüş farklılığıydı. Eğer Müslümanlar bu konuda ayrılığa düşmeselerdi, bir çok ihtilaflar yöneticilik konusundaki sözbirliği sayesinde ortadan kalkar ve vücuda gelmezdi. Ama bu önemli ve temel konuda ortaya çıkan ihtilaf, bir çok ihtilaf, ayrılık, savaş ve sonradan ortaya çıkan fitnelerin kaynağı oldu ve sonunda tek bir ümmeti çeşitli grup ve topluluklara böldü, bazısını bir biriyle ihtilafa düşürdü ve savaştırdı.

Sakife Ehlinin Mantığı

Kur’an-ı Kerim Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabını, Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonra cahiliye düşüncelerine kapılmamaları hususunda tehdit etmektedir.

Sakife-i Benî Saide’de bir araya toplanan grubun macerası incelendiği taktirde o gün gizli kin ve düşmanlıkların nasıl da ortaya çıktığı, yeniden kavmi ve aşiretsel bağnazlıkların ve cahili düşüncelerin Peygamber-i Ekrem’in ashabının sözlerinde kendini gösterdiği açıkça görülecektir. Böylece onlardan bir çoğunun kalbinin derinliklerine İslami terbiyenin nüfuz etmediği, İslam ve imanın, bir çoklarının çirkin cahiliye yüzlerini örtmekten başka bir şey olmadığı açıklığa çıkmış oldu.

Bu tarihi olay incelendiği taktirde, o toplantının, o konuşmaların ve birbirine karşı sert çıkışların hedefinin menfaatçilik ve rant elde etmekten başka bir şey olmadığı açık bir şekilde görülür. Onlardan her birisi, ümmetin en lâyık insanının giymesi gerektiği hilafet elbisesini kendi üzerine giymeye çalışıyordu. O toplantıda olmayan tek şey İslam ve Müslümanların genel maslahatıydı. Onlar asla akıllıca tedbiri, geniş ilmi, büyük ruhu ve beğenilmiş ahlakıyla İslam’ın kırık gemisini kurtuluş sahiline götürebilecek lâyık bir kişinin arayışı içinde değillerdi.

Sakife olayı incelendiği taktirde, Sakife’yi tertipleyenlerin kendilerinin ve menfaatlerinin dışında bir şey düşünmedikleri her ferdin kendi menfaatlerinin peşinde koşturduğu ve kendi hakimiyetini sağlamaya çalıştığı ispat edilmiş olur.

Şimdi de bu tarihi faciayı inceleyelim:

Henüz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) cesedi yerdeyken ve Benî Haşim ile Peygamber-i Ekrem’in gerçek ashabından bir grup Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) defni konusunda gerekli işlerle meşgul iken, aniden Ensar grubu Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) evinin birkaç adım ötesinde, Sakife-i Benî Said adlı gölgelikte Müslümanların halifesi ve Peygamber’in (s.a.a) vasisini tayin için bir araya toplandılar. Adeta onlar için halife tayin etmek, Peygamberi yıkamak ve def etmekten çok daha önemli bir konuydu!

Ali (a.s) Haşimoğulları’ndan ve Muhacirlerden bir grupla birlikte, evin içinde ve dışında büyük bir sabırsızlıkla kendilerini namaz merasimine ve Resulullah’ı (s.a.a) defnetmeye hazırlarken o anda evin dışında olan Ömer, Ensar’ın Sakife’de toplandığından haberdar olunca, hemen biri vesilesiyle Ebu Bekir’e haber gönderdi ve bir an önce evi terk ederek dışarı çıkmasını istedi. Ebu Bekir Ömer’in kendisini neden çağırdığını bilmediğinden özür dileyerek, “Benim şu anda işim var” dedi. Ama sonunda Ömer’in ısrarları sebebiyle, evi ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) cesedini terk etmek zorunda kaldı. Ebu Bekir de olaydan haberdar olunca Sakife’ye gitmek dışında her şeyi unuttu ve ikisi birlikte Sakife’ye doğru yola koyuldular. Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı da kendileriyle birlikte götürdüler. Şimdi de iki tarafın tartışmalarını ve ortaya koydukları delilleri dinleyin ve onların hangi mantıkla kendilerini ve kabilelerini hilafete diğerlerinden daha lâyık gördüklerine bakın.

Toplantıda Ensar adına konuşan kimse Sa’d b. Ubade ve Habbab b. Munzir idi. Muhacirler adına konuşanlar ise, Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde idiler. Sonunda Ensar’dan iki kişi de Sa’d bin Ubede’nin işini bozmak için bir konuşma yaptı. Şimdi onların konuşmalarının metni:

Sa’d (Ensar’a hitaben şöyle dedi): “Sizler başkalarının sahip olmadığı bir üstünlüğe sahipsiniz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yıllarca kendi akrabaları arasında insanları tevhid dinine davet etti. Ama az bir grup dışında hiç kimse ona iman etmedi. Onlar da Peygamberi savunacak bir güce sahip değillerdi. Ama siz Ensar ona iman ettiniz. Onu ve ashabını savundunuz, düşmanlarıyla savaştınız ve sonunda insanlar onun dinini kabul ettiler. Sizin kılıçlarınızla Arap onun karşısında teslim oldu. Peygamber dünyaya gözlerini yumunca sizlerden razıydı ve gözleri sizinle aydındı. Bu yüzden işlerin dizginlerini elinize almanız gerekir. Siz bütün insanlardan bu işe daha lâyık ve uygunsunuz.”[59]

Sa’d’ın mantığı şuydu: “Biz Peygamber’e ve ashabına sığınak verdiğimiz, onu ve ashabını savunduğumuz ve düşmanlarıyla savaştığımız için diğerlerinden bu yöneticilik işine daha layığız.” Şimdi de mecliste hazır bulunan Muhacirlerin onlar karşısındaki mantığının ne olduğuna bir bakalım:

Ebu Bekir: “Muhacirler ona iman eden ilk kimselerdir ve onlar bu faziletle övünmektedirler. Onlar zorluklar ve sıkıntılar karşısında sabrettiler, sayılarının azlığından korkuya kapılmadılar. Düşmanların eziyetlerini canlarıyla kabullendiler, Peygambere imandan ve dininden el çekmediler. Biz, siz Ensar’ın fazilet ve hizmetlerini inkâr etmiyoruz. Şüphesiz Muhacirlerden sonra sizler diğerlerinden üstünsünüz. Bu yüzden yöneticilik meselesi Muhacirlerin, vezaret ve yardımcılık konusu ise sizlerin olsun. Biz emir olalım, siz ise vezir. Hiç bir işi size danışmadan yapmayalım.”[60]

Muhacirlerin kendilerinin üstün olduğu noktasındaki dayanakları da, Peygamberi tasdik eden ilk kimseler olmaları ve dinine iman etmeleri idi.

Habbab b. Munzir: Ey Ensar grubu! İşlerin dizginlerini elinize alınız. Başkaları sizin kudretiniz sayesinde yaşamaktadır ve size aykırı hareket etmeye hiç kimse cesaret etmemektedir. Sizler daha büyük bir kudret ve topluluk sahibisiniz. Asla ikilik ve ayrılığa düşmeyin. İkiliğe ve ayrılığa düşmenin sonu helak olmaktır. Eğer Muhacirler hakimiyeti ele almak hususunda ısrar ederlerse, durumu iki emir tayin ederek halletmeye çalışmamız gerekir. Bizden bir yönetici, onlardan da bir yönetici tayin edilsin.”[61]

Ensar’ın bu tartışmadaki mantığı ise sayılarının çokluğu ve kendi cephelerinin çok oluşudur. Onlar şöyle diyorlardı: “Biz güçlü olduğumuz için yönetici de bizim aramızdan seçilmelidir.”

Ömer: “Asla iki kılıç bir kına girmez. Allah’a yemin olsun ki Arap sizin hakimiyet ve yöneticiliğinize teslim olmaz. Allah’a yemin olsun ki peygamberlerinin sizden başkasından olması sebebiyle, Araplar sizin hakimiyet ve yöneticiliğinize teslim olmaz. Ama Araplar, peygamberlerinin kendi kabilelerinden olan kimselerin, işlerin dizginlerini ele almasına bir ses çıkarmaz. Muhammed’in kurduğu hakimiyette kim bizimle çatışıp savaşabilir. Zira biz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yakınları ve akrabalarındanız.”

Ömer bu konuşmasında, ümmetin yöneticiliği için liyâkatin ölçüsünün Peygamber ile akrabalık olduğunu ifade etmiş ve bu yüzden de Muhacir grubunu ve onların başında da Kureyş’i o makamı elde etmek için daha çok hak sahibi ve lâyık kabul etmiştir.[62]

Habbab b. Münzir yeniden Ensar’ın kudret ve güçlülüğüne işaret ederek şöyle dedi: “Ey Ensar grubu! Ömer’in ve onunla aynı düşüncede olan kimselerin sözlerine kulak asmayın. Onlar sizi idarecilikten alıkoymak istiyorlar. Eğer kabul etmezlerse, hepsini topraklarınızdan dışarı sürün. Siz bu işe başkalarından daha layıksınız. Zira sizin kılıçlarınız sayesinde başkaları bu dine inanmıştır.”

Ömer: “Allah seni öldürsün!”

Habbab: “Allah seni öldürsün.”

Ebu Ubeyde: (Ensar’a bir tür rüşvet vererek hakimiyetin Muhacir grubuna bırakılmasını önemle vurgulamış ve şöyle demiştir:) “Ey Ensar grubu! Sizler Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) yardım eden ilk kimselersiniz. Dolayısıyla da Peygamber-i Ekrem’in sünnet ve yolunu değiştiren ilk kimselerden olmanız doğru değildir.”

Bu esnada Ensar’dan Sa’d bin Ubade’nin (Sa'd, Ensar’ın yarısının halife adayı idi) amcası Beşir b. Sa’d adında birisi ayağa kalktı ve olayı kendi menfaatlerine tamamlaması beklenirken, bu beklentinin tam aksine Sa’d b. Ubade’ye olan kini ve düşmanlığı sebebiyle kendisi Ömer’in mantığını teyit etti ve akrabalarına dönerek şöyle dedi:

“Muhammed Kureyş’tendir. Onun akrabaları hilafete herkesten daha lâyık ve evladır. Sakın sizin bu konuda onlarla çekiştiğinizi görmeyeyim.”

Taraflar sözlerini ifade ettiler. Ama hiç birisi diğerini ikna edemedi. Bu esnada Ebu Bekir fırsattan istifade ederek, tecrübeli bir diplomat gibi yeni bir sayfa açarak bir adım ileri gitti ve insanların ikisinden birini seçmesi için kendilerine iki kişiyi tanıtmayı kararlaştırdı. Özellikle de Ensar cephesinde söz birliğinin olmadığını ve Beşir bin Sa’d’ın, Hazrec kabilesinin reisi olan Sa’d b. Ubade’ye muhalefetini görünce bu konuda daha çok kararlık gösterdi.

Bu yüzden özel bir üslupla konuşmasına son verdi ve şöyle dedi: “Sizlerden ihtilaf ve ayrılıktan kaçınmanızı rica ediyorum. Ben sizlerin hayrını diliyorum. Dolayısıyla da sözü kısaltmanızı ve Ömer veya Ebu Ubeyde’ye biat etmenizi istiyorum.”

Ömer ve Ebu Ubeyde şöyle dediler: “Bizim asla senin gibi birisi varken işin dizginlerini ele alma liyakatimiz yoktur. Muhacirler arasında hiç bir fert fazilet hususunda senin makamına ulaşamaz. Sen Peygamber-i Ekrem’in Sevr mağarasındaki arkadaşıydın. Peygamber-i Ekrem’in yerine namaz kıldın. Senin mali durumun bizden daha iyidir. Elini bize ver de sana biat edelim.”

Bu esnada Ebu Bekir konuşmadan ve hiç bir iltifat etmeden hemen elini uzattı ve içinde gizlemiş olduğu sırrı böylece açığa çıkarmış oldu. Dolayısıyla Ömer ve Ebu Ubeyde’yi öne sürmesinde ciddi olmadığı ve sadece bir iltifat ve kendisi için ortam hazırlamak amacını taşıdığı açığa çıkmış oldu.

Ama Ömer biat için Ebu Bekir’in elini sıkmadan önce Beşir bin Sa’d her ikisinden öne geçti ve herkesten önce biat ederek elini sıktı. Ardından bu iki kişi Ebu Bekir’in elini Allah Resulü’nün vasisi olarak sıktılar ve bu esnada Ensar cephesinde Beşir’in konuşmasından beklenilen derin bir bölünme ortaya çıktı ve böylece Ensar’ın geri çekilmesi kesinleşti.

Habbab b. Munzir kendisi de Ensar’dan olan Beşir’in biat etmesine çok öfkelendi ve şöyle feryat etti: “Beşir! Sen nankörlük ettin. Amcanın oğlunu kıskandın, hakimiyetin onun elinde olmasını istemedin.” Beşir şöyle dedi:

“Asla olay dediğin gibi değildir. Aksine Allah’ın Muhacirler için karar kıldığı hak hususunda çatışmak istemedim.”

Evs kabilesinin reisi olan Useyd bin Huzeyr, Hazrec kabilesi hakkında içinde gizlediği eski düşmanlığı ile orada hazır bulunan Evs kabilesinin bireylerine dönerek şöyle dedi: “Kalkınız ve Ebu Bekir’e biat ediniz. Zira eğer Sa’d işin dizginlerini eline alacak olursa, Hazrecliler bizim üzerimizde bir tür üstünlük ve fazilet elde ederler.” Bu yüzden Evs kabilesinin bireyleri de reislerinin emri üzere Ebu Bekir’e biat ettiler.

Bu esnada ruhsal gelişim sahibi olmayan ve koyunlar gibi reislerinin emrine itaat eden topluluk da Ebu Bekir’in halife olarak elini sıktı ve onların izdihamı sebebiyle, Sa’d neredeyse ayaklar altında eziliyordu.

Yabancı birisi şöyle dedi: “Hazrec reisi ayaklar altında kaldı. Onun haline riayet ediniz.”

Ama Ömer bu saygısızlıktan mutlu gözükerek şöyle dedi: “Allah onu öldürsün! Bizim için Ebu Bekir’e biatten daha önemli bir şey yoktur.”

Ömer’in bizzat kendisi de daha sonra Sakife macerasını beyan ederek, Ebu Bekir’e biat sırrını şöyle ifşa etmiştir: “Eğer biz bir sonuca varmadan toplantıyı terk etmiş olsaydık, Ensar’ın bizden sonra görüş birliğine varması ve kendileri için bir lider seçmesi mümkündü.”

Sakife toplantısı Ebu Bekir’in hilafete seçilmesiyle beyan ettiğimiz şekilde sona ermiş oldu ve Ebu Bekir etrafında toplanmış olan Ömer, Ebu Ubeyde ve Evs kabilesinden bir topluluk ile birlikte Allah Resulü’nün mescidine doğru yöneldi. Sa’d da tüm ashabıyla birlikte kendi evine geri döndü.[63]

ONİKİNCİ BÖLÜM

Ensar ve Muhacirlerin Mantığının İncelenmesi

Sakife macerasını dikkatle okuduk. Şimdi de sıra burada ortaya konan dikkate değer mantığı incelemeye gelmiştir. Bu toplantıda dikkat edilmesi gereken hususları birkaç noktada özetlemek mümkündür:

1- Kur’an-i Kerim iman sahibi kimselerin bir araya gelmesini ve kendi sorunlarını ve sorunlar yumağını görüş alış-verişinde bulunarak çözmelerini emretmiştir. İslam’ın bu değerli ve önemli emrinden maksat, akıllı ve hak taraftarı bir grubun, huzur dolu bir ortamda bir araya gelmesi, gerçekleri görerek ve her türlü bağnazlıktan uzak durarak fikir alış-verişinde bulunmak suretiyle hayatlarının yolunu aydınlatmalarıdır.

Acaba Sakife toplantısı böyle bir renk ve şekle sahip bir toplantı mıydı? Acaba gerçekten İslam toplumunun akıllı kimseleri orada bir araya gelmiş ve hilafet düğümünü tartışma yoluyla halletmek mi istemişlerdi, yoksa durum bunun tam tersi miydi?

Bu toplantıda Muhacirlerden sadece üç kişi bulunuyordu. Bu üç kişi başkalarını bir oldu bittiyle karşı karşıya bırakmak için onları bu toplantıdan haberdar kılmamışlardı. Acaba İslam dünyasının Ali bin Ebutalib (a.s), Ebuzer, Selman, Mikdad, Huzeyfe, Ubeyy b. Ka’b, Talha, Zübeyr ve onlarca diğer büyük şahsiyetlerinin olmadığı böyle bir toplantıyı müşavere ve görüş alış-verişi olarak adlandırmak mümkün müdür?

Acaba böyle önemli bir durumda, böylesine kısa bir toplantıyla, o da bağırıp çağırarak, Ensar’ın adayını ayaklar altına alarak yetinmek doğru muydu; yoksa böyle hayati bir olayın birkaç kez üst üste toplanarak ve hem de İslam’ın uygun bir tedbir ve düşünceden nasiplenmiş önemli şahsiyetlerini orada hazır bulundurarak söz konusu edilmesi ve sonunda oy birliği halinde veya çoğunluğun görüşü olarak Müslümanların liderinin seçilmesi mi gerekirdi?

Ebu Bekir’in hilafete seçilmesi hususunda gösterilen acelecilik o kadar temelsiz ve ham bir düşünceden kaynaklanmıştı ki Ömer daha sonraları şöyle demiştir: “Ebu Bekir’in hilafete seçilmesi tesadüften başka bir şey değildi; müşavere ve görüş alışverişiyle seçilmedi; Allah da onun şerrini giderdi. Her kim sizi böyle bir işe davet ederse onu öldürün.”[64]

2- Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da Sakife’dekilerin mantığıydı.

Muhacir grubunun istidlali daha çok iki şey etrafında idi: Birincisi Muhacirlerin Allah ve Resulü’ne iman hususunda öncü olmaları, ikincisi de İslam peygamberleriyle aralarında bulunan akrabalık bağlarıydı. Eğer onların üstünlük sebebi sadece bu iki şey idiyse Ebu Bekir’in, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin elinden tutarak sözde hilafeti onlara sunmaması gerekirdi. Zira Medine’de bu ikisinden çok daha önce tevhid dinine yönelen ve Peygamber ile daha yakın akrabalık bağı bulunan kimseler mevcuttur.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s), Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) herkesten önce iman etmiş ve hatta doğumu anından itibaren, Peygamber-i Ekrem’in terbiyesi altında büyümüştü; akrabalık açısından da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) amcasının oğlu ve damadıydı. Bütün bu özelliklere rağmen, nasıl olur da bu üç kişi sözde hilafeti birbirine sunup sonunda da olayı Ebu Bekir’in lehine tamamlayabilirlerdi?!

Ömer, Ebu Bekir’in üstünlük ölçüsü olarak mal varlığı, Allah Resulü ile Sevr mağarasında birlikte bulunmak ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine namaz kılmak gibi bir takım özellikler sıralamıştır.

Mal zenginliği hususunda ne diyeceğimi bilemiyorum. Sadece şu söylenebilir ki bu mantık, servet çokluğunu üstünlük sebebi olarak kabul eden cahiliye mantığıdır. Müşriklerin Peygamber’e (s.a.a) yaptığı itirazlardan biri de, neden Kur’an-i Kerim’in güçlü ve zengin birine inmediği hususuydu.[65]

Eğer Allah Resulü’yle Sevr mağarasında birlikte bulunmak hilafete liyakat ölçüsü ise, Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) hilafet için daha lâyık ve daha uygundu. Zira o Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yatağında yatmış ve canından geçmişti. Müfessirlerin ittifakıyla da aşağıdaki ayet Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olmuştur: “İnsanlar arasında, Allah’ın rızasını kazanmak için canını verenler vardır. Allah kullarına karşı şefkatlidir.”[66]

Ebu Bekir’in, Resulullah’ın (s.a.a) hastalığı döneminde onun yerine namaz kılmasının da insanı şaşkınlığa düşüren bir kıssası vardır. Evvela, aslında namaz kıldırıp kıldıramadığı konusu belli değildir veya bu işin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izniyle mi, yoksa kendi başına ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bazı eşlerinin işaretiyle mi onun yerine namaz kılmayı üstlendiği de belli değildir. (Bu maceranın detayını da gelecek bölümlerde okuyacaksınız.)

Velhasıl eğer bu delil de İslam ümmetinin hilafeti için liyakat ölçüsü ise, söylemek gerekir ki Peygamber sürekli olarak yolculuk esnasında bir takım kimseleri kendi yerine geçiriyor, işin dizginlerini ve dolayısıyla cemaate namaz kıldırma görevini kendilerine havale ediyordu. Bu tür şahısların adları ve özellikleri Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tarihinde detaylı bir şekilde kaydedilmiştir. O halde nasıl olur da Peygamber-i Ekrem’in yerine namaz kıldıran bunca insan arasında sadece bir kişi, o da sadece bir tek namaz kıldırma sebebiyle Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesi olmaya diğerlerinden daha lâyık olabilir?!

3- Şeriatın temel ve fer’î hükümleri hakkında bilgi sahibi olmak, İslam toplumunun bütün ihtiyaçlarını yakından tanımak ve her türlü hata ve günahtan korunmuş olmak, Allah Resulü’nün yerine geçmenin ve imametin iki temel şartıdır. Oysa Sakife toplantısında sözü edilmeyen ve tartışılmayan tek şey bu ikisi idi.

Acaba bu insanların kavmiyetçilik, akrabalarını gözetme ve diğer boş ölçülere dayanma yerine ilim, bilgi, ismet ve sakınma gibi ölçüleri esas almaları ve Allah Resulü’nün ashabı arasında İslam’ın temel ve fer’î meseleleri hakkında kamil bir ilme sahip olan, hayatının başından o güne kadar hiç bir sürçme görülmeyen kimseyi ümmetin liderliğine seçmeleri daha gerekli ve doğru değil miydi? Onların bu işlerinde kendilerini görme yerine İslam ve Müslümanların maslahatlarını görüşünü göz önünde bulundurmaları daha doğru ve dürüst bir şey değil miydi?

4- Her iki grubun da istidlalde bulunma metodu, onların hilafet ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmekle halka zahiri anlamda hükmetmekten ve yönetmekten başka bir amaçlarının olmadıklarını, Resulullah’ın (s.a.a) diğer makamlarından gaflet ettiklerini ve ona asla teveccüh etmediklerini göstermektedir. İşte bu esas üzere Ensar, topluluklarının çokluğu ve kabile güçleriyle övünmüş ve kendilerini başkalarından bu işe daha lâyık görmüşlerdi.

Gerçekten de Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Müslümanların önderiydi. Ama bu makamın yanı sıra Ensar ve Muhacirlerin adaylarında asla mevcut olmayan bir takım makam ve faziletlere sahipti. Zira Peygamber şeriatı ifade eden, asli ve fer’i hükümlerini açıklayan ve masum ve günahlar karşısında korunmuş birisiydi. Nasıl olur da bunlar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesini seçme makamında o hazretin manevî ve ruhî boyutlarını teşkil eden ve insanlık toplumunda üstün olmak ve yönetme sebebi olan bu özelliklere teveccüh etmemiş ve konuyu sadece zahirî hakimiyet penceresinden ve genelde servet, kudret ve kabile ilişkilerine dayalı olan siyasî yöneticilik açısından incelemişlerdir?!

Bu gaflet ve görmezlikten gelmenin sebebi açıktır. Zira eğer İslami hilafete bu bakış açısıyla yaklaşacak olsalardı, kendilerinden her türlü salahiyeti kaldırmaktan başka bir sonuca varamazlardı. Çünkü onların İslam’ın temel ve fer’î hükümleri ile tanışıklıkları çok azdı. Öyle ki Ebu Bekir’in adayı (Ömer) Sakife toplantısı teşkil etmeden birkaç dakika önce Peygamber-i Ekrem’in (a.s) öldüğünü inkar etmiş ve dostundan işittiği bir ayet sebebiyle[67] inkarından vazgeçmiştir. Bundan da öte; onların gerek yöneticilikten önce ve gerekse de yöneticilik dönemindeki sayısız hata ve sürçmeleri herkes için açık olan bir husustur. Buna rağmen ilim, bilgi, takva, sakınma, ruhî ve manevî kemaller, ilahî korunma ve masumiyet esasına dayalı olan bir hakimiyeti nasıl vücuda getirebilirlerdi?

Hz. Ali (a.s) Sakife Ashabının Mantığını İnceliyor

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Sakife’de hazır bulunan Ensar ve Muhacirlerin mantığını şu şekilde incelemektedir: Biri Hz. Ali’nin (a.s) evine girip Sakife olayını kendisine anlattı. Ensar ve Muhacirden olan o iki grubun kendilerini hilafete lâyık ve uygun gördüğünü aktardı. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Neden Ensar’a şu cevabı vermediniz: Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Onların iyilerine iyilik edin ve kötülerinin günahını bağışlayın!” Eğer hilafet ve riyaset meselesi onlara ait olsaydı onları başkalarına tavsiye etmez belki diğerlerini onlara tavsiye ederdi ve böyle bir tavsiye onların hakimiyet ve yöneticilikten mahrumiyetinin en açık göstergesidir.”

Hz. Ali (a.s) daha sonra şöyle sordu: “Kureyş hangi esas üzere kendilerini hilafete lâyık gördüler?” Adam şöyle dedi: “Onlar da şöyle diyorlardı: “Biz Allah Resulü’nün (s.a.a) şeceresiyiz ve onunla aynı kabiledeniz.” Ali (a.s) o zaman şöyle buyurdu: “Onlar da şecereyi* delil olarak gösterdiler; ama meyvesini zayi ettiler. Eğer onlar bir ağacın (şecere) dallarından oldukları için tümüyle hilafete lâyık olmuş olsalardı ben o ağacın meyvesi ve Resulullah’ın (s.a.a) amcasının oğluyum. O halde neden hilafet bana ait olmasın?”[68]

Hz. Ali’nin (a.s) Hilafete Kendisinin lâyık Olduğu Hususundaki Mantığı

Sakife acı verici bir şekilde sona erdi. Ebu Bekir zafere ermiş bir edayla toplantıdan ayrıldı. Bir grup onun etrafını sarmış ve insanlara şöyle diyorlardı: “Allah Resulü’nün halifesine biat edin.” Biatin genelleşmesini sağlamak için insanların ellerinden tutuyor ve biat etmeleri için Ebu Bekir’in eline doğru çekiyorlardı.

Şu anda ifade etmekten mazur olduğumuz içler acısı bir takım olaylardan sonra Hz. Ali’yi (a.s) biat etmesi için camiye getirdiler. İmam (a.s) hilafete kendisinin lâyık olduğunu ispat etmek için Semavî Kitap ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sünnetleri hakkındaki geniş ilmine, ümmeti adalet üzere yönetme hususundaki ruhsal gücüne dayanarak şöyle buyurdu: “Ey Muhacir topluluğu! Hz. Muhammed’in temelini attığı hakimiyeti onun ailesinden ayırıp kendi evinize götürmeyin. Allah’a andolsun ki biz Peygamber-i Ekrem’in Ehl-i Beyti ve bu işe herkesten daha lâyıkız. Bizim aramızda Kur’an-ı Kerim’in anlamlarını hakkıyla bilen kimseler vardır. Onlar dinin temel ve fer’i hükümlerini çok iyi bilirler. Allah Resulü’nün sünnetine tümüyle aşinadırlar; İslam toplumunu çok iyi yönetebilir ve fesatların önünü alabilirler. Ganimetleri adil bir şekilde ümmet arasında paylaştırabilirler. İslam toplumunda böyle bir kişi varken başkalarına sıra gelmez. Böyle bir kimse nübüvvet hanedanı dışında bir yerde mevcut değildir. Sakın nefsani istek ve arzularınıza uymayınız. Aksi taktirde Allah’ın yolundan saparak hak ve hakikatten uzaklaşmış olursunuz.”[69]

Şianın naklettiği rivayetler esasınca Müminlerin Emiri Ali (a.s), Haşimoğulları’ndan bir grupla birlikte Ebu Bekir’in yanına vardı ve hilafete kendisinin lâyık olduğunu önceki ifadelerde olduğu gibi Allah’ın Kitabı ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sünneti hususundaki derin ilimleri İslam’daki geçmişi, Allah yolunda cihadı, beyan ve açıklamada fesahatı, cesaret ve ruhsal korkusuzluğu yoluyla delillendirdi ve şöyle buyurdu: “Ben Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hayatı döneminde ve de vefatından sonra bu makamı elde etmeye daha lâyığım. Ben Peygamber’in vasisi, veziri, sırlarının hazinesi ve ilimlerinin mahzeniyim. Ben Sıdık-i Ekber ve Faruk-i A’zem’im. Ben peygambere iman eden ve onu bu yolda tasdik eden ilk kimseyim. Ben müşriklerle cihatta en çok dirençli, Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in sünneti hususunda en bilgili, dinin temel ve fer’î konularında en bilgili, konuşmada en fasih ve zorluklar karşısında sizin en güçlü ve cesur olanınızım. O halde neden bu miras hakkında benimle savaşa ve çatışmaya kalkışıyorsunuz?”[70]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) hutbelerinin birinde yine hilafetin ilahî hükümleri en iyi bilen ve memleket işleri hususunda ümmetin en güçlüsü olan kimseye ait olduğunu dile getirmektedir.

Ey insanlar! Bu işe (hakimiyet işinde) insanların en uygunu; bu işte en güçlü olan ve Allah’ın emirlerini bu konuda en iyi bilendir. Fitne çıkarandan hakka dönmesi istenir. Kabul etmezse onunla savaşılır.”[71]

Bu sadece Ali’nin mantığı değildir. Hz. Ali’nin (a.s) muhalifi olan bir grup da vicdanlarıyla konuştukları zaman Ali’nin (a.s) hilafete lâyık olduğunu itiraf etmekte ve birini ondan öne geçirmekle hakikati ayaklar altına aldıklarını idrak etmektedirler.

Ebu Ubeyde Cerrah Ali’nin Ebuekir’e biat etmekten çekindiğini görünce İmam’a dönerek şöyle dedi: “Yöneticiliği Ebu Bekir’e bırak. Eğer hayatta kalırsan ve uzun bir ömürden nasiplenmiş olursan sen yöneticiliğe herkesten daha layıksın. Zira üstün melekelerin, güçlü imanın, geniş ilmin, gerçekleri görmen, İslam’daki önceliğin, Peygamber ile akrabalık ve damatlık ilişkilerin herkesin kabul ettiği ve bildiği bir gerçektir.”[72]

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Namazda İmamlık Etmek Liderliğin Şahidi Olamaz

Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra ümmetin rehberliği konusunun akait ve mezhep imamları arasında tartışıldığı on dört asır boyunca hiçbir araştırmacının, Ebu Bekir’in hilafetini Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tayini üzere tevil ettiği ve, “Allah Resulü (s.a.a) Ebu Bekir’in önderliğini kendi hayatı dönemimde insanlara tavsiye etmiştir” dediği görülmemiştir.

Ehl-i Sünnet alimlerinin Ebu Bekir’in hilafeti hakkındaki delileri tümüyle Muhacir ve Ensar’ın kendisine biat etmesi ve onun hilafeti hakkında görüş birliğinde olmalarıdır. Onun liderliğinin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tayini esasına dayanmadığı gerçeği ise bizzat Ebu Bekir ve taraftarlarının Sakife toplantısındaki söylemiş olduğu sözlerinde tüm açıklığıyla görülmektedir; çünkü eğer onun liderliği hususunda Peygamberden (s.a.a) bir nas ve delil gelmiş olsaydı o asla Sakife günü Ömer ve Ebu Ubeyde’nin elinden tutmaz ve, “Ben sizin için bu iki kişiden razıyım” demezdi.

Hakeza, Ebu Bekir’in liderliği hususunda semavî vahiy yoluyla da bir nas ve delil inmiş olsaydı asla Sakife toplantısında Kureyş’in Peygamber ile olan akrabalığı ve onların İslam’daki önceliği deliline dayanılmaz veya aynı fikirleri taşıyan dostu (Ömer), halifenin ortaya koyduğu delilleri kendisinin Sevr mağarasında Peygamber (s.a.a) ile yoldaşlığı veya Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine namaz kıldırması delili ile güçlendirmeye çalışmazdı.

Bizzat Ebu Bekir Sakife günü Ensar’ın adayını eleştirerek şöyle demiştir: “Arap toplumu, yaşam muhiti ve soy açısından diğerlerinden üstün olan Kureyş’ten başkasının hilafetini doğru görmez.” Eğer kendisinin hilafeti konusunda Allah Resulü’nden bir tek kelime ifade edilmiş olsaydı bu gevşek deliller yerine ona sarılması ve şöyle demesi gerekirdi: “Ey İnsanlar! Peygamber falan gün ve falan yıl beni Müslümanların önderi ve lideri olarak seçmiştir.”

Çok ilginç doğrusu! Onun liderliğinin Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından tayinle olduğunu söylemek nasıl mümkündür? Oysa bizzat kendisi hasta yatağında, “Keşke Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) hilafet ve ümmetin rehberliği konusunun kime ait olduğu sorsaydım” diye arzu etmişti.

İslam’ın meşhur tarihçisi Taberi bu olayı detaylı bir şekilde naklederek şöyle demektedir: “Ebu Bekir hasta yatağına düşünce Kureyş’in meşhur zengini Abdurrahman bin Avf onu ziyaret etti. Bir dizi iltifat ve konuşmalardan sonra Ebu Bekir büyük bir üzüntüyle oradaki topluluğa dönerek şöyle dedi: “Rahatsızlığım yaptığım üç şeyden kaynaklanmaktadır. Keşke onları yapmasaydım. Diğer üç şeyden de endişe ediyorum; keşke onları da Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sorsaydım. Yapmamayı arzu ettiğim şu üç şey şunlardı:

1- Arzu ediyorum ki keşke her ne kadar savaş ve cedelleşmeye sebep olsa da Fatıma’nın evini açmasaydım.

2- Arzu ediyorum ki keşke Sakife günü liderlik yükünü yüklenmeseydim. Onu Ömer’in veya Ebu Ubeyde’nin omuzlarına atsaydım ve kendim ise sadece müşavere ve vezaret makamını seçseydim.

3- Arzu ediyorum ki keşke bir haydut olan İyas bin Abdullah’ı ateşte yakmasaydım da onu kılıçla öldürseydim.

“Keşke Allah Resulü’nden (s.a.a) sorsaydım” dediğim şeyler ise şunlardır:

1- Keşke Müslümanların liderlik ve önderlik makamının kime ait olduğunu ve hilafet elbisesinin kimin bedenine dikildiğini sorsaydım.

2- Keşke Ensar’ın bu konuda hakkı olup olmadığını sorsaydım.

3- Keşke hala ve kız kardeşin kızının miras hakkını Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sormuş olsaydım.”[73]

Ebu Bekir’in Namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Yerine Geçmesi

Bazı Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölüm döşeğinde iken Ebu Bekir’in Peygamber-i Ekrem’in yerine namaz kıldırmasını büyük bir özen ve itina ile nakletmekte ve bu yolla Ebu Bekir için büyük bir fazilet veya hilafeti hususunda bir senet ortaya koymak istemişlerdir. Onlar aslında bu çabalarıyla şöyle demek istemişlerdir: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onun namaz kıldırmada kendi yerine geçmesinden hoşnut olmuşsa Müslümanlar da dünyevi bir iş olan hilafet ve liderlik hususunda ondan daha iyi bir şekilde razı olmak zorundadırlar.

Bu delil bir çok açıdan reddedilmiştir:

1- Tarih açısında Ebu Bekir’in namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmesinin bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izniyle olduğu kesinlikle sabit değildir. Dolayısıyla da onun kendiliğinden veya bazılarının işaretiyle bu işi yaptığı uzak bir ihtimal değildir. Bu işi teyit eden konulardan biri de Ebu Bekir’in bir defa daha Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izni olmadan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerinde durup namaz kıldırmak sorumluluğunu üstlenmiş olmasıdır.

Ehl-i Sünnet dünyasının meşhur muhaddisi Buharî kendi Sahih’inde şöyle nakletmektedir: “Bir gün Peygamber, Benî Amr bin Avf kabilesine doğru gitti. Namaz vakti olunca Ebu Bekir Peygamber-i Ekrem’in yerine namaza durup cemaat imamlığını üstlendi. Peygamber mescide gelip namazın başladığını görünce Müslümanların saflarını yarmak, mihrapta durmak, namazda imamlığı üstlenmek ve Ebu Bekir’in geriye giderek sonraki safta yer almasını sağlamak zorunda kaldı.”[74]

2- Ebu Bekir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emriyle onun yerine namaz kıldırmış olsa bile, yine şöyle demek gerekir: Onun namazdaki liderliği asla İslami hilafet ve liderlik gibi çok önemli ve tehlikeli bir işi üstlenebilme salahiyetinin delili olamaz.”

Zira namazda imamlık için doğru bir kıraat sahibi olmak ve namazın hükümlerini bilmek dışında bir şart söz konusu değildir. (Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşüne göre hatta adalet sıfatı bile gerekli değildir.) Ama İslami liderlik meselesinin çok önemli bir takım şartları vardır ve onların hiç birisi namaz için imamlık yapacak kimsede gerekli ve lazım sayılmamıştır. Örneğin:

- Şeriatın bütün temel ve fer’î hükümlerini bilmek,

- Müslümanları ilahî hüküm ve hadler esasınca idare edebilme gücüne sahip olmak,

- Günah ve hatadan korunmuş olmak...

Namazda imamlığı Müslümanların liderliğine delil sayanların ifadesinden de anlaşıldığı üzere, onlara göre imamlık makamı çok küçük bir makamdır. Onlar imamlık ifadesinden sıradan bir yöneticilikten başka bir şey anlayabilmiş değillerdir. Bu yüzden de şöyle demektedirler: “Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’i dini bir iş için seçmişse biz de dünyevi bir iş olan liderliğinden hoşnut olmamız gerekir.” Bu cümleyi ifade eden kimsenin İslami liderlikten sadece yüzeysel bir anlam çıkardığı ve dünyadaki sıradan tüm liderlerde bulunan özellikleri kastettiği anlaşılmaktadır. Oysa daha önce de hakkında kısaca bilgi vermeye çalıştığımız gibi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesi zahiri hakimiyet ve ülke liderliğini idare etmenin yanı sıra, sıradan liderlerde olmayan bir takım manevi makamlara da sahiptir.

3- Ebu Bekir’in cemaat namazında imamlığı eğer Peygamber-i Ekrem’in emriyle olmuşsa o halde Peygamber (s.a.a) neden bir elini Hz. Ali’nin (a.s) ve diğer elini ise Fazl bin Abbas’ın omuzuna bırakarak atarak yürüdüğü o ateşli ve hastalıklı durumuna rağmen mescide girmiş, Ebu Bekir’in kenarında durarak namaz kıldırmaya başlamıştır?! Zira böyle bir amel Ebu Bekir’in namaz kıldırmak üzere görevlendirilmesiyle bağdaşmıyor.

Gerçi Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in namaza katılmasını şöyle tevil etmişlerdir: Ebu Bekir Peygambere, insanlar ise Ebu Bekir’e uymuşlar ve bu şekilde namaz kılmışlardır. [75]

Açıkça görüldüğü üzere bu tevil, doğru bir düşünceden ve kabulden çok uzak bir tevildir. Zira eğer durum böyle olsaydı Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ellerini kuzenlerinin omuzuna atarak o ateşli ve hasta haliyle mescide gidip namaza durmasına gerek kalmazdı. Dolayısıyla olayın doğru yorumu şudur: Peygamber (s.a.a) bu ameliyle Ebu Bekir’in imametini ortadan kaldırmak ve namazda imamlığı bizzat üstlenmek istemiştir.”

4- Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre Ebu Bekir’in imamlığı bir defadan fazla gerçekleşmiştir. Dolayısıyla onların tümünün Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izniyle olduğunu iddia etmek zor ve karmaşık bir olaydır; çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hastalığının başında sancağı Usame bin Zeyd’e vermiş ve herkese Rumlarla savaş için Medine’yi terk etmesini emretmişti. Bu grubun gitmesi hususunda çok büyük bir ısrarda bulunmuş ve defalarca şöyle buyurmuştur: “Usame’nin ordusunu techiz edin; hazırlayın.” Aynı şekilde Usame’nin ordusuna katılmaktan sakınanlara da lanet etmiş, onlar için Allah’ın rahmetinden uzak kalmalarını talep etmiştir.”[76]

5- Tarihçilerle muhaddislerin de kabul ettiği üzere Ebu Bekir namazda imamlık makamını üstlenmek istediği an Peygamber, Ebubekir’in kızı Aişe’ye şöyle buyurmuştur: “Sizler Yusuf’un etrafına toplanan Mısırlı kadınlar gibisiniz.”

Şimdi bu cümleden maksadın ne olduğunu anlamaya ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hedefini tesbit etmeye çalışalım:

Bu cümle, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Aişe’yi kınarken onun Mısırlı kadınlar gibi hıyanette bulunduğunu ortaya koyuyor. Onlar en azından Züleyha’yı Aziz’e hıyanet etmeye teşvik ediyorlardı. Burada düşünülmesi mümkün olan hıyanet ise Aişe’nin, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izni olmadan babasına, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerinde durup namaz kıldırmasını haber göndermesidir.

Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in bu cümlesini tefsir ederek şöyle demişlerdir: “Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’in kendi yerine namaz kıldırması hususunda ısrar ediyordu; ama Aişe bundan razı değildi. Zira o şöyle diyordu: “İnsanlar bu işten dolayı kötü tahminlerde bulunur, Ebu Bekir’in namazdaki imamlığını Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümünün göstergesi kabul edebilir ve böylece onun Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümünü haber verdiğini düşünebilirler.” Acaba bu tefsir Resulullah’ın (s.a.a) yaptığı şeylerle (mescide gelmesi ve cemaat imamlığını bizzat üstlenmesi ile) bağdaşıyor mu?

Burada sözü kısa tutmak ve bu yorumun sıhhati ve doğruluğu hususunda hüküm vermeyi okuyuculara bırakmak istiyoruz.

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Yöneticilik Manevî Önderlikten Ayrı Değildir

Hiç şüphesiz Peygamber-i Ekrem (s.a.a) insanların hakimi, yöneticisi ve cemiyetin başkanı olmakla birlikte, aynı zamanda onların ruhani önderi ve manevi rehberi idi.

Kur’an ayetleri, İslami metinler ve kesin tarihin de ifade ettiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği günden itibaren İslami devletin temellerini atmış, gerçek bir yöneticinin üstlendiği işlerin tümünün sorumluluğunu üstlenmişti. Kendisinin de başında bulunduğu siyasî, toplumsal ve İslam toplumunun ekonomik işlerinin bir bölümünü lâyık ve uygun kimselere bırakmıştı.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Allah tarafından yönetici seçilişinin nişane ve alametleri burada yansıtabileceğimiz kadar bir iki tane değildir. Ama değerli okuyucuların bu konuya dikkatini çekmek için bu nişanelerden bazısına işaret etmek istiyoruz:

1- Kur’an-ı Mecid Peygamber’in (s.a.a) Müslümanlar’ın kendi canlarından onlara daha evla ve hak sahibi olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.a) müminlere kendi nefislerinden daha evladır.”[77]

2- Kur’an-ı Mecid, Peygamber’i (s.a.a) Müslümanlar arasında ilahî kanunlarla hüküm vermesi için hakim ve hakem tayin etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların heva ve heveslerine uyma.”[78]

3- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) sadece insanlar arasında hakemlik ve yöneticilik etmekle kalmıyor, fethettiği her noktaya hemen lâyık birini yönetici olarak, diğer birini hakim ve hakem olarak ve üçüncü bir kimseyi de kendilerine Kur’an-i Kerim’i ve ilahî hükümleri öğretmesi için öğretmen olarak tayine diyordu. Bazen de her üç makam için bir kişi tayin ediyordu.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bizzat kendi zamanında Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s), Abdullah bin Mes’ud, Ubey bin Kaab, Zeyd bin Sabit vb. kimseler de yargı ve hakemlik işini yürütüyorlardı.[79]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Mekke ve Yemen’i fethedince Attab bin Useyd’i Mekke, Bazan’ı da Yemen valiliğine atadı.

“et-Teratib’ul İdariye” kitabının yazarı Abdulhayy Kettanî Peygamber (s.a.a) tarafından farklı bölgelerde İslam’ın iktisadî, siyasî ve toplumsal işlerini elinde tutan Müslüman yöneticilerin listesini çıkarmıştır. Bu kitabı okumak da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) temelini attığı İslam devletinin biçimi hususunda bizleri az da olsa aydınlatacaktır.[80]

İslam, tevhid dinini yaymak, cihad ile ilgili kanunlar yasamak, Müslümanlar arasında savaş ve savunma tekniğinin gelişmesinin gereğini tavsiyede bulunmak yolunda çaba ve cihada davet ederek, aynı zamanda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yirmi yedi savaşa bizzat katılması ve elli beş seriyye[81] için komutanlar tayin etmesi hakimiyetinin gerçek şeklini gözler önüne sermiştir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) davetinin Mesih’in (a.s) daveti gibi sadece manevi ve ruhsal bir davet olmadığını, Peygamber-i Ekrem’in önderliğinin sadece dinin hükümlerini irşat, öğüt ve vaaz ile tebliğ ve beyan etmekten ibaret olmadığını, aksine onun manevi irşat ve davetinin, taraftarlarını düşmanlarını tehlikesinden koruyacak, kitabını ve dinini onların her türlü tahrifinden uzak tutacak ve insanlık toplumunda semavî kanunları yürürlüğe koyabilecek güçlü bir hakimiyetin tesisiyle birliktedir.

İslam’ın devlet gelirleri (enfal ve benzeri) ve milli gelirleri (zekat, hums ve benzeri) hakkındaki ekonomik düzenlemeleri de İslam’ın, insanların toplumsal hayatının tüm alanlarında görüş belirten toplumsal, kamil ve kapsamlı bir devlet sistemi olduğunun en açık şahididir. Dolayısıyla İslam sadece haftada bir defa düzenlenen bir dizi için boş dinî merasimlerle yetinmemiştir.

Elbette bu da Hz. Mesih’in (a.s) gerçek dininin temelinin sadece bundan ibaret olduğu anlamına gelmez. Aksine Hıristiyan olduğunu iddia eden diktatörler Kayser ve papa kılığında, tedrici olarak Mesih’in (a.s) dinini bu şekle sokmuş, onun dinini toplumsal sahanın dışına itmişlerdir. Oysa peygamberlerin bir çoğu o makama sahip kimselerdi.

Kur’an-ı Mecid Hz. Lut ve Hz. Yusuf (Peygamberimize, Ehl-i Beyt’ine ve onlara selam olsun) hakkında tam bir açıklıkla şöyle buyurmaktadır: “Biz onlara hakimiyet ve yöneticilik verdik.”[82]

Nitekim Yusuf (a.s) da Allah’ın dergahına şükürde bulunarak şöyle buyurmuştur: “Rabbim! Şüphesiz sen bana mülk ve yöneticilik verdin.”[83]

Kur’an-ı Kerim Hz. Davud’un hakimlik ve yöneticiliği ile Hz. Süleyman ve Talut’un yöneticilik ve hakimiyeti hakkındaki ayrıcalıkları hakkında açıklamada bulunmuş,[84] bu yolla semavî peygamberleri ilahî hakimiyetin kurucuları ve gaybî emirlerin icra edicileri olarak tanıtmıştır.

İslami hakimiyetin icra temellerinden biri olan iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın geniş bölümlerin, hakezâ, İslam’ın muamelat, had, diyet ve diğer fıkhî bablarındaki İslamî kanunların tamamının incelenmesiyle de Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) temelini attığı İslami hakimiyet metodu herkes için apaçık bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Bu konu oldukça açıktır bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hayatı, halifelerin hakimiyet dönemi ve özellikle de Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) ilahî hakimiyet dönemi bunun apaçık şahididir. Bütün bunlar bizi bu konuda açıklama yapmaktan müstağni kılmaktadır.

Hükümleri Beyan ve İnsanları İrşad Etme Makamı

Siyasî yöneticilik ve hakimiyet makamından bir adım ileri geçecek olursak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ilahî hükümlerin beyan edicisi, semavî kanunların ve Kur’an ayetlerinin hedeflerinin açıklayıcısı olduğunu da açıkça görürüz.

Kur’an-ı Mecid aşağıdaki ayette Peygamber’i Semavî Kitabın yüce anlamlarını beyan edici olarak tanıtmaktadır: “Sana da, insanlara gönderileni beyan edesin diye Kur’an-i Kerim’i indirdik.”[85]

Ayet, “li-tubeyyine” (beyan edesin diye) lafzının da tanıklık ettiği üzere açık bir şekilde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), Kur’an ayetlerini tilavet etmenin yanı sıra ayetlerin anlam ve mefhumlarını da izah etmekle görevli olduğunu açıkça beyan etmektedir. Eğer Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) görevi sadece Kur’an ayetlerini okumak olsaydı “li-tubeyyine” lafzının yerine, “li-tukrie” veya “li-tutliye” diye buyururdu.

Evet Resulullah (s.a.a) Kur’an-ı Kerim’in hükmü gereğince Semavî Kitabın öğretmeni ve ilahî hikmete dayalı emirlerin öğreticisi idi. Nitekim Kur’an şöyle buyurmuştur: “Ders okumamış kimseler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.”[86]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) kendi hayatı döneminde bu iki makama (yöneticilik, hükümlerin icrası, irşat ve hükümlerin tebliği makamına) sahipti. Şüphesiz Peygamber vefat ettikten sonra da İslam toplumunun bu iki makamla ilgili işleri idare edebilecek birine ihtiyacı yine devam etmekteydi.

O halde şimdi de kimin bu iki makama özgü şartlara sahip olduğuna ve bu iki husustaki işleri idare edebileceğine kısaca bir bakalım:

Açıkça bilindiği üzere hükümleri beyan etmek, insanları Allah’ın helal ve haramlarını göstermek ve insanların ahlaki faziletler ve insani karakterler hususundan rehberlik atmak, tek bir ifadeyle dinî önderlik ve manevi işlerin idaresi, masumiyet, her türlü hata ve günahtan korunmuş olma ve geniş bir ilim sahibi olmanın ipoteğindedir. Zira insanların mutlak hakiminin söz ve davranışlarının, kendilerine hidayetçi ve kılavuz olacakları bir tarzda liderliği, mutlak bir iffet ve takva sahibi (ki bunu masumiyet olarak adlandırmakta), hakezâ geniş ve yaygın bir ilim sahip olmasını gerektirmektedir. Başka bir tabirle, İslam toplumunun lideri, dinin temel ve fer’î hükümlerini kamil bir şekilde bilmelidir. Aksi taktirde insanlar arasında mutlak bir önder ve ilahî bir yönetici olamaz. İleride de ispat edileceği üzere masumiyet olmaksızın mutlak bir liderlik asla gerçekleşemez.

Kura’n-ı Kerim Talut’un Allah tarafından yönetici olarak seçilmesinin sebebinin iki şey olduğunu beyan etmektedir:

1- İlim ve bilgi açısından üstünlük,

2- Cisim açısından güçlülük. Böylece lider bu güç sayesinde gece gündüz dur-durak bilmeden insanlar için çalışacak ve yöneticilik yükünü omuzlayacaktır. (Yöneticilerde bu son şartın varolmasının gereği tarih boyunca tecrübelerle sabit olmuştur. Öyle ki, bu iş bir deyim haline gelmiş ve şöyle denmiştir: “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.”

Şimdi de şu ayetin metnine teveccüh ediniz: “Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı.”[87]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bir grup asker ve komutanlarının arasında konuşarak onları Allah yolunda cihada davet ederek İslam toplumunu her yönüyle idare etmek hususundaki liyakat ve salahiyetini göstermek için yukarıda zikredilen ayeti delil olarak göstermiş ve şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Allah’ın peygambere indirdiği Kur’an’a uyunuz ve ondan öğüt alınız.” Kur’an-i Kerim’de de okuduğumuz üzere İsrailoğullarında bir grup Musa vefat ettikten sonra peygamberlerinden; Allah’tan kendilerine Allah yolunda cihat etmeleri için bir yönetici tayin etmesini istediler. Allah yönetici olarak onlar için Talut’u gönderdi. Ama İsrailoğulları bu yükün altına girmediler ve onun bu iş için liyâkati hakkında şüphe ve tereddüt içinde kaldılar. Allah, Peygamber’ine, onlara Talut’un ilim ve bedensel güç açısından üstün oluşu sebebiyle o makam seçildiğini söylemesini emretti.

Ey insanlar! Kur’an-i Kerim’in bu ayetlerinde sizler için ibret ve öğütler saklıdır. Allah cihad edebilecek bedensel bir güce ve ilime sahip olduğundan ve kendilerinden bu sebeple üstün olduğundan dolayı Talut’u onlara yönetici kıldı.[88]

İmam Hasan-i Mücteba (a.s) da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehli Beyti’nin (a.s) hilafet hususundaki liyakat ve salahiyetini ispat etmek için onların hükümler ve ümmetin ihtiyaçları hususundaki ilmine dayanarak şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Ümmetin önderleri biz Ehl-i Beyt’tendir. Bizden başka hiç kimse Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçme liyakatine sahip değildir. Allah, Kur’an, Peygamber’i (s.a.a) vesilesiyle bizleri bu makama lâyık görmüştür. Zira ilim ve bilgi bizim yanımızdadır. Biz kıyamet gününe kadar olabilecek her türlü olaydan ve hatta birinin bedeninde ortaya çıkan sıyrıktan bile haberdarız.[89]

Bu İki Makamı Birbirinden Ayırmak Doğru Değildir

Yöneticilik makamını manevi rehberlik makamından ayırmak bugünkü Ehl-i Sünnet alimlerinin düşüncesinin bir ürünü değildir. Bilakis çok eski bir geçmişse sahiptir.

Bunun açıklaması ise şudur: Sakife macerası sona erdi ve Ebu Bekir işlerin dizginlerini ele alarak yöneticilik makamını zahiri olarak işgal etti. Allah Resulü’nün ashabından bir grup, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) hilafet makamından alıkonmasına öfkelenerek rahatsız oldular. Zira henüz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Tebük savaşı[90] için Medine’den çıkarken, Gadir günü[91] ve hasta yatağında[92] söylemiş olduğu sözleri kulaklarında yankı yapıyordu.

Bu açıdan hiç bir kastı olmayan bir grup, hilafet makamının gasbedilmesine ve hem de rezil bir şekilde tertiplenerek işgal edilmesine öfkelenmiş ve kendilerini hiç bir tarafa bağlı görmeksizin halifenin yanına giderek onu Ali (a.s) hakkında soru yağmuruna tuttular. Halife ve kendisi ile aynı düşüncede olan kimseler verebilecekleri doğru dürüst bir cevap olmadığı için bu iki makamı ayırma silahına sarılarak şöyle demişlerdi: “Yöneticilik makamıyla manevî önderlik makamı asla bir araya toplanamaz.”

Allah Resulünün ashabından biri olan Bureyde bin Hasib Peygamber (s.a.a) vefat ettiğinde bir görevde idi. Peygamber vefat ettikten sonra Medine’ye geldi ve durumun değiştiğini gördü. Elinde bulundurduğu bayrağı Ali’nin (a.s) kapısının tam karşısına dikti ve kızgın bir halde mescide giderek halife ve onunla aynı düşüncede olan kimseyle tartışmaya başladı. Bureyde önce şöyle dedi: “Hatırlıyor musunuz Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir gün Ali’ye (a.s) müminlerin emiri ve reisi olarak selam vermemizi ve “Esselamu aleyke ya emire’l müminin” diye hitap etmemizi emretti.[93] Şimdi ne oldu da bu tavsiyeleri unuttunuz?! Halife Bureyde’ye cevap olarak, iki makamın ayrılması görüşüne sarıldı ve şöyle dedi: “Allah her gün bir işin ardından yeni bir iş yapmaktadır. Allah asla bir ailede nübüvveti (manevi rehberliği) ve yöneticiliği bir araya getirmez.”

Yani Ehl-i Beyt ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yakınları ya manevî önderliği ve ümmetin liderliğini kabullenerek ilahî şeriat ve hükümleri beyan etmeyi üstlenecek ya da Müslümanların siyasal liderliğini kabullenecektir. Bu iki makam asla bir araya gelmez.

Halifenin sözlerine biraz dikkat edecek olursak onun maksadının, bu iki makamın asla bir yerde mutlak bir şekilde bir araya gelmeyeceği anlamında olmadığını görürüz. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şahsen bu iki makama sahipti. Hem Müslümanların yöneticiliğini yapıyor ve hem de halkın manevi rehberliği makamında bulunuyordu. İslam’ın yüce Peygamber’inin (s.a.a) yanı sıra Hz. Süleyman gibi diğer bazı peygamberler de her iki makama sahip olmuşlardır.

O zaman halifenin maksadı şuydu: Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonra bu iki makam onun soyunda bir araya toplanamaz. Ama şüphesiz bu görüş de birinci görüş gibi temelsiz ve dayanaksız bir görüştür. Bu yüzden İmam Bakır (a.s) Sakife ashabının bu iki makamı ayırma teorisini nakledince bu teoriyi iptal etmek için de her iki makamın İbrahim’in oğullarında bir araya geldiğini ifade eden aşağıdaki ayeti delil olarak göstermiştir: “Yoksa Allah’ın bol nimetinden verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine Kitab ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik .”[94]

İmam Bâkır (a.s)bu ayeti okuduktan sonra da şöyle buyurdu: “Nasıl olur da onlar bu iki makamın İbrahim’in evlatlarında bir araya geldiğini itiraf ettikleri halde Muhammed’in soyunda bir araya gelmesini inkar ediyorlar?!”

Hıristiyanlık Rengi

Aslında bu iki makamı birbirinden ayırmak bu görüşün taraftarlarının diline düşen bir tür Hıristiyanlaşma olayıdır. Zira günümüzdeki tahrif edilmiş Hıristiyanlık dini şöyle demektedir: “Ben Sezar’ın hakkını Sezar’a vermekle görevliyim.” Oysa İslam’ın bütün kanunları; bütüncül bir düzeni maddî ve manevî çok boyutlu bir sistemi ortaya koymaktadır ve bu sistem insanlığın toplumsal, ahlakî, siyasî ve iktisadî alandaki tüm ihtiyaçlarını karşılayacak bir konumdadır.

İslam dininin tüm kanun ve hükümlerinin temelini İslam toplumunun işlerini idare etmekten ibaret olan insanî siyaset teşkil etmektedir. Dolayısıyla da manevi rehberlik makamını hakimiyet ve siyasî yöneticilikten ayırmak mümkün değildir.

Evet, İslam’da halk üzerinde hakimiyet ve yöneticilik bir hedef olarak düşünülmemiştir. İslami hakim bu makamı hakkı ihya etmek veya batılı yok etmek için kabul etmektedir.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) hükmetmeyi bir hedef olarak kabul eden, onu hakkı ihya vesilesi olarak düşünmeyen yöneticilikleri kınayarak şöyle buyurmuştur: “Sizler de biliyorsunuz ki şu dünyanızın değeri bir keçinin aksırığından daha değersizdir bence .”[95]

Geçmişte ve günümüzde bazı aydınlar Şii ve Sünni gruplarının birleşmesinin yegane yolunun bu iki makamı, halifeler ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyti arasında paylaştırmak olduğunu sanmışlardır. Hakimiyet ve yöneticiliği halifelere, manevî önderliği ise Ehl-i Beyt’e vererek bin dört yüz yıllık çatışmaya son vereceklerini, Müslümanları doğu ve batı Emperyalizmi karşısında birleştirebileceklerini ve güçlü kılabileceklerini sanmışlardır.

Ama bu düşünce de hatalıdır. Zira bu birliğin temelini bir tür Hıristiyanlaşma ve lâiklik kokan batıl düşünceler oluşturmaktadır. Neden biz Kur’an-i Kerim’in apaçık ayetlerine aykırı olarak bu iki makamı birbirinden ayıralım ve kurbanlık bir et gibi kendi aramızda paylaşalım?

Müslümanların arasında birlik ve beraberlik yaratmak için başka bir yol vardır ve o da bu iki grup arasındaki ortak yönlerdir. Çünkü hepsi bir tek kitaba, bir tek peygambere ve bir tek kıbleye uymaktadır. Bir çok temel ve fer’î konularda söz ve görüş birliği içindedirler. Başka konulardaki ihtilaflar karşılıklı saflaşma, savaş ve kan dökme nedeni olmamalıdır. Elbette birlik ve siyasî danışmayı koruyarak, her grup mutlak bir özgürlük içinde doğru bir mantıkla inançlarını savunmalıdır ve aynı zamanda kendi inançlarının sınırlarını korumakla birlikte ortak düşmana (sömürgecilere ve Siyonizm’e) karşı Müslümanların birlik ve beraberliğinin gereğini de unutmamalıdır.

ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Halifelerin İlahî Hükümlerden Haberdar Olmayışı

Önceki konularda da ispat edildiği üzere kapsamlı dinî bir önderlik, temel ve fer’î hükümler hakkında genel bir ilmin ve İslam toplumunun tüm ihtiyaçları hakkında tam bir bilinç sahibi olmanın ipoteğindedir. Böyle mükemmel bir bilinç olmaksızın dini önderlik mümkün değildir.

Zira insanın yaratılışının hedefi sadece semavî şeriatlerle amel etme sayesinde tekamülden başka bir şey değildir. Peygamberleri göndermek ve kanunları yasamaktan maksat da beşeri, sapıklık ve yanlışlıktan alıkoymak ve ona fazilet ve kemal yolunu göstermekten başka bir şey değildir.

Semavî kanunlarla amel sayesinde tekamül etmek, insanların tüm hüküm ve teklifleri kolayca elde edilebilecek bir konumda olmaları durumunda mümkündür. Böylece tekamül yolunu arayanlar için mazeret kapısı kapanacak veya önündeki engeller tümüyle ortadan kaldırılacaktır.

İnsanın tüm hükümleri kolayca elde edebilmesi ise peygamberden (s.a.a) sonra Müslümanlar arasında toplumun dinî ihtiyaçlarından haberdar olan ve böylece onlara gelişimi ve doğru yolu gösteren bir şahsın varlığını ve yaratılışın hedefinin gerçekleşmesi hususunda hiç bir duraklamanın olmamasını gerektirmektedir.

Üç halifenin hayatı incelendiği taktirde açıkça görüleceği gibi onlardan hiç birisi böyle bir makam ve mevkiye sahip değillerdi. İnsanların dinî ihtiyaç ve hükümler babında bilgileri oldukça azdı.

Kur’an-ı Mecid’den sonra İslam toplumunun yegane tekamül yolu, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) itibar ve hüccet oluşları tüm Müslümanlar nezdinde kesin bir şeklide kabul gören hadis ve sünnetleri hakkında bilgi ve bilinç sahibi olmaktır. Nitekim Kur’an da bir çok ayetlerinde açık bir şekilde bu sünnet ve hadislere uymanın gerekliliğini açıkça beyan etmiştir: “Peygamber size neyi verirse o halde alın ve neden de sakındırırsa o halde sakının.”

Ama söz konusu halifelerin İslami emirler hakkındaki bilgileri kayda değer bir ölçüde değildi. Onlar bu nakıs ve eksik bilgileriyle insanlık kervanını, İslam’ın emirleriyle amel sayesinde, ulaşılması mümkün olan kemal zirvesine ulaştıramazlar.

Ahmed bin Hanbel’in “Müsned” adlı kitabında Ebu Bekir’den naklettiği rivayetler seksenden fazla değildir.[96] Celaluddin Siyutî ise sadece onları yüz dörde ulaştırmıştır.[97] Sonunda Ebu Bekir’den bize ulaşan hadislerin sayısı sadece yüz kırk ikiyi bulmuştur.[98]

Üstelik bu hadislerden bazısı sadece kendisinden nakledilen bir söz konumundadır. Örneğin hadis olarak ondan nakledilen bu 142 hadisten biri şöyledir: “Şüphesiz Allah Resulü, Ebu Cehil’e kurban hediye etti.” Ayrıca ondan nakledilen bazı hadisler de akıl ve Semavî Kitaba aykırıdır. Örneğin şu iki hadise dikkat ediniz:

1- “Şüphesiz canlıların ölülere ağlamasıyla onlara kaynar sular dökülür.”

Bu rivayetin anlamı şu açılardan reddedilmiştir:

a- Ölü hakkında makul bir ağlama insani duyguların nişanesidir ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu yüzden evladı İbrahim’in ölümünde şiddetle gözyaşı dökmüş ve şöyle buyurmuştur: “Ey İbrahim! Senin için elimizden hiç bir şey gelmez. İlahî taktir de geri dönemez. Babanın gözleri senin ölümüne ağlamakta ve kalbine hüzün ve gam dolmaktadır. Ama asla Allah’ı gazaplandıracak bir söz söylemeyeceğim.”[99]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Cafer bin Ebu Talib’in Mute savaşında şehit olduğundan haberdar olunca şiddetli bir şekilde ağladı ve gözyaşı taneleri sakalından aşağı döküldü.[100]

b- Böyle bir ağlama farzen doğru olmasa bile neden kişisel bir amelle başka birisi azap görsün. “Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz.”[101] Peygamber nasıl olurda Ebu Bekir’in naklettiğine göre “Bir kişinin ağlamasıyla sığınaksız ölü azap görür” diye buyurmuş olabilir?!

2- “Şüphesiz benim ümmetim için cehennemin sıcaklığı hamamın sıcaklığı gibidir.”

Bu söz de günahkârların küstahlaşmasına sebep olmasıyla birlikte Kur’an-ı Kerim’de cehennem hakkında nakledilen naslarla (Nitekim cehennem ateşinin yakıtı taşlar ve insanlardır, dağları andıran yakıcı alevleri uyanık kalpleri ezmektedir) tamamen muhalefet içindedir.

Evet, görüldüğü gibi Ebu Bekir’den nakledilen bazı rivayetler ya onun sıradan sözleridir ya da akıl ve Semavî Kitab’ın anlamına aykırıdır ve hadis olarak adlandırılabilecek sözleri çok azdır.

Şüphesiz bir birey bu naçiz ilmiyle İslam toplumunun kemale doğru yönlendirip ümmetin ihtiyaçlarını bertaraf kılamaz.

Halifenin kendisi de sözlerinin birinde kendi ilmi seviyesini ifşa etmiş ve şöyle demiştir: “İşlerinizin dizginleri benim elime verilmiştir. Oysa ben sizlerin en hayırlınız değilim. Eğer benim hak üzere olduğumu görürseniz bana yardım ediniz, eğer batıl üzere olduğumu görürseniz karşımda durup yaptıklarıma engel olunuz.”[102]

İslam toplumunun adım adım takip etmesi gereken dinî önderlik ve rehberlik makamı, bu gibi konularda ümmetten yardım almamalı ve ümmetin elinden tutup onu yaratılış hedefine sevk edeceği yerde ümmetten elinden tutmasını ve yanlışlıklarını düzeltmesini istememelidir.

Birinci Halifenin Bilgisizliğinin Örnekleri

Burada halifenin bilgi düzeyini gösteren bir takım örnekler aktarmak istiyoruz. Bu örnekler halifenin dinî meseleler hakkındaki bilgisini apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu örnekler halifenin, karşı karşıya kaldığı bir çok konuların cevabını bilmediğini göstermektedir

1- Büyük annenin miras meselesi de halifenin haberdar olmadığı, ama toplumun karşı karşıya kaldığı sorunlardan biriydi. Halife, torunu ölen ve kendisine bu konuda Allah’ın hükmünü soran yaşlı bir kadına şöyle dedi: “Allah’ın kitabında ve Resul-i Ekrem’in (s.a.a) sözlerinde bu konuda hiç bir şey yer almamıştır.” Daha sonra da o kadına şöyle dedi: “Sen git ben bu durumu Allah Resulü’nün ashabından sorar ve onların bu konuda Peygamberden bir şey işitip işitmediğini öğrenirim.” Orda hazır bulunan Muğire bin Şu’be şöyle dedi: “Ben Peygamber-i Ekrem’in huzurundayken o büyük anne için mirasın üçte birini takdim etti.”[103]

Halifenin bu konudaki bilgisizliği değil, asıl onun Muğire gibi kötü ve günahkâr birine müracaat edip ilahî hükmü ondan öğrenmesidir ilginç olan.

2- Hırsızın birini halifenin huzuruna getirdiler. Bu hırsızın bir eli ve bir ayağı kesilmişti. Bunun üzerine halife onun ayağının kesilmesini emretti; ama daha sonra ikinci halifenin, “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu konudaki hükmü elin kesilmesidir” şeklindeki işaretiyle kendi görüşünden vazgeçti ve ikinci halifenin görüşüne uydu.[104]

Bu iki örnek halifenin İslam fıkhı hakkındaki çok sınırlı bilgisini gözler önüne sermektedir. Şüphesiz bu az bilgi ve Muğire ve benzeri kimselere müracaatla hiç bir zaman temeli, İslam’ın emir ve hükümlerinden haberdar olmaya dayanan manevî önderlik makamı idare edilemez.

İkinci Halifenin Bilgi Düzeyi

Ömer’in Hz. Peygamberden naklettiği rivayetler elliden fazla değildir. Aşağıdaki olay ikinci halifenin de fıkhi bilgisinin azlığını açıkla ortaya koymaktadır. Rivayetlerde şöyle yer almaktadır:

1- Bir adam Ömer’e gelerek, “Ben cünüp oldum ve su bulamadım; benim görevim nedir?” diye sordu. Ömer ona cevap olarak, “Senden namaz kalkmıştır” (Namaz kılman gerekmez) dedi. Ne mutlu ki o sırada Ammar da o toplantıda hazır bulunuyordu. Ammar ona yönelerek şöyle dedi: “Hatırlıyor musun, ben ve sen bir savaşta cünüp olduk ve su bulamadık. Ben kendimi toprağa sürerek namaz kıldım. Sen ise namaz kılmadın. Bu olayı Peygamber’e (s.a.a) aktarınca şöyle buyurdu: “Ellerini yere vurup yüzüne ve ellerine sürmen yeterliydi.”

Halife Ammar’a dönerek şöyle dedi: “Allah’tan kork (yani bu konuyu nakletme).” Bunun üzerine Ammar şöyle dedi: “Eğer sen istemiyorsan ben bu hadisi nakletmekten sakınırım.”[105]

Bu olay Ehl-i Sünnet’in kitaplarında farklı şekillerde nakledilmiştir. Hepsi de ikinci halifenin su elde edemeyen cünüplü kimse hakkında ilahî hüküm hususunda fazla bir bilgi sahibi olmadığını göstermektedir.

Kur’an-ı Mecid iki surede (Nisa Suresi 43. ayeti ile Maide Suresi 6. ayet) böyle bir şahsın görevini beyan etmiştir. Adeta halife bu iki ayeti hiç duymamış gibiydi!

On iki yıllık çaba ve gayretten sonra Bakara Suresini daha yeni öğrenen ve bunun şükrü olarak kurban kesen[106] bir şahıs nasıl olur da kolay bir şekilde bu tür ayetlerden haberdar olabilir?!

2- Namazın şüpheli hükümleri her Müslüman’ın karşı karşıya bulunduğu meselelerdendir. Bu hükümleri bilmeyen dindar kimse çok azdır. Şimdi halifenin bu konudaki ilminin ne kadar olduğuna bir bakalım:

İbn-i Abbas şöyle diyor: “Bir gün Ömer bana şunu sordu: “Eğer birisi namazın rekatları hususunda şüphe ederse onun görevi nedir?” İbn-i Abbas halifenin sorusuna cevap olarak şöyle dedi: “Ben de olayın hükmünden haberdar değilim.” Bu esnada Abdurrahman bin Avf geldi ve Allah Resulü’nden (s.a.a) bir hadis nakletti.”[107]

İbn-i Abbas’ın bu konuda verdiği cevap belki de ciddi bir cevap değildi. Eğer ciddi olduğunu varsaysak bile halifenin böyle bir konu hakkındaki hükmü bilmemesi gerçekten de çok ilginçtir.

3- Kadınların mehrinin dört yüz dirhemden fazla olmaması müstahaptır. Öyle ki rivayetler dilinde ve fakihlerin örfünde buna "mihr'üs sünnet" (sünnet olan mehir) denmektedir. Ama buna rağmen bir insan eşinin rızasını elde etmek için mehrini yüksek tutabilir.

Bir gün halife minberin üzerinde mehirin artışını eleştirdi ve sonunda mehir artışının yasakladığını ilan ederek şiddetli bir şekilde fazla mihire muhalif olduğunu bildirdi. Minberden aşağı inince bir kadın onun önünü kesti ve şöyle dedi: “Neden kadınların mehrinin artışını yasakladın? Allah-u Teala Kur’an-i Kerim’de şöyle buyurmuyor mu: “Eğer kadınlardan birine çok mal verirseniz sakıncası yoktur.”[108]

 

Back Index Next