0-5  5-50  50-95  95-140  140-175  175-215  215-255   255-300  300-340  340-380  380-415  415-445

NAMAZI BOZAN ŞEYLER

Ehl-i Beyt mektebi ve Oniki İmâm (a.s) yoluna göre namazı bozan şeyler onikidir:

1-Namaz hâlindeyken namazın şartlarından birinin yok olması: Meselâ; namazda iken namaza durulan mekan, üzerindeki elbise vs. nin gasp edilmiş olduğunun anlaşılması, abdestsiz olduğunun hatırlanması vb. gibi.

2-Namazda iken kasıtlı veya kasıtsız abdest yada guslü bozan her hangi bir durumun ortaya çıkması. İdrârını, büyük abdestini vs. tutamamak gibi özel hallerde ise konu ile ilgili fıkıh hükümlerine göre amel edilir.

3-Namazda elleri birbiri üzerine koymak, göbek, göğüs vs. üzerinde bağlamak, üst üste koymak. Bilindiği üzere Ehl-i Beyt fıkhında, namazda iken eller hiç bir surette bağlanmaz, esas duruş vaziyetinde yanlara salınır.

4-Namazda iken okunan “Fâtiha sûresi” nden sonra “Âmin” demek.

5-Namaz halindeyken kasten veya unutkanlıkla arkasını kıbleye dönmek, sağ yada sol tarafını kıbleye çevirmek veya yüzünü “Kıbleye dönük değildir.” denilecek miktarda kıbleden başka yöne çevirmek.

6-Namazda kasten konuşmak, anlamı olsun veya olmasın bir yada daha fazla kelime söylemek.

7-Namazda sesli olarak veya kahkahayla gülmek. Gülümsemek her ne kadar namazı bozmaz ise de namaz âdâbına uygun değildir.

8-Namazda iken dünyâ işleri için sesli olarak ağlamak. Sessiz bir şekilde ağlamak namazı bozmaz ise de güzel bir davranış değildir. Ancak Allâh korkusundan, Allâh aşkından, âhiretteki halini düşünmekten dolayı sesli veya sessiz ağlamak namazı bozmadığı gibi en üstün amellerdendir. Zîrâ Resûlullâh’ın (a.s) ve Oniki İmâm’ların (a.s) namazda özellikle de secde hâlinde iken ilâhî aşk ile nasıl göz yaşları döktükleri hepimizin malûmudur. Ve onlar bizlere en güzel örnektirler.

9-Namazda iken el vurmak, hoplamak, zıplamak gibi namazın şeklini bozan hal ve hareketler.

10-Namazda iken yemek, içmek.

11-İki veya üç rekatlı namazların rekatlarında, dört rekatlı namazların ilk iki rekatlarında şüpheye düşmek.

12-Namazın rükun denilen kısımlarından her hangi birini kasten veya unutkanlıkla, rükun olmayan kısımlarından da her hangi birini kasten eksik veya fazla yapmak.

Namazın farzları olarak saydığımız amellerden aşağıdaki beşi rükun olan kısmıdır;

Niyet

İftitâh tekbîri

İftitah tekbîri alındığı andaki kıyâm ile ilk rükûdan önceki kıyâm

Rükûlar

İki secde (Her rekatta)

NAMAZDAN HANGİ HALLERDE ÇIKILABİLİR?

Başlanmış bir namaz, hiç bir sebep yokken zevk için bozulamaz. Bu, harâm olan bir davranıştır. Yalnız; malı korumak, canı korumak ve önemli olan her hangi bir şeye zarar gelmesini önlemek amacıyla namaz bozulabilir. Yine, namazın vaktinin geniş olduğu bir durumda, namaz halinde iken alacaklının alacağını istemesi halinde ve borcunu vs. ödemek gibi durumlarda namaz bozulabilir, şartlara göre mutlaka bozulması da gerekebilir... Daha sonra yeni baştan, vaktin namazı kılınır.

Namazda kalpten-gönülden Allâh’a râbıta, bağlılık gerektiği gibi, zâhirî hal ve davranışların da Allâh’ın ve O’nun sevgili Resûlü Hz. Muhammed Mustafâ’mızın (a.s) belirttiği şekillerde olması gerekir. Namaz da iken sebepsiz yere saç, sakal, bıyık, elbise, secde mahalli vs. ile oynamak-ilgilenmek namazdaki dikkati ve samimiyeti giderecek hareketlerde bulunmak uygun bir davranış değildir.

NAMAZ KILARKEN OLUŞAN ŞÜPHELER

“İnsan, nisyan ile malûldur.” sözü ne kadar da mânidâr. Özel ilâhî koruma altında olmayan biz insanların en belirgin özelliklerinden birisi de, hiç şüphesiz ki unutkanlıktır.

Unutkanlık veya bir konudaki tereddütlerimiz, günlük yaşamımızdaki olağan işlerde vâki olduğu gibi, ibâdetlerimizde de ortaya çıkmaktadır. Bu unutkanlık ve tereddütlerin oluşmasında bir çok etkenler söz konusudur. Bu etkenlerden bazıları; günahlarımızın yoğunluğu, ilgi alanlarımızın çokluğu, yapmakta olduğumuz işlere ve ibadetlerimize gereken aşk, şevk ve istekle sarılamamamız... vs. dir.

Başta Ulu önderimiz, Peygamber efendimiz (a.s) ve bütün Peygamberlerle (a.s) Ehl-i Beyt’in diğer Masûm zâtları (a.s), anladığımız mânâda bir unutkanlık ve şüphelerden berîdirler. Onlar ki ibâdete koyulurken aşk-ı ilâhîden kendilerinden geçiyorlardı. Hattâ, namaz ibâdetinin öncülü durumunda olan abdesti alırken bile, o gül benizleri bir sonbahar yaprağı misâli sararıyor, o yüce dîvâna, o kişisel küçük mirâca çıkmanın heyecânı tüm benliklerini sarıyor ve dünyadan kopuyorlardı. Hal böyle iken, nasıl olur da Onlar (a.s) bizim gibi kalbi manen ölme noktasına gelmiş, bütün vücuduna ve hislerine gaflet perdesi çekilmiş, günahlar ile yoğrulmuş kimselerin unutkanlığı ve şüphesi gibi bir şüphe ve tereddüde düşebilirler.

Onların (a.s), namazda dûçâr oldukları şüpheler ve yanılmalar ile ilgili bize ulaşan rivâyetlere gelince, deriz ki;

O kudsî zâtlar (a.s) ibâdetlerin yapılması noktasında insanlığa örnektirler. Dolayısıyla, bizlerin karşılaşacağı unutkanlık ve şüphe hallerinde, neler yapmamız gerektiğini uygulamaları ile bize öğretmişlerdir. Öyle ki, bizler hatalarımızı telâfî etme yol ve erkânını öğrenmiş olalım.[1]

Sözümüzü, yüce Rabbimizin bizlere öğrettiği bir duâ ve niyaz ile noktalıyor, ve O’ndan yardım diliyoruz.

“... Ey Rabbimiz! Unutur, yahut yanılırsak bizi sorumlu tutma! ...” [Bakara (2): 286]

Namaz kılarken oluşan şüphelerin bir çok kısımları vardır. Bunlardan namazı bozan şüpheler şunlardır:

1.Sabah namazı ve seferdeki namazlar gibi iki rekatlı namazların rekat sayısında şüphe etmek. Ancak, iki rekatlı sünnet namazlarındaki şüpheler namazı bozmaz.

2.Üç rekatlı namazların rekat sayısında şüphe etmek.

3.Dört rekatlı namazlarda bir rekat mı yoksa daha fazlamı kılındığı hakkında şüphe etmek.

4.Dört rekatlı bir namazda ikinci rekatın ikinci secdesini tamamlamadan önce, iki rekat mı yoksa daha fazla mı kılındığı konusunda şüphe etmek.

5.Kaç rekat kıldığını bilmeyip, namazın bütün rekatlarında şüphe etmek.

Yukarıdaki belirtilen hallerde namaz da iken şüpheye düşen bir kimse, hemen namazını bozmamalıdır. Namazını fesâda uğratmayacak bir şekilde şüphesini gidermeye ve kıldığı rekatları hatırlamaya çalışmalıdır. Bu mümkün olmaz da şüphe giderilemez ise, hangi durumda olunursa olunsun namazdan çıkış selâmı verilerek namaz bozulur ve yeni baştan namaza başlanır.

NAMAZDA DİKKATE ALINMAMASI GEREKEN ŞÜPHELER

1. Yerine getirilme zamanı ve mahalli geçmiş amellerdeki şüpheler. Meselâ; rükûya vardıktan sonra Fâtiha’yı okuyup okumadığından şüphe etmek gibi.

2. Selâm verdikten sonra namazda her hangi bir ameli yapıp yapmadığı konusunda oluşan şüpheler.

3. Namaz vakti çıktıktan sonra, namaz kılıp kılmadığı ile ilgili ortaya çıkan şüphe.

4. Bir namazda üç defa veya peş peşe gelen üç namazda (Sabah, öğle, ikindi namazları gibi.) şüphe ederek “çok şüphe eden”  ismi kendisine uygun görülen bir kimsenin şüpheleri.

5. Sünnet namazlarındaki şüpheler.

Kılınan namazlarda dikkate alınacak şüpheler ve bunlarla ilgili geniş hükümler, daha ayrıntılı bir şekilde kaleme alınmış Ehl-i Beyt yolu İlmihallerinde mevcuttur. O kıymetli eserlere baş vurularakkonular hakkında daha geniş bilgiler edinilebilir.

SEHİV (YANILMA) SECDESİ VE BU SECDEYİ GEREKTİREN HALLER

Namazda iken insan bazen öyle dalgın bir halde oluyor ki, o hallerde namazın tamâmına zarar vermeyen ancak, fazilet ve sevâbında eksiklik ve bizde kusur sayılacak bir takım ameller sergileyebiliyor. İşte bu hallere hem Resûl-ü Ekrem (a.s) dilinde ve hem de Ehl-i Beyt’in (a.s) diğer Zât-ı Muhteremleri (a.s) dilinde “Sehiv hâli” denilir. Ve bu sehvin (yanılgının) giderilerek, namazın tamamlanması için “sehiv secdesi=Yanılgı secdesi” denilen bir amel yapılır. Sehiv secdesinin yapılmasını gerekli kılan haller şunlardır ve belirtilen durumlarda sehiv secdesi yapmak farzdır:

Namazda dalgınlıkla konuşmak.

Zamansız namazın selâmını vermek. Meselâ; son rekatı kıldığını ve son teşehhüde oturduğunu sanıp, ilk teşehhüdden sonra selâm cümlesini okumak.

Teşehhüdün tümünü veya bir kısmını unutmak veya secdeyi unutmak.

Namazın dört rekat mı, beş rekat mı kıldığı konusunda şek ve şüphe etmek.

Oturulması gereken zamanda yanlışlıkla kıyâma kalkmak, yada tersini yapmak.

SEHİV SECDESİ NASIL YAPILIR?

Namazın selâmı verildikten sonra beden Kıbleden her hangi bir tarafa çevrilmeden veya namaz kılmaya engel olacak bir durum ortaya çıkmadan, kalbden sehiv secdesine niyet edilir. Alın, üzerine secde edilmesi uygun olan bir şey üstüne konulur ve şu zikir okunur: “Bismillâhi ve billâhi esselâmu aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtüh.”[2] Sonra, secdeden kalkılarak oturulur. İkinci defa secdeye gidilir. Ve yine bu zikir okunur. Secdeden kalkılır oturarak teşehhüd okunur ve selâm verilerek iki secdeden ibâret olan sehiv secdesi yerine getirilmiş olur.

Namazdan her hangi bir secdeyi veya bir kaç secdeyiterk ettiğini ya da teşehhüdü okumadığını namazdan çıktıktan sonra hatırlayan bir kimse, henüz yönünü kıbleden çevirmemiş veya namaza mâni bir hal ile -Meselâ; abdestinin kaçması gibi- hallenmemiş ise, önce unutmuş olduğu secde ve teşehhüdüne kalbden niyet ederek onların kazasını yapar. Sonra da sehiv secdesini yerine getirir.

SEFER (YOLCU) NAMAZI

İlâhî bir kolaylık ve hediye olarak, Peygamber efendimiz tarafından ümmetine beyân edilen, yolculukta namazların kısaltılması belli şartlar dâhilinde mümkündür.

Günlük beş vakit olarak kılınan farz namazlardan, sabah ve akşam namazlarında her hangi bir kısaltma yapılmazken, yalnızca; öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları şartlar uygun ise kısaltılarak ikişer rekat olarak kılınırlar.

Ehl-i Beyt erkânına göre, şartları uygun düşen yolculuk durumlarında belirtilen namazların kısaltılması ruhsat (kısaltılsa da olur, kısaltılmasa da olur şeklinde.) değil mutlaka gereklidir. Öylesi durumlarda namazı tam kılmak ibâdeti geçersiz kılar ki, “seferde bile-bile namazları kısaltmadan kılmak, hazarda (yolcu olunmayan normal hallerde) namazı kısaltmak gibidir.” buyrulmuştur.[3]  

Bir kimsenin namazlarını ikişer rekat olarak kılabilmesi için gerekli olan şartlar şunlardır:

BİRİNCİ ŞART: İkâmet edilen yerin (şehir, köy vs.) çevresindeki surlardan ya da en son evinden başlamak üzere, gidiş-geliş toplam yaklaşık olarak (48) kırksekiz kilometre olacak bir yolculuğa çıkılmış olmalıdır.

İKİNCİ ŞART: Yolculuğun başlangıcından itibâren niyet (kasıt) belirtilen mesâfe için olmalıdır.

ÜÇÜNCÜ ŞART: Yolda, gidilecek mesâfe ile ilgili niyetten dönülmemeli, şüphe ve tereddüde düşülmemelidir.

DÖRDÜNCÜ ŞART: Belirtilen mesâfeye ulaşmadan, ikâmet ettiği vatanından geçmek yada on gün veya daha fazla bir yerde kalmak niyeti olmamalıdır.

BEŞİNCİ ŞART: Yolculuk harâm bir iş için olmamalıdır.

ALTINCI ŞART: Yolculuğa çıkan kimse, sürekli yer değiştiren veya göçebe hayatı yaşayanlardan olmamalıdır.

YEDİNCİ ŞART: Şoför, sürekli zamanı yollarda geçen, işi yollarda olan bir kimse olmamalıdır. Bu durumda olan kimseler yalnızca ilk yolculuklarında namazlarını diğer şartlar uygun ise seferi olarak kılarlar.

SEKİZİNCİ ŞART: Ruhsat haddine ulaşmış olmalıdır. Yani; İkâmet edilen vatandan, şehrin duvarlarının görülemeyeceği veya ezan seslerinin işitilemeyeceği bir mesâfe uzaklaşılmış olunmalıdır.

Kişinin kendi ikâmeti ve yaşaması için seçtiği yer onun vatanıdır. İster orda dünyâya gelmiş ve anne-babasının vatanı olsun, isterse kendisi orayı ikâmet etmek veya yaşamak için seçmiş olsun fark etmez.

Bir kimse iki yerde yaşamını sürdürüyorsa (Mesela; altı ay bir şehirde ve altı ay da başka bir yerde kalıyorsa) her iki yer de onun vatanı sayılır.

Bir kimse belirtilen mesâfe miktarıikamet ettiği bir yerden uzaklaştığında, gitmiş olduğu yerde on günden az kalacağı taktirde namazlarını kısaltır ve seferî olarak kılar. Ancak on gün veya daha fazla kalacak ise o taktirde namazlarını tam kılar. Yalnız, gittiği yerden on günden az kalacağını zanneden kimse bugün-yarın dönerim zannı ile otuz gün de kalmış olsa o zaman zarfında namazlarını seferî olarak kılmaya devam eder. Otuzuncu günden itibâren de namazlarını tam kılmaya başlar.

Yolcu olan bir kimse belirtilen şartlarla farz olan namazlarda kısaltmaya gitmekle birlikte, dilerse vakit namazlarının sünnetlerini tam olarak kılar, dilerse terk eder. Herkes bu konudaki tutumunu içinde bulunmuş olduğu hâl ve gidişâta göre ayarlar.

KAZA NAMAZI

İçinde bulunduğumuz şartların olumsuzluğundan, şahsî zaaf ve gevşekliğimizden, îmânımızın yakîn mertebesinde olmayışından, uzun emel ile yaşayıp zamanımızı hakkıyla kulluk şuurunda geçiremeyişimizden, hevâ, heves ve arzularımıza bazı yönlerden teslim olmamızdan, îmân ve ibâdet noktasında yeterli eğitim ve öğretimi alamayışımızdan vb. onlarca sebeplerden ötürü zaman olur ki üzerimize farz olan günlük namazlarımızı yıllarca kılamamış, kimi zaman kılmış, kimi zaman ara vermiş, sürekli kıldığımızda da uyku, gaflet, unutkanlık gibi sebeplerle bazen kaçırmış olabilmekteyiz.

Bütün bu durumlarda ne yapacağız? “Nasıl olsa şu kadar zaman namazlarımızı, farz olan bir takım ibadetlerimizi terk ettik, artık bizim için kurtuluş mümkün değil, battı balık yan gider” diyerek hepten ümitsiz olup boş mu vereceğiz? Yanlışlarımızı ve eksikliklerimizi telâfî etme yoluna gitmeyecek miyiz?

İslâm; umutsuzluk aşılayan bir din değildir. Nasıl ki hiç bir amel ve güzel taatta bulunmadan Allâh’ın azâbından emîn olmak mümine yakışmıyor ise, günahlara bir zaman ısrar etmiş olmakla da tamâmen umutsuzluğa kapılınmaz.

İmâm Ali’nin (a.s) deyimiyle “Amelsiz olarak cenneti-Allâh rızâsını dileyen, yaysız ok atmak isteyen kimseye benzer.”[4]

Mümin o kimsedir ki; hatasında ısrar etmez, bütün bir ömrü gaflet ve dalâlette geçirmez, yanlıştan her ne zaman olursa olsun dönmeyi fazilet bilir. Hakka tâbî olup dönüş yaptıktan sonra geçmiş günahlarına karşılık olmak üzere iyiliklerini ve ibâdetlerini bir o kadar daha dikkat ve itina ile yapar, Allâh’ın rahmetinden ümidini kesmez. Zîrâ bilir ki, gerçekten ve eski günahlarına yeniden dönmemek şartıyla yaptığıtevbe ile günahlardan uzaklaşır ve inşâallâh affa ulaşır. Ve yine bilir ki;Allâh’ın rahmeti yerleri ve gökleri kaplamıştır. Yeter ki biz O’na dönmesini bilelim, tekrar-tekrar aynı hatalara gitmeyelim, tevbeyi oyuncak hâline getirip de şeytânın oyuncağı olmayalım.

Sebep her ne olursa olsun, vaktinde yerine getirilemeyen bir ibâdet kazâya kalmış olur. Müslüman, kazaya da kalsa ibâdetlerini yerine getirmeli Allâh ile olan bağını asla koparmamalıdır.

Bir kimse uyku ve benzeri bir sebeple kılamadığı namazlarını kaza etmelidir. Bir kadın hayız (âdet) ve nifas (lohusa) halinde iken kılmamış olduğu namazları kazâ etmez. Ramazân-ı Şerîf orucunu ise kazâ eder.

Üzerinde kazâ namazı olan bir kimse, onu yerine getirmede gevşek davranmamalı, ama hemencecik yerine getirmesi de farz değildir.

Ehl-i Beyt’in dosdoğru yoluna göre, üzerinde kazâ namazı bulunan bir kimse nâfile-sünnet namaz kılabilir. Ancak kazâya kalmış namazlarını da kılması daha faziletlidir. Ve kazâ namazları cemaat ile de kılınabilir.

CEMAAT NAMAZI

Namazların cemaatle kılınması hem Peygamber efendimiz (a.s) ve hem de diğer Masumlar (a.s) tarafından kuvvetle tavsiye edilmiş bir sünnettir. Güvenilir rivâyetlerde bize ulaştığına göre yalnız başına namaz kılmaya karşın cemaatle namaz kılmanın kat-kat sevabı ve hikmeti vardır.

Namazın cemaatle kılınması ferdî olarak sevâbın arttırılmasına vesîle olduğu gibi, Müslüman’lar arasındaki birlik, beraberlik, dostluk ve muhabbetin, dayanışmanın artmasını da temîn eder. Cemaata katılan fertler birbirlerinin hal-hatırını sorarak mümin kardeşinin derdi ile dertlenir, hal çareleri ararlar. Böylece toplumsal barış ve sevginin oluşmasında ve kökleşmesinde cemaat olmanın büyük etkileri görülür.

Günümüzde, geleneksel olarak namaz kılan, camiye, cemaate(!) niçin gittiğinin şuurunda olmayan ve safa durduğunda kiminle omuz omuza verdiğini fark etmeyen, İmâmdan habersiz, cemaattan habersiz, hepsinden de önemlisi kendinden habersiz kimselere bakarak cemaat olmanın, cemaatle namaz kılmanın etkisiz bir amel olduğu sanılmamalı ve cemaat olayı yanlış değerlendirilmemelidir. Çünkü, Saâdet Asrında cemaat olmanın netür bir fonksiyonunun olduğu herkesçe malûm ve târîhen sâbittir.

Ehl-i Beyt (a.s) anlayışına, İmâm Cafer Sâdık (a.s) erkânına göre ancak farz namazlar ile yağmur yağmadığı dönemlerde kılınan “istiskâ namazı” (Yağmur dileme namazı) cemaatle kılınabilir. Diğer her hangi bir sünnet namaz cemaatle kılınamaz.

Cemaat namazı ile ilgili bazı hükümler;

Cemaatle kılınan namazda, İmâmın durduğu yer cemaatın bulunduğu yerden yüksek olmamalıdır.

Cemaat İmâmdan önde olmamalıdır.

Namazda İmâm ile İmâma uyan arasında perde gibi arka tarafı göstermeyen bir engel bulunmamalıdır. İmâma uyan bayan ise bu durumda sakıncası yoktur.

Cemaat İmâmı, bâliğ (erginlik çağına gelmiş), âdil, helalzâde (anası-babası belli, soyu-sopu temiz), namazı sahîh ve düzgün bir kırâat(okuma) ile kıldırabilen, Oniki İmâm’lara (a.s) düşmanlığı olmayan birisi ve erkek olmalıdır.

Ayakta namaz kılan bir kimse, oturarak veya yatarak namaz kılana, oturarak namaz kılanda yatarak namaz kılana uyamaz.

Namaza başlamış olan bir cemaata sonradan yetişen bir kimse, İmâm ve cemaat rükûya varmış ancak henüz rükûdan doğrulmamışlarsa namaza giriş tekbîri alır ve rükûya varır. Bu takdirde kılınan rekata yetişilmiş olur. Rükûdan kalkıldıktan sonra cemaata dâhil olmuş ise, kılamamış olduğu rekatları İmâm selâm verdikten sonra ayağa kalkarak kılar ve namazını tamamlar.

İmâma uyan kimse Fâtiha ve sure dışında bütün zikir ve tesbihleri kendisi okumalıdır.

İmâma uyan kimse, namaza giriş tekbîrini İmâmın tekbirinden sonra almalıdır. Aksi halde namazı geçersiz-bâtıl olur.

İmâma uyan bir kimse, her hangi bir sebeple son teşehhüdde İmâmdan önce selâm verir ve namazdan çıkarsa namazı sahîhtir-geçerlidir.

İmâma uymuş olan bir kimse, yanlışlıkla İmâmdan önce başını rükudan kaldırırsa, İmâm hâlâ rükûda ise hemen rükuya dönüp İmâmla birlikte doğrulmalıdır.

Yanlışlıkla, İmâmdan önce başını secdeden kaldırmış olan bir kimse, İmâmın secdede olduğunu anlarsa secdesine geri dönmeli, İmâmla birlikte secdeden doğrulmalıdır.

Cemaatın, namaz kılmak için kâmet getirilirken “Kad kâmetis salâh” cümlesinin okunması ile ayağa kalkarak safa geçmesi, İmâmın safın ortasında yer alması, ilim, irfan ve takvâ sâhibi olan kimselerin cemaatın birinci safında bulunması, safların sık ve düzgün tutulması, İmâmın, zammı sure ve zikirleri cemaatın durumuna göre ölçülü uzunlukta ve uygun bir ses tonuyla okuması cemaat namazının müstehâb (iyi görülmüş) amellerindendir.

Bayan İmâma erkekler uyamazlar, ancak bayanların cemaat olarak namaz kılmaları ve bayanın bayana İmâm olmasının sakıncası yoktur.

ÂYÂT NAMAZI

1-Güneş tutulması,

2-Ay tutulması,

3-Zelzele-deprem, (kimse korkmasa dâhi)

4-Bir çoklarını korkuya düşürecek şekilde gök gürlemesi,, şimşek çakması, şiddetli rüzgar esmesi, yer yarılması ve benzeri korkunç hâdiseler meydana geldiğinde kılınan namaza “âyât namazı” denir. Bu namazın kılınması farzdır.

Âyât namazını farz kılan hadiseler birden fazla olursa -mesela; güneş tutulmuş iken aynı anda deprem de olsa- her birisi içinbir âyât namazı kılınmalıdır.

Âyât namazı mümkün ise hâdisenin meydana geldiği anda kılınmalıdır. O anda kılınmadığı takdirde günahkâr olunur. En uygun bir zamanda kazâ niyetiyle kılınmalıdır.

Kadın hayız ve nifas halindeyken güneş veya ay tutulması yada âyât namazının kılınmasını gerektiren bir olay olursa âyât namazı ona farz olmaz, kazâsı da yoktur.

ÂYÂT NAMAZININ KILINIŞI

Âyât namazı iki rekattır ve her rekatta beş rükû vardır. Kılınışı ise şöyledir: Namazı kılacak olan kimse niyet ettikten sonra tekbîr alır, bir Fatiha ve tam olarak bir sûre okur. Rükûya gider, rükûdaki zikirleri okuduktan sonra rükûdan doğrulur, yine bir Fatiha ve tam bir sûre okur, tekrara rükûya gider. Bu şekilde beşinci rükûyu da yaptıktan sonra doğrulur ve tekbîr getirerek secdeye gider. Her hangi bir namazın secdeleri gibi zikirleri ile birlikte iki secdeyi yerine getirir ve ayağa kalkar. İkinci rekatı dabirinci rekat gibi kılarak oturur, teşehhüdü okur ve selâm vererek namazını tamamlamış olur.

Âyât namazının rükûlarından her biri bir rükun olduğundan kasden veya yanlışlıkla eksik veya fazla yapıldığı takdirde namaz batıl-geçersiz olur.

ÖLÜM ÂNINDA YAPILMASI GEREKENLER

Can vermek üzere olan Müslüman bir kimse ayaklarının altı kıbleye gelecek şekilde yatırılır. Yani eğer doğrulup kalkacak olsa yüzü kıbleye gelmelidir. Can vermek üzere olan kimsenin sırt üstü yatırılması mümkün değil ise yüzü kıbleye gelecek şekilde oturtulmalıdır.

Can vermek üzere olan kimse ölüm ânına kadar yalnız bırakılmamalı, ona, Allâh ve Resûlüne (a.s) şehâdet getirmesi, Oniki İmâm’ı (a.s) ikrâr etmesi, dînin temel esaslarını tasdîk etmesi telkîn edilmeli, baş ucunda Yâsîn, Âyetel Kürsî vs. gibi Kur’ân’dan sûre ve âyetler okunmalı, yanında cünüp ve hayızlı bulunulmamalı, karın üzerine ağır bir şey konulmamalı, gece ise ışık yakılmalıdır.

Ölen bir kimsenin ağzı, açık kalmaması için kapatılmalı, gözleri ve çenesi bağlanmalı, elleri ve ayakları uzatılarak temiz bir bez ile örtülmelidir.

Ölüm haberi tanıdıklara ve Müslüman dost ve ahbablara duyurulmalı, defin işlerinde mümkün olduğu ölçüde çabuk davranılmalıdır.

CENÂZEYİ KEFENLEME, CENÂZE NAMAZI

Müslüman’ın cenâzesini “îzâr” ,”kamîs” ve “lifâfe” denilen üç parça bez ile kefenlemek gerekir.

Îzâr; Göbekten dize kadar bedeni saran bir parça bezdir. Göğüsten ayak üzerine kadar olması ise daha iyidir.

Kamîs; Omuzdan baldırın yarısına kadar olan kısmı örten bezdir.

Lifâfe; Uzunluğu cenâzenin uzunluğundan daha fazla olan ve eni de bir tarafı diğer tarafının üzerine sarılacak kadar olan bezdir.

Îzârın göbekten dize kadar olan kısmı, kamisin omuzdan baldırın yarısına kadar örtecek miktarı kefenin farz olanıdır.

Ölüye sarılacak olan kefenden hiç bir kısmı bedeni gösterecek kadar ince, saf ipek veya altın işlemeli olmamalıdır.

CENÂZEYİ HANUTLAMA

Gusülden sonra cenâzenin hanutlanması farzdır. Hanutlama; secdede yere gelen yedi organa yani; alna, ellerin içine, diz kapaklarına, ve ayak baş parmaklarının ucuna kâfur sürmektir.

Bahsedilen yerlere sürülecek kâfur taze ve ezilmiş olup kokusu gitmemiş olmalıdır.

Hac için ihram giymiş bir kimse, Say’ı tamamlamadan önce Safâ ve Merve arasında ölürse, hanutlanması câiz (uygun) değildir. Eğer umre ihrâmında iken saçlarını kesmeden önce ölürse yine hanutlanmamalıdır.

Cenâze namazı hükümleri;

Müslüman bir ölünün, -çocuk bile olsa- cenâze namazını kılmak farzdır. Ancak çocuğun babası veya annesi veya ikisinden biri Müslüman olmalıdır ve çocuk altı yaşını tamamlamış olmalıdır. Diri olarak doğmuş ancak belirtilen yaşa ulaşmamış bir çocuğun ise cenâze namazını kılmak farz olmamakla birlikte, müstehâb (iyi bir amel) dır.

Cenâze namazı cenâzeyle ilgili bütün işler bittikten sonra kılınır.

Cenâze namazı, her ne kadar “namaz” kelimesi ile ifâde ediliyorsa da, bu ibâdet rükûsuz, secdesiz bir şekilde îfâ edildiğinden, cenâze için bir duâ, af dileme ve salâtın duâ-niyaz anlamı içerisinde değerlendirilmekte ve diğer farz namazlar için gerekli olan abdest, gusül, teyemmüm vs. gibi ön hazırlıklar şart olmamaktadır. Ancak, bu şartlara riâyet ederek cenâze namazını kılmak hem sünnet ve hem de âdâba daha uygundur.

Cenâze namazı kılan kimsenin yüzü kıbleye doğru olmalıdır. Cenâzeyi de sırt üstü yatırmak, baş tarafı namaz kılanların sağına, ayakları da soluna gelecek şekilde ön tarafa koymak farzdır.

Cenâze ile namaz kılanın arasında tabut ve benzeri bir şey hariç perde duvar vb. şeyler bulunmamalıdır.

Cenâze namazı ayakta ve Allâh’a yakınlık kastıyla kılınır. “Bu ölünün namazını Allâh’a yakınlık amacıyla (kurbeten ilallâh) kılıyorum.” diye niyet edilir.

Cenâze namazı mescit içerisinde kılınmaz.

CENÂZE NAMAZININ KILINIŞI

Cenâze namazı beş tekbîr ile kılınır. İmâm, cenâze erkek ise beli hizâsına, kadın ise göğüs hizâsına gelir, cemaatta arkada saf olur, kıbleye yönelinir. Cenâze namazı için niyet edildikten sonra eller yüz hizâsına kaldırılarak “Allâhu Ekber” diyerek tekbîr getirilir. Bu birinci tekbîrden sonra eller yana sarkıtılarak “Kelime-i Şehâdet” dediğimiz “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlüh”[5]  okunur. Eller tekrar aynı şekilde kaldırılarak ikinci tekbîr getirilir ve yanlara salınır. Peygamberimize (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine (a.s) salavât okunur. “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve Âl-i Muhammed”[6] gibi. Üçüncü tekbîrden sonra, müminler için duâ olan “Allâhümmağfir lil müminîne ve’l müminât”[7] duâsı okunur. Dördüncü tekbîrden sonra ölü erkek ise, “Allâhümmağfir li hâzal meyyit”[8] bayan ise, “Allâhümmağfir li hâzihil meyyit”[9] duâsı ölü için yapılır. Sonrada beşinci tekbîr ile cenâze namazı sona erer ve namazdan çıkılmış olur.[10]

Cemaat İmâmı tekbîr ve duâları sesli olarak okur, cemaat ise sessiz bir şekilde içinden okur.

Cenâze namazından sonra cemaat ölü kardeşlerinin ruhu için Fâtiha okur, Peygambere (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine salavât getirirler. Cenâzeye karşı son görevlerini yapmaya çalışırlar.

Cenâzeyi defnetme hükümleri;

Cenâzeyi, toprağa kokusu dışarı çıkmayacak ve yırtıcı hayvanların cesedi çıkaramayacakları şekilde defnetmek farzdır.

Cenâze kabirde bedenin ön tarafı kıbleye gelecek şekilde sağ tarafı üzerine yatırılmalıdır.

Müslüman’ın kâfir mezarlığına, kâfirin de Müslüman mezarlığına defnedilmesi câiz değildir.

Cenâzeyi defnetmekle ilgili onlarca sünnet ve müstehab ameller vardır ki bunlardan bazıları;

Cenâzeye zahmet vermeden usulca kabre indirilmesi,

Başının altına topraktan yastık yapılması,

Cenâzenin erkenden çürümemesi ve ezilmemesi için cenâzeyi üstten toprakla temas ettirmeyip tuğla ve benzeri şeylerle toprak temasının engellenmesi,

Cenâze kabre konulduktan sonra cenâzenin kulağına eğilinerek veya mezar örtüldükten sonra dışarıdan cenâzeye telkîn verilmesi,

Mezarın toprak seviyesinden dört parmak kadar yüksek yapılması,

Yanlışlık olmaması ve ziyârete gelen kimselerin yerini bulmada güçlük çekmemeleri için kabrin üzerine tanınmasını sağlayacak bir işaretin konulması,

Cenâze gömülme işlemleri sırasında orada hazır bulunanların içlerinden duâ ve istiğfarda bulunmaları, Kur’ân’dan uygun düşen bazı sûre ve duâları okumaları,

Kabir üzerine su serpilmesi vs. gibi amellerdir. 

Ana rahminden geldik pazara,

Bir kefen aldık döndük mezara.

CENÂZE İLE İLGİLİ EHL-İ BEYT’TEN BAZI RİVÂYETLER

İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Kim bir mümini yıkar ve ona olan emânetini edâ ederse Allâh o kimseyi (yıkayanı) bağışlar.” Soruldu ki: “Ona olan emânetini nasıl edâ eder?” İmâm (a.s) buyurdular; “Ölüyü yıkarken onda ortaya çıkan ve hoş olmayan bazı haller (azalarında eksiklik, yıkama esnasında çıkabilecek kötü koku, bedeninde ölüm ile ortaya çıkacak çirkinlikler vs.) olursa halktan onu gizlemesidir.”[11]

İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu; “Abdestsiz olarak cenâze namazı kılınır mı?” Buyurdular (a.s); “Evet kılınabilir. Zîrâ, cenâze namazı, tekbîr, tahmîd, tesbîh ve tehlîlden ibarettir. Nasıl ki bunları evinde de abdestsiz olarak yapabiliyorsan, cenâze namazını da kılarsın.”[12]

İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu; “Hayızlıolan bir kadın cenâze namazı kılabilir mi?” İmâm (a.s) buyurdular; “Evet kılabilir. Ancak, cenâze namazını kılan cemaatin içerisine katılmaz, tek olarak bir kenarda namazını kılar.”[13]

Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular; “Kim bir kardeşini taziye ederse (baş sağlığı, geçmiş olsun ziyâreti) kardeşinin mükâfâtından hiç bir eksiklik olmadan ona da aynı mükâfât verilir.”[14]

İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Sizin canınıza, malınıza, çocuğunuza bir belâ ve musîbet uğrarsa, Resûlullâh’ı (a.s) hatırlayınız. Çünkü o yaratılmışlar içerisinde en çok musîbete uğrayandır. (Buna rağmen sabrederek ecrini almıştır. Öyleyse siz de O’nun (a.s) gibi sabrediniz ki ecre nâil olasınız.)[15]

CENÂZEYE TELKÎN

Telkîn; kelime olarak anlatmak, öğretmek, belletmek manalarına gelir. Yerleşik anlamda ise; ölmüş olan bir kimseye bazı hakikatlerin yeniden hatırlatılması ve bir takım gerçeklerin ölü yanında tekrarlanması olayından ibârettir.

Şurası inkâr edilemez bir hakîkattir ki, nasıl yaşanırsa öyle ölünür, nasıl ölünür ise öyle de karşılık görülür.

Öyle ise; Îmân ve İslâm prensiplerine uygun bir hayat sürmüş olan bir kimse Allâh’ın inâyeti ile dünyâ âleminde iken gerçek telkîni almış ve Yüce Rabbisine hoşnut olarak kavuşmuştur. Bu kimse, Kur’ân’ın apaçık işâretleriyle cennet ile muştulanmış ve kurtuluşa ermiştir. O Allâh öyle bir Allâh’tır ki kullarına zerre miktarı zulmetmez, kendi istediği doğrultuda tertemiz bir hayat sürmüş kulunu o alemde rezil-rüsvay etmez ve en güzel bağış ve râzılıkla karşılar. Evet, ne mutlu o kimseye ki, telkînini diri iken almış, kulaklarını hak çağrıya tıkamamış ve sâlihlerden olmuştur.

Dünyâda iken kulaklarını hak kelâmına tıkamış, gözlerini hakka karşı yummuş, kalbini nûra kapayıp karanlıklara açmış, gönül Kabesini Allâh’a tahsîs etmeyip orada şeytânı ağırlamış, bir ömrü hebâ etmiş kimselere gelince...!

Hayatta iken kendilerine verilen telkîne vurdum duymaz olurlar, kendilerini sağırlığa verirler, Hakka gönül vermezler de, acaba şanı yüce Rabbimiz, onlara öldükleri zaman, yani tevbe kapısının kapandığı, ömür güneşlerinin batıdan doğduğu ve bir daha doğmamacasına battığı demde bizlerin yaptığı telkîni! duyurur mu? Duyursa da kabul etmeye, kavramaya tâkât ve kudreti verir mi onlara?

Hâşâ, binlerce hâşâ!

Rabbimiz vaadinden caymayandır. Müminlere hak ettiklerini, îmânsızlara da lâyık olduklarını verecek olandır.

Öyleyse; günümüze kadar uygulana gelmiş ve nerede ise farz gibi telakki edilerek yapılmakta olan telkîn de neyin nesidir?

Rivâyetlere bir göz gezdirdiğimizde şu gerçekle karşılaşmaktayız. Hem Resûlullâh (a.s) zamanında ve hem de diğer Masum zâtların (a.s) yaşadığı dönemlerde, telkîn; genellikle ölmek üzere olan bir kimseye, son nefesinde kurtuluşuna vesîle olacak Kelime-i Şehâdeti ve benzeri hak sözleri kabûle yönelik hatırlatma, bu söz ile çene kapama, îmânda sâbit kalma ve Rabbine mutmain bir kalb ile kavuşması amacıyla yapılır. Ve o anda kişinin henüz hâfızası yerinde olduğundan tevbe etme ve îmâna gelme imkânı mevcuttur. Hal böyle olunca, o durumda yapılan telkînin sayısız faydalarının olacağı akl-ı selim sâhiplerine gizli değildir.[16]

Bir kısım rivâyetlerde ve ilim-irfan ehli âlimlerin eserlerinde de ölünün kabre konulduktan sonra verilecek telkîn ile ilgili bilgiler mevcuttur.[17] Bunları elbette kaldırıp atacak ve tümden reddecek değiliz. Şurası muhakkak ki ölüm; Peygamberler (a.s) ve diğer Masumlar (a.s) hâriç, henüz hiç birimizin tamâmıyla künhüne varamadığımız bir olaydır. O âleme giriş, bu âlemden ayrılış, kabir hayatı, sorgu-suâl meleklerinin mâhiyeti ve ölü ile ilgileri nasıldır, hangi boyuttadır, bizce oldukça meçhûl ve gizlilikler âlemi, sırlar âlemidir... Konuyu ancak nakiller ışığında biraz olsun kavramaya çalışıyoruz ve diyoruz ki;

Ölüye verilen telkîn; küfür ve şirk üzere olmayıp, dağlar kadar günâhı da olsa îmân üzere âhiret âlemine intikâl etmiş olan kimseye, Allâh’ın ona vermiş olduğu izin ile işitme ve bellemesi nisbetinde son kez bir hatırlatmadır. Yeni doğan ve henüz kavrayış ve şuuru olmadığı halde bir bebeğin sağ kulağına ezân, sol kulağına da kâmet okunulmasına benzer bir ameldir. Mezarın başında olan kimselere de en hassas bir noktada ve anda:“Ey İnsanlar! Siz ölümün bir yok oluş, bir son olduğunu mu zannediyorsunuz? Ölüm bir doğuştur, ruhun ebedî bir âleme göçüdür. Ölü dediğimiz varlıklar hakîkatte bizi duymakta, dediklerimizi algılamakta, yalnız biz onları duymamaktayız. Şunu sizde iyice biliniz ki, sizlerde bir gün bu hale gelecek aynı telkîni alacaksınız. Öyle ise bu âlemde iken de verilen telkîni iyice belleyin, hal ve hareketlerinizi buna göre ayarlayınız.” (Ben kızıma diyorum, gelinim sen de işit.) mesajını ulaştırmak, onları da îkâz etmektir.

Ölüye de verilen telkîn ile ilgili kimi rivâyetlere ve değerli İslâm âlimlerinin bu amele onay vermelerine, müstehâb (iyi bir amel) olduğunu beyân etmelerine binâen biz de bu konuda verilmesi gereken telkîne âit sözleri naklediyor ve şunu da özellikle vurguluyoruz:

En makbûl telkîn; kişinin, henüz aklı başında, sağlıklı, sıhhatli, hal-i vakti yerinde iken şuurluca Hakkı onaylamasıdır.

En makbûl telkîn; insanlara, yaşarlarken Hakkın onaylattırılması ve öğretilmesidir.

En makbûl telkîn; ölüm anında da îmân ve İslâm öğretilerinin son bir kez yine hatırlatılması ve kalb-ruh huzurunun sağlanması, îmânın sâbit kalması için yapılan telkîndir. Yani; teblîğdir, teblîğin tekrârıdır, îmânın ikrârıdır.

Gerek ölmek üzere olsun, gerekse mezara konulmuş olan kimseye yapılan bir telkîn şöyledir:

Ey .............oğlu/kızı..............[18] kulak ver ve iyi dinle, anla!

Sana Allâh’ın iki görevli meleği gelerek; Rabbinin kim , Peygamberinin kim, Kıblenin neresi, Dîninin hangi din, Kitâbının hangi kitap, İmâmının kim olduğunu soracak.

Onlara de ki;

Rabbim; Allâh,

Peygamberim (Nebim); Muhammed (a.s),

Kıblem; Kabe,

Dînim; İslâm,

Kitâbım; Kur’ân-ı Kerîm,

İmâmım; Oniki İmâm (a.s) ki, onların ilki; İmâm Ali, sonra sırasıyla; İmâm Hasan, İmâm Hüseyin, İmâm Zeynelâbidîn, İmâm Muhammed Bâkır, İmâm Cafer Sâdık, İmâm Mûsâ Kâzım, İmâm Ali Rızâ, İmâm Muhammed Takî, İmâm Ali Nakî, İmâm Hasan Askerî,sonuncusu ve zamanımın da İmâmı, İmâm Muhammed Mehdî’dir.

Anladın mı ey ...........?

Allâh seni bu sözler üzere sâbit kılsın ve seni rızâsı ile mükâfatlandırsın... vs. gibi duâlar edilerek cenâze ameli ile baş başa bırakılır ve mezarlıktan ayrılınır. 

Kim olursa olsun İslâm’a göre ölünün peşinden saçını başını yolarcasına, kendini kaybedercesine ağlamak, dövünmek uygun bir davranış değildir. En güzel hareket, sabırlı olmak, rahmet ve bağışlanma dilemek, Müslüman ölüye duâlar etmek, ölünün ruhu için Fâtiha, Yâsin, Âyetel Kürsî ve benzeri sûre ve âyetler okumak, Allâh’tan gelip Allâh’a gideceğimizin idrâki içerisinde olmaktır.

Cenâzenin kabre konulduğu ilk gece, ölünün rûhu için “Vahşet namazı” (Yalnızlık namazı) adı verilen iki rekatlık bir namaz kılmak müstehâb (iyi) görülmüştür. Bu namazın birinci rekatında Fâtiha’dan sonra bir defa Âyetel Kürsî ve ikinci rekatta da Fâtiha’dan sonra on defa Kadir sûresi okunur. Rükû ve secdeleri diğer namazlar gibi yerine getirilir ve selâmdan sonra da kılınan namazın sevâbı ölüye bağışlanır.

İşte geldim işte gittim.

Yağ çiçeği gibi bittim.

Şu dünyâda ne iş ettim.

Ömürcüğüm geçti gitti.

Çağırdılar imâm geldi.

Her biri bir işe geldi.

Azrâil pençesin saldı.

Can kafesten uçtu gitti.

İşte geldi yuyucular.

Tenime su koyucular.

Kefenim elinde hoca,

Kefenciğim biçti gitti.

Ayırdılar ilimizden.

İp attılar belimizden.

Pek tuttular kolumuzdan.

Can cesette uçtu gitti.

İlettiler mezarıma,

Sığındım Ğanî, Kerîm’e

Toprak attılar serime.

Gözüm yaşım taştı gitti.

İmâm telkine başladı.

Bir sevapcık iş işledi.

Komşular bizi boşladı.

Geri dönüp kaçtı gitti.

Kabrime bir melek geldi.

Bana bir sualcik sordu.

Hışmedip bir topuz vurdu.

Tebdilciğim şaştı gitti.

Teslim Abdal oldu ferman.

İşte geldi âhir zaman.

Yardımcımız Oniki İmâm.

Ten turâba karıştı gitti.[19]

Mezarı açmak ile ilgili bazı hükümler;

Müslüman bir kimsenin kabrini -deli veya çocuk bile olsa- henüz bedeni tamamıyla çürüyüp toprak olmamışsa sebepsiz yere açmak harâmdır. Ancak aşağıdaki belirtilen özel durumlarda mezarı açmakta bir sakınca yoktur. Öyle olur ki duruma göre mezarın açılması mutlak sûrette gerekli de olabilir.

1.Cenâze gasb edilmiş bir yerde gömülmüş ise ve yerin sahibi de cenâzenin orda kalmasına râzı olmazsa,

2.Kefen yada ölü ile gömülmüş başka bir şey gasbedilmiş olur ve onun kabirde kalmasına sahibi râzı olmazsa,

3.Ölünün gusülsüz veya kefensiz defnedilmiş olduğu veya guslünün bâtıl-geçersiz olduğu yada şerîat kurallarına göre defnedilmediği yahut ölünün yüzünün Kıbleye taraf konulmadığıbilinir, anlaşılırsa,

4.Bir hakkın isbatlanması için ölünün bedeninin görülmesi istenirse,

5.Müslüman ölü kâfir mezarlığına veya çöplük gibi ölüye saygısızlık olacak bir mekâna gömülmüş ise,

6.Karnında canlı bebek olduğu halde hâmile kadın defnedilmiş ve çocuğun alınması gerekiyorsa,

7.Ölünün bedeninin, gömüldüğü yerden, yırtıcı hayvan tarafından parçalanacağından, selin vs. götüreceğinden,düşmanınçıkaracağından korkulur, endişe edilirse.

BÜYÜK OĞULUN KILACAĞI FARZ KAZA NAMAZLARI

Ehl-i Beyt fıkhına göre; Müslüman olarak ölen ana-babanın kazâya kalmış namazları ve orucu var ise, o namazların ve orucun kazâ olarak yerine getirilmesi âilenin en büyük oğluna düşen bir görevdir.

Şayet büyük oğul anne-babasının namaz ve orucunun kazâsını yerini getirmez ise diğer çocuklara bir sorumluluk yoktur.

Âilenin en büyük çocuğu kız ise, diğer çocukları içinde en büyük erkek çocuğa bu görev düşmektedir. Çocukların tamâmı kız olur yada hiç çocuk olmaz ise hiç bir kimseye bu konuda bir görev ve sorumluluk düşmez.

Bu konuda, ana-babanın yerine getiremedikleri namaz, oruç gibi bazı ibâdetlerin kazâsını yerine getirmenin, “neden büyük oğula düşen bir görev olduğu” gibi sorular aklımıza takılmaktadır. Ancak şu kadarını deriz ki; îmân ve ihlaslı olan anne-baba vefât etmekle onların yerlerini manen doldurma şerefi ve görevi büyük oğula verilmekte, büyük oğul âilenin manevî bir büyüğü olmakta, dolayısıyla da ana-babalarına karşı bir duâ ve bağış talebi türünden onların eksikliklerini telâfi edecek ibâdetleri yerine getirmektedir. Ehl-i Beyt İmâmlarından (a.s) konu ile ilgili bir çok rivâyetin olması bizlerin konuya farklı ve olumsuz bakmamızı engellemektedir. En doğruyu şüphesiz ki Allâh bilir.

NEZİR, ADAK VB. SEBEPLERLE FARZ OLAN NAMAZ

Bir kimse her hangi bir sebeple kendi kendine “Allâh rızâsı için şu kadar rekat namaz kılacağım.” gibi yada benzeri bir söz verir, ahd ederse, o kimsenin verdiği sözü yerine getirmesi farzdır.

Yine aynı şekilde; “Filan işim olduğu takdirde Allâh rızâsı için şu kadar rekat namaz kılacağım.”  gibi bir söz veren kimsenin de belirttiği kadar namazı kılması üzerine farzdır.

Verilen sözler, ahidler makûl (akla yatkın-olabilir) olmalı, kişi üstesinden gelemeyeceği vaadlerde bulunmamalıdır.

Eğer vaad eden kimse, ne kadar namaz kılacağını belirtmemiş ise, en az iki yada dört rekatlık bir namaz kılarak vermiş olduğu söze uymuş olmalıdır.

CUMA NAMAZI

Cuma namazının; Masum bir İmâmın (a.s) İmâmetinde, veya O’nun bizzat görevlendirdiği zâtların İmâmetinde ya da Ehl-i Beyt yolu takipçisi liderlerin İmâmetinde kılınması farzdır. “Ancak, masum İmâmın olmaması (İmâm Mehdî’nin (a.s) bilfiil hükûmet etmediği dönemde) durumunda ise, Cuma namazını kılmak kişinin kendi irâde ve isteğine kalmış farzlardan olur. Kişi dilerse uygun bir zâtın geçici İmâmetinde Allâh’ın rızâsına muvâfık olur ümidiyle cumayı îfâ eder, dilerse, o günün öğle namazını kılar. Ancak Cuma namazının kılınması daha faziletlidir.” görüşünde olan bazı âlimler de vardır. Bir kısım kardeşlerimiz bu içtihâda bağlı olarak amel etmektedirler.

Cuma; bilindiği üzere bir yerde cem olmak, toplanmak, topluluk oluşturmak gibi manalara gelir. Yaşadığımız bölgede her ne kadar hâl-i hazırda İmâm Mehdînin (a.s) veya görevlendirdiği zâtların İmâmetinde Cuma namazları yerine getirilmiyorsa da, Kur’ân ve Ehl-i Beyt’e tâbî olma şerefine ermiş Alevî-Şiî-Caferî bir Müslüman, Ehl-i Beyt yoluna bağlı bir önderin liderliğindeâdetâ haftalık kongre olan Cuma namazı ibâdetini kılmaya çalışmalı, bundan gaflet etmemelidir.

Cuma, şartlar yerine geldiği takdirde Müslüman’lar için âdetâ bir bayram günüdür. Görkemli haftalık bir toplantıdır. Cemaat rûhunun tecellî ettiği muhteşem bir ibâdettir.

Cuma namazından yeteri kadar maddî ve manevî hazzı tadabilmek için Cuma kılınan mekâna, cumayı kıldıran İmâma ve cumaya katılan cemaata dikkat etmek gerekir.

Cuma kıldırılan mekân; Hakkın, adâletin, takvânın, İslâm hükümlerinin, Kur’ân’ın berrak öğretileri ile Ondört Masûmun nûrlu sözlerinin ve sünnetlerinin açıklandığı, anlatıldığı bir mekân olmalıdır.

Cumayı kıldıran İmâm; Allâh’ın hükümlerine, Resûlullâh’ın (a.s) sünnetlerine kalben ve hâlen bağlı, Oniki İmâm’ın (a.s) Velayet-İmâmetine sarılmış, hiç olmazsa Oniki İmâm’lara (a.s) düşmanlık yapmayan, Onları seven, haramlardan kaçınan, farzlara hakkıyla riâyet eden, âlim, fakîh, ilmi ile âmil, cesur, Allâh’tan başkasına kulluk yapmayacak bir şuurda olan, hakkı gizlemeyen, bâtıla-zulme destek vermeyen, gerçekler uğrunda gerekirse başını ortaya koyabilecek îmân ve teslîmiyete sâhip, özü-sözü bir olan kimse olmalıdır.

Cumaya katılan cemaat da, Allâh için bir araya gelmiş, tasada bir, kıvançta bir, inançta bir, ülküde bir, gönülleri bir, emîrleri bir, Kalpleri Allâh-Allâh diye çarpan, cumada cem olmanın önemini kavramış, yukarıdaki özelliklere sâhip olan İmâmlarına candan bağlı, îmân ve İslâm kardeşliğini her türlü menfaat ve çıkar ilişkisinin üzerinde gören, Tâğûtu red cephesinde her biri gönüllü bir fedâi ve İslâm askeri olan kimselerden olmalıdır.

Ehl-i Beyt âşığı Müslüman, belirtilen özelliklere sâhip, mekânı, İmâmı ve cemaatı bulamıyor ise, bu özelliklere en yakın yerlerde Cumasını edâ etmeye çalışmalıdır.

Cuma namazı;

1. Akıllı.

2. Ergenliğe ulaşmış.

3. Yolcu olmayan.

4. Hür.

5. Sağlam.

6. Sağlıklı olan.

7. Erkeklere farzdır.

Bir kimse Cuma kılınan bir mekandan yaklaşık olarak 12 (oniki) km. uzaklıkta ise o kimseye Cuma namazı farz olmaz.

Bir şehirde birden fazla mekanda Cuma namazı kılınacak ise, Cuma kılınacak mekanlar arasında en az 6 (altı) km. mesâfe bulunmalıdır.

Cuma namazının kılınabilmesi için gerekli olan en az fert sayısı biri İmâm olmak üzere beş kişidir. Bundan daha az sayıda olunduğunda Cuma farz olmaz.

Kadınlar, yolcular, hasta vs. olanlar da isterlerse Cuma namazlarına katılabilirler. Bu takdirde Cumaları geçerli olup üzerlerinden o günün öğle namazı kalkmış olur.

Üzerlerine Cuma namazı farz olmayan, çocuk, hasta, kadın, yolcu ve deli gibi kimseler, cumaya katılabildikleri halde, kendileri bir araya gelerek Cuma namazı kılamazlar ve Cuma namazında gerekli olan (beş kişiyi) fert sayısını da tamamlayamazlar. (Meselâ; Dört erkek ile birkaç kadın, ya da birkaç hasta, yolcu, çocuk bulunsa hepsi bir araya gelerek Cuma namazını kılamazlar.)

CUMA NAMAZININ VAKTİ

Cuma namazının vakti, öğle namazı vaktinde başlar, bir şeyin gölgesinin iki normal adım uzamasına kadar devam eder.

Cuma İmâmı hutbeleri fazla uzatarak Cuma namazını geciktirmemelidir. Hutbe fazla uzun olurda namaz vakti çıkarsa, Cuma yerine öğle namazı kılınmalıdır.

CUMA NAMAZININ KILINIŞI

Cuma namazı iki rekattır. Her iki rekatta da Fâtiha ve zammı sûrenin sesli okunması sünnettir. Rivâyetlerde, birinci rekatta Fâtiha’dan sonra Cuma sûresinin, ikinci rekatta da Münâfikûn sûresinin okunması özellikle tavsiye edilmiştir.

Cuma namazının sünnet olan iki kunûtu vardır. ilk kunût birinci rekatın rükusundan önce, ikinci kunût ise ikinci rekatın rükusundan doğrulduktan sonra okunur.

Cuma namazında namazın kendisi gibi farz olan iki de hutbe vardır. Bu hutbelerin Cuma İmâmı tarafından okunması gerekir. Bu iki hutbe de Cuma namazından önce okunmalıdır.

Cuma İmâmının birinci hutbede Allâh’a hamd etmesi, Resûlullâh’a (a.s) salât-ü  selâm getirmesi farzdır. Ayrıca ihtiyatî farz olarak halk takvâlı olmaya davet edilmeli ve hutbenin sonunda kısa bir sûre okunmalıdır.

İkinci hutbede de birinci hutbedeki gibi Allâh’a hamd ve senâ edilerek, Resûlullâh’a (a.s) ve Ehl-i Beyt’e (a.s) salât-ü selâm okunması farzdır. Ve yine bu hutbede de ihtiyâtî farz olarak müminler takvâya davet edilmeli, hutbenin sonunda kısa bir sûre okunmalıdır.

İmâmın, birinci hutbe ile ikinci hutbe arasında birazcık oturarak ara vermesi farzdır.

Hutbelerde, cemaat Arap olmasa dahi Allâh’a yapılan hamd-u senâ ve Resûlullâh (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine (a.s) getirilen salât-ü selâmlar Arapça okunmalıdır. Halka yapılacak irşâd ve teblîğin ise, dinleyenlerin anladığı dilden olması daha iyidir.

Cuma gününde “iç ezan denilen” ve Ehl-i Sünnet (Sünnî) kardeşlerimizin okumakta oldukları ikinci bir ezânın okunması Ehl-i Beyt erkânına göre bidat (dîne sonradan sokuşturulmuş) ve harâmdır.

Cuma namazının kılındığı yer ile başka bir Cuma namazının kılındığı yer arasındaki mesâfe (bir fersah)[20] yaklaşık olarak 6 km’den az olmamalıdır. Bu mesâfeden az bir alan içerisinde iki yerde Cuma namazı kılınırsa ikisi de bâtıl-geçersizdir. Ancak kılınan namazlardan hangisine önce başlanmış ise -velev ki iftitâh tekbîrini söyleme önceliği bile olsa- o cuma geçerli, diğeri ise geçersiz olur.

CUMA GÜNÜ VE NAMAZI İLE İLGİLİ EHL-İ BEYT’TEN BAZI RİVÂYETLER

İmâm Rızâ’dan (a.s) nakledildiğine göre, Peygamber efendimiz (a.s) buyurdular; “Cuma günü günlerin efendisidir. Allâh, o günde iyiliklerin sevâbını kat-kat verir. Kötülükleri ve günahları siler. O günde dereceler yükseltilir, duâlar kabûl edilir, belâ ve musîbetler giderilir, büyük ihtiyaçlar karşılanır. Allâh, o günün hürmetine bir çoklarını cehennem ateşinden uzaklaştırır. Kim o günün hakkını gözeterek, o güne gereken hürmeti göstererek Allâh’a ihlasla duâ ederse, o kimseyi cehennem ateşinden kurtarmak Allâh’ın üzerine bir haktır. Cuma günü ve gecesinde ölen kimse (gerçekten îmânlı, ihlaslı ve Allâh’ın kullarının haklarına gereken önemi veriyor idiyse) şehîd olarak ölmüş olur ve güven içerisinde dirilir. Kim de o günün hakkını, hürmetini muhâfaza etmez, o günü boşa geçirirse, tevbe etmediği takdirde Allâh’ın onu cehenneme atması Allâh’ın üzerine bir haktır.”[21]

Hünkârı Evliyâ İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu; “Kim Cuma günü bıyıklarını sünnete uygun bir şekilde kısaltır, tırnaklarını keser, başını yıkar -yahut, sünnet olduğu veçhile boy abdesti alırsa- bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmuş gibi sevab-mükâfât alır.”[22]

Zâhir ve Bâtın’ın kutbu İmâm Cafer Sâdık (a.s)’ın naklettiğine göre, Kâinâtın efendisi Peygamberimiz şöyle buyurdular; “...Cuma günü ve gecesi bana salavât getirmeyi arttırınız.” Soruldu ki: “Ne kadar arttıralım, yâ Resûlallâh?” Buyurdular; “(En az) Yüz kere salavât getiriniz. Fazlası ise daha faziletlidir.”[23]

Soyu necîp İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Allâh; insanlara cumadan cumaya otuzbeş vakit namaz farz kılmıştır. Bunlardan birisini cemaatla kılmalarını emretmiştir. O da Cuma namazıdır. Şu dokuz gurup insana da Cuma namazına katılmama izni vermiştir. Bunlar; Küçük çocuklar (bulûğa ermemiş olanlar), çok yaşlı olanlar, deli olanlar, yolcu olanlar, köle olanlar, kadınlar, hastalar, körler ve Cuma kılınan yere (yaklaşık olarak) Oniki kilometre mesâfeden daha uzakta olanlar. (İki fersahtan daha uzak olanlara)”[24] 

Gönül ehlinin İmâmı Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Cemaat en az beş kişi olunmadığında Cuma namazı farz olmaz.”[25]

Hz. İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Kim peşi peşine üç cumayı (sebepsiz, mazeretsiz, şartlar yerine geldiği halde) terkederse Allâh onun kalbini mühürler.”[26]

KURBAN VE RAMAZAN BAYRAMI NAMAZI

Kurbân ve Ramazân bayramı namazı Masum İmâmın (a.s) önderliği veya görevlendirdiği bir zâtın önderliğinde farzdır ve cemaatla kılınmalıdır. Masum İmâmın (a.s) zâhir olmadığı günümüzde ise, müstehâb (iyi görülmüş) bir ameldir. Allâh’ın emir ve rızâsına uygun düşeceği ümidiyle cemaatla kılınabilir.

Cuma namazı konusunda anlatıldığı üzere, bu namazların da âdil, fakîh, ehliyetli, takvâlı, sâlih bir kimsenin İmâmetinde cemaatla kılınmasında, cemaat rûhunun oluşması, müminlerin birbirleri ile kaynaşması, toplumsal dayanışma ve güzelliklerin yansıması noktasında sayısız faydaları vardır.

Kurban ve Ramazan bayramı namazlarının vakti, bayram günü güneşin doğuşundan öğleye kadardır.

KURBAN VE RAMAZAN BAYRAMI NAMAZLARININ ÂDABINA UYGUN OLARAK KILINIŞI

Bayram namazları iki rekattır.

Birinci rekatta Fâtiha ve sûreyi okuduktan sonra beş defa tekbîr alınır. Her tekbîrden sonra kunût tutulur. Beşinci kunuttan sonra bir tekbîr daha alınarak rükuya gidilir. Rükudan doğrulduktan sonra yine tekbîr alınarak secdeye gidilir. İki secde yapıldıktan sonra ikinci rekatı kılınmak üzere ayağa kalkılır. İkinci rekatta da Fâtiha ve sûre okunduktan sonra dört tekbîr alınır. Her tekbîrden sonra bir kunut okunur. Dördüncü kunuttan sonra bir tekbîr daha alınarak rükuya gidilir. Rükudan doğrulduktan sonra tekbîr ile secdeye gidilir, iki secde yapılır. Teşehhüd okunur ve selâm verilerek namaz tamamlanır.

Bayram namazlarının kunutlarında istenilen her hangi bir duâ veya zikirler okunabilir. Rivâyetlerle nakledilen duâ ve zikirlerin okunması ise daha iyidir.

BAYRAM NAMAZLARINDAKİ BAZI MÜSTEHÂB (İYİ) AMELLER

1.Her iki bayram namazında da kırâatı sesli yapmak.

2.Bayram namazlarından önce gusletmek, duâ kitaplarında Peygamberimizden (a.s) ve Ehl-i Beyt’ten (a.s) nakledilen duâ ve zikirleri namazdan önce okumak.

3.Bayram namazlarını üstü açık alanlarda kılmak.

4.Bayram namazlarında secdeyi bizzat yerin üzerinde yapmak.

5.Namazlardaki tekbîrlerin her birinde elleri omuz hizasında kaldırmak.

6.Ramazan bayramı gecesinin akşam ve yatsı namazlarından, bayram günü sabah, öğle ve ikindi namazlarında ve Ramazan bayramı namazından sonra şu tekbîrleri okumak: “Allâhu Ekber. Allâhu Ekber. Lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber. Allâhu Ekber. Ve lillâhil hamd.”[27]

7.Kurban bayramı namazı ve bayram gününün öğle namazıyla başlayıp Zilhicce ay’ının 12. (onikinci) gününün sabah namazıyla biten on namazın her birinde yukarıdaki belirtilen tekbîri okumak. 

NÂFİLE-SÜNNET NAMAZLAR

Beş vakit namazların sünnet namazlarından ayrı olarak, İstiskâ (yağmur dileme) namazı, Ramazân-ı Şerîfin gecelerinin sünnet namazları, bayram namazları, Resûlullâhın (a.s) peygamberlikle görevlendirildiği günün namazı, İmâm Ali’nin (a.s) İmâmete atandığı gün olan Ğadîr günü namazı, Şaban ayının onbeşinci gecesi (İmâm Mehdî’nin (a.s) doğum günüdür.) kılınan namaz, Nevruz günü namazı, istihâre namazı, ğufeyle namazı, valideyn için kılınan namaz, Cafer-i Tayyâr namazı, Fâtıma-ı Zehrâ namazı, haftanın her gününe özel nâfile namazlar, hâcet namazı, şükür namazı... vs. gibi bir çok nâfile-müstehâb namazlar vardır.[28]

Alevîlik; iyi Müslüman olmaktır.

Şimdi bizim aramıza,

Yola boyun veren gelsin.

Şerîatı, tarîkatı,

Hakîkati bilen gelsin.[29]

CEMVE CEM EVİ GERÇEĞİ

Cem; kelime anlamı olarak, toplanmak, bir araya gelmek, topluluk oluşturmak gibi manalara gelir. Arapça köken itibâriyle; ceme’a fiilinden türemiş ve dilimize geçmiştir.

Cem; kelime anlamının yanında bir de terim anlamı kazanmıştır ki, belli kurallar ve kâideler içerisinde Hakkın zikredildiği özel bir toplantı anlamında kullanılır. Dolayısıyla, Cem evi de; cem toplantısının yapıldığı yer demektir.

Aslına uygun olarak gerçekleştirilen cemlerde neler yapılır?;

Kur’ân’dan âyetler okunur, açıklanır.

Peygamberimize (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine (a.s) salât-u selâm getirilir.

Saz eşliğinde kalbden gelen bir coşku ile, içerisinde Oniki İmâm’ların (a.s) adlarının zikredildiği “Duvâz-ı İmâm” denilen deyişler söylenir.

İmâm Hüseyin (a.s) ve yarenlerini (r.a.) anmak için mersiye ve ağıtlar okunur. Ehl-i Beyt’in düşmanları ve pis amellerinden berî olunduğu îlân edilir.

Her birisi Kur’ân’ın bir çok hakîkatlerinin tefsîri ve meâli sayılabilecek ve insanımızın dinleyiş ve anlayış zevkine uygun tarzda yazılmış deme-deyişler okunur, dinlenir.

Ân olur ki cezbe ve aşk-ı ilâhî ile bazı canlar vecde gelir, semâha kalkar, devran döner, bazen de kendilerinden geçerler.

Ceme katılan canlara gerekli görülen konularda dînî ve dünyevî bilgiler verilir.

Küskünler barıştırılır. Aralarında anlaşmazlıklar bulunan müminlerin araları bulunarak ihtilaflar giderilmeye çalışılır.

Haktan uzak tâğûtî zulüm mahkemelerine baş vurulmaması için, bir âlimin liderliğinde ve halkın gözetiminde Hakka uygun bir şekilde davalar görülür ve çözümlenir.

Kurbanlar kesilerek lokmalar dağıtılır, ikramlar yapılır, duâlar edilir.

Ahlâkî öğüt ve tavsiyelerde bulunulur.

Kardeşlikler pekiştirilir. Canlar, Ensâr (r.a.) ve Muhacir (r.a.) misâli birbirleriyle musâhip-ihvân (manevi kardeş, candan kardeş, yol kardeşi) kılınırlar...vs.

Semahtaki devrânı Türk’e özgü sananlar,

Âlemlerdeki semâhı görmezler mi?

Peki;

Cemdeki bütün bu uygulamaların belli bir düzen ve intizâm içerisinde yapılması nereden kaynaklanıyor?

Bu tür bir toplantı ilk defa kim tarafından ve ne zaman başlatılmıştır?

Bu yapılanlar Kur’ân, Sünnet ve Ehl-i Beyt (a.s) öğretilerinin neresinde yer alır? İslâm’daki ağırlığı nedir?

Cemdeki güzellikler ceme katılanlardan namaz ve diğer dînî görevleri düşürür mü? Ya da diğer bir ifâdeyle, cemdeki uygulamalar, namaza karşılık gelen türden bir uygulama mıdır?

Oniki İmâm’lardan (a.s) her hangi birisinin cem benzeri bir toplantı yaparak namazlarını terk ettikleri ya da namazı gereksiz kuru bir amelden ibâret gördükleri yolunda zayıf dahi olsa bir nakil, rivâyet var mıdır?

Cemi namazın, cem evini de caminin yerinde veya karşısında görmek doğru mudur?

Cemdeki yapılanlar tamamıyla İslâm’a uygun mudur? Ya da İslâm’la hiç ilgisi olmayan boş şeyler midir?...vb. soruların yanıtlarını Kur’ân’ın ve Ehl-i Beyt’in (a.s) buyruklarının aydınlık ışığı altında vermeye çalışalım:

Güvenilir İslâm Tarihleri ve Ehl-i Beyt yolunun hadis kaynaklarından araştırdığımız kadarıyla şunu samimiyetimizle söyleyebiliriz;

İslâm’ın ilk devirleri olan Resûlullâh’ın (a.s) hayatta olduğu dönem ile O’nun hak vârisleri olan İmâmların (a.s) aramızda bulunduğu dönemlerde tamamıyla bugünkü manada îfâ edilen bir cem anlayışı-uygulaması olmamış, yapılmamıştır. Çünkü;

O zamanlarda dînî yaşantının ana üsleri ve merkezleri Kur’ân’ın “mescid” adını verdiği mekanlar olmuştu. Ve yine o dönemlerde mescitler asıl fonksiyonlarını icrâ etmiş, ümmetin sorunlarıoralarda çözüme kavuşturulmuştu.

Hak önderlerinin (a.s) de yol göstericiliği sayesinde, mescit eksenli olmayan hiç bir oluşuma da imkan verilmemişti.

Öyle ki;

Mescitler;

Namaz ibâdetinin yerine getirildiği namazgâh,

Kalplerin nurlandığı, gönüllerin aydınlandığı, his ve duyguların zikir ile diriltildiği ilâhî dergâh,

Halkın kaynaşma ve dayanışmasının zirveye ulaştığı mabet,

İnsanların muhabbet ile olgunlaştığı meydân-ı muhabbet,

Müminlerin nikahlarının kıyıldığı nikâh salonu,

Âilevî sorunların konuşularak karara bağlandığı barış diyârı,

Cezâî hükümlerin takdîr edildiği âdil mahkemeler,

Yabancı elçilerin karşılandığı elçilik merkezi,

Bazı sportif faaliyetlerin yapıldığı spor salonu,

Savaş kararlarının alındığı karargâh,

Hasta ve yaralıların yatırıldığı, tedâvî edildiği hastahâne,

Kimsesizlerin, yolda kalmış gariplerin ağırlandığı, dinlendirildiği barınaklar...vs. idiler.

Ne oldu da müminler mescitlerden ayrı mekanlar edindiler? Kimileri yeni yerlerine “dergâh”, kimileri “tekke”, kimileri “zâviye”, kimileri “vekâle”, kimileri “hangâh” kimileri “hizmet evi” kimileri “cem evi”vs. dediler?

Günahları al eline,

Hele gel, gel bu dergâha.

Sâhip ol, el, bel, diline,

Hele gel, gel bu dergâha.

.....

.....

Muhkem tut, tuttuğun eli,

Yıkma mukaddes temeli.

Buradadır, Muhammed, Ali,

Hele gel, gel bu dergâha.

.....

.....

Ne zaman ki mescitler temel fonksiyonlarından soyutlandı ve insanların yalnızca namaz kıldıkları namazgâh ve birbirlerinin yüzlerine anlamsızca baktıkları buluşma yeri olarak algılanmaya başlandı, işte o zaman işler sarpasardı, var olan sorunlara yeni sorunlar eklendi ve yukarıdaki sonuçlar ortaya çıktı. Bir de buna resmî din anlayışının sınırlarını çizdiği bir İslâmî(!) eğitim, vaaz, hutbe ve ısmarlama fetvâlar eklendi mi hepten dökülme ve yıkım başladı.

Müslüman’ların yaşadığı bazı bölgelerde bunlardan başka da bir takım sorunlar yaşanıyordu. Devletin resmî mezhep anlayışı herkese zorla kabul ettirilmeye çalışılmış, mescitler bu işe aracı kılınmış, esâsen Allâh evi olması gereken mescitler devletin-sultânın-pâdişâhın buyruklarının halka din adına dikte edildiği merkezlere dönüşmüştü. Oralara devletin resmî mezhep anlayışı dışında kendi mezhep ve mekteplerine uygun bir tarzda namazlarını kılmak üzere gidenler,  ya resmi görevlilerce -tabîri câiz ise- fişleniyor, ya da “...dört mezhepten birine bağlı değiller, sapık, ehl-i bidat mezhebin mensuplarıdırlar...” denilerek dışlanıyor, hoşgörüyle karşılanmıyordu.

Bunlara ilâveten; ilme giden yollar kısmen kapatılmış, Ehl-i Beyt ilminden az-çok haberdâr olanlar sosyal, psikolojik ve politik baskılarla susturulmuş, sindirilmeye çalışılmış, bir kısmı da uzun vadede yok edilmişlerdi.

İşte böylesi bir ortamda Alevi Müslüman’lar hem mescitlerden, hem kitâbî bilgiden ve hem de Ehl-i Beyt yolu âlimlerinden uzak düşmüşler. Bildiklerini sözlü olarak kulaktan kulağa cem toplantılarında ve o günkü şartların sağladığı bir takım araçlarla gelecek nesillere aktarmaya çalışmışlardır.

Bu arada uzun zaman diliminde câhil kalan insanların arasına sızan bazı kötü niyetli kimselerde boş durmamışlar. “Fırsat bu fırsattır.” diyerek işin aslını, sosyo-politik sebepler ve sonuçlarını görmezlikten gelmişler. Halk bazında Alevi ve Sünnî Müslüman’ların ihtilaflarını arttırmaya çalışmış. Gele gele, şartların getirdiği geçici uygulamalar sanki olmazsa olmaz şeylermiş gibi kabul edilmeye başlanmış, yapılması gereken asıl görevler de, muhâlif taraf sâhiplendiği için tümden terk edilmiştir.

Cem olayının başlangıcı, başlama sebepleri, bugünkü şekle gelişinin sebeplerini tümüyle ve genişçe anlatmaya kalkarsak söz uzar da uzar. Bunları geçerek, bugün gelinen noktada gerçek cemdeki amellerin Kur’ân ve Ehl-i Beyt anlayışına uygun olup olmadığını, namaz ibâdetinin yerine geçerli olacak bir davranışlar sistemi olarak kabul edilip edilemeyeceğini açıklayalım:

Genel anlamda cemde yapılan ameller Kur’ân ve Sünnet perspektifinde ele alınarak değerlendirildiğinde hemen her bir amelin Kur’ân’dan bir kısım âyetlerin ve bir çok hadis-i şerîflerin yorum ve tevîlinin bir sonucu ve yansıması olduğunu görür, ve orada yapılan her amelin ibâdet aşkı ve anlayışıyla yapıldığına şâhit oluruz.

Gerçekte kâmil bir Müslüman’ın; bütün hal ve hareketleri, Meselâ;

Yolda mütevâzi ve kibirlenmeden yürümesi, “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme...” [İsrâ (17): 37.] âyetine,

Yeme, içme vs. de ölçülü olması, “...yiyiniz, içiniz fakat isrâf etmeyiniz...” [Arâf (7): 31.] âyetine,

Eşine insânî yaklaşımda bulunması, “...(eşlerinize) iyi davranır, takvâlı olursanız, bilin ki Allâh yaptıklarınızdan haberdardır.” [Nisâ (4): 129.] âyetine,

Her türlü konuşma ve dinlemelerde dedi-kodudan kaçınması ve nefse uymaması, “Ey îmân edenler!... birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın, biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin...” [Hucurât (49): 12.] âyetine,

Rüşvet alıp-vermemesi, “Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin... insanların mallarını yemek için onları hâkimlere peşkeş çekmeyin.” [Bakara (2): 188.] âyetine,

Evlere ve her yere münâsip yer ve yollardan girip çıkması, “...Evlere kapılarından girin...” [Bakara(2): 189.] âyetine,

Eve ve sâir yerlere girerken selamlaşması, “...Evlere girdiğiniz zaman Allâh tarafından kutlu ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (ev halkına) selâm verin...” [Nûr (24): 61.] âyetine,

Göz, kulak ve tüm organlarını hak yolda kullanması, “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü göz, kulak ve gönül, bunların hepsi işlediklerinden sorumludurlar.” [İsrâ(17): 36.] âyetine,

Yeryüzünde gezip, dolaşırken ibret nazarıyla bakması, “...yeryüzünde gezin, dolaşın ve suçluların sonunun nasıl olduğunu görün.” [Neml (27): 69.] âyetine,

Kâinâta bakarak tefekküre dalması, “onlar... göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler...” [Âl-i İmrân (3): 191.] âyetine,

Her şeyde iyiye tâlip olması, “Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar...” [Zümer (39): 18.] âyetine,

Yapılan haksız, insafsız eleştiri ve karalamalara sabretmesi, “Onların dediklerine sabret...” [Tâhâ (20): 130.] âyetine,

Âile fertlerini doğruya ve hakka davet etmesi, “Oğlum, namazını kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelenlere sabret...” [Lokman (31): 17.] âyetine,

Kendi aleyhine bile olsa herkese, her konuda adâletli davranması, “Ey îmân edenler! Allâh için adâletle şâhitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletsizliğe sevk etmesin...” [Mâide (5): 8.] âyetine,

Ölçü ve tartıda doğruluktan ayrılmaması, “Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın...” [İsrâ (17): 35.] âyetine,

Borçlanmada şâhitler edinerek yazması-yazdırması, “Ey îmân edenler! Belli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın...” [Bakara (2): 282.] âyetine,

Evlenmeye gücü yetmeyen kimseye yardımcı olması, “İçinizdeki bekarlardan... iyileri evlendirin...” [Nûr (24): 32.] âyetine,

Kavgalı insanları barıştırarak aralarını adâletle bulması, “...Kardeşlerinizin arasını düzeltiniz...” [Hucurât (49): 10.] âyetine,

Tartışma ve mücâdelede taşkınlık yapmaması, “...onlarla en güzel şekilde mücadele et...” [Nahl (16): 125.]  âyetine,

Açık ve gizli tüm günahlardan uzak durmaya çalışması, “...kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın...” [Enâm (6): 151.] âyetine,

Resûl’e ve Ehl-i Beyt’e salavât okuması, “...Ey îmân edenler! Siz de O’na salât ve selâm getiriniz.” [Ahzâb (33): 56.] âyetine,

Ana-babaya (büyüklerine) iyi davranması, “...sakın onlara “öf” bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle.” [İsrâ (17): 23.] âyetine,

Doğru ile yanlışı birbirine karıştırmadan olduğu gibi ortaya koyması, “Bile bile hakkı batılla bulayıp, hakkı gizlemeyin.” [Bakara (2): 42.] âyetine,

İnsanlarla ilişkilerinde onları alaya almaması, “Ey inananlar! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin...”  Hucurât (49): 11.] âyetine,

Eşine helâl olan bir şekilde yaklaşması, “...Allâh’ın emrettiği yerden onlara varın...” [Bakara (2): 222.] âyetine,

Bayanların giyim kuşamlarında ölçüyü kaçırmaması, “...Baş örtülerini yakalarının üzerine koyup, (boyunlarını da kapsayacak şekilde) örtsünler...” [Nûr (24): 31.] âyetine,

Hak bir İmâmın takipçisi olmayı isteyerek bu yolda gayretli olması, “Her topluluğu İmâmlarıyla çağırdığımız gün, kimlerin kitapları sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve en ufak bir haksızlığa uğratılmazlar.” [İsrâ (17): 71.] âyetine... vs. dayanıyor, onlardan ilhâm alıyorsa, elbette ki her şeyi ibâdet olur. Her ameli Hak katında ibâdet olarak hesap edilir. Ve o kimse baştan ayağa ibâdet timsâli bir “Allâh adamı” oluverir. Nitekim; Allâh-u Teâlâ Kutlu Peygamberine (a.s) hitâben; “De ki, benim namazım, ibâdetim, hayâtım ve ölümüm, hepsi âlemlerin Rabbi Allâh içindir.” [Enâm (6): 162] derken Müslüman’ın bütün yaşamının niyetine göre ibâdet boyutunda şekilleneceğine işâret etmiştir.  

Cemdeki yapılanlar hakkındaki sözümüze şunları da eklemeden geçemeyeceğiz.

Bazı bâtıl ve zorlama yorumların târih içerisinde zamanla cem toplantılarına girdirildiğine ve Alevî Müslüman halkın zihinlerini bulandırdığına tanık olmaktayız. Bu cümleden olmak üzere; “Cem, Alevînin namazıdır, bizim namazımız, cemdeki niyazımızdır, bizde cem toplantılarında îfâ edilen halka namazı, orta namazı vardır ki bütün ibâdetlerin özüdür, kıble insanın cemâlidir, Kabe sembol olmaktan öte bir anlam taşımaz, asıl Kabe mürşîd-i kâmilin kalbidir, Âdeme secde Hakka secdedir, cemdeki içilen içki değil demdir, bu demden sır ederek içersen helâldir, zır ederek içersen harâm olur...vs.” gibi sözlerin bir kısmı, çok derin anlamı olan bazı hakîkatlerin bâtıl amaçlar yolunda kullanılması için ortaya saçılmakta ve bir kısmı da sorumsuzca ne denildiği düşünülmeden söylenmektedir. Halbuki Ehl-i Beyt yoluna göre İslâm’da hiç bir zaman zâhir terk edilerek bâtına ulaşılamaz. Hiç bir bâtınî anlayış da zâhire aykırı olamaz. Başta Sevgili Peygamberimiz (a.s) olmak üzere, bütün Ehl-i Beyt önderlerinin (a.s) hayatları da zâhir-bâtın dengesinin binlerce örnekleriyle doludur. Onlar ki manâ âlemine kanat açmış erlerdir, ancak şerîatın bir tek zâhirî hükmünü bile mânâya fedâ etmemişlerdir. Zîrâ onlar (a.s) biliyorlardı ki, bâtın ruh gibi ise, zâhir de bedene benzer. Nasıl ki bedensiz ruh veya ruhsuz beden dünyâ âleminde bir anlam ifâde etmiyorsa, zâhirsiz bâtın ya da bâtınsız zâhir de eksikliktir, nâkıslıktır.

Sözün özü; Ehl-i Beyt yoluna uygun tarzda yapılanmış bir mescidin bitişiğinde müminler eksikliğini hisseder ve dilerlerse sıcak bir muhabbet ortamı olması ve bazı sosyal faaliyetlerin yerine getirilmesi amacıyla bir cem evi\\sohbet evi\\ders evi kurabilir, oluşturabilirler. İhtiyaç duymayanlar ise bütün ferdî ve sosyal kulluk vazifelerini mescitte yerine getirirler.

Alevî Müslüman’lar bilirler ve inanırlar ki, cem evi caminin alternatifi değil, belki Sünnî tasavvuf anlayışındaki tekke ve zâviye örgütlenmesinin bazı yönlerden bir benzeridir.[30]

Sözümüzü Cenâb-ı Allâh’ın; “...O namaz kılanlara yazıklar olsun ki, onlar kıldıkları namazdan (namazın içerik ve ruhundan) gâfildirler...” [Mâûn (107): 4-5] âyetinin bir vecihten meâl ve tefsîri sayılabilecek bir dörtlükle noktalıyoruz;

“Bütün evren semah döner,

Aşkından güneşler yanar.

Aslına ermektir hüner,

Beş vakitle avunmayın.”

Cemi, namaza, cem evini, câmiye alternatif görenlerle, Semâhı folklöre dönüştürenler,

Hak’tan sapmış gâfillerdir.

Salavât ver Muhammed Mustafâ’ya,

Vermeyenler bu meydana gelmesin.

Veliyullâh demez isen Murtazâ’ya,

Demeyenler bu meydana gelmesin.

Hasan Müctebâ’dan haberin yoksa,

Bağırınca avazın göklere çıksa,

Gücün bu âlemi yakıpta yıksa,

Hak demeyen bu meydana gelmesin.

Evlâd-ı Resûlü tanımaz isen,

Kur’ân âyetini okumaz isen,

Hak için meydana dökülmez isen,

Dökülmeyen bu meydana gelmesin.[31]



[1] Peygamberimizin @ namazdaki unutkanlığı ile bakınız: Men lâ yahduruhul fakîh: c: 1 sh: 234

[2] Allâh ile, Allâh’ın adıyla başlarım. Allâh’ın selamı rahmeti ve bereketleri üzerine olsun Ey Nebî!

[3] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 1 sh: 278-279, Müsned-i Ahmed: c: 1 sh: 251

[4] Nehcül Belâğa (tercm): sh: 393

[5] Tanıklık ederim ki Allâh’tan gayrı ilâh yoktur, yine tanıklık ederim ki Muhammed @ Allâh’ın kulu ve Resûlüdür.

[6] Allâhım Muhammed’e ve Al-i Muhammed’e salât et!

[7] Allâhım mümin erkek ve bayanları bağışla-affet!

[8] Allâhım bu ölüyü bağışla!

[9] Allâhım bu ölüyü bağışla!

[10] Bu okunulan duâlar birer örnektir. Ehl-i Beyt’ten rivâyet edilenve daha kapsamlı duâlar vardır ki dileyen onları da öğrenerek okuyabilir.

[11] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 164

[12] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 178

[13] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 179

[14] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 205

[15] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 220

[16] Ölmek üzere olan bir kimseye yapılan telkîn ile ilgili bakınız: Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 121-125

[17] Ölmüş olan bir kimseye yapılan telkin ile ilgili bakınız: Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 195-196

[18] Boş bulunan yerin ilkinde ölünün babasının ve diğerinde de kendisinin ismi okunur. Ölü bay ise oğlu, bayan ise kızı denilir.

[19] Ali İrfan: Alevî ve namaz: sh: 105

[20] Bir fersah; 5872,8 metredir. Seyyid Rûhullâh: Tevzîhul Mesâil (Tam ilmihâl): sh: 197

[21] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 414, Tehzîb: c: 3 sh: 2-3

[22] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 418, Tehzîb: c: 3 sh: 236

[23] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 428

[24] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 1 sh: 266, İstibsâr: c: 3 sh: 21

[25] Furû-u Kâfî: c: 1 sh: 116, İstibsâr: c: 1 sh: 419, Tehzîb: c: 1 sh: 322, c: 3 sh: 239

[26] Tehzîb: c: 3 sh: 238

[27] Allâh en büyüktür. Allâh en büyüktür. Allâh’tan gayrı ilâh yoktur. Allâh en büyüktür. Allâh en büyüktür ve hamd yalnızca Allâh’adır.

[28] Kitâbımızın hacminin kabarmaması için bu sünnet namazların ayrıntılarına girmedik. Kısaca şu kadarını deriz ki; belirtilen gün ve gecelerdeki nâfilelerin kılınışını bilmeyen kardeşler, Allâh rızâsı için ikişer rekatlık sünnet namaz olarak diledikleri kadar nâfile namaz edâ edebilirler. İstiskâ namazı hariç diğer hiç bir nâfile namaz cemaat ile kılınamaz. Konu ile ilgili ayrıntılı hükümler için bakınız: İlmihallerden; Seyyid Rûhullâh: Tahrîrul vesîle, Cevâd Tebrizî: Tam ilmihâl, Allâme Hoî: Minhâcü’s Sâlihîn, Allâme Hıllî: Şerâiul İslâm, Muhtasarun nâfî, hadis kaynaklarından; Furû-u Kâfî, Men lâ yahduruhul fakîh, Tehzîb, İstibsâr, ayrıca; Şeyh Şirali Bayat: Caferî fıkhında namaz ve oruç

[29] Ahmet Köklügiller: Pir sultan Abdal’ın yaşam ve şiirleri: sh: 120

[30] Cem hakkında verdiğimiz bilgiler, işin özünü ve hakîkatini ortaya koymaya yöneliktir. Bugün “cem” adı altında yapılanların çoğunun, gerçek cem ile maalesef isim benzerliğinden başka bir ilgi ve alakası yoktur. Bu yaklaşımda bizim yanıldığımızı düşünen kardeşlerimiz eskilerde cemin nasıl yapıldığını biraz olsun ortaya koyan “Buyruk” ve benzeri eserlere bakarlarsa haklılığımızı kabûl ederler.

[31] Yaşar Mırık: Amasya 1998