0-5  5-50  50-95  95-140  140-175  175-215  215-255   255-300  300-340  340-380  380-415  415-445  

FITRA ZEKÂTI (FİTRE SADAKASI)

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurmuşlardır ki; “Namazın tam ve kâmil olması nasıl ki Peygamber ve Ehl-i Beyt’ine salavât getirmeye bağlı ise, orucun da tam ve kâmil olması fıtra zekâtını vermeye bağlıdır.”[1]

Fıtra zekâtı (halk diliyle; fitre sadakası), Ehl-i Beyt yoluna göre Ramazan orucunun Allâh katında kâmilen kabul edilmesinin şartı olup, müminlerin bu mübârek ayın sonunda yardımlaşmalarının bir tezâhürüdür.

Bu ayın son gününün orucunu tutan bir Müslüman’ın; “arefe günü” tabîr edilen günün -yani; Ramazan bayramı akşamı- akşamı güneş batmadan önce belli şartları taşıdığı taktirde fıtra zekâtını vermesi üzerine farz olur. 

Fıtra zekatı, şu şartları üzerinde taşıyan kimselere farzdır:

1. Aklı başında olmak. (Deli, baygın olmamak.)

2. Bulûğ çağında olmak.

3. Hür olmak.

4. Fakîr olmamak.

Fakir; Kendisinin ve âilesinin yıllık masraflarını karşılayacak miktarda ne malı, ne de bir kazancı olmayan kimsedir.

Belirtilen şartlara hali uygun düşen kimse, Ramazan bayramı gününün akşamından (güneş batımı) itibâren, bayram namazı kılınıncaya kadar ki zaman içerisinde fıtrasını vermelidir. Bununla birlikte, unutma, uygun kimseyi bulamama ve benzeri özel durumlarda ise, fıtra, bayramın birinci günü öğle namazı vaktine kadar da kalsa verilebilir. Allâh rızâsı ümit edilerek fıtranın hak sahiplerine verilmesi tavsiye edilmiştir.

FITRA KİMLERE VERİLMELİDİR?

Fıtra zekâtı (sadakası) zekat bahsinde belirtilen sekiz gurup kimseden birine verilebilir.

Kendilerine fıtra verilecek olan kimselerin; dînine bağlı, ahlâkı düzgün, büyük günahlardan kaçınan, kazancını, malını harâma harcamayan kimselerden olması tercîh edilmelidir.

Yine; Fıtranın en yakın akrabalardan, komşulardan, ilim ehli insanlardan başlayarak verilmeye çalışılması İslam öğretisinin bir gereğidir.

FITRA NELERDEN VERİLİR?

Şartları tutan bir kimse; kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler (ki bunlar, arefe günü güneş batışından önce evine gelen ve misâfiri olan kimseler dahi olsalar) için bir sa’ (yaklaşık üç kg.dır.) buğday, arpa, hurma, kuru üzüm, pirinç, mısır ve benzerinden müstehak olana verir. Veya bunların tutarını hesap ederek parasını verir.

Bakmakla yükümlü olunan kimselerin, Müslüman, kâfir, hür, köle, çocuk, büyük, misâfir veya ev halkından biri olması fark etmez.

Evet... Fıtra verecek olan bir mümin, her şeyden önce Rabbinin rızâsını gözetmeli, bu görevi yerine getirdiğinde kendisinde bir gurur ve kibir oluşmamalı, insanları minnet altında bırakmamalıdır. Bilmelidir ki, fıtra vermek, kendisinin bir görevi ve bazılarının da kendi malı üzerindeki haklarının hak sahibine tevdiidir. Öyleyse, insan bir hakkı, hak sâhibine vermiş olmakla, gururlanacak bir iş yapmış olmadığı gibi, üzerine düşeni îfâ etmiş olur.

Yine gerçek mümin can, fıtrasını verirken kaçamak yolları ve kolaylığı tercih etmeyip, onu en uygun bir şekilde, hâline-durumuna göre münâsip olan şeyin cinsinden hesap ederek verir. Allâh’ın kulları ile kardeş olmanın mutluluk ve hazzını yaşar.

Can, cânı sevindirir ki, “O” da cânı sevsin ve iki cihanda sevindirsin.

ÖĞÜT

Bir cömerde sordular: “Yoksullara yardım ettiğin, dilenenlere para verdiğin zamanlarda içinde bir gururlanma veya fakirlere karşı bir minnet duygusu seziyor musun?” Cevap olarak buyurdular: “Ne uzak bir ihtimal! Benim bu bağıştaki rolüm, aşçının elindeki bir kepçenin rolüne benzer. Aşçı kepçeye ne korsa kepçe de onu verir. Ve verdiği şeylerin kendisinden olduğunu düşünmez.”[2]

EHL-İ BEYT’E KULAK VERELİM

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “En faziletli fıtra, bayram namazından önce verilenidir. Bu şekilde verilen fıtra “fıtra zekâtı” olur. Bayram namazından sonra verilirse sıradan bir sadaka gibi sayılır.(Fıtra zekâtı sevâbı verilmez.)[3]

Fârûk-u Ekber İmâm Ali (a.s) buyurdular; “Kim fıtra zekâtını eksiksiz olarak verirse, Allâh da onun malındaki eksikliği tamamlar.”[4]

İmâmet semâsının parlak güneşi İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu ki; “Bir kimsenin Ramazanın son günü güneş battıktan sonra evine misâfir gelse ve onların bakımı ev sâhibine âit olsa, o misâfirin fıtrasını vermek ev sâhibinin üzerine farz mıdır?” İmâm (a.s) buyurdular; “Evet, o gün kadın, erkek, küçük, büyük, hür, köle, her kim evde ise onun fıtrasını vermek ev sâhibine düşen bir farzdır.”[5]

Altıncı hak İmâm, İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu; “Muhtaç durumda olan, kendisinin zekât vermesi farz olmayan kimseye fıtra zekâtı vermesi gerekir mi?” İmâm buyurdular; “Hayır gerekmez, zekât vermesi farz olmayan kimseye fıtra zekâtı vermek de farz değildir.”[6]

Îmân ve sâlih amel kanatlarını kullanmayanlar, Cennet diyârına yol alamazlar.

İ’TİKÂF

İ’tikâf; kelime anlamı itibâriyle, beklemek, bir şeye devâm etmek manalarına gelir. Dînî bir kavram olarak da; bir mescitte belli şartlar dahilinde Allâh’a yakınlık kastı ve ibâdet amacıyla kişinin kendini alıkoyması demektir.

İtikâf; Peygamberler Sultanı sevgili Ahmed’imizin (a.s) ve O’ nun hak vârislerinin (a.s), Evliyâullâhın (a.s) Ramazân-ı Şerîfin son on gününde sıkça yaptıkları bir amel olup, Ümmet-i Muhammed’e bu amel ısrarla tavsiye edilmiştir.

İtikâf; kişinin gözden ve dünyevî meşgalelerden uzakta, geçici olan hırs, arzu ve isteklerden azâde bir şekilde, Rabb’i ile baş başa kaldığı kendi nefsini ve yaptıklarını hesâba çekmek için yalnızlığı ve tefekkür edecek ortamı seçtiği bir yoldur.

Allâh yolunun sâliki, Rızây-ı ilâhînin tâlibi, Hak âşığı kimseler bir nevi mikro itikâf denilebilecek şekilde her günün belli bir zamanını sessiz, sâkin, her şeyden uzak, yalnız O (c.c.)’nunla beraber olduğu tefekkür ve tezekkür ile tenvîr edildiği Tarîkat-ı Muhammediye’ye uyduğu gibi, yıllık olarak da bu amelleri daha geniş manada Ramazân-ı Şerîf içerisinde icrâ etmeli, nefsini hesaba çekerek tezkiye etmelidir.

Resûlullâh (a.s) efendimiz de bir nevî itikâf sayılacak ameli henüz nübüvvet görevi ile görevlendirilmediği dönemde dahi, Nûr dağındaki Hıra mağarasına giderek orada îfâ ediyordu.

İ’TİKÂFIN KISIMLARI

İ’tikâf iki kısma ayrılır:

1 -Vâcip olan itikâf: Nezir (adama) ve benzeri şekillerle kişinin kendi kendine belli zaman ve şartlar dâhilinde gerekli kıldığı itikâf.

2 -Sünnet (mendûb) itikâf: Kişinin gönlünden gelerek yapmaya niyetlendiği ve yılın her zaman diliminde yerine getirebileceği itikâftır. Bu itikâfın özellikle Ramazan ayının son on günü içerisinde olması önemle tavsiye edilmiştir.

İ’TİKÂFIN ŞARTLARI

İtikâfın geçerli olabilmesi için bazı şartlar gerekir ki, bunlar;

İtikâfa giren kimsenin aklı başında ve cünüplük gibi hallerden uzak olması gerekir.

Vâcip itikâf ise vâcibe, sünnet itikâf ise sünnet itikâf yaptığına niyet edilmelidir.

İtikâf süresince oruçlu olunmalıdır.

İtikâf; en azından şehrin âdil bir İmâmın İmâmetinde cemaat-Cuma namazı kılınan büyük câmisinde yapılmalıdır. Mahalle, köy ve çarşıdaki sıradan mescitlerde itikâf geçersizdir.

İtikâf mahallinden dışarı zorunlu haller dışında çıkılmamalıdır.

Eğer hakları çiğnenecekse, kadın kocasından, çocuklar da ana-babalarından izinsiz itikâfa giremezler.

İTİKÂFTA BULUNANA HARÂM OLAN AMELLER

1. Karı-kocanın cimâ, şehvetle öpme ve dokunma gibi yollarla birbirlerinden faydalanmaları. (Gece ve gündüz) Ki Allâh bu konuda şöyle buyuruyor; “...Mescitlerde ibâdete çekilmiş iken (itikâfhalinde) kadınlara yaklaşmayın...” [Bakara (2): 187]

2. Kendi kendine oynamak sûretiyle meni getirmek. (İstimnâ, masturbasyon..)

3. Lezzet almak amacıyla çiçek, güzel kokular vs. koklamak.

4. Ticârî amaçlı her türlü alış-veriş yapmak.

5. Dînî veya dünyevî hususlarda çekişmek ve mücâdele etmek[7]

İ’TİKÂF İLE İLGİLİ EHL-İ BEYT’TEN NURDAN DAMLALAR

Hz. İmâm Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre; “Resûlullâh (a.s) efendimiz önce Ramazan ayının ilk onunda itikâfa girdi, sonra Ramazanın ikinci onunda itikâf yaptı, sonra da Ramazân-ı Şerîfin son on gününde itikâfa girdi. Ve en sonunda bu şekilde Ramazân-ı Şerîfin son on gününde itikâf yapmaya devâm etti.”[8]

Kutbu’l Azam İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu; “Oruçsuz itikâf olmaz.”[9]

Yine Hz. Cafer Sâdık’ a (a.s) soruldu; “Bir kimse itikâfta iken eşi ile ilişkiye girse ne lazım gelir?” İmâm (a.s) buyurdular; “Ramazân-ı Şerîfin gecesinde ise bir keffâret, gündüzünde ise iki keffâret gerekir.”[10]

Muhammed’e uy, Ali olasın!

Ali gibi yaşa ki, Alevî kalasın!  

ZEKÂT NEDİR?

ZEKÂT VERMENİN BAZI HİKMETLERİ

Zekât; Kelime olarak; artmak, fazlalaşmak, çoğalmak, bereketlenmek,temizlenmek... vs. gibi manalara gelmektedir. Dinî bir kavram olarak da; kişinin kendi malından belli bir miktarı Allâh için belirtilen yerlere vermesidir.

Zekat, Kur’ân-ı Kerîm’ de otuz küsür yerde geçmekte, ve ayrıca bazı âyetlerde de zekat manasında “Sadaka” lafzı kullanılmaktadır. Âyetlerin ekserinde de zekat kelimesi salât (namaz) ile birlikte zikredilmektedir. Zekattan bahseden âyetlerin çoğunda “...namazı kılınız, zekâtı veriniz...”[11] diye iki emrin peşi peşine gelmesi zekat vermenin İslam’daki yerini ve önemini göstermeye kâfidir.

İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre, zekat vermek Müslüman’lara farz kılındığında Resûlullâh efendimiz şöyle buyurdular; “...Ey Müslüman’lar! Üzerimize namaz farz kılındığı gibi, zekat da farz kılındı... (zekatı vererek) mallarınızı temizleyiniz ki namazlarınız da ilâhî dergahta kabul olunsun!..”[12]

Zekatın kelime manalarına dikkat edecek olursak; bazı hususları gözden ırak tutmamanın gerekliliği ortaya çıkar. Artmak, bereketlenmek ve temizlenmek gibi kelimelere bakalım...

Zekatın verilmesi ile malın artma ve bereketlenmesinin ilişkisi nedir?

İnsan yaratılış itibâriyle mala ve menfaatine düşkün, dünyâya haddinden fazla ilgi duyan bir varlıktır. Doymak bilmeyen bir hırs insanın(!) benliğine hâkimdir.

Öte yandan insan çoğu şeyleri zâhiren değerlendirir ve bir çok konuda görebildiği miktarda düşünür ve tarafgir hükümler verir. Bir çok şeyin özünden, manasından ve âhiret âlemindeki sûretinden habersizdir. Yakın geleceğinin iyi olduğunu düşünüyorsa “Her şey mükemmeldir.” zanneder.

Oysa; Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in (a.s) öğretileri, Peygamberlerin (a.s) ve Evliyâullâhın (a.s) hayatları ortaya koymuştur ki, asıl bekâ yurdu, ebedî rahatlık diğer alemdedir. Ve bu dünyânın geçici menfaatleri saâdet değil, şekâvet getirir. Malın, mülkün çokluğu, bereketin bolluğu anlamına gelmeyip, aldatıcı birer görüntü olduğu çoğu zaman tecrübelerle sâbittir.

Öyle ise şöyle inanılacaktır ki; Müslüman, zekatını vermekle her ne kadar zâhiren malından eksilme gibi bir durumla karşılaşıyorsa da bu aldatıcı bir görüntü ve geçici bir haldir. Bilinmeyen ve hesap edilmeyen yönlerden bu eksiklikler ilâhî rahmet ve bereket ile telâfi edilir. Bu ibâdetin Hak rızâsı için yapılmasıyla, nice belâlar, musîbetler, dertler ve hastalıklar savılır ve Rahmân’ın rahmeti, kişiyi ve malını çepeçevre kuşatır.

Bu konuda İmâmet semâsının parlak yıldızlarından Hz. Muhammed Bâkır (a.s) buyurmuşlardır; “Muhakkak ki sadaka-zekat dünya belâlarından yetmiş belâyı def eder. Ki kötü bir şekilde ölmek de bunlardan birisidir. Öyle ki sadaka veren kimse, kötü bir ölümle (ölümün zahmeti, acılığı azâbı vs. gibi) ölmediği gibi âhiretten de güzel bir pay devşirmiş olur.”[13]

Her şeyden de önemlisi, zekat ibâdetinin îfâsı ile fâni olan ve eninde sonunda kişinin elinden çıkması kaçınılmaz olan mal-mülk, bâkî âlemde bâkî kılınarak, esas bereket ve ilâhî feyizlere kavuşulmuş olur.

Dünyâda bir verip Cennette bin almayı kim artış kabul etmez ki? Fâniyi bâkiye tebdîl etmeyi kim hakîki bereket bilmez ki? ahmaklardan gayrı!...

Temizlik konusuna gelince;

Hz. İnsan; İlâhî buyruk ile yeryüzünde “Halîfe” kılınmış, önünde meleklerin secdeye kapandığı, varlığında âlemlerin dürüldüğü, kâinâtın emrine musahhar kılındığı kutlu bir varlık...

Diğer taraftan; unutkan, aceleci, zâlim, bencil, maddeye gönlünü kaptırarak ednâyı âlâya tercîh edebilen zavallı, beşer, ipin ucunu şeytâna bir teslîm etti mi şeytânı bile şaşırtacak derecede şeytânlaşan, azgın, kendisini, malını ve her şeyini haramlarla kirleten, gerçek Beytullâh olan kalbini Allâh’a ayırmalıyken orada İblisi ağırlayan, orayı kötüye ve kötülere mesken kılan, aşağıların aşağısına düşerek hayvandan da beter olan bir yaratık...

İşte bu ahvalde insanoğlunun ekserisinde var olan olumsuz sıfat ve yönelişler, insanın hem kalbini, hem aklını, hem de malını kirletiyor, insanın ufkunun, geleceğinin, her şeyinin kararmasına sebep oluyor. Allâh ise istiyor ki; kulları temiz olsunlar. Gönüllerindeki bâtıl yönelişleri ve kirlilikleri gidersinler. Huzuruna, dîvanına, Cennetine lâyık olsunlar. Bunun için de kullarının madden ve manen temizlenmelerine vesîle olacak bir takım emir ve tavsiyelerle, yasakları belirtmiş, bunları bizlere Kitâbında Peygamberi aracılığı ile iletmiştir.

Zekatta bu vesîlelerden biridir ki;

Zekat ile mala aşırı düşkünlük ve hırs kiri kalpten giderilir.

Zekat ile kalpler haksız yönelişlerden uzak tutularak temizlenir.

Zekat  ile mallar temizlenir.

Zekat ile rızıklar temizlenir, temiz rızıkla beslenen nesiller temizlenir.

Zekat ile insanların birbirlerine besleyebilecekleri kin, haset, çekememezlik... vb. duyguları temizlenir.

Zekat ile toplumdaki zulümler temizlenir, adâlet hâkim kılınır.

Zekat  ile dünyâ temizlenir, ameller temizlenir.

Uzun söze ne hacet! Fâtıma (a.s) anamız ne buyurmuşlar; “Allâh zekatı nefsin temizlenmesi ve rızkın artması için farz kıldı...”[14]

İmâm Muhammed Bâkır’da buyuruyorlar; “...İslâm’ın kökü namaz, dalı zekat, doruğu ise cihattır...”[15]

İmâm Ali Rızâ (a.s) efendimiz de buyurdular; “Allâh Kur’ân’da üç şeyi üç şeyle birlikte istemiştir. Namazı zekatla birlikte istemiş, kim namaz kıldığı halde (vermesi gerekirken) zekatını vermezse, onun namazı da kabul olmaz...”[16]

Kur’ân ve Ehl-i Beyt (a.s) öğretilerinde mâlî yönden insanlara farz kılındığı bildirilen elbette yalnızca zekat değildir. Zekatla birlikte, Humus, diğer sadakalar ve toplumsal sınıflaşmanın yok edilmesinde ve sosyal adâletin tesîsinde çok büyük öneme hâiz infâk-yardımlaşma ve gönülden yapılan fedâkarlıkların da payları vardır.

Geçmişte ve günümüzde ekserî zulüm düzenlerinin hâkim olması, hükûmetlerin Kur’ân ve Ehl-i Beyt yolundan uzaklarda insanlara doğrular(!) empoze etmesi toplum arasında korkunç sosyal uçurumlar vücûda getirmiş, Müslüman’lar arasında hiç olmaması gereken ezen-ezilen, çok varlıklılar-yoksulluktan karınlarına taş bağlayanlar, hâkim-mahkûm, lüks, şatafat ve debdebeden varlıklı olmalarıyla şımarmış mütrefîn sınıfı ile mahrûm ve mustazaflar sınıfı oluşturmuştur. Esefle belirtmeliyiz ki âdil İmâmlar’a (a.s) tarihteki hükûmet etme haklarının gâsıplarca verilmemesi bugün dahi insanlığın hem maddeten hem de manen içinde bulunduğu çirkefliklerden bir türlü kurtulamamasına sebep olmuştur.

Bugün de gözlerimiz yolda İmâm Mehdî’nin (a.s) kuracağı âdil düzeni beklemekteyiz. Ancak bu arada O’nun adil hükümetine en yakın adâlet düzeninin tanzîmine çalışmak, müminlerin îmânlarını ve dünyâlarını dosdoğru koruyup kollayabilecekleri bir ortamı oluşturmak hepimizin boynunun borcudur. Bahsimizin sonunda altına nazaran teneke ayarındaki sözlerimize son vererek sayfalarımızı altın soyun altın halkalarından (a.s) zekat ve bazı insanî ve İslamî konularla ilgili bir kaç rivâyet aktaralım:

Altın silsilenin altıncı altın halkası İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Muhakkak ki Allâh zenginlerin mallarından fakirler için farz olarak bir pay ayırmıştır. Ki zenginler ancak onu layık olan yerlere vermekle görevlerini yapmış olurlar. O da zekattır. O zenginler zekatı vermek sûretiyle kanlarının akıtılmasını önlemiş olurlar ve Müslüman olarak isimlendirilebilirler. Bununla birlikte Allâh zenginlerin malında zekattan başka da haklar belirlemiştir. Meselâ; “Mallarında belli bir hisse vardır, sâile (isteyene) ve mahrûma.” [Meâric (70): 24-24)] Buradaki “belli hisse” zekattan ayrıdır. O öyle bir haktır ki kişi gücünün yettiği ve malının durumuna göre yoksullara vermek üzere kendi kendine bir pay takdir eder ve bu payı ister her gün verir, ister her Cuma verir, isterse her ay verir. Yine Allâh buyuruyor; “...ve Allâh’a güzel borç verenler...” [Hadid (57): 18] Buradaki “güzel borç” da zekattan ayrı bir haktır. Yine Allâh buyurur; “İnanan kullarıma söyle... Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infâk etsinler.”[İbrahim (14): 31] Buradaki “infâk” da zekatın dışında bir haktır. Ve yine; “Onlar ki mâûnu esirgerler.” [Mâûn (107): 7] âyetindeki “mâûn”, “(Onlar ki) yoksula, yetîme ve esîre O’nun sevgisi için yedirirler.” [İnsan (76): 8] âyetindeki “yedirme-itâm”, “Onlar ki mallarını gece, gündüz, gizli, ve âşikâr (Allâh yolunda) verirler...” [Bakara (2): 274] âyetindeki “infâk-harcama”, “Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu sizin için daha da iyidir...” [Bakara (2): 271] âyetindeki “gizleyerek verilen sadakalar”, “Ve onlar ki Allâh’ın bitiştirilmesini istediği şeyi bitiştirirler...” [Rad (13): 21] âyetindeki “Sıla-akrabaya yardım-infak” da zekat dışındaki haklar ve hisselerdendir...”[17]

Gönüller Sultanı Gül Muhammed’imiz (a.s) buyurdular; “Sizin en hayırlınız, ihtiyacı olanları doyuranlar, selâmı yayanlar ve insanlar uykuda iken (Rableri ile baş başa kalarak-riyâsız,gösterişsiz) namaza duranlardır.”[18]

İmâm Mûsâ Kâzım (a.s) buyurdular; “Mallarınızı zekatlarını vermek sûretiyle koruyunuz.”[19]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “...Şayet insanlar mallarının zekatlarını (ve diğer farz olan infaklarını) hakkı ile verselerdi kimse muhtaç durumda kalmazdı.”[20] “...İnsanların fakirliğinin, muhtaç olmalarının, aç ve çıplak kalmalarının müsebbibi zenginlerin günahlarıdır.”(Yani fakirlerin hakları olan farzinfaklarını hakkıyla vermemeleridir.)[21]

ZEKATIN FARZ OLMASININ ŞARTLARI

Bir kimseye zekatın farz olması için o kimsede aşağıda belirtilen şartların bulunması lazımdır:

1. Hür olmak: Köle ve cariyelere zekat farz değildir.

2. Aklı başında olmak: Zengin de olsalar delilere zekat farz değildir. Geçici delilik durumunda ve halkın yıl boyu “akıllı idi.” diyeceği bir halde ise zekat vermesi farzdır.

3. Bulûğa ermiş olmak: Zengin olsalar da zekat vermek çocuk olanlara farz değildir. Ancak, çocuk adına alış-veriş, ticaret vs. yapan şerî velîsine bu tür malların zekatını vermesi müstehâb (iyi) görülmüştür.

4. Zekat vermek için malından tasarruf edebilme durumunda olmak: Kaybolmuş bir malın, zekat verme ânı geldiğinde elinde olmayan, borç olarak verilmiş bir malın zekatı verilmez.

5. Zekat vermek için kişinin aslî ihtiyaç ve borcunun dışındaki mallarının nisab miktârına ulaşmış olması: Aslî ihtiyaçlar nelerdir? İnsanoğlunun hayatta olduğu müddetçe tabîi ihtiyâcı olan; kendine âit bir evi, mesleğine göre iş yeri ve oraya âit âlet ve makineleri, orta halde ev eşyası, binek, silah ve kendisinden istifâde ettiği kitaplarıyla kendisinin ve geçimleri üzerine kalan kimselerin bir senelik masrafları aslî ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlarını gidermiş olanlar zengin sayılır ve diğer şartlara sahip olurlarsa zekatlarını verirler.

ZEKATTA NİYET

Zekat verecek olan bir kimse sâhip olduğu malların nisab miktârını ve verecek olduğu zekatı bildikten sonra, kalben Allâh rızâsı için zekat vermeye niyet ederek zekatını gereken yerlere verir. Zekat verenin, zekat verdiği kişiye zekatını verdiğini ifâde etmesi gerekmez. Her insan içinde bulunduğu duruma göre bunu ifâde edebilir de etmeyebilir de. İnsanların zekat ibadetine gereken önemi vermedikleri bir ortamda, bunu dil ile de ifâde etmek teşvik ve hatırlatma amacına yönelik olursa iyi olur. Her ne kadar açıktan verilmesi ve zekat olduğunun belirtilmesi günah değilse de kişi, duruma göre kalbine en ufak bir gurur, kibir, enâniyet... vs. gibi kötü sıfatların galip geleceği ihtimâlini verirse yalnızca kalben zekat vermeye niyet eder, zekatı, zekat olduğunu belirtmeden hak sâhiplerine ulaştırır. Ve yine, kendisine zekat verilen kimsenin utanacağına, kendi kendine şeref ve haysiyet meselesi yapacağına ihtimal veriliyorsa zekatı veren kişinin bunu zekat diyerek değil, hediye ve benzeri adlarla vermesi daha iyidir. Ancak kalben zekata niyetlenmek şarttır.

ZEKATA TÂBÎ OLAN ŞEYLER

Dokuz şeyin zekatının verilmesi farzdır:

1. Buğday

2. Arpa

3. Hurma

4. Kuru üzüm

5. Altın

6. Gümüş

7. Koyun (Küçük baş hayvanlar)

8. Sığır

9. Deve

Koyun, sığır, deve, altın ve gümüşün zekatı, bunlara oniki ay (bir yıl) sâhip olunduğunda onikinci ayın sonunda nisab miktarında ise farz olur.

Buğday ve arpanın ise üzerinden bir yıl geçmesi gerekmez. Onların zekatı, onlara buğday ve arpa denildiği anda farz olur ve harmanlandıklarında da zekatları verilir.

Kuru üzüm ve hurmanın zekatı içinde bir yıl beklenmez. Üzüm ve hurma kuruduğu ve kuru üzüm, hurma denilecek duruma geldiğinde zekatları farz olur.

BUĞDAY, ARPA, HURMA VE KURU ÜZÜMÜN ZEKÂTI

Adı geçen hubûbat yaklaşık olarak 850 kg.’a(Sekiz yüz elli kilo) ulaştığında bunların zekatı verilir.

Zekatları verilecek olan bu hububat, yağmur veya nehir suyu ile sulanarak yetişir ise zekatı onda birdir. Buna “öşür” de denilir. Şayet kova, dolap ve benzeri sistem ve yollarla (meşakkatli ve masraflı) sulanarak yetişirse zekatı yirmide birdir. Elde edilen mahsûlün yarısı yağmur veya nehirle sulanır, diğer yarısı da kova ve benzeri yollarla sulanmış ise yarısının zekatı onda bir, diğer yarısının da yirmide birdir. Yani kırkta üçü zekat olarak verilir.

Zekat verecek kimse, elde ettiği mahsûlün yetiştirilmesinde yaptığı masrafları (Tohum masrafı, ilaçlama, işçi ve sulama ücretleri vs. gibi) ürünün gelirinden düşebilir ve geri kalanın zekatını verir.

Zekatı verilmiş olan buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm gibi hububat daha sonra insanın yanında yıllarca da kalsa onlardan ayrıca zekat verilmesi gerekmez.

ALTININ NİSÂBI VE ZEKATI

Altının iki nisabı (zekat verilmesi için belirlenen ölçü) vardır;

Birinci nisâb: Altın 72 grama[22]  (15 miskâl)[23] ulaşırsa bunun zekatı olarak kırkta biri verilir. Bu da 1.8 gram altındır. Bu miktâra ulaşmayan altına zekat düşmez.

İkinci nisâb: Nisab miktarı hesaplanarak zekatı verilen altından (üç miskal) 14.4 gr. altın artarsa bölme işlemine devam edilerekartan miktarın da zekatı hesaplanılarak verilir. 14.4 gramdan az artan altın için bu şekilde bir hesaplama ve zekat yoktur.

Anlaşılır bir örnek verelim:

Bir kimsenin 365 gram altını bulunsun. Zekat vermekle ilgili diğer şartlara da hâiz olan bu kimse altınının zekatını nasıl hesap ederek verir?

Bu kişi 72 gram üzerinden zekat vermeyi ölçü olarak almış ise; 365 gramda kaç 72 gram olduğunu bulur.

365:72=5 sonucunu bulur. 5 gramda artar.

72 gramda 1.8 gr. zekat verildiğine göre 72 gramın 5 katı olan 360 gramda 1.8x5=9 gr. zekatını birinci nisâba göre verir.

Geriye artan 5 gr. altın 14.4 gramın altında bir miktar olduğundan ona ayrıca zekat düşmez. Dolayısıyla, 365 gram altının toplam zekatı 9 gr. altın veya tutarı olur. 

İkinci bir örnek;

Varsayalım altının tamamı 380 gram idi. O taktirde 360 gramın zekatı olan 9 gram veya tutarı zekat olarak verildikten sonra, geriye 20 gram arttığından ve bu da ikinci nisabda belirtilen 14.4 gramın üzerinde olduğundan bu durumda altının tamâmı olan 380 gramın zekatı hesaplanır ve tamâmının zekatı verilir.

Yani; 380:72=5.2 eder. 72 gramdan 1.8 gr. zekat verildiğine göre 72 gramın 5.2 katı olan 380 gramdan ise 5.2x1.8=9.36 gram zekat verilir. Böylece ikinci nisâba göre 14.4 gramdan fazla artmış olan altının da zekatı verilmiş olur. (14.4 gramı dikkate almamış olsaydık bölme işlemimiz, artan 20 kaldığında sona erecek 20 gram 72 grama ulaşmadığı için zekattan muaf kabul etmiş olacaktık.)

GÜMÜŞÜN NİSÂBI VE ZEKÂTI

Gümüşün de iki nisâbı vardır:

Birinci nisab: 504 gram (105 miskal) gümüş elde olur ve diğer şartlarda bulunursa bunun kırkta biri (ki 12.6 gram eder.) zekat olarak verilir. Bu miktara ulaşmayan gümüşe zekat düşmez.

İkinci nisab ise: Nisab miktarı hesaplanarak zekatı verilen gümüşten (yirmibir miskal) 100.8 gram veya daha fazla gümüş artarsa bu da 504 grama ilâve edilerek tamamının zekatı verilir. Artan gümüş 100.8 gramdan aşağı ise bu artan kısma zekat düşmez, zekat birinci nisâba göre hesaplanılarak verilir.[24]

Bir kimsenin nisab miktarına ulaşan altın ve gümüşü olursa, bunların zekatı verilmişte olsa ilk nisabından aşağıya düşmediği müddetçe şartlar uygun ise her yıl onların zekatını vermek farzdır.

Altın ve gümüşü olan birisinin, altını veya gümüşünden hiç birisi nisab miktarına ulaşmamışsa onlara zekat farz olmaz.

Kullanım durumunda olmayan külçe altın ve gümüşe, kadının normalde kendi şahsına kullandığı ticaret amaçlı olmayan ziynet eşyasına, erkeğin kılıç, silah ve benzeri özel eşyasındaki altın ve gümüşe, süs olarak evde bulundurulan altın ve gümüşle kaplanmış kap, kaşık ve benzeri şeylerdeki altın ve gümüşe de zekat düşmez... Ancak kişi dilerse Allâh’ın rızâsını talep amacıyla bütün bunlardan tasadduk ve infakta bulunabilir. Ziynet eşyalarından zekat verilmesi de farz olmamakla birlikte Ehl-i Beyt’in (a.s) öğretilerinde müstehab (sünnet-iyi bir amel) olarak görülmüştür.

DAVAR, SIĞIR VE DEVENİN NİSÂBI VE ZEKÂTI

Hayvanlardan sadece koyun, keçi, sığır ve devenin zekatının verilmesi farzdır. Bunların zekatının farz olması için zekat ile ilgili şartlara ilâve olarak iki şart daha vardır.

1. Bu hayvanlar yılın tamamında çalışmamış olmalıdır. Bir iki gün çalışması dikkate alınmaz.

2. Yıl boyunca ya da en az yılın altı ayı ve daha fazlasında kır otundan otlanmış olmalıdır.

Çift sürmek, yük taşımak, binmek, boğazlamak, sütünden ve etinden istifâde etmek amacıyla yetiştirilen ve yılın tamâmına yakın bölümü yemlemek suretiyle beslenen hayvanlar zekata tâbî olmazlar.

KOYUN-KEÇİNİN NİSÂBI VE ZEKÂTI

Koyunun beş nisâbı vardır:

1. Kırk koyunun zekatı; bir koyundur. Kırka ulaşmayan koyunlara zekat düşmez.

2. Yüzyirmibir koyunun zekatı; iki koyundur.

3. İkiyüzbir koyunun zekatı; üç koyundur.

4. Üçyüzbir koyunun zekatı; dört koyundur.

5. Dörtyüz ve bundan yukarısı koyunlar; Bu nisaba ulaşan koyunlar için yüz, yüz hesap edilerek, her yüz koyuna bir koyun zekat verilmelidir.

Verilecek olan zekat, ya malın kendinden veya tutarı miktarınca paradan verilebilir. Zekat verilecek koyunun en zayıfını veya tutarını vermek uygun olmadığı gibi, en semizini veya tutarını da vermek gerekmez. Orta halli olanının verilmesi uygun olanıdır. Buna rağmen kişi durumuna, takvâsına, Allâh rızâsına duyduğu aşk ve muhabbetine bağlı olarak en iyisini de verebilir.

Zekat olarak verilecek koyun ise, en az ikinci yılına girmiş, keçi ise, üçüncü yılına girmiş olmalıdır.

SIĞIRIN NİSÂBI VE ZEKÂTI

Sığırın iki nisabı vardır:

1. Otuz sığırın zekatı; iki yaşına girmiş bir buzağıdır.

2. Kırk sığırın zekatı; üç yaşına girmiş dişi bir buzağıdır. Otuz ile kırk arasının zekatı farz değildir.

Mesela; Otuzsekiz tane sığırı olan bir kimse bunlardan otuzunun zekatını belirtilen ölçüye göre verir. Gerisine zekat gerekmez. Kırktan fazla sığırı olan kimse de mevcut altmışa ulaşmış ise, otuz, otuz hesap ederek zekatını verir. Kırktan fazla ancak altmıştan az ise, kırkın zekatını verir. Gerisine zekat yoktur. Sığırlar ne kadar çoğalırsa çoğalsın böylece hesap edilir ve uygun nisaba göre zekatı verilir.

Örnek; Yetmiş sığırı olan bir kimse zekatı bir otuz, bir de kırk nisabına göre hesap etmeli ve ona göre zekatını vermelidir.

DEVENİN NİSÂBI VE ZEKÂTI

Devenin Oniki nisabı vardır:

1. Beş devenin zekatı; bir koyundur. Beşin aşağısına zekat düşmez.

2. On devenin zekatı; iki koyundur.

3. Onbeş devenin zekatı; üç koyundur.

4. Yirmi devenin zekatı; dört koyundur.

5. Yirmibeş devenin zekatı; beş koyundur.

6. Yirmialtı devenin zekatı; ikinci yılına girmiş dişi bir devedir.

7. Otuzaltı devenin zekatı; üçüncü yılına girmiş dişi bir devedir.

8. Kırkaltı devenin zekatı; dördüncü yılına girmiş dişi bir devedir.

9. Altmışbir devenin zekatı; beşinci yılına girmiş dişi bir devedir.

10. Yetmişaltı devenin zekatı; üçüncü yılına girmiş iki dişi devedir.

11.Doksanbir devenin zekatı; dördüncü yılına girmiş ikidişi devedir.

12.Yüzyirmibir ve yukarısıdır; Bunların zekatı ya kırk, kırk hesap edilerek, her kırk tanesi için üçüncü yılına girmiş bir dişi deve, veya elli, elli hesap edilerek her elli tanesi için dördüncü yılına girmiş bir dişi deve verilmelidir. Tamâmının zekatının uygun olarak verilmesi için duruma göre kırk-elli olarak da hesap edilmek suretiyle zekat verilebilir.

Mesela; Bir kimsenin 144 devesi olsa: Bu kimse, develerini isterse 50, 50, 40 hesap ederek zekatını verir Kalan dört deveye zekat düşmez. İsterse, 40, 40, 40, 20vs. şeklinde hesap ederek zekatını verir. Her ne şekilde hesap edilirse edilsin artan miktar nisabın altında olmalıdır.

Davar, sığır veya deve için belirtilen nisabların arasında ayrıca bir zekat yoktur. Bunlar hangi nisaba ulaşmışlarsa ona göre zekatları verilir. Bir üst nisaba ulaşmadığı müddetçe önceki nisabtan artanlara zekat düşmez.

Davar, sığır ve devenin zekatını verecek olan kimse, onların zekatını başka bir maldan tutarı miktarında verirse, sayılar nisab miktarından aşağıya düşmedikçe her yıl onların zekatını vermelidir.

Maldan geçemeyen, candan nasıl geçer?

ZEKAT KİMLERE VERİLİR?

Zekatın kimlere, nerelere verilebileceğini şanı yüce Allâh’ımız Kur’ân-ı Kerîm’in Tevbe sûresi (9): 60. âyetinde şöyle beyân etmektedir: “Sadakalar (zekatlar) Allâh’tan bir farz olarak; fakirlere, miskinlere (düşkünlere), onlar üzerinde çalışan (zekat toplayan görevli) memurlara, kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara (müellefe-i kulûb), kölelere, borçlulara, Allâh yoluna ve yolcuya mahsustur (verilir)...”

Şimdi yukarıda sayılan sekiz sınıf insanın hangi durumlarda zekatı hak edebileceklerini, Peygamber efendimiz (a.s) ve Ehl-i Beyt İmâmlarının (a.s) nurlu sözleri ışığında kısaca açıklayalım;

1. Fakir: Kendisinin ve âilesinin bir yıllık masrafına malik olmayan kimseye fakir denir. Sanatı, mülkü veya sermâyesi olup onlarla bir yıllık masraflarını karşılayabilecek durumda olan bir kimse fakir değildir.

2. Miskin: Fakirden daha güç bir durumda bulunan bir kimseye miskin denir.

3. Zekat toplayan görevli: Onikinci İmâm Mehdî (a.s) adına zekatları toplamak, saklamak, ve hesabını yaparak gerekli yerlere ulaştırmakla, harcamakla görevli kimselerdir. Bu kimseler, İmâm’ın (a.s) gizli (ğaybette) olduğu dönemde, İmâmın (a.s) vekilleri konumunda olan Ehl-i Beyt yolubağlısı müçtehitlerince, fakihlerince belirlenir ve görevlendirilirler.

4. Müellefe-i Kulûb: Zekat verildiği taktirde İslâm’a meyledecek, ya da en azından böylece Müslümanların elinden, dilinden ve fiilî düşmanlığından selâmette kalabileceği kimselerdir.

5. Köleler: Bir bedel karşılığında özgürlüklerine kavuşmak üzere efendileri ile antlaşma yapmış köle ve câriyelerdir.

6. Borçlular: Allâh’a isyân olmayan amaçlar uğrunda borçlanmış ve borçlarını ödeyememiş, darda kalmış kimselerdir.

7. Allâh yolunda harcamak: Yani; İslâm’ın yapılmasını teşvîk ettiği hayırlı işleri yapmak için. Meselâ; Köprü, yol, hastahâne, mescit, İslâmî eğitim veren okul, öksüzler yurdu, hacca, cihâda, ilim tahsîl etmek üzere yola çıkacaklara yardımcı olmak, müminleri zâlimlerin elinden kurtarmak, Müslüman’lar arasında İslâmî ve ilmî öğretileri yaymak ve bu yolda faydalı kitaplar, eserler, vs. yayınlamak gibi. Öyle ki, zekatın bu payını kişiyi Allâh rızâsına ulaştıracak bütün işlerde kullanmak uygun/câizdir.

8. Yolcu: Seyahat, ticâret, cihât, ilim tahsîli gibi meşru sebeplerle memleketinden ayrılan ve gurbette bazı sebeplerden ötürü muhtaç hale gelen kimselerdir. Bu kimseler kendi memleketlerinde zengin de olsalar yolcu oldukları hallerde o durumlara düştüklerinde ihtiyaçlarını karşılayacak miktarda zekat alabilirler. Aldıkları zekatın bir miktarı memlekete döndükten sonra artarsa, artan miktar ya zekatı verene veya vekiline ya da zekat verilmeye ehil olan bir kimseye verilmelidir. Yolda kalan kimse fakir ise alınan zekatın tamamı kendisine âittir.

Bir kimse zekatını bu sekiz sınıftan birisine verebileceği gibi ikisine, üçüne ve hattâ hepsine de verebilir, pay edebilir.

Zekat ile ilgili bazı hükümler;

Zekat vermesi gereken bir kimse bir fakirden alacaklı ise, onda olan alacağını zekatının karşılığı olarak hesap edebilir.

Borcu olup borcunu ödeyemeyen bir kimse, fakir olmasa bile, insan ondaki alacağını zekata sayabilir.

Zekat verilen kimselerin; müellefe-i kulûb hâriç olmak üzere, Müslüman, Oniki İmâm’ın (a.s) İmâmet ve Velâyetine bağlı, en azından onlara düşman olan Nâsıbîlerden olmaması, büyük günahlardan kaçınan, zekatı günah olmayan yollarda ve yerlerde harcayacak, dürüst, ihtiyaç sahibi kişiler olması gerekir.

Kişi, bakımları üzerine farz olan ana-baba ve daha yukarısına (dede-nine gibi), çocuklar ve aşağısına (torunlarına vs.), eşine ve kendi kölesine normal şartlar altında zekat veremez.

Ancak, bir kimse ilmî ve dînî kitaplar alması, (çocuğunun ihtiyacı varsa), çocuğunun evlenmesi... vs. için çocuğuna zekat verebilir. Bir evlat da babasına evlenmesi için zekat verebilir.

Yine bir kadın da fakir olan kocasına zekat verebilir.

Kardeş ve amca gibi yakın akrabalar ise, durumları uygunsa zekat verilebilir.

Hâşimî (seyyid) olmayanlar Hâşimî olanlara zekat veremezler. Ancak seyyid olanın ihtiyâcını, almış olduğu humus karşılamaz ise o zaman seyyid olmayanlardan da yeteri miktarda zekat alabilir.[25]

ZEKATLA İLGİLİ EHL-İ BEYT’TEN FEYİZLER

İmâm Muhammed Bâkır’ın (a.s) ceddinden naklettiğine göre;“Bir gün Resûlullâh (a.s) mescitte iken kalk ey filan, kalk ey filan diyerek beş kişiye seslendi ve onlara dedi: “Mescidimizden dışarı çıkın, burda namaz kılmayın. Çünkü siz zekatlarınızı vermiyorsunuz.”[26]

İnsanlığın iftihârı (s.a.a.) buyuruyorlar ki; “Zekatı verilmeyen mal, lanetlidir, lanetlidir.”[27]

Âriflerin kutbu altıncı hak İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Kim, Allâh için üzerine farz olan bir hakkı (zekatı) vermez ise, batıl yolda iki katını verir.”[28]

İmâm Muhammed Bâkır (a.s) ve İmâm Cafer Sâdık’a (a.s); “...cimrilik ettikleri şeyler kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır...” [Âl-i İmrân (3): 180] âyeti hakkında sorulduğunda buyurdular; Onlar zekatlarını hakkıyla vermeyenlerdir. Onların boyunlarına kıyâmet günü zehirli yılanlar dolanacak, onların etlerini ve beyinlerini yiyecektir...”[29] 

Nefis öyle bir yulardır ki, onu şeytânın eline kaptıran iflah olmaz!

HAC VE HACCIN HÜKÜMLERİ

Hac nedir?

Hac; İslâm’ın şartlarından birisi ve önemli bir kulluk vazîfesidir.

Hac; hakkında, “... yoluna gitmeye gücü yeten herkesin O Ev’e (Kabe’ye) gidip haccetmesi, insanlar üzerinde Allâh’ın bir hakkıdır...” [Âl-i İmrân (3): 97], “Haccı ve umreyi Allâh için tamamlayınız...” [Bakara (2): 196]... buyrulan, İslâm’ın büyük farzlarındandır.

Hac; Kişinin Allâh’a doğru yolculuğu ve yükselişidir.

Hac; İslâm’ın bir çok ibâdetinin birlikte yerine getirildiği, “yaratılış”, “târih”, “birlik”, “İslâmî düzen”  ve “bir ümmet olmanın” sergilendiği kutsal bir gösteridir.

Hac;  Hz. İbrâhîm’in (a.s) Allâh’tan almış olduğu “insanlar içinde haccı îlân et; gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer (binitler) üzerinde sana gelsinler. (Gelsinler) ki kendileri için bir takım faydalara tanık olsunlar...” [Hac (22): 27-28] ilâhî emriyle yaptığı davete, çağlar ötesinden “Lebbeyk” demektir, yanıt vermektir, uymaktır.

Hac; insana İslâmî-insânî bilgiler öğreten çok büyük ve geniş bir üniversitedir. Dünyâ Müslüman’larının bir araya gelerek birbirlerinin dertleriyle ilgilendikleri ve ortak çözüm yolları aradıkları, düşmana karşı ortak bir tavır takınmak üzere birlikte karar vermeye çalıştıkları ibâdî-siyâsî yıllık bir kongredir.

Bilindiği gibi hac merâsimi, “Asr-ı Saâdet” dediğimiz Peygamberimizin (a.s) dönemindeki Müslüman’ların yıllık toplantısı niteliğinde idi. Ancak bu ibâdet zamanla, zâlimler ve çıkarcıların eliyle amacından saptırıldı, ruhsuz, amaçsız, hedefsiz kuru bir toplantıya dönüştürüldü. Bu yanlış anlayış maalesef bugün de bir çok Müslüman’ın zihninde yer almaya devâm etmektedir.

Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in, üzerinde çokça durduğu ve önemini ısrarla vurguladığı bu mühim ibâdetin, mânâ ve içeriğinden uzaklaştırılması karşısında, Müslüman Alevînin takınması gereken tavır nasıl olmalıdır?

Haccın önemsiz bir ayrıntı olduğuna mı inanılacaktır?

Hac, zamanımızda bir fantazi olarak mı görülecektir?

Haccın, menfaat şebekelerinin elinde bir oyuncak gibi değerlendirilmesine göz mü yumulacaktır? 

Hac, ırkçı bir bakış açısıyla değerlendirilip, Arapların diğer insanları sömürdüğü(!) bir sömürü aracı olarak mı kabul edilecektir?

Hac, her şeye rağmen etliye, sütlüye karışmadan, bütün olumsuzluklara gözlerini kapatıp, kulaklarını tıkayıp onları düzeltmeye çaba sarf etmeden, fert olarak sevap devşirmek amacıyla, biraz da turistik amaçlı bir Mekke-Medîne ziyâreti yapmak şeklinde mi algılanacaktır?

Elbette ki hayır!

Bizler; Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt’e bağlı Müslüman’lar olarak haccın ana gâyesini hiç bir zaman unutmamak zorundayız. Bu görevi, Kur’ân’ın, Hazreti Peygamber efendimizin (s.a.a.) ve Oniki İmâm’ların (a.s) öğrettiği tarzda yerine getirmek boynumuzun borcudur.

Haccın önemi ile ilgili olarak;

İki cihân Serveri sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s) şöyle buyuruyorlar; “Hakkıyla haccetmenin karşılığı Cennet, umre ise (kul hakkı hâriç) bütün günahlara keffârettir.”[30]

Sâdıkların İmâmı Cafer Sâdık (a.s) da buyurdular; “Kim ki fakirlik, hacca engel bir hastalık, zâlim iktidarların engellemesi vs. gibi sebeplerden ötürü değil de, sebepsiz olarak (şartlar uygun olduğu halde) haccetmeden ölürse Yahûdî ve Hıristiyan gibi ölmüş olur.”[31]

HACCIN SOSYAL YÖNÜ

Hac çok büyük bir sosyal muhtevâya sâhiptir. İnsanlar için çok önemli menfaatleri berâberinde getirmektedir. “(Gelsinler de) kendilerine âit olan bir takım menfaatler elde etsinler...” [Hac (22): 28] âyetindeki “menfaatlerin” neler oldukları Hak âşıklarının İmâmlarına (a.s) sorulduğunda; “...dünyâda ticâret ve kazanç, âhirette ise, af, mağfiret ve sevaptır...”[32]  buyurmuşlardır.

Ayrıca hac; tek hedefe sâhip, ayrı ırklara ve mezheplere mensup Müslüman’ların, İslâm âleminin batı ve doğusundan Mekke’ye doğru akın etmelerine ve Allâh’ın evi etrâfında bir araya gelerek birbirlerini daha iyi tanımalarına vesîle olmaktadır. Müslüman’lar Kabe etrafında toplantılar oluşturarak sorunlarını gündeme getirir ve bunların çözümleri için görüş alışverişinde bulunurlar.

Hac ibâdeti bittikten sonra ise, kendi ürettikleri ürünleri piyasaya sürerek, iktisâdî işlerini, sanâyî ve ticârî faaliyetlerini güçlendirmeye çalışırlar.

Hac; Müslüman’ların birlik ve dayanışmalarını takviye eden, aralarındaki nifak ve bölücülük etkenlerini, sınıfsal ayrıcalıkları yok eden çok muhteşem sosyal bir ibâdettir.

Orada her türlü millîlik, kabîlecilik, siyasal ve sosyal tabaka ayrımcılığı vs. bir kenara itilerek ruhlar bir, gönüller bir, hedefler bir olur. Öyle ki, her beşer, beşer yönünü terk ederek “Bir Âdem olmaya” koyulur.

Ancak bütün bu sayılanlar, insanların, hac zamanı dışında da Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt yoluna uygun bir şekilde yetiştirilmeleri ve Müslüman’lara hükmeden siyasal yönetimlerin “Veliyy-i Emr” makam ve liyâkatine sâhip olmaları ile sağlanabilir.

HACCIN İNSÂNÎ YÖNÜ

Kabe Allâh’ın evi olmasına rağmen, halkın evidir de. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur; “Şüphe yok ki insanlar için ilk kurulan ev, âlemlere hidâyet ve bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir.” [Âl-i imrân (3): 96]

Bu evde bütün insanlar, fakir-zengin, siyah-beyaz, köylü-şehirli, âmir-memur, yöneten-yönetilen vs. birbirleriyle kardeştir ve eşittirler.

Bu bakımdan Hacca giden herkes maddî varlıklarından uzaklaşarak, giydiği elbiseleri çıkarır ve insanlar arasında ayrılık ve sınıflaşmanın meydana gelmesine neden olabilecek her türlü şeyden kendilerini arındırırlar. Dikilmemiş iki parça temiz ve beyaz kumaş ile örtünürler. Bu aynı zamanda temizliğin ve takvânın da alâmetidir. Hep birlikte, “Allâh’a doğru koşunuz...” [Zâriyât (51): 50] âyeti gereğince O’na doğru koşarken, nefislerini her zaman için gurur, kibir ve bencillikten arındırarak, maddî ayrıcalıklardan, haksız yere niza etmekten, yalan söylemekten ve başkalarına karşı üstünlük taslamaktan uzak tutacaklarına dair kesin bir karar alırlar.

HACCINRÛHÂNÎ VE MANEVÎ YÖNÜ

İnsanın yaratılışının asıl hedefi, Allâh’ı tanımak, Allâh’ın rahmet ve sevgisine muhâtap olmak, ilâhî güzel ahlak ve sıfatlara sâhip olmak ve ilâhî hilâfet makâmına erişmektir. Bu ise, gönül temizliğini, nefsin şehvetlerden, her türlü pislik ve çirkinliklerden arınmasını, ızdırap ve çilelere katlanma yolunda çaba harcanmasını, hedefin sırf Allâh için olmasını ve nihâyet gerçek Kabe olan kalbin Allâh’a yöneltilmesini gerektirir.

Hac ibâdeti, ayrıca; yaşanılan yerden göç etmek (hicret), bedenen yorulmak, malı Allâh yolunda sarf etmek, dünyevî lezzet ve yönelişleri terk etmek, yorucu yolculuk ve şiddetli sıcaklar altında zahmetlere katlanmak, Allâh’a olan ahdini yenilemek, Mekke ve bir çok yerlerdeki ilâhî nişânelere tanık olmakla da sayısız ferdî ve toplumsal faydalar sağlamaktadır.

İnsan, hac ibâdeti ile Allâh’a kulluğunda olgunluğa erişir ve kâmil insan olma yolunda çaba sarf eder.

Ve yine, haccın amellerinden biri olan ihram giymek, Arafat dağına gitmek ve mahşerî kalabalığa (âdeta kefenlere bürünmüş bir topluluk içinde) katılmakla insan kıyâmet gününün manzarasını ve âhiretin durumunu hatırlar ve kendine çeki-düzen vermeye çalışır.

O kutsal beldelere yapılan ziyâretlerin hazzı ve faydaları elbette yazmakla tükenmez.

Aşk ikliminin batmayan Güneşi Hazreti Muhammed’in (a.s) doğduğu, ayak bastığı, yaşadığı, ümmeti uğrunda bunca çilelere katlandığı, havasını teneffüs ettiği, Rabbi ile mülâkatta bulunduğu bölgelerde bulunmanın tadını, zevkini hangi kalem kağıda dökebilir?

Putkıran İbrâhîm (a.s) ve daha nice Peygamberlerin (a.s) konakladığı, yaşamını sürdürdüğü beldeleri hangi dil hakkıyla anlatabilir?

Meleklerin indiği, vahyin nâzil olduğu, İsrâ-Mirâcın gerçekleştiği topraklar nasıl anlatmakla kavratılabilir?

Ammârların, Yâsirlerin, Sümeyyelerin, Bilallerin, Hamzaların, Selmanların, Abdullahların (Allâh cümlesinden râzı olsun.), Ehl-i Beyt’in nurlu sîmâlarından bir çoğunun (a.s), seçkin sahâbîlerin (r.a.) yetiştiği Nûr bahçesi, görmek ve gezmekten başka hangi yolla tanınabilir?

Hedeften, ruhtan, özden, Allâh rızâsına yöneliş amacından, bütün kötü hallerden kurtulup en güzel sıfatlarla bezenmeye gayret etme isteğinden uzak olarak gerçekleştirilen bir hac(!) elbette ki turistik bir seyahatten farklı değildir.

Nitekim Hacı Bektâş-ı Velî’ye (r.h) atfedilen;  

“ Harâret nardadır, sacda değildir.

Kerâmet baştadır, taçta değildir.

Ne arar isen kendinde ara,

Kudüs’te, Mekke’de Hac da değildir.”

sözünden murad da, ihlassız bir şekilde, riyâ ile karışık, bencillik ve kibirle yoğrulmuş, haccın bütün sır ve hikmetlerinden habersiz gerçekleştirilen hac(!) amelidir. Öyle ya, nice zâlimler, kâfirler de evleri Kabe’nin yanı başında bulunduğu, Mekke’nin yerlisi oldukları, her an Kabe ile yüz yüze geldikleri halde Îmân ve İslâm nimetinden mahrûm kalarak Cehenneme yuvarlanmamışlar mıdır? Demek ki, ameller ancak Allâh Resûlü’nün (a.s) buyurduğu gibi; “Niyet ile anlam kazanır.”

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Kabe’ye bakan bir kimseye, bakışını ondan ayırmadığı müddetçe, bir iyilik yazılır, bir günah da silinir.”[33]

Hac; Allâh’a doğru bir yolculuktur.

HACCIN FARZ OLMASININ ŞARTLARI

Erkek ve kadına şartları uygun düştüğü taktirde ömürlerinde bir defa haccetmeleri farzdır. Birden fazla yapılacak haccın ise hükmü duruma göre farklılık arz eder.

Haccın farz olmasının yedi şartı vardır:

1. Bulûğ çağına ermiş olmak: Henüz erginlik çağına gelmemiş olan çocuklar, zengin de olsalar kendilerine hac farz değildir. Bu yaşta iken hacca gidecek olsalar bu hacları nâfile sayılır. Bulûğ çağına erdikten sonra durumları müsâit ise yeniden hacca gitmeleri gerekir.

2. Akıllı olmak: Akıl hastalarına, delilere hac farz değildir. Bu durumda olanlar, hastalıklarını atlatırlar ve şartları da tutarsa haccetmeleri farz olur.

3. Hür olmak: Köle ve esir olanlara hac farz değildir.

4. Masraflarını karşılayacak nafakaya sahip olmak:Hac, zengin kimselere farzdır. Onun için, hacca gidecek kimse, hem kendisinin binek ve yol masraflarını, hem de geride bıraktığı ve bakmakla yükümlü olduğu aile efradının ve evinin ihtiyâcını karşılayacak durumda olmalıdır. Hacca giden kimsenin, hacdan döndükten sonra da geçimini sıkıntıya düşürmeyecek mâlî imkâna sâhip olması gerekir.

5. Vücutça sağlıklı olmak: Hac görevini yapamayacak derecede sakat, yatalak, görme özürlü, hasta, çok yaşlı vs. olan kimseler zengin de olsalar kendilerine hac farz değildir.

6. Yol emniyeti bulunmak: Kişinin canına, malına, nâmus ve haysiyetine zarar gelecek şekilde hacca gidiş yolunda kesin bir tehlike var ise hac farz olmaz.

7. Hac görevini yapabilecek kadar vakti olmak: Hac ibâdetinin yapıldığı aylarda hac amellerini yapabilecek kadar vakti müsâit olmayanlara hac farz değildir.

Hac ile ilgili bazı hükümler;

Üzerine farz olan hac görevini yerine getirmek için bir kadının kocasından izin alması şart değildir. Âdâb-ı muâşeret ve karı-koca arasındaki sevgi ve muhabbete binâen izin almak istenmesi durumunda da kocanın, hanımının haccına mâni olması dîne uygun (câiz) görülmemiştir.

Nâfile hac görevinde ise, kadın kocasından izin almak zorundadır. İzinsiz olarak bu tür bir hac görevini îfâ edemez.

Evli veya bekar, üzerine hac farz olan bir bayanın, hacca gitmesi için yanında mahrem birisinin (koca, baba, oğul, kardeş vs. ) bulunması şart değildir. Ancak, kadının kendi nefsinden, ve yol güvenliğinden yana emîn olması gerekir. Böylesi hallerde bir bayan kendi hemcinsleri ile birlikte hac görevini yapabilir.

HACCIN ÇEŞİTLERİ

1 . Temettu haccı (Mekke dışından gelenlere farzdır.)

2 . Kıran haccı (Mekke’li olanlara farzdır.)

3 . İfrad haccı (Mekke’li olanlara farzdır.)[34]

TEMETTU HACCI VE FARZLARI

Temettu haccı yapacak olan kimse önce temettu umresi yapar. Bu umredeki görevler yerine getirildikten sonra da temettu haccına başlanır.

Temettu umresinin farz amelleri şunlardır;

1. Mikat’ta ihrâma girmek.

2. Kabe’yi tavaf.

3. Tavaf namazı.

4. Safa ve Merve arasında Sa’y.

5. Taksîr. (Saç ve tırnaklardan bir miktar kısaltmak.)

TEMETTU UMRESİ

Kabe’yi ziyaret edecek olan hacı adaylarının temettu umresi yapabilmesi için bu umreye ve hacca niyetlenerek bu beş ameli yerine getirmeleri gerekir:

İHRAM

Mekke’nin çevresinde ve çeşitli yönlerinde “Mikat” adında bazı merkezler vardır. Hacılar bu noktalara vardıkları zaman, erkekler üzerlerindeki elbiseleri çıkarırlar ve farz olarak iki parçadan ibâret sâde ve beyaz kumaşı, kadınlar da normal giysilerini giyerler. Kadınların giyinecekleri elbiselerin de sâde ve beyaz olması iyi görülmüştür. Allâh’a yakınlık amacıyla yapılan bu iş, rûhî, ahlâkî ve sosyal bir değişiklik meydana getirdiği ve iç-dış temizliğini sağladığı için “ihrâm” adını almaktadır.

İhram giymeden önce insanın, vücudunu yıkaması, bedenini pisliklerden arındırması ve gusül etmesi sünnettir. İhram giyildiğinde ise, şu zikrin okunması farzdır: “Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk. Lebbeyk, lâ şerîke leke Lebbeyk. İnne’l Hamde ve’n-ni’mete leke, ve’l mülke leke. Lâ şerîke leke Lebbeyk.”[35]

Bu ifâdeler, insanları kendine itaat etmeye çağıran ilâhî çağrıya müsbet bir cevaptır.

Temettu umresi için beş Mîkat belirlenmiştir:

1 - Medîne’den Mekke’ye gidenler için; Mescid-i Şecere

2 - Irak ve Necd yoluyla Mekke’ye gidenler için; Zat-ı Arak veya Vâdiy-i Akîk 

3 - Şam ve Mısır yoluyla Mekke’ye gidenler için; Cuhfe

4 - Yemen yoluyla Mekke’ye gidenler için; Yelemlem

5 - Taif yoluyla Mekke’ye gidenler için; Karnü’l-Menâzil

İnsan, bulunduğu bölgeyi terk edip, Mîkat’a gitmeye hazırlandığında; ölümü, kıyâmet gününü ve âhiretteki hesâbı hatırlamalıdır.

Ve yine insan, Mîkat’a girdiği ve iki beyaz parçadan oluşan ihrâmı üzerine örttüğünde, bir gün kefen giyeceğini düşünmelidir. Zîrâ ister istemez bugün veya yarın, bir gün ölüm ânı gelecek ve ayrılık saati gelip çatacaktır. Evet, ihram ile kefen ne kadar da birbirlerine benziyorlar, ikisi de beyaz ve sâde, ikisi de dikişsizdir.

Hacı, ihram elbisesini giyerek lebbeyk demekle, Allâh’ın çağrısına olumlu cevap verdiği anda korku ve ümit arasında olmalıdır. Bu cevabının Allâh katında kabul edileceğini ümit etmeli, reddedileceğinden de korku duymalıdır. Şu hatırdan uzak tutulmamalıdır ki hem Peygamberimiz (a.s) ve hem de bütün İmâmlar (a.s) ümit ve korku arası bir halde olmuşlardır.

İhramlı iken hacılara haram olan ameller;

Erkeklerin başlarını örtmesi.

Kadınların yüzlerini örtmesi.

Erkeklerin hareket hâlinde iken başları üzerine gölgelik götürmeleri.

Tabî olmayan kokuyu koklamak.

Eşi ile birleşmek, öpmek, dokunmak, veya şehvetle bakmak.

Avlanmak veya av etinden yemek.

Kendisi veya başkası için nikah yapmak veya nikaha şâhit olmak.

Erkeklerin dikişli elbise giymeleri.

Kendiyle oynayarak meni getirmek.

Koku kullanmak.

Göze sürme çekmek.

Aynaya bakmak.

Erkeklerin, ayakların tamamını kapatacak ayakkabı, çorap vb. şeyler giymeleri.

Yalan söylemek, sövmek, gururlanmak, üstünlük taslamak.

Bedende bulunan bit, pire gibi haşaratı öldürmek veya uzağa atmak.

Ziynet olsun diyerek yüzük takmak.

Kocası için bile olsa kadının süslenmesi ve ziynet takması.

Başa veya vücuda yağ sürmek.

Kendi bedeninden veya bir başkasının bedeninden kıl koparmak veya tıraş etmek.

Tırnak kesmek, diş çektirmek.

Silah taşımak.

Harem’de biten her hangi bir bitki veya ağacı yerinden sökmek.

Kaşımakla veya misvaklanmakla da olsa bedeninden kan çıkarmak.

Mücâdele etmek, yani; bir şeyin kabul ettirilmesi veya reddedilmesi için Allâh adına yemîn ederek çekişmek... gibi.

İhramlı iken yapılması haram olan davranışların, bir kısmını da olsa, bilerek veya bilmeyerek işleyen kimse, davranışına göre değişik kefaretler öder. Bu keffâretler; işlenen amele göre; ya deve ya inek ya da koyun kurban etmektir.

Hacılar Mîkat’ta ihram giydikten sonra “lebbeyk” diyerek Îmân merkezi olan Mekke’ye doğru hareket ederler. Mekke’nin evlerini gördükleri zaman, telbiye getirmeyi (yani, lebbeyk demeyi) bırakırlar. Kabe’ye doğru yollarına devâm ederler.

Kabe görüldüğünde, Allâh’ın büyüklük ve azameti düşünülerek Allâh’ın evine nazar edilir. O Ev’e ev sahibine bakarcasına bakılır, Allâh’a duâlar ve şükürler edilir, Peygamberlere (a.s) ve Ehl-i Beyt’e (a.s) salavâtile tekbîr (Allâhu Ekber) ve tehlîl (Lâ ilâhe illlallâh) getirilir, müminler için af ve bağışlanma dilenilir. 

Evet...Hacılar Kabe’nin çevresine ulaştıklarında, kelebeğin mumun etrafındaki, elektronların çekirdek çevresindeki dönüşleri, gezegenlerin Güneş etrafında yörüngelerinde hareket etmeleri misali, bu Kutsal Ev’in etrafında tavâf eder, dönerler, kendilerini ve kendilerine ait olan her şeyi Hz. İbrâhîm (a.s) ve Hz. Hacer (a.s) gibi Allâh’a teslîm ederler.

TAVAF

Mekke’ye ihramlı ve temiz bir şekilde gelindiğinde tam bir huşû ile, Mescidü’l-Harâm’a ulaşılır. Hacerü’l-Esved’in yanında durularak sol omuz Kabe’den taraf olmak üzere yedi kez Kabe’nin etrafında dönülür ki, bu amele tavaf denir. 

Tavaf amelini yerine getirmek için aranan bazı şartlar vardır ki, bunlar;

1. Cünüplük, hayız, nifas, gibi, büyük abdestsizlik ve küçük abdestsizlik hâlinden uzak bulunulmalıdır. Yani abdestli olunmalıdır.

2. Beden ve elbise necâsetten temiz olmalıdır.

3. Erkekler sünnetli olmalıdır.

4. Avret mahalli örtülü olmalıdır.

5. Tavafın bütün dönüşleri aralıksız olarak tamamlanmalıdır.

6. Tavafa Hacerül Esved hizâsından başlanmalı ve yine oradan bitirilmelidir.

7. Kabe-i Muazzam’a solda kalacak şekilde tavaf yapılmalıdır.

Tavaf sırasında vesveseye kapılmak, câhilce hareketlerde bulunmak, itişerek-kakışarak bu ameli yapmak haramdır.

Uydum kalabalığa misâli, kendini tamâmen irâdesi dışında tavaf yapan insan seline kaptırarak yapılan tavaf geçersiz olup, yeni baştan yapılması gerekir.

Kabe’nin yanında bulunan ve “Hıcr-i İsmâîl” denilen makam da tavaf alanına dâhil edilmelidir. Bu makamın içerisinden yapılacak tavaf geçersizdir.

Tavaf alanı, Beytullâh (Kabe) ile İbrâhîm makâmı arasında kalan mesâfe kadardır. (Yani; yaklaşık olarak 14 metredir.) Tavaf yapan kimse bu makâmın dışına çıkmamalıdır.

Tavafın bazı sır ve hikmetleri;

Tavaf ânında ziyâretçinin kalbi; Allâh’a saygı, sevgi, muhabbet, haşyet ve huşû ile dolu olmalı. Yaptığı o tavaf ile, Arş’ın etrafında devamlı hareket halinde olan Allâh’a yakın meleklerin rolünde olduğunu bilmelidir.

Tavafta amacın, sadece bedenin tavaf etmesi olmadığının bilinmesi gerekir. Kalbin tavafı ise, Allâh’ı gereği gibi tanımak, zikretmek, tesbîh, hamd ve şükretmekle olur. 

Bu bakımdan tavafın sırrı, onun ruh ve hakîkati, kalbin ve zihnin Allâh’ı tavaf etmesi, bedenin bütün yaşamı boyunca Allâh’ın razı olacağı emir ve yasalar çevresinde dönmesi, İnsanın, Hakkı’ın çevresinde uydu olmasında yatmaktadır. Aksi halde dönmeye ayarlanmış bir robot, ve değirmeni döndüren bir beygirden farksız olunur.

TAVAF NAMAZI

Kabe’yi tavaftan sonra Hz. İbrâhîm’in (a.s) makâmında aynen sabah namazı gibi iki rekat namaz kılınması farzdır. Bu namaz görevi yerine getirilirken, diğer namaz kılan ve hac görevlerini yerine getirmeye çalışan Müslüman’lar zahmete düşürülmekten sakınılmalıdır.

SA’Y

Tavaf namazından sonra, oğlu Hz. İsmâîl’e (a.s) su bulmak için Safa ile Merve arasında yedi defa gidip-gelen Hz. İbrâhîm’in (a.s) eşi Hz. Hacer (a.s) annemizin rolünde, yedi kez Mescidü’l Harâm’ın yanında bulunan Safa dağının eteğinden, Merve’ye doğru Sa’y’a niyet edilerek gidip, gelinilir. Safa ile Merve arasındaki bu gidiş gelişlere “Sa’y” denir ki, haccın farzlarındandır.

Bu amel Safa’dan başlayıp, Merve’de bitirilmelidir.

TAKSÎR

Taksîr; saçı veya tırnağı kısaltmak demektir. Temettu umresi, son olarak saç veya tırnaklardan bir kısmının kesilmesiyle son bulur.

Temettu haccının görevlerine başlayıncaya kadar ki zaman içerisinde, dileyen kimse ihram elbisesini çıkararak normal giysilerini giyebilir.

UMRENİN VAKTİ

Umrenin vakti; Şevvâl ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk sekiz günüdür. Hacılar umreyi yerine getirdikten sonra, 8 Zilhicce’ye kadar serbesttirler. Sekiz Zilhicce hacıların toplu olarak Hac görevlerine başlayacakları gündür.

Hacılar yapmaya çalıştıkları hac ve umre görevlerinin hem dünya hem de âhirette kâmilen faydalarını görmek isterlerse, boş kalan bütün zamanlarında dünyânın dört bir yanından Kabe’ye akın etmiş din kardeşleri ile tanışmalı, görüşmeli, dertleşmeli, fikir alış-verişinde bulunmalı, gıybet ve benzeri her türlü haramlardan uzak durmalı, Dünyâ İslâm kardeşliğinin pekişmesi için gayret göstermelidirler. Zîrâ bu mübârek günler ve mekanlar bu tür bir tanışma ve birlikteliğin ortaya konulacağı en müsait zamanlar ve en uygun yerlerdir.

Alevî; Hakk merkezli yörüngede dönendir.

TEMETTU HACCI

Hac görevini yerine getirmek üzere Mekke dışından Mekke’ye gelen hacı, üzerine farz olan temettu umresini yaptıktan sonra, haccının tamamlanması için temettu haccına başlar[36].

Temettu haccının da farz olan amelleri şunlardır;

1. Mekke’de ihrâm giymek.

2. Arafat’ta vakfe yapmak.

3. Meşaru’l Harâm’da vakfe yapmak.

4. Mina’da Cemrey-i Ukbâ’yı taşlamak.

5. Mina’da kurban kesmek.

6. İlk kez hacca gidenler için; tıraş olmak. Hacları ilk olmayanlar için taksîr yeterlidir.

7. Kabe’yi tavâf etmek.

8. İki rekat tavâf namazı kılmak.

9. Safâ ile Merve arasında sa’y etmek.

10.  Nisâ (kadınlar) tavafını yapmak.

11.  İki rekat nisâ tavafı namazı kılmak.

12.  Zilhicce’nin 11. ve 12. Gecelerinde Mina’da kalmak.

13.  Cemreleri taşlamak.


MEKKE’DE İHRÂM GİYMEK

Umre amellerini yerine getiren hacılar, temettu haclarını yapmak üzere Zilhicce ayının sekizinci günü bir kez daha Mekke’de ihramlarını giyerler ve bu temettu haccını îfâ etmek niyetiyle “Lebbeyk” diyerek Mekke’nin yaklaşık 24 km. yakınlarında bulunan Arafat dağına giderler.

ARAFAT’TA VAKFE

Zilhicce ayının dokuzuncu günü öğleden akşama kadar Arafat dağında beklenir. Bu bekleme esnasında insan, Hz. Âdem rolünde bir kişi olarak, Allâh katından uzaklaşmış bir kimsenin rûhî ve manevî hâli ile o mekanda bulunur, tüm günahlarından, bâtıl anlayış ve itikatlarından bir daha geriye dönmemek üzere tevbe eder ve Hakka ilticâ ederek duâ ve niyazda bulunur.

Bu mekanda, insan kıyâmet gününün manzarasını bir ân olsun hatırlayarak o dehşetli zamana kendini hazırlamanın lüzûmunu hisseder ve Hakkın dergahından uzak kalmamanın gerekliliğini kavrar.

Arafat”ta vakfe yapan hacı, tevbenin yanı sıra, Kendisine Allâh’ı ve emirlerini, yaratılış sırlarını, geçmiş ümmetlerin hayat hikâyelerini, kıyâmeti ve haşri hatırlatmak üzere çokça Kur’ân okumalı, Allâh’ı sürekli anmalı, tüm varlığıyla O’nun varlığını ve azametini hissetmeli, zikretmeli, Peygamber efendimize (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine (a.s) salavât-ı şerîfeler getirmeli ve Allâh’a yakarış içerisinde bulunmalıdır. Kişi böylece Arafat’ta durmanın manevî hazzını, lezzetini ve meyvesini elde etmiş olur.

MEŞARU’L HARÂM’DA VAKFE

Güneşin batışından önce bütün hacılar Arafat dağından Müzdelife’ye doğru hareket ederler. Yaklaşık olarak 6 km. yol aldıktan sonra Müzdelife’ye varırlar. Orada istirahat ederler, sonra akşam ve yatsı namazlarını kılarlar. Gece Müzdelife’de kalmak sünnet bir amel olup dileyenler orada kalırlar.

Bu gecede hacılar, şeytânlarla genel bir savaş günü olan ertesi gün için yetmiş adet ufak taşlardan toplayıp yanlarında bulundururlar. Fecir doğduktan sonra da Meşaru’l Haram’da farz olan vakfeyi yaparlar. Şafağın atması ve Güneşin doğması ile birlikte hacılar bir sel gibi Mina’ya doğru akmaya başlarlar.

Hacılar; Arafat’taki vakfelerinde yerine getirdikleri Kur’ân okuma, Allâh’ı anma, duâ, yakarış, zikir, salavât vs. gibi amellerini Meşaru’l Haram’daki ve Müzdelife’deki vakfelerinde de yaparlar ve o gecenin sessizliğinde Rabbi ile baş başa kalmaya ve O’na gözyaşı sunma, kalpten yönelme mutluluğu ve imkanını elde ederler.

CEMRE-İ UKBÂYI (BÜYÜK ŞEYTÂNI) TAŞLAMAK

Zilhicce’nin onuncu günü güneşin doğmasıyla birlikte, şeytânlarla mücadele etmek için hacılar Mina’ya doğru akmaya başlarlar. Şeytânın sembolü olan Cemre-i Akabe’nin hizâsına gelenler yedi ufak taşla onu taşlarlar. Her taş atıldığında da günahlarından af edilmeleri ve Allâh’ın amellerini kabul etmesi için duâda bulunurlar.

Buradaki taşlamanın bir sırrı odur ki; insanoğlu gerek nefsinin şeytânlıklarına, dıştaki şeytânlaşmış kişi, kurum ve otoritelerin karşısında olarak onlarla dâimî bir savaş halinde olduğunu hatırlar, onları her yeni başlayan haftanın bütün günleri boyunca reddedeceğine, onlara karşı olacağına atmış olduğu yedi taş ile remzen, sembolik olarak işâret eder.

Evet...

Ey aşk ehli! Bu yedi taşı atmanın elbette ki sayısız hikmetleri vardır. Yine hikmetlerinden birisi de odur ki, insan, kendisini şeytâna ve bâtıl yollara sürüklemede temel uzuvları olan yedi uzvun (el, ayak, göz, kulak, dil, ağız ve tenâsül organı) taşkınlıklarına ve sapkınlıklarına dur diyecek, onları nefs-i emmârenin hizmetine vermeyecektir. 



[1] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 119, Tehzîb: c: 1 sh: 181, 379, İstibsâr: c: 1 sh: 343, Vesâilüş Şîa: c: 6 sh: 221

[2] Molla Câmi: Baharistan: sh: 64

[3] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 170-171, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 118, İstibsâr: c: 2 sh: 45

[4] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 119

[5] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 116-118, Tehzîb: c: 1 sh: 369

[6] Tehzîb: c: 1 sh: 369, İstibsâr: c: 2 sh: 40-41

[7] Daha geniş bilgi için bakınız: Seyyid Rûhullâh (r.h): Tahrîrul Vesîle: c: 2 sh: 304-310, Allâme Hıllî: Şerâiul İslâm c: 1 sh: 192-196, Muhtasarun Nâfî: sh: 83-84, Seyyid Allâme Hoî: Minhâcü’s Sâlihîn, vb.

[8] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 175, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 113

[9] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 176, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 119

[10] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 122-123

[11] Meselâ bakınız: Bakara (2): 43, 83, 110, Nisâ (4): 77..., Mâide (5): 55..., Nûr (24): 56, Müzzemmil (73): 20..., vs.

[12] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 497

[13] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 6, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 37

[14] A’yânü’ş-Şîa: c: 1 sh: 316

[15] Usûl-u Kâfî: c: 2 sh: 23

[16] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 506, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 6, Uyûn-u Ahbâru’r-Rızâ: c: 1 sh: 258

[17] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 498, Men lâ yanduruhul fakîh: c: 2 sh: 25

[18] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 50

[19] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 61, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 2

[20] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 507

[21] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 4

[22] Bu ölçü, yöreye bağlı olarak alimlerce farklı farklı verilmiştir ve 96 grama kadar değişir. 

[23] İslâm’ın ilk devirlerinde miskal, dinar, dirhem ve benzeri ağırlık ölçüsü birimleri kullanılırdı. Bunlar için de temel ağırlık olarak genelde hubûbât cinsinin -özellikle de arpanın- tane ağırlığı esas alınmıştır. Arpaların bölgelere göre büyüklüğü farklı olduğundan neticede miskâl, dînar, kırat, devânik, dirhem ve benzeri ağırlıkların gramajları da farklılık arz etmiştir. Biz de burada ortalama olarak belirttiğimiz miktarı taban aldık. Hesâbımızı bir miskal4.8 gram üzerinden yaparak bu sonuca ulaştık. Bu taban miktar her ne kadar farklılaşsa da netice itibarı ile altında 10-20 gram gibi, gümüşte da yaklaşık 100 gram gibi bir oynama (yukarıya doğru) göstermektedir. Bu da çok önemli bir hesap kayması sayılmaz.

[24] Hesaplama şekli altının nisâbı bölümünde örneklendirilmiştir. Oradaki bilgilere bakılarak hesaplanılabilir.

[25] Zekat ile ilgili geniş bilgiler için bakınız: Seyyid Rûhullâh: Tam ilmihâl, Tahrîru’l Vesîle, Allâme Cevâd Tebrizî: Tam ilmihâl, Allâme Hıllî: Şerâiu’l İslâm, Muhtasaru’n Nâfî, Seyyid Hoî: Minhâcü’s Sâlihîn, vb.

[26] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 503, 505, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 7

[27] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 504, Men lâ yahduruhul fakîh: c:2 sh: 6

[28] Furu-u Kafi: c: 3 sh: 506, 546, Men la yahduruhul fakih: c: 2 sh: 6

[29] Furû-u Kâfî: c: 3 sh: 504, 505, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 6

[30] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 253

[31] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 268, 269

[32] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 422, Mecmauu’l-Beyân: c: 7 sh: 129, El-Mîzân: c: 14 sh: 377

[33] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 240, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 132

[34] Kıran haccı ve ifrad haccı yalnızca Mekkeli olanlara farz olduğundan ayrıntılarına girme gereği görmedik.

[35] Emrine itaat etmeye hazırım, Allâh’ım emrine itaat etmeye hazırım. Emrine itaate hazırım ey ortağı olmayan (Allâh’ım) emrine itaate hazırım. Şüphesiz ki hamd, nimet ve mülk sana aittir. Senin bir ortağın yoktur.

[36] Hac görevini yerine getiren bir kadının tavaf ve sa’y’ının âdet günlerine denk gelme korkusu olduğu durumda, bu ibadetlerini vakfelerden önce yapması câizdir. Şayet bu ibâdetleri yapma esnâsında âdet hâli vâki olursa, yerine getiremediği ibadetlerinin kazâsını, temizlendikten sonra yapar. Hasta ve çok yaşlı olan kimselerin de tavaf ve say’ını vakfeden öne almaları câizdir. Hac ibâdeti, cemaatle birlikte icrâ edilen bir ibâdet olduğundan, gerekli açıklamaların, ayrıntıların Ehl-i Beyt yolunun değerli âlimlerinden öğrenilmesi her Müslüman-Alevi hacının görevidir.