0-5  5-50  50-95  95-140  140-175  175-215  215-255   255-300  300-340  340-380  380-415  415-445  

4. İMÂM HZ. ZEYNELÂBİDÎN’İN (a.s) HAYÂTI

İmâm Zeynelâbidîn (a.s) Medîne-i Münevvere’de dünyâya geldi. İsm-i şerîfleri Ali, lakapları ibâdet edenlerin süsü, zîneti manasına gelen “Zeynü’lâbidîn” dir.

Babası İmâm Hüseyin, Kerbelâ’da hunharca zâlimlerin eliyle şehîd edildiğinde, hikmet-i ilâhî, ağır hastalık geçiren İmâm, savaşa katılamamış, hâinler de, nasıl olsa bu genç, ağır hasta, zaten ölümle burun buruna diyerek kendilerine dokunmamışlardır.

Hz. Zeynelâbidîn (a) babasının vefâtını müteâkip, Hz. İmâm Hüseyin’in vasiyeti üzere ümmete İmâm oldular. Hazret’in İmâmlık dönemi, Ümeyye oğullarının en şiddetli zulümlerini icra ettikleri, Emevist diktatörlüğün zirvede olduğu, Ehl-i Beyt’e ve Ehl-i Beyt taraftarlarına dünyâda eşi-benzeri görülmemiş düşmanlık ve işkenceleri revâ gördükleri bir döneme rastlar.

İmâm (a.s), babasının şehâdetinden sonra şehirlerde esîr olarak dolaştırıldığı zamanlarda, Yezît ve Yezîdîlerin Ehl-i Beyt’e yaptıkları zulmü ve cinâyetleri anlatarak bir bir ifşâ etmiş, İmâm Hüseyin’in Kerbelâ’daki kıyâmının esas ideal ve hedefinin ne olduğunu halka açıklamıştır. Bu sâyede, siyâsî arenada ve savaş ortamında zâhiren gâlibiyet elde etmiş, kan içici Tâğûtların, Müslüman’ların inanç ve itikadlarını istedikleri doğrultuda yönlendirerek, düzenlerini oturtmalarının önüne geçilmiş, İslâm’ın iç düşmanı münâfıkların gerçek çehreleri tüm çıplaklığı ile ortaya serilmiştir.

İmâm Zeynelâbidîn tarafından rivâyet edilen “Cevşenü’l Kebîr” ve “Cevşenü’s Sağîr” duâlarının yanı sıra,daha bir çok duânın da içerisinde bulunduğu “Sahîfe-i Seccâdiye” kitabında, İmâm’ın, ümmete her zaman diliminde ve her insana lazım olan siyâsî, içtimâî ve ferdî nizamlar ile ilgili öğretmek istediği hakîkatleri duâ kalıbı şeklinde sunduğu görülmektedir.

Bu duâlarda, Allâh’a yakarışın en güzel örnekleri gösterilmekle birlikte, en zor şartlar altında bile olsa zâlimler karşısında susmamanın gerekliliği herkese öğretilmiş olmaktadır.

İmâm Zeynelâbidîn (a)’de ataları gibi içteki İslâm düşmanı münâfıkların elleri ile zehirlenmiş ve şehît edilmiştir. Şefâati üzerimize olsun!

Allâh’ın selâmı, rahmeti sana, pâk âbâ ve ecdâdına olsun Ey aşk yolunun serveri!

Nûr Güneşinin ışığı İmâm Zeynelâbidîn’den (a.s) inci misâli bir buyruk; “Ey İnsanlar! Allâh’tan korkun. Biliniz ki; O’na döneceksiniz. Âhirette herkes kötü amelinin kendisinden uzaklaştırılmasını istediği halde, yaptığı iyi ve kötü amellerini karşısında hazır bulacaktır. Allâh sizleri kendisinin azâbıyla korkutuyor. Eyy gaflete dalan Âdemoğlu! Yazıklar olsun sana, Allâh senden gâfil değil. Ölümün hızla sana yönelmiş ve süratle sana doğru ilerliyor. Seni arıyor, seni yakalamasına bir şey kalmamıştır. Ömrün tükenir tükenmez, ölüm meleği Azrâîl canını alır, yalnız olarak kabre girersin. Rûhun tekrar sana döner. Münker ve Nekir adlı iki melek seni sorguya çekmek ve sıkı imtihan etmek için âniden, habersiz olarak yanına gelirler. Biliniz ki, onların ilk sorguları, ibâdet etmiş olduğun Rabb’inden, sana gönderilmiş olan Peygamber’den, kendisine inanmış olduğun Din’den, okumuş olduğun Kitâbın Kur’ân’dan, velâyetini ikrar edip itaat ettiğin İmâm’dan, ömrünü nerede geçirdiğinden, malını nerede ele geçirip nerede harcadığından olacaktır...”[1]

Göz, O ki Hak’kı göre, yol, O ki Hak’ka vara!

5.İMÂM HZ. MUHAMMED BÂKIR’IN (a.s) HAYÂTI

İmâm Muhammed Bâkır da Medîne’de dünyâya geldi. Babası İmâm Seccâd’ın (a.s)[2] vefâtı ile birlikte vasiyeti üzere Ümmet-i Muhammed’e İmâm olmuşlar, ümmeti zâhiren ve bâtınen, hakka ve güzele irşât eylemişlerdir.

Temiz, mutahhar ve yüce mertebelere sâhip ataları gibi, bir çok keşf-i kerâmeti bulunan İmâm (a), ilim ve irfânını, zamanın sosyal ve siyasal zemini müsâit olması münâsebetiyle, biraz olsun açıklama ve yayma fırsatı bulmuş, İslâm mektebine gönülden bağlı yüzlerce ilim adamı, Kur’ân ve Ehl-i Beyt âşığı fedâkar, cefâkâr insanlar yetiştirmiştir. Bu, ilminin derinliğinden dolayı, kendisine “Bâkıru’l Ulûm” (İlimlerin hakikatini ortaya koyan, öze vâkıf olan) lakâbı verilmiştir.

İmâm Muhammed Bâkır da (a) Ümeyyeoğulları tarafından zehirletilerek şehâdet makâmına erişmişlerdir.

Allâh’ın sonsuz Rahmet ve Selâmı, Ona ve pâk soyuna olsun!.

Zâhir ve bâtın’ın kutbu İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Eyy Câbir![3] Teşeyyü-Alevîlik dâvâsı güdüp biz Ehl-i Beyt’i sevdiğini söylemek insana yeter mi? Allâh’a yemîn olsun ki, gerçek Alevî (Şîi-taraftarlarımız) ancak Allâh’tan çekinen ve O’na itâat edenlerdir. Onlar (Alevîler), alçak gönüllü olmalarıyla, Allâh’tan hakkıyla korkmalarıyla, O’na itâat etmeleriyle, emîn, güvenilir olmalarıyla, Allâh’ı çok anmalarıyla, orucu tutmaları, namâzı kılmalarıyla, ana-babaya saygı gösterip yardım etmeleriyle, komşularından yoksul borçlu ve yetîm olanları görüp gözetmeleriyle, doğruyu söylemeleri, Kur’ân (çok) okumalarıyla, insanların ancak hayırlarında bulunup, onlara kötülük yapmamalarıyla tanınırlar. Onlar toplum içerisinde en emîn kimselerdir.” Câbir dedi: “Ey Resûlullâh’ın oğlu-torunu! Biz bugün saydığınız sıfatlara sâhip kimseyi göremiyoruz.” İmâm buyurdu; “Ey Câbir! Çeşit çeşit yollara gitme! Bu yollar öyle yollardır ki; bir kimse ben Ali’yi seviyorum, O’nu velî ediniyorum, der, ondan sonra da hiç bir amel etmez. Yine o kimse, ben Resûlullâh’ı seviyorum der -Resûlullâh ki Ali’den daha hayırladır- ne O’nun yoluna uyar, ne de sünneti ile amel eder, O’nu sevmesi de kendisine hiç bir fayda vermez. Ey Câbir! Allâh’tan korkun. Allâh neyi emretmişse onu yerine getirin. Allâh ile hiç kimse arasında bir akrabalık yoktur. Allâh katında kulların en sevimlisi, O’ndan en fazla çekinen ve O’na en fazla itâat edendir. Eyy Câbir! Allâh’a ancak itâatle yaklaşılır. Bizim yanımızda ne cehennemden kurtuluşa dâir bir berâat vardır, ne de bir kimseye Allâh’a karşı sunabileceği bir delîl. Kim Allâh’a itâat ediyorsa, o, bizim dostumuz (şîamız) dur. Kim de Allâh’aisyân  ediyorsa, o da düşmânımızdır. Bizim dostluğumuz, şefâatımız, ancak ibâdet ile, itâat ile ve Allâh’tan hakkıyla çekinmekle (takvayla) elde edilir.”[4]

Kul, O ki yola gele, Rabb’ini bilip, nefsini yene!

6. İMÂM HZ. CAFER SÂDIK’IN (a.s) HAYÂTI

Medîne-i Münevvere’de dünyâya gelen İmâm Cafer Sâdık, babaları İmâm Muhammed Bâkır’ın vefâtı ile vasiyet üzere ümmete İmâm olmuşlardır.

İmâm’ın (a.s), Ehl-i Beyt kaynaklarında en fazla kullanılan künyesi “Ebû Abdullâh” tır.

Hz. İmâm Cafer Sâdık (a.s), târîhin en hassas dönemlerinin birinde, yâni Emevizmin çöküşü ve Abbasoğulları’nın iktidâra geçişi döneminde yaşamış bir İmâm’dır.

İşte, İmâm bu geçiş dönemindeki otorite zayıflığından istifâde ederek İslâm ümmetine, Kur’ân ve Ehl-i Beyt öğretilerini yaymaya çalışmış, bu yönde oluşturduğu ders halkalarında dörtbin civârında seçkin talebeler yetiştirmiştir. Yine bu dönemin bazı avantajlı taraflarını iyi bir şekilde kullanmasını bilen İmâm Cafer (a.s), diğer İmâmlara nazaran İslâmî ilimlerin daha rahat ve düzenli yayılmasında önemli rol oynamış, dolayısıyla da kendilerinden, Kur’ân ve Ehl-i Beyt öğretileri daha fazla rivâyet edilmiştir. Ehl-i Beyt yoluna, rivâyet ve nakillerin daha çok bu İmâm’dan bizlere ulaşması nedeniyle “Caferî Mezhebi” de denmiştir.

İmâm (a), saltanat makâmınca kendisine yöneltilen bütün görev alma tekliflerini reddetmiştir. Çünkü O, biliyordu ki, Abbasoğulları’nın da amaçları, Ümeyyeoğulları gibi İslâm’ı ve Müslüman’ları kendi saltanat ve menfaatları uğrunda kullanmak, zulüm çarklarının dönüşünü devam ettirmekti.

İmâm Cafer Sâdık (a.s) da cedleri gibi zehirlettirilmiş ve “her nefis ölümü tadacaktır” emr-i ilâhîsine teslim olmuşlardır.

Allâh’ın selâmı, rahmeti üzerinize olsun Ey evlâd-ı Resûl!

Selâm sana, Ey Mürşîd-i Kâmil!

Erenler rehberi İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu; “Bir mümin şu sekiz sıfatla muttasıf bulunmalıdır: Fitne ve kargaşada ağır başlı, belâda sabırlı, bollukta şükreden, Allâh’ın verdiği rızka kanaat eden, düşmanlarına bile zulmetmeyen, dost ve arkadaşlarına yük olmayan, çalışarak zorluğa katlanan, ve haksız yere insanları incitmeyen olmalıdır.”[5]

Kul O ki, nefsini yenip, kemâle ere!

7.İMÂM HZ. MÛSÂ KÂZIM’IN (a.s) HAYÂTI

İmâm Mûsâ Kâzım (a) Mekke ile Medîne arasında yer alan Ebva bölgesinde dünyâya geldi. Babasının vefâtıyla vasiyeti üzere Müslüman’ların İmâmı oldular.

İmâm Mûsâ Kâzım (a.s), İmâmetleri süresince, Müslüman’lara her konuda önderlik ediyor, İslâm’ın hakîkatlerini teblîğ ve irşâd ile meşgul oluyor, Ümmet-i Muhammed’e zâlimlerden ve özellikle de zâlim yöneticilerden uzak durmalarını öğütlüyordu. O dönemde Abbâsî Sultanlarından Hârun Reşîd, İmâm’ın Müslüman’lar arasındaki etkilerinden dehşete kapılarak, devletin birlik ve dirliğini korumak adıyla, gerçekte ise kendi diktasını, saltanâtını devâm ettirmek amacıyla, İmâm’ı (a.s) yakalatıp gizlice Medîne’den Bağdat’a getirterek zindana attı.

Zulüm düzenlerinin devamından yana olanların eliyle, İmâm zindanda iken zehirlettirildi ve Hakk’ın rahmetine kavuştular.

Salât-ü selâm üzerine olsun!

Size ve size dost olanları dostuz, düşmanlarınıza da düşmanız, Ey İmâm!

Gönül ehlinin başbuğu İmâm Mûsâ Kâzım (a.s) buyurdu; “Zamanınızı dörde ayırmaya çalışınız: 1. Allâh’a niyaz ve ibâdete, 2. Geçiminizi sağlamak için çalışmaya, 3. Size ayıplarınızı hatırlatarak, halinizin düzelmesine yardımcı olan kardeşlerinizi ziyâret etmeye, 4. Harâm olmayan zevk ve eğlenceye. Bu sonuncusunu yapmakla, diğer üçünü de yapmaya güç yetirebilirsiniz.”[6]

Ehl-i Beyt’in yolu, “Sırâtu’l Müstekîm” dir.

8.İMÂM HZ. ALİ RIZÂ’NIN (a.s) HAYÂTI

Sekizinci Hak İmâm Ali Rızâ’da (a.s) Medîne’de dünyâya geldi. Babasının vefâtıyla birlikte, vasiyyet ve emir üzere İmâmet makâmına geçtiler.

Diğer Ehl-i Beyt İmâmları gibi, O’da zamanının en âlim ve muttakî şahsiyeti olup, ümmeti zâhirde ve bâtında irşât ile meşgul oldu.

Abbâsî sultanlarından olan Me’mun, çeşitli sebeplerden dolayı İmâm’ı Medîne’den Horasan’a davet etti. Görünüşte İmâm’a karşı gayet saygılı ve bağlı olan Me’mun, hilâfeti İmâm’a (a.s) teklîf etti. İmâm ise o günün şartlarını uygun bulmayarak, zulüm dolu uygulamaların devâmında katkısının olmaması için, bu teklîfi reddettiler. Ancak, Me’mun zorlama yoluyla, İmâm’a başka seçenek bırakmayarak veliahtlık görevini verdi. İmâm da bunu belli şartlar dâhilinde kabûl etti.

İmâm Rızâ (a.s), büyük ilim sâhibi bir şahsiyet olmasından ötürü, devrinde “Âl-i Muhammed’in âlimi” diye anılıyordu. O dönemde Horasan’da bir çok ilmî ve irfânî münâzara meclisleri düzenleniyor, İmâm (a) hepsinde de devrinin en âlimi olduğunu ortaya koyuyordu. Bu üstünlük zamanla halkın gönlünde İmâm’a karşı daha derinden bir muhabbet ve sevgi hâlesi oluşturmuş, bu da zamanın sultânını kıskandırmış, endişelendirmiş ve korkutmuştu.

İmâm’a karşı gösterilen bu sevgi ve bağlılıktan son derece rahatsızlık duyan Me’mun, nihâyet İmâm’ı zehirlettirerek şehît etti.

Allâh’ın sonsuz selâm ve rahmeti üzerinize olsun Ey İmâm!

Mustazafların, gariplerin İmâm’ı Ali Rızâ (a.s) buyurdu;“Şu, on sıfata sahip olmayan Müslüman’ın aklı olgunluğa erişmez. Ondan iyilik umulmalı. Kötülük yapmayacağına güvenilmeli. Başkalarının az iyiliğini çok görmeli. Kendi yaptığı çok iyilikleri ise az görmeli. İhtiyaç sahiplerinin ondan istemelerinden bıkmamalı. Ömür boyu ilim peşinde koşmaktan usanmamalı. Allâh yolunda (icap ederse) fakîr olmayı zengin olmaya tercih etmeli. Allâh yolunda (gerekirse) aşağılanmayı, Allâh’ın düşmanlarının safında olup üstün tutulmaya tercîh etmeli. Tanınmamayı, meşhur olmaya yeğlemeli. Onuncusu ve en önemlisi de karşılaştığı mümin kardeşini, kendisinden daha hayırlı ve daha takvâlı saymalıdır.”[7]

Ehl-i Beyt, “Urvetü’l Vüskâ” dır.

9.İMÂM HZ. MUHAMMED TAKÎ’NİN (a.s) HAYÂTI

Medîne’de dünyâya gelen İmâm (a), babasının vasiyeti ile ümmetin İmâmlığına tayîn edildi. İmâmet makâmına geçtiğinde yaşı küçüktü, fakat ilimde öyle bir mevkiye gelmişti ki, halkın dînî sorunlarının hepsini sonuçlandırıyor, içinden çıkılmaz gibi görünen en zor, karmaşık konuları bile kolayca çözebiliyordu.

İmâm (a) çok takvâlı olduğundan “Takî”, çok cömert olduğundan da “Cevâd” lakaplarını aldı. İmâm Muhammed Takî hazretleri de ataları gibi bir çok kerâmetlerin kendisinden sâdır olduğu bir zât idi. Öyle kerâmetler ki, ancak Ehl-i Beyt’in mümtâz şahsiyetlerinden ve nübüvvet madenine mensûp Velâyet ehlinden zâhir olabilirdi.

İmâm Muhammed Takî (a.s), Abbâsî Sultanlarından Mu’tasım tarafından zehirlettirilerek şehît edildi.

Selâm ve salât O’na ve ceddine.

Şefâatları da üzerimize olsun!

Velâyet göğünün Dolunay’ı İmâm Muhammed Takî (a.s) buyurdu; “Eğer câhil susarsa, insanlar ihtilâfa düşmezler.” [8]

Oniki İmâm’lar (a.s), peygamberlerin (a.s) vârisleridir.

10. İMÂM HZ. ALİ NAKÎ’NİN (a.s) HAYÂTI

Medîne’de dünyâyı teşrîf eden İmâm, genç yaşında iken babasını kaybetti. Ecdâdının ve babasının vasiyetleri üzere İmâm oldu.

Bir çok Abbâsî sultanının sultasına şâhit olan İmâm (a), oldukça güç şartlar altında çileler çekmiş, sürekli düzenin adamları tarafından tâkîbata alınmıştır. Ehl-i Beyt soyuna düşmanlıklarında Emevîleri aratmayan Abbâsîler, öyle ki; zaman zaman meclislerinde İmâm Ali El-Murtâzâ’ ya küfreder, O’nu, soytarılarına taklît ettirirlerdi.

Müslüman’ların malı olan hazîneyi de sorumsuzca harcayan Abbâsî hânedânı, kendilerine karşı mücâdele eden, Müslüman’ların haklarını, hukuklarını ve adâleti savunan Ehl-i Beyt İmâmlarına acımasız davranıyor, onlara her türlü zulmü revâ görüyordu. Bu zulümlerden İmâm Ali Nâkî’ de payına düşeni almış ve nihâyet zehirlettirilerek şehît edilmiştir.

Selâm sana, Ey şehît!

Selâm sana, Ey şehitler oğlu şehît!

Marifet ehlinin İmâm’ı Ali Nakî (a.s) buyurdu; “Can vereceğin ânı düşün! Ne dostunun sana bir faydası olur, ne de doktorlar seni ölümden kurtarabilir!”[9]

Şerîat; Muhammed-Ali’nin yoludur.[10]

11. İMÂM HZ. HASAN ASKERÎ’NİN (a.s) HAYÂTI

İmâm Hasan Askerî (a) Medîne’de dünyâya geldi. Babasının vefâtı ile birlikte vasiyet üzere ümmetin İmâmı oldu.

Hayatları boyunca Ümmet-i Muhammed’in irşâdına çalışmış, manevî feyizlerle dört bir yanı tenvîr etmişlerdir. Hakkın izhâr ve ikâmesi yolunda kendisinden yüzlerce kerâmet sâdır olmuş ve her alanda, Âl-i Muhammed’in seçkin bir şahsiyeti olduğu görülmüş, anlaşılmıştır.

İmâm (a.s), temiz ecdâdı gibi, sürekli olarak Ehl-i Beyt soyuna düşman olan düzenin, aşağılık taraftarlarınca takîp edilmiş, uzun bir müddet göz altında ve zindanda ömür sürmüştür.

İmâm Hasan Askerî’de (a.s) ataları gibi zehirlettirilerek şehît edildiler.

Allâh’ın selamı, rahmeti O’na ve pâk soyuna olsun!

Hakkın yılmaz savunucusu İmâm Hasan Askerî (a.s) buyurdu; “Başkalarında gördüğün kötü sıfatlardan kaçınman, sana edep olarak yeter.”[11]

İmâmet’e inanç; Ümmet oluşturan devrimci bir düzene inanmaktır.

12. İMÂMMUHAMMED MEHDÎ’NİN (a.s) HAYÂTI

Onbirinci İmâm Hasan Askerî’nin oğlu olan İmâm Mehdî (a.f.) hicrî 255. Yılda Şaban ayı’nın onbeşinde Samarra’da bir sabah vakti dünyâya geldi.

İmâm’ın doğumu, halkın çoğundan, özellikle de saltanat taraftarlarından gizli tutuluyordu. Zîrâ Onikinci İmâm’ın kıyâmı Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından haber verilmişti. İmâm’ın kıyâmını kendi saltanatları için tehlike olarak gören zâlimlerin, O’na bir zarar vermelerinden endişe ediliyor, tedbîr olarak doğum olayı gizleniyordu. Bu yüzden, halkın ekserîsi ve sonraları da İlimlerini Ehl-i Beyt kaynaklarından almayan kimseler, Onbirinci İmâm’ın, evlâdı olmadan âhirete irtihâl ettiklerini iddia ettiler.

Ancak, Kur’ân ve Ehl-i Beyt emânetine gereği gibi bağlı olan Şîa-Alevîler ise, bu sırr-ı ilâhîyi kavrayıp, O İmâm’ın doğduğunu kabûl ettiler. İmâm, henüz çocuk yaşlarında iken babasını yitirdi, vasiyet üzere İmâm oldu ve ilâhî bir hikmet gereği de “Ğaybet-i Suğrâ” denilen küçük gizlilik devresi geçirdi. Yaklaşık olarak yetmiş yıl sürenbu devrede İmâm, halk ile irtibâtını sefirleri aracılığı ile sürdürüyordu. Daha sonra da “Ğaybet-i Kübrâ” denilen büyük gizlilik dönemi başladı ve bu dönem İmâm Mehdî (a)’ nin zuhûruna kadar devam edecektir. Bizler, Ehl-i Beyt bağlısı Alevî-Şîi Müslüman’lar olarak , İmâm’ın, ilâhî takdîrin uygun gördüğü güne kadar sır âleminde bulunacağına, vakti geldiğinde ise, zuhûr edip cihânı adâletle dolduracağına inanmaktayız. Zira, güvenilir rivâyetler bu hakîkati bizlere ulaştırmaktadır.

İmâm Mehdî’ye (a.s) âit özelliklerden bazıları;

Mehdî (Allâh zuhûrunu çabuklaştırsın.); Allâh’tan gereği üzere korkan, O’nun emir ve yasaklarına hakkıyla riâyet eden, âdil, mütevâzi ve vakar sâhibi bir zâttır.

O, hakkın bir zerresinden bile geçmez. O, bütün inananları tek bayrak altında toplayacak, hakkı hâkim kılıp, bâtılı yok edecek, Allâh’ın izni ve inâyetiyle İslâm’ı tüm dünyâya egemen kılacak zâttır.

O, Peygamberin (a.s) mübârek isimlerini taşır. Onun gibi sâde ve temiz giyinir, sâde ve temiz şeyleri yer. Ahlâkı da ceddi Muhammed’in (s.a.a.) ahlâkıdır.

O, zuhûr ettiğinde adâleti tesîs edecek, insanların gönlündeki ikilik ve kin giderilecek. O, güçsüzlere, fakirlere, miskinlere, kimsesizlere, muztaz’af ve mahrumlara karşı özellikle şefkatli davranacaktır.

O; zâlimleri, hakka karşı olanları ve haksızlığa taraf tutanları, Allâh râzı oluncaya kadar cezalandıracak, gerekirse öldürecek ve kimsenin kınamasından korkmayacaktır.

O’nun hükümetinde; siyâsetten ibâdete, eğitimden dağıtıma, savaştan barışa, dostluktan düşmanlığa kadar her şey, Kur’ân-ı Kerîm’e, Resûlullâh’ın sünnetine ve Ehl-i Beyt’in sîretine-sünnetine uygun olacaktır.[12]

Selâm sana, Ey Sâhibü’z Zamân!

Selâm sana, Ey Hak İmâm!

Selâm sana, yoluna fedâ olduğumuz Cân!

Gayrı bekletme bizi, yetti bu hicrân.

Nur yolunun ışığı İmâm Muhammed Mehdî (a.s) buyurdular; “Ben kıyâm ettiğimde, tâğûtlardan hiç birinin bîatı boynumda olmayacaktır.”[13]

GELMESİ GEREK

Oniki İmâm katarına girenin,

Aşkın denizine dalması gerek.

Er eteği tutup ikrar verenin,

Ölene dek orda kalması gerek.

Rızâ göstermeli gelen doluya,[14]

Adın çıkartmalı hepten deliye.

Dört kapıda selâm verip Ali’ye,

Muhabbet sazını çalması gerek.

Yeni gelmiş idi ömrün baharı,

Civan mert çağında gördü kahırı.

İmâm Hasan gibi içip zehiri,

Düşmanına bile gülmesi gerek.

İlim kapısından içeri girip,

Sırların sırrını perdesiz görüp,

İmâm Hüseyin’ ce başını verip,

Kerbelâ’ dan ibret alması gerek.

Bak, ne diyor İmâm Zeynelâbidîn,

Rehberi Ali’dir gerçek âbidin.

Erenler cemine duran zâhidin,

İnsan sevgisiyle dolması gerek.

Dumanı çıkar mı? aşkla yananın,

Dost yoluna canın veren cânanın,

Muhammed Bâkır’ın adın ananın,

İrfânında kâmil olması gerek.

Ol İmâm’dır, İmâm’ların âlimi,

Buyruk verip aydınlattı yolumu.

Zâhiri, bâtını bütün ilimi,

İmâm Cafer gibi bilmesi gerek.

Soyunu sorarsan, Muhammed soylu,

Boyunu sorarsan, Murtazâ boylu,

Mûsâ Kâzım gibi yumuşak huylu,

Olup da meydana gelmesi gerek.

Sîneye çekerek türlü ezâyı,

Münkirler elinden görüp cezâyı,

Aklına getiren İmâm Rızâ’yı,

Mazlûmun göz yaşın silmesi gerek.

O’nun gibi İmâm var mıdır? acep,

Bir yanı kerâmet, bir yanı edep,

İmâm Takî gibi hakîkat meşrep,

Olup, hakîkati bulması gerek.

Dilimiz, Onların dili diyenin,

Alımız, Onların alı diyenin,

Yolumuz, Onların yolu diyenin,

Nakî’nin yoluna ölmesi gerek.

İmâm’ları unutmuştur ekseri,

Düşmanı pek çoktur öteden beri,

Medet eyle, ey Hasanü’l Askerî!

Deyip, gül benzinin solması gerek.

Rahmân’ın sırları gizli insanda,

Huccet’i sakladı Rabb’im mekanda,

Sefil pervâneyim, yakın zamanda,

Mehdî’nin elbette gelmesi gerek.[15]

Rabb’imiz Allâh, cümle mümin canları, cenneti, cemâli ile mükerrem, peygamberlerine ve velîlerine komşu olmakla müşerref eylesin![16]

Ehl-i Beyt“Nuh’un gemisi” gibidir.

FURÛ-U DİN

DÎNİN AYRINTILI HÜKÜMLERİ

Ehl-i Beyt yoluna göre İslâm’ın şartları da diyebileceğimiz, dînin ayrıntılı hükümleri şunlardır:

İslâm’ın şartları;

Namâz, Oruç, Zekât, Hac, Humus, Cihâd, Emr-i bil Marûf (iyiliği emretmek), Nehy-i anil Münker (kötülükten sakındırmak), Tevellâ (Ehl-i Beyt’e ve dostlarına dost olmak), Teberrâ (Ehl-i Beyt’in düşmanlarından uzak durmak ve onları sevmemek).[17]

İBÂDET NEDİR?NİÇİN YAPILIR?

İbâdet; kullukta bulunmak, tazîm ve saygı göstermek, kayıtsız, şartsız emir ve yasaklara itâat etmek, teslîm olmak ve sevgi beslemek... gibi manalara gelir.

Kur’ân-ı Mecîd’in ve Ehl-i Beyt’in (a) beyânıyla sâbittir ki insanlar, târîh boyunca genel olarak iki tür ibâdette bulunmuşlardır:

1. Bâtıl ibâdet,

2. Hak ibâdet.

Bâtıl ibâdet; Kendi içerisinde, bir çok varlıklara ibâdet edilmesi şeklinde tezâhür etmekle birlikte, netice itibâriyle şeytânî olup, boş, anlamsız ve cezâyı gerektiren ibâdetler olarak kabul edilebilir. Kur’ân da sözü edilen bâtıl ibâdetlerden bazıları şunlardır;

Tâğût’a ibâdet, [Zümer (39): 17 vb.]

Putlara ibâdet, [Saffât (37): 95 vb.]

Cinlere ibâdet, [Sebe (34): 41 vb.]

Şeytân’a ibâdet, [Yâsîn (36): 60 vb.]

Nefise ibâdet, [Furkân (25): 43 vb.]

Din adamlarına ibâdet, [Âl-i imrân:(3): 64,Tevbe(9): 31 vb.]

Peygamberlere ibâdet, [Tevbe(9): 31,Âl-i İmrân(3): 80 vb.]

Meleklere ibâdet, [Âl-i İmrân (3): 80 vb.]

Hak ibâdet ise; Allâh’ın emir ve rızâsına uygun olarak işlenen amelleri içeren ibâdetlerdir. Rabb’imiz Allâh, yalnızca kendisine ibâdet edilmesini, diğer her türlü varlığa ibâdetten kaçınılmasını emretmiştir. [Nisâ (4): 36 vb.] 

Allâh’a ibâdet üç amaçla yapılabilir;

1. İbâdetleri bir emir, görev ve vazîfe olduğu için yapmak. Bu şekildeki bir ibâdette, İslâm’a göre kişi sorumluluktan kurtulmakla birlikte, kâmil bir ibâdet îfâ etmiş olmayıp, İmâm Ali’nin (a.s) ifâdesiyle, “köle anlayışıyla” ibâdet yapmış olur.

2. Cennet ümidi ya da cehennem korkusu ile yapılan ibâdetler. Bu tür bir ibâdet de kişiyi kurtarabilir, azaptan emîn kılabilir, ama, tam olarak İlâhî Rızâya müteveccih olmadığından, Allâh dostlarının, mümin-i kâmillerin ibâdeti olarak kabul edilemez. Yine İmâm Ali’nin (a) deyimiyle, “tüccâr zihniyetiyle” yapılan bir ibâdet olur.

3. Ne cehennem korkusu, ne cennet sevgisi, ne görevimdir anlayışı ile değil, hepsinden de öte, yalnız ve yalnız Allâh aşkı, Muhabbetullâh ve Rızây-ı İlâhî için gönülden bağlılıkla yapılan ibâdetlerdir ki; Emirü’l Müminîn Ali (a)’nin deyişiyle, “hür-özgür insanların” ibâdetidir.[18]

Âşık Yûnus’umuzun dediği gibi;

“Cennet cennet dedikleri,

Bir kaç köşkle bir kaç hûri.

İsteyene ver onları,

Bana, SEN’i gerek, SEN’i.”

Yüce Allâh buyuruyor: “Allâh, inanan erkek ve kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler vaad etmiştir. ALLÂH’IN RÂZI OLMASI İSE HEPSİNDEN  BÜYÜKTÜR... İşte büyük kurtuluş budur.” [Tevbe (9): 72][19]

İbâdet, rûhun gıdâsıdır.

EHL-İ BEYT YOLUNDA İÇTİHÂT,
MÜÇTEHİT VE TAKLÎT

İnsan, düşünme ve seçme gücüne sahip bir varlıktır. Sağlıklı bir toplum; bir fikir ve irâdeyi empoze etmeksizin, baskı yapmaksızın, fertler için özgürce düşünme imkânı hazırlayan toplumdur.

Ehl-i Beyt’in İslâm anlayışında birinci ilke, her insanın dînini öğrenme, serbest olarak düşünme ve bilinçli bir şekilde tercîh yapma ve inancını yaşama hakkının var olduğudur.

Kur’ân’da ve Ondört Masûm-u Pâk’ın buyruklarında ilim öğrenmenin gerekliliği ile ilgili olarak var olan gerçekler, İslâm’ın her konuda bilinçli olmaya verdiği önemi göstermektedir.

“...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...”[Zümer (39): 9]

Ehl-i Beyt gemisinin kaptanı Peygamberimiz (a.s) buyurdular; “İlim talep etmek her Müslüman’a farzdır.”[20]

Velâyet bağının bülbülü İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu;“...Dîni hakkıyla anlamaya çalışınız...”[21]

Kur’ân-ı Hakîm açıkça insanlara ilim çerçevesinden dışarı çıkmamayı, şüpheye uymamayı, duyulan, görülen veya akıldan geçen her şeyi düşünmeden kabul etmemeyi emreder ve sorumlu olacaklarını haber verir.

“Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül-kalp,bunların hepsi ondan sorumludur.” [İsrâ (17): 36]

Bu ve benzeri onlarca diğer âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, insanı cehâlet karanlıklarından kurtararak, bilginin nûruna çıkarmak istiyorlar. Tâ kidin alimleri, ata ve ecdat körü körüne taklît edilmesin, doğru düşünce ve sağlam anlayıştan uzak kalınmasın, araştırmalar sonucu elde edilmiş olan hak temele dayanılsın.

İslâm’da insan, birinci derecede kendi elde ettiği bilgilere göre amel etmelidir. Yâni, ehliyeti varsa, imkâna sâhip ise kendisi içtihât makamına ulaşmaya çalışmalıdır.

Hacı Bektâş Velî (k.s.) hazretleri buyuruyor; “İlim, hakîkate giden yolları aydınlatan ışıktır.”[22]

İçtihât; Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler ışığında sorunlara, problemlere çözüm bulma çalışmasıdır. Bu makâm, her Müslüman, mümin ve tevhît ehlinin, zirvesine ulaşması gereken yüce bir makâmdır. Ancak her insanın imkân ve şartları bu makâma ulaşmaya elverişli olmadığından, kişi, içtihât makâmına ulaşmış bir kimseye uyar ve onu taklît eder. Ehl-i Beyt erkânına göre, içtihât makâmına hâiz olmayan kimsenin, bu makâma ulaşmış bir âlim zâta uyması, onun içtihatlarına göre amel etmesi farzdır.

Dînî konularda taklitten maksat, kesinlikle bilinçsiz bir şekilde bir kimseye uymak değildir. Çünkü bu, İslâm’ın evrensel idealleri ve ilmî rûhuyla asla bağdaşmaz.

İmâm Muhammed Bâkır (a) buyuruyor; “Kim ehil olmadığı halde insanlara fetva verirse, rahmet ve azâp meleklerinin laneti ile o fetvayla amel edenlerin günahları fetvâ veren kimseyedir.”[23]

Ehl-i Beyt anlayışında dînin asılları (îmânın şartları) dediğimiz îmânla ilgili meselelerde, kesinlikle taklît geçerli değildir. Herkes îmânla ilgili temel konuları iyice araştırarak aklen ve kalben tatmîn olmalı, sağlam bir inanca kavuşmalıdır.

Fetvâ ve görüşlerine uyulacak bir müçtehitte şu özellikler bulunmalıdır:

1. Îmânlı olmak.

2. Akıllı olmak.

3. Bulûğ (ergenlik) çağına ulaşmış olmak.

4. Erkek olmak.

5. Adâletli olmak.

6. İçtihât mertebesinde olmak.

7. Helalzâde (soyu-sopu belli) olmak.

8. Oniki İmâm’ın İmâmet ve Velâyetini kabul eden olmak.

9. Dünyâya bağlı, meyilli olmamak.

10.  Zamânının en bilgili âlimlerinden olmak.

11.  Hayatta olmak.[24]

Müçtehit ve en âlim olan kimse üç yolla tanınabilir:

1. Bir kimse dînî bilgilerine dayanarak ve ilmî yeterliliği ile müçtehidi tanıyabilir.

2. Müçtehidi tanıma gücü ve ilmine sâhip iki âdil ve âlim şahıslar aracılığı ile tanıyabilir.

3. Bir gurup güvenilir topluluğun ya da toplumun tamamına yakın kısmının bir kimseyi müçtehit kabul etmiş olmasıyla tanıyabilir.

Müçtehit makâmında olmayan kimselerin fetvâ vermeleri harâmdır.

Bir müçtehidin adâletli olduğu aşağıdaki hususlara riâyet etmesiyle anlaşılabilir:

a-Mutlak sûrette İslâm’ın hükümlerine uygun yaşamalıdır.

b- Harâm olan her türlü işleri terk etmiş olmalıdır.

c- Allâh’a isyandan, büyük ve küçük günahlardan sakınmalıdır.

Büyük günahlar ise genel olarak şunlardır;

1. Allâh’a şirk koşmak.

2. Allâh’ın rahmetinden ümit kesmek, azâbından emîn olmak.

3. Ana babaya karşı gelip, haksız olarak itaatsizlik etmek.

4. Haksız yere cana kıymak.

5. Namuslu kimselere iftirâda bulunmak.

6. İslâm uğrundaki bir savaştan kaçınmak.

7. Zulümle yetimin malını yemek.

8. Fâiz-Ribâ yemek (almak, vermek).

9. Sihir yapmak, yaptırmak.

10.  Zinâ etmek.

11.  Livâta (erkek erkeğe ilişki), sevicilik (kadın kadına cinsel yakınlık) yapmak.

12.  Yalan yere yemîn etmek, ettirmek.

13.  Zekât vermemek.

14.  Yalan yere şâhitlik yapmak, şâhitliği gizlemek.

15.  Her çeşit alkollü içki içmek, içirmek.

16.  Bile bile farz namazları terk etmek.

17.  Sözünde durmamak, ahdini bozmak.

18.  Akraba ile ilişkilerini haksız yere kesmek.

19.  Hırsızlık yapmak.

20.  Dînin emir ve sorumluluklarından kurtulmak amacıyla, İslâm ölçülerine uygun yaşanmayan bölge ya da ülkelere giderek yerleşmek.

21.  Allâh’ın indirdiklerinden her hangi bir hükmü (meselâ; başörtüsü takmanın farz olduğunu, mîrâs dağıtımı ile ilgili Kur’ân ve sünnetteki muhkem hükümleri, zinâ, hırsızlık ve benzeri suçlarla ilgili sâbit ilâhî cezâları...vb.) kabûl etmemek.

22.  Allâh’a, Peygamber’e, yada Vasî’lerine (Oniki İmâm’lara) yalan isnât etmek, onlar adına yalan uydurmak.

23.  Her türlü yalanı haksız olarak konuşmak.

24.  Murdar olarak ölmüş hayvanın eti, kan, domuz eti ve Allâh’ dan ğayrısı adına kesilmiş hayvanın etinden vs. yemek.

25.  Kumar oynamak, oynatmak.

26.  İçki, ölü eti, kumar, zinâ kazancı gibi harâm kazançlar peşinde olmak, o tür kazançlardan istifâde etmek.

27.  Rüşvet almak, vermek.

28.  Kâhinlik, falcılık yapmak, kâhine, falcıya başvurmak ve inanmak.

29.  Ölçü ve tartıda hile yapmak.

30.  Zulmetmek, zâlimlere yardımcı olmak, onlarla dost olmak.

31.  Kibirli olmak, büyüklük taslamak.

32.  Müsrif ya da haddinden fazla eli sıkı olmak.

33.  Haccı küçümsemek, gücü yettiği halde hacca gitmemek.

34.  Allâh’ın farz kıldığı Ramazân orucunu sebepsiz yere tutmamak.

35.  Allâh’ın velîleri hakkında ileri geri konuşmak, onlara çatmak.

36.  Boş şeylerle vakit öldürmek.

37.  Fıska götüren işler yapmak, küçük günahlarda ısrâr etmek.

38.  Gıybet etmek, gıybete kulak vermek.

39.  Riyâ ve gösterişte bulunmak.

40.  Koğuculuk yapmak, söz götürüp getirmek.

41.  Müminlere ve Allâh’ın kullarına sövmek, güvensizlik yaymak, insanlara hıyânet ederek aldatmak.

42.  Vasiyet ederken zâlimâne davranmak, vasiyette zulmetmek.

43.  Ehil olduğu halde emr-i bi’l ma’rûfu, nehy-i ani’l münkeri terk etmek...

Yüce Allâh cümlemizi büyük ve küçük günahlardan muhâfaza buyursun! Kalbimize ihlâs ile îmân, amellerimize istikâmet, dilimize ve gönlümüze de hakkıyla tevbe etmeyi nasip eylesin![25]

MÜÇTEHİDİN GÖREVLERİ;

A-Fetvâ vermek.

B-Karşılaşılan meseleler hakkında, İslâm hukûkuna dayanan içtihatlar yapmak, hüküm vermek. İslâm hukûkuna uymayan, Kur’ân ve Sünnet’ten dayanağı olmayan hükümleri kabul etmek ve bu tür hüküm veren hâkimlerin hükmüne müracaat etmek câiz değildir, bu, tâğûta başvurmak olur.

C-Müçtehit, malını kullanmaktan âciz kimselerin mallarının muhâfazası, vakıflarla benzeri iş ve yerlerin idâresini üzerine alır.

D-Onikinci İmâm’ın hissesini, humustan kendilerine pay verilmesi farz olan ihtiyaç sâhiplerinin haklarını ve zekâtı alıp gerekli yerlere verir.

E-Ramazân Ay’ının ilk gününün tesbîti, bayramlar ve buna benzer konular hakkında hüküm vererek açıklamalar yapmak.

F-Topluma âit işlerin mesûliyetini kabul etmek; savaş, barış, uluslar arası antlaşmalar,..vb. işler müçtehidin emrine uygun olarak yerine getirilir. 

Kısacası; Müçtehit, bütün işlerde Onikinci İmâm Muhammed Mehdî (a.f)’nin temsilcisidir, onun adına toplumu hayır ve salâha yönlendirir.[26]

Gönül ne durursun, elden geldikçe,

Yine bir mürşîde varmadan olmaz.

Aman mürüvvet deyü sen de yüzünü,

Yine bir mürşîde varmadan olmaz.

...............

................

................

Pir Sultân’ım bu durakta dur dedi.

Hazreti Muhammed, Ali, er dedi.

Bunu bilmeyenin işi zor dedi.

Yine bir mürşîde varmadan olmaz.[27]

(Elbet müçtehide sormadan olmaz.)

Ehl-i Beyt“Hablullâh” tır.

TAHÂRET (TEMİZLİK) KİTÂBI

Yüce Allâh buyuruyor: “..ve gökten tertemiz bir su indirdik.” [Furkan (25): 48], “..Allâh tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.” [Bakara (2): 222]

Tahâret; temizlik demek olup, her türlü maddî ve manevî kir ve günahlardan arınmayı ve uzak durmayı ve temiz olmayı ifâde eder.

Sâlim bir akıl; bedendeki, giyim-kuşamdaki ve çevredeki bütün pislik ve kirlerin giderilmesinin gerekli olduğuna hükmeder. Kur’ân-ı Kerîm ve Masûmların (a.s) hadisleri de mutlak sûrette temiz olmayı emrederek, temizliğin nelerle ve ne şekilde yapılabileceğini açıklar, beyân eder.

Dînimiz temizlik dînidir. Her türlü noksan sıfatlardan uzak olan Allâh’ın, insanların hayatlarını tanzîm etmesi, iki cihânın da mutluluğunun temîn edilmesi amacıyla gönderdiği dîn, elbette göndereni gibi temiz ve pâk olacak, kendisine bağlı olanlardan da temiz olmalarını isteyecektir.

İnsan; insan ve Müslüman olmasının bir gereği olarak, temiz olmayıgörev ve vazîfe bilecek, iç ve dış âlemini temiz tutmaya çalışacaktır.

Bedenimizdeki, elbiselerimizdeki ve çevremizdeki kirliliğin giderilmesi ve temizliğin sağlanması için bazı temizlik malzemeleri kullanmaktayız. Bu tür bir temizliğin gerçekleştirilmesi nisbeten kolay bir iştir ve fazla yorucu olmayan bir çalışmayla yapılabilir.

Ancak, öyle bir kirlilik de vardır ki, insanımız çoğu zaman bunun farkına varamamakta, farkına varanlar da giderilmesinde âciz kalmakta ya da bu tür bir kirliliği yanlış metotlarla gidermeye çalışmaktadırlar.

Bizler, Ehl-i Beyt yolu bağlısı Müslüman’lar olarak, şu gerçeği her zaman göz önünde bulundurmak zorundayız.

Zâhirî ve bâtînî pisliğin temizlenmesinde, kendi alanlarına has malzemeler kullanılmalıdır. Maddî kirliliği, yine maddî olan temizlik malzemeleriyle gideririz. Manevî, zihnî, kalbî günah ve kirliliği de, Allâh’ın emirlerine, Güzel Peygamberimizin (a.s) sünnetine ve diğer Masûm zâtların (a.s) buyrukları ile onlara uyan Ehil Mürşitlerin (k.s.) irşât ve öğretilerine uymakla giderir, iç âlemimizi pâk ve mutahhar kılabiliriz.

Mürşidimiz olacak kişi, Hakkıyla Allâh’a kul, Peygambere (a.s) tâbî, Oniki İmâm’a (a) bağlı sözü, özü, ameli bir, âlim bir kimse olmalıdır.

Yâ Rabbi..! Bizleri tertemiz kıldığın kullarından eyle!

TEMİZLİKTE KULLANILAN SULAR VE HÜKÜMLERİ

Başta abdest ve gusül olmak üzere bütün maddî temizlikler su ile yapılır. Onun için, maddî temizlikte ne çeşit suların kullanılabileceğini ve bunlarla ilgili hükümleri bilmek gerekir.

Sular üç kısımdır:

1 - Mutlak sular.

2 - Muzaf (mutlak olmayıp karışık olan) sular.

3 - Artık sular.

Mutlak sular:

a - Kür suyu.(çok su)

b - Az su.

c - Yağmur, dolu ve kar suyu.

d - Akan su.

e - Kuyu suyu’dur.

Bu beş çeşit su, tabiattaki doğal hâli ile bulunurlar, renk, koku ve tat gibi özelliklerinde herhangi bir değişiklik de yok ise temizdir ve temizleyicidir. Bunlarla her türlü temizlik olur, içilir ve yemek yapılır. Kendilerine herhangi bir necâsetin (kan, idrâr...vb. gibi) bulaşması durumunda ise farklı hükümleri bulunmaktadır.

a - Kür suyu (çok su): Uzunluğu, genişliği ve derinliğinden her birisi üç buçuk karış olan bir kabı dolduracak miktardaki sudur. Yaklaşık olarak 380-420 kg civârındadır.

Çok suya necâset bulaştığında kokusu, rengi ya da tadı değişmiş ise, su necis (pis- kirli-kullanılamayacak durumda) olur.

Musluktan veya duştan akan sular, çok suya bağlı iseler, çok su hükmündedirler.

Bir suyun çok su olup olmadığı iki yolla anlaşılır:

n İnsanın kendisi tesbit eder.

n İki âdil kimse bildirir.

b -Az su: Yerden çıkmayan, çok su miktarından az olan suya, az su denir. Az suya necâset değdiğinde, su necis olur.

c - Yağmur, dolu, kar suyu: Bu tür sular aslen temizdir. Necaset bulaşmış halı, kilim, elbise ve benzeri şeylerin üzerine yağmur yağarsa, yağmurun değdiği yerler temizlenmiş olur, onları sıkmak da gerekmez. Yalnız yağmurun; “yağmur yağdı” denilecek miktarda olması lâzımdır.

Necis olan toprağa yağmur yağar, su onu kaplar, toprak da çamur haline gelirse, temiz olur. Ama toprak sadece nemlenmiş olursa temizlenmiş olmaz. 

d -Akan su: Yerden kaynayan ve akmaya devâm eden sudur. Kanal suyu, çeşme suyu gibi. Akan suya necâset bulaştığında, kokusu, rengi ya da tadı değişen su miktârı necis olur. Kaynağa bağlı olan kısmı çok sudan az bile olsa temizdir.

Nehir kenarlarında birikmiş, akar suya bağlı olan durgun su, akan su hükmündedir.

e -Kuyu suyu: Yerden kaynayan kuyu suyu, akan su hükmündedir. Necâset kendine bulaştığında rengi, kokusu veya tadı değişmezse necis olmaz. Ancak bunlardan her hangi birisi değişmiş ise, Ehl-i Beyt anlayışına göre kaleme alınmış, geniş hacimli fıkıh kitaplarında belirtildiği üzere belirli miktarda suyun boşaltılması gerekir.[28] Değişikliğe uğrayan kısım kendiliğinden akıp giderse geri kalan kısmı temizlenmiş kabul edilir.

Muzaf (katışık) sular: Mutlak ve arı suların dışında, gül suyu, üzüm suyu, meyve suyu gibi bir şeylerden elde edilen ya da kendisine “su” denilemeyecek şekilde içerisine çamur ve benzeri şeyler karışmış sulardır.

Necâset bulaşmamış olan bu tür sular, temizdir, ama necâseti temizlemez ve onunla abdest, gusül alınmaz.

Muzaf suya az bir necâset değse necis olur.

Önceden temiz olan bir suyun, bir zaman sonra, temiz veya necis olduğu hatırlanmazsa, temiz kabul edilir. Önceden necis olan bir suyun da daha sonra necis mi, temiz mi olduğu bilinmezse necis kabul edilir.

Artık sular: İnsan veya hayvanların kullanarak, içerek artık ettikleri sulardır.

Köpek, domuz, kâfir ve Nâsıbî (Ehl-i Beyt’e, Oniki İmâm’a düşman olanlar)’lerin artıkları necistir. O artıklar yenilmez, içilmez, ve onlarla abdest, gusül ve benzeri temizlikler yapılmaz.

Eti yenen hayvanlarla, kedi, katır, ayı, eşek, şâhin, doğan, kartal, gibi eti yenmeyen hayvanların artıkları ile abdest alınabilir, gusledilebilir, gerekirse içilebilir. Ancak, hayvanların ayakları, gagaları ve benzeri azaları ile suya necâset bulaştırmamış olmaları şarttır.[29]

TUVALETE GİTMEK VE İLGİLİ HÜKÜMLER

Tuvalette büyük ve küçük ihtiyaç giderildikten sonraki yapılan temizliğe “istincâ” denir. Bu temizlik, dînî ibâdetlerimizden namazın edâ edilebilmesi için gerekli olduğu gibi, beden sağlığımız için de önemlidir. Zîra hastalıkların bir çoğu pislik ve mikroplardan bulaşmakta ve yayılmaktadır.

Nakledilir ki; Efendimizin döneminde; insanlar önceleri taş ile istincâ ediyorlardı. Günün birinde, Ensâr’dan (r.a.) birisi yemek yedikten sonra, tuvaletini yapıp, su ile istincâ ettiğinde, Allâh; “...Muhakkak ki Allâh tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.” [Bakara (2): 222] âyetini nâzil etti. Resûlullâh efendimiz o adamı çağırdı. Adam, yaptığı şeyin kötü olduğunu beyân eden bir âyet inmiş olabileceğini zannederek korktu. Resûlullâh’ın yanına girdiğinde, Allâh’ın Elçisi (a.s) ona: “Sen bu gün farklı bir amel işledin mi?” dedi. O da: “Evet yâ Resûlallâh. Yemek yedikten sonra karnım ağrıdı, gittim tuvaletimi yaptım ve suyla temizlendim (istincâ ettim).” dedi. Bunun üzerine, Efendimiz (a) ona yönelerek; “seni müjdelerim. ‘..Allâh tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.’ âyeti senin hakkında nâzil oldu.” buyurdular.[30]

Tuvalet yaparken farz olan şeyler;

a-Tuvalette ve diğer zamanlarda, kişinin; eşi, iyiyi-kötüyü ayırt edemeyen çocuk ve deli hâriç kendi avret mahallini mümkün mertebe herkesten gizlemesi.

b-Tuvalet yapma esnasında önünü ve arkasını kıbleye getirmemesi.

c-Çocuğun tuvaletini yaptırırken ön ve arkasını kıbleye getirmemesi.

d-Büyük abdest mahallini, asla pislik (necâset) kalmayacak şekilde yıkaması, temizlemesi... vb.

Tuvalet yaparken haram olan şeyler;

a-Mecbûr kalmadığı halde ön ve arkayı kıbleye getirmek.

b-Kemik, hayvan pisliği veya üzerinde mukaddes şeyler yazan her hangi bir nesne ile temizlenmek.

c-İzin verilmeyen bir mülke, vakıfa, insanlara zarar verecek yerlere ihtiyâcını gidermek.

d-Kabirler üzerine pislemek... vb.

Tuvalet yaparken sünnet olan şeylerden bazıları;

a-Girerken besmele çekerek, şeytândan Allâh’a sığınmak.

b-Kimsenin göremeyeceği bir yerde ihtiyacını gidermek.

c-Girerken sol ayakla girmek, çıkarken sağ ayakla çıkmak.

d-Başı örtülü olmak.

e-Namazdan önce, uykudan önce, cimâdan (eşi ile cinsel ilişki) önce ve meni geldikten sonra bevletmek (işemek).

f-Çıktıktan sonra duâ etmek ve Allâh’a şükretmek... vb.

Tuvalet yaparken mekrûh olan bazı şeyler;

a-Cadde ve yol kenarlarında, evlerin kapıları önünde, meyve veren ağaçların altında, dinlenilen ve gölgelenilen yerlerde, ihtiyâcını gidermek.

b-Ay’a ve Güneş’e karşı oturmak, rüzgara karşı işemek.

c-Sert zeminlere, yukarıya doğru, yüksekten aşağıya doğru işemek.

d-Hayvanların, böceklerin yuvalarına işemek.

e-Akan ve durgun suya işemek.

f-İhtiyâcını giderirken; yemek, içmek ya da misvaklanmak (dişlerini fırçalamak).

g-Sağ elle istincâ (büyük temizlik) ya da istibrâ (küçük temizlik) yapmak.

ğ-Gereksiz yere konuşmak.

h-Mazeretsiz uzun süre içerde kalmak.

ı-Ayakta işemek.

i-Tuvaleti geldiğinde yapmayıp, geciktirmek... vb.

Dışkının çıkış mahalli şu üç durumda mutlaka su ile temizlenmelidir;

1-Dışkı ile birlikte kan gibi bir necâset gelirse.

2-Dışarıdan bir necâset dışkı mahalline değerse.

3-Dışkı çıkış mahallinin etrafına normalin üzerinde bulaşmış ise.

Diğer hallerde, bez, taş ve benzeri şeylerle yapılan temizlik kâfîdir. Ancak, su ile temizlemek hem dînen daha faziletli hem de sağlık açısından daha faydalı ve iyidir.

Dışkı mahallindeki pislik, mümkün olduğu kadar temizlenmeli, ama istemeyerek dışkının rengi ya da kokusu kalırsa sakıncası yoktur.

İSTİBRÂ NEDİR?NASIL YAPILIR?

İstibrâ; Erkeklerin, idrâr yaptıktan sonra geriye kalan akıntı ve sızıntılardan temizlenmesidir. Bu idrâr sızıntısı, her insanda farklı miktarlarda olabilir. Bazılarında hemen kesilir, bazılarında ise bir müddet devam eder. Onun için, herkes idrâr akıntısının kesildiğine kesin kanaat getirinceye kadar istibrâ yapar.

İstibrâ en güzel şekilde şöyle yapılır: İdrâr kesildikten sonra eğer dışkı mahalli necis olmuş ise önce o temizlenir. Sonra, üç defa sol elin orta parmağıyla dışkı mahallinden zekere (erkeklik organı) kadar çekilir. Sonra baş parmak zekerin üzerine ve şahâdet parmağı da zekerin altına konularak üç defa sünnet yerine kadar çekilir, son olarak da zekerin ucu üç defa sıkılır.

Kadın için, işedikten sonra istibrâ yapmak gerekmez.

Kişinin hanımıyla oynaşmasından dolayı gelen sıvıya “mezy” denir ve pâktır. Ve yine meniden sonra gelen ve “vezy” denilen ve bazen de işemeden sonra gelen ve “vedy” denilen sıvı da sidik bulaşmamışsa pâktır.

İnsan işedikten sonra istibrâ yapar ve ondan sonra da bir sıvı gelir, sıvının sidik mi, yukarıdaki sayılanlardan birisi mi olduğu konusunda şüphelenirse pâk kabul edilir.

NECİS OLAN ŞEYLER NELERDİR?

Necâsetler on tanedir:

1-Bevl (idrâr-sidik).

2-Ğâit (dışkı-büyük pislik).

3-Meni.

4-Murdar-Leş.

5-Kan.

6-Köpek.

7-Domuz.

8-Kafir-Müşrik-Ehl-i Beyt’e düşmanlık yapan (Nâsıbî).

9-Şarap-içki-bira.

10-Necâset yiyen devenin teri.

İdrâr ve Ğâit: İnsanın, eti yenilmesi haram olan hayvanların ve damarı kesildiğinde kanı fışkıran (sıçrayan) hayvanların idrar ve dışkısı necistir. Sinek ve sivrisinek gibi küçük hayvanların pislikleri ise pâktır.

Meni: İnsanın ve kesilirken kanı fışkıran hayvanların menisi necistir.

Murdar-Leş: İster kendiliğinden ölmüş olsun, isterse dînî usullere göre kesilmemiş olsun, fışkıran kanı olan hayvanların ölüsü necistir. Eti helâl olan balık suyun içinde ölmüşse temizdir, ancak yenilmesi harâmdır.

Kan: İnsanın ve fışkıran kanı olan her hayvanın kanı necistir. Sinek ve balığın kanı necis değildir.

Dînî usullere göre kesilmiş eti helâl olan hayvanların, normal miktarda kanı aktıktan sonra bedeninde kalan kan temizdir.

Süt sağılırken bazen görülen kan, necistir, sütü de necis yapar.

Tavuk yumurtasında bulunan kan necis değildir, ama yenilmesi haramdır.

Dişlerin arasından gelen kan necistir ve onu yutmak da harâmdır. Tükürükle karışır, kaybolursa pâk olur ve yutulursa sakıncası yoktur.

Köpek ve domuz: Karada yaşayan köpek ve domuz ve onların kılı, kemiği, pençesi, tırnağı ve rutûbetleri-terleri necistir. Deniz domuzu ve köpeği ise temizdir.

Kâfir-Müşrik-Nâsıbî: Allâh’ı veya Peygamberi inkâr eden ya da Allâh’a şirk-ortak koşan kimse necistir.

Kur’ân’da sâbit olan açık bir hükmü inkar eden (Namaz, Ramazân orucu, Hac, Zekat, Başörtüsünün farz olduğu, Mîrâs hükümleri, İçkinin-fâizin-kumarın-zinânın... vs. harâmlığı gibi.) kimse necistir.

Ehl-i Beyt’e veya Oniki İmâm’lardan her hangi birine söven veya düşmanlık besleyen kimse de necistir.

Kâfirin, müşrikin bütün bedeni hattâ tırnak, kıl ve teri dâhi necistir, pistir.

Şarap-İçki-Bira: İnsanı sarhoş eden ve akıcı olan bütün içkiler necistir. Afyon, esrar gibi akıcı olmayan içkiler ise necis değillerdir ancak içilmeleri harâmdır. Bu tür sarhoş edici maddeler içlerine bir şey katılarak akıcı hale getirilseler bile pâktırlar.

Alkollü içki kullanma üzerine;

Yazmaktan el, söylemekten dil yorulsa, okumaktan göz, dinlemekten kulak bıksa da, biz önemine binâen tekrâr etmekten bıkmayacak, usanmayacağız. “Bütün Müslüman’ların ortak değer ölçüsü Kur’ân-ı Kerîm’dir. Yolunun en sağlam ve hedefe götürücü olduğuna inandığımız Alevî-Şîi Müslüman’ların da doğal olarak temel kaynakları Yüce Ku’rân’dır. Bu mektebe bağlı olmanın tabîi bir sonucu olarakta, Resûlün (a.s) emir ve vasiyetleri gereği biz Alevî Müslüman’lar için güvenilir ikinci bir temel kaynak Ondört Masûm-u Pâk’ın(Peygamberimiz+Hz.Fâtıma+Oniki İmamlar) yüce buyruklarıdır.”

Ölçü açık ve net olarak belli olduğuna göre, bizler için felanın, filanın bilmem hangi konuda ne dedikleri, nasıl davrandıkları mühim değil, Kur’ân-ı Kerîm’in buyrukları ve Masûmların sözleri-uygulamaları önemlidir, bağlayıcıdır.

Konuyu fazlaca dallandırıp budaklandırmadan, Yüce Kur’ân’dan mevzû üzerine birkaç âyet ile Resûl ve Âl-i Beyt’indenhadîs-i şerîfler nakledelim;

“Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki; ‘O ikisinde de büyük günah vardır. (Her ne kadar) İnsanlara bazı faydaları varsa da, günahları faydalarından büyüktür...” [Bakara (2): 219]

“Ey îmân edenler! İçki, kumar... şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar (yolu) ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allâh’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” [Mâide (5): 90-91]

İmam Cafer Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre Resûlullâh (s.a.a.) efendimiz şöyle buyurdular; “İçki her günâhın başıdır.”[31]

İmam Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “İçki her şerrin anahtarıdır. İçkiye devâm eden puta tapan gibidir. İçki her günâhın başıdır. (Helâl kabûl ederek) İçki içen kimse Allâh’ın Kitâbını yalanlamış olur...”[32]

Rahmet Peygamberi (a.s) buyurdular; “Her sarhoş edici şey harâmdır. Her çoğu sarhoş eden şeyin azı da harâmdır.”[33]

İmam Ali Rızâ’ya (a.s) “Biranın haram olan içkilerden olup olmadığı sorulduğunda” buyurdular ki; “O da diğer içkiler gibidir ve harâmdır.”[34]

Birkaç numûne ortaya koyduğumuz bu hak sözlerden sonra “Alevî Müslüman’ım.” diyen bir kişinin herhalde söyleyecek fazla sözü, takınacak farklı tavrı olmaması gerektir. Buna rağmen bildiğinden şaşmayanlara ise söylenecek söz yoktur. Herkesin ameli kendinedir. “Leküm e’mâlüküm ve lenâ e’malünâ” 

Ter: Necâset yiyen devenin teri necistir. Diğer hayvanlar ise, necâset yeseler bile terleri necis olmayıp temizdir.

Harâm yoldan cünüp olan kimsenin teri necis değildir, ancak, bu terle ıslanmış bir elbise ile namaz kılınmamalıdır.

Necâset nasıl tesbît edilir?

Bir şeyin necis olduğu üç şekilde tesbît edilir:

1-O şeyin necis olduğuna insanın kendisi kanaat getirebilir. Zan ve şek-şüphe ile bir şeyin necisliğine hükmedilemez.

2-Bir kimse kendi elinde olan şeyin necis olduğunu haber verebilir.

3-İki âdil kimse bir şeyin necis olduğunu haber verebilir. Bir âdil kişi haber verdiğinde yine de o şeyden necis olma ihtimâlinden dolayı uzak durulmalıdır.

İnsan, önceden necis olan bir şeyin, pâk olup olmadığından şüphe ederse, o şeyin necis olduğuna; önceden pâk olan bir şeyin de, necis olup olmadığından şüphelenirse, o şeyin de pâk olduğuna hükmeder.

Kullanılan iki kaptan, ya da giyilen iki elbiseden birinin necis olduğu bilinir, ancak hangisinin necis olduğu anlaşılamazsa her ikisinden de sakınılmalıdır.

Necâset ile ilgili bazı hükümler:

Kur’ân-ı Kerîm’i, yaprağını, cildini, üzerine Kur’ân’dan bir şey yazılı (bir harf bile olsa) kağıdı necis etmek, necâset üzerine koymak harâmdır. Kur’ân-ı Kerîm’i necâsetten uzak tutmak farzdır.

Mescitlerin ve Allâh’ın Velî kullarının türbelerini necis etmek harâm, şayet necis olmuşlarsa temizlemek farzdır.

Hz. Resûl-ü Ekrem’in (a.s) ve diğer Masum-u Pâk’ların türbelerinden alınan toprakları da (türbet-mühür) necis etmek harâm, necâset bulaşmış ise temizlemek farzdır.

Kur’ân-ı Kerîm’i kâfirlere vermekten mümkün mertebe sakınmak gerekir. Ancak, Kur’ân’a saygısızlık ve hakâret amacı olmayan ve O’nu okuyup hakkında doğru bilgi sâhibi olmak isteyen kâfirlere vermekte bir sakınca yoktur.

Kur’ân yaprağı ya da üzerinde Allâh lafzı, Peygamberlerin veya diğer Masûmların isimlerinin yazılı olduğu bir kağıt tuvalete düşse, imkân var ise çıkartılmalıdır. Aksi halde kesin çürüdüğüne veya su akıtılarak giderildiğine kanaat getirilinceye kadar o tuvalete çıkılmamalıdır.

NECÂSETİN TEMİZLEYİCİLERİ 

Ey Hakk’a tâlip olan can dost!

Şimdi de Ehl-i Beyt yoluna göre necis olan bir şeyin nasıl temizlenebileceğini, necâsetin ne şekilde giderilebileceğini görelim.

Necâset temizleyicileri şunlardır:

1 - Su.

2 - Yer-Zemin.

3 - Güneş.

4 - İstihâle.

5 - İnkılâb.

6 - İntikâl.

7 - İstincâ.

8 - İstibrâ.

9 - İslâm.

10 - Tebeiyyet.

11 - Necâsetin giderilmiş olması. 

12 - Kan akması.

13 - Müslüman’ın kaybolması.

14 - Üzüm suyunun kaynayarak üçte ikisinin azalması.

SU

Temizlenebilecek her şeyi su temizler. Ancak, suyun bir şeyi temizlemesi için bazı şartların yerine gelmesi ve suda şu özelliklerin bulunması gerekir:

Su; mutlak, arı su olmalı.

Pâk ve temiz olmalı.

Necis şeyi yıkarken su, muzaf suya dönüşmemeli.

Necis şey yıkandıktan sonra onda necâset kalmış olmamalıdır.

Necis olmuş bir kabın temizlenmesi için onun üç defa az su ile yıkanması gerekir. Kabı köpek yalamış ya da ondan bir şey içmişse, o kabı önce temiz bir toprakla sürtmeli sonra da iki defa yıkamalıdır.

Domuzun, içinden bir şey içtiği ya da yaladığı kabı ise yedi defa yıkamak gerekir.

Şarap veya sarhoş edici bir içki ile necis olan kab da az su ile üç defa, daha da iyisi yedi defa yıkamak gerekir.

Eğer elbise, yaygı ve benzeri bir şey bevl (sidik) ile ya da başka bir şey ile necis olmuşsa, üzerine bir defa su dökülerek necâset giderilir, sonra bir defa daha su dökülerek o şeyler sıkılır suyu dışarı çıkarılarak temizlenmiş olur.

Henüz yemek yemeye başlamamış, domuz sütü de içmemiş süt emen bir çocuğun çişi ile necis olan bir şey, üzerine bir defa su dökmekle temiz olur, o şeyleri sıkmakta gerekmez.

Elbise yahut bedenden bir yer, az su ile yıkandığında, oraya bitişik olan çevresi de genellikle necis olur. Necis yerleri temizlemek için dökülen su, etrafa yayılırsa, necis yerin temizlenmiş olmasıyla çevresi de temizlenmiş olur.

Taş, tuğla ve benzeri bir şeyle döşeli olan yerler necis olursa, az su dökmekle temizlenmiş olur, ancak, suyun akıncaya kadar dökülmesi gerekir.

Necis bir şeyden, necâsetin kendisi giderilmedikçe pâk olmaz. İstenmediği halde necasetin kokusu veyarengi kalırsa sakıncası yoktur.

YER-ZEMİN

Toprağın üzerinde yürümekle, ayakta var olan ayakkabının altı, ayakkabı yoksa ayağın altı, ayak kesikse koltuk değneğinin ve benzeri gibi şeylerin yere değen kısımları temiz olur. Ancak, üzerinde yürünülen yerin temiz olması, kuru olması, taş-toprak ve benzeri bir şeyle döşeli olması gerekir. Halı, kilim, ot, hasır vs. üzerinde yürümekle sayılan şeyler temizlenmiş olmaz.

Necâsetin belirtilen yerler üzerinde yürümekle temizlenmiş olması için, en az on-on beş adım yürünülmüş olmalı. Adı geçen yerlere necâset yürüme yoluyla bulaşmış olmalı. Yürüme sonunda da necâset gitmiş olmalıdır.

GÜNEŞ

Yeryüzünü ve yeryüzünde sâbit olan ağaç, binâ, duvar gibi benzeri gayr-ı menkulleri (taşınmaz mallar) ve onlara ait tahta, kapı, pencere, çakılan çiviler, binâda kullanılan alçı, boya ve benzeri şeyler damın üzerine veya yere konulan kaplar, yerden koparılmamış bitki ve ağaçlar kendilerine necâset bulaşmış ise, Güneş tarafından temizlenebilirler.

Temizliğin Güneş’le gerçekleşmesi şu şartlara bağlıdır:

Necis olan şey diğer bir şeye değdiğinde ona sirâyet edecek kadar ıslak olmalı ve o ıslaklık da Güneş ile kurumalıdır.

Necâsetin kendisi Güneş vurmadan önce giderilmiş olmalıdır.

Necis şey yalnızca Güneş’in etkisi ile kurumuş olmalıdır. Kurumaya yardımcı oldu denilecek kadar rüzgar var idiyse necaset temizlenmiş olmaz.

Güneş’in vurmasını bulut ve perdebenzeri bir şey engellememelidir. Ancak, bulutun çok ince olmasında bir sakınca yoktur.

Güneş necis olan bir şeyin içi ve dışını bir seferde kurutmuş olmalıdır.

İSTİHÂLE

Necis bir şeyin özünün değişip yeni bir şey olması ile o şey temiz olur. Bu, özün değişmesi olayına da “istihâle” denir. Mesela; ağacın yanıp kül olması, necis su veya idrârın buhar olması gibi. Ancak necis bir şeyin özü, cinsi, değişmeyip de bazı vasıfları değişirse istihâle gerçekleşmiş olmadığından o şey temizlenmiş olmaz. Mesela; necis buğdayın, un, unun da ekmek olması gibi.

İNKILÂB

Her hangi bir şeyin bazı özelliklerini değiştirerek eski adıyla anılmayacak bir biçimde başka şeye dönüşmesine “inkılâb” denir. Bu dönüşüme uğrayan necis şey temizlenmiş olur. Mesela; şarap kendi kendine veya içine bir şey katılarak sirke haline dönüşürse temiz olur.

Necis üzümden yapılmış olan şarap sirkeye dönüşse ya da necis üzüm, hurma ve benzerlerinden sirke yapılsa, o sirkeler de necistir.

İNTİKÂL

Necis bir şeyin temiz bir hale geçmesine “intikâl” denir. Mesela; eti yenen bir hayvan idrâr içse, onu idrar yahut ter olarak çıkarsa onlar temizdir.

İnsanın veya fışkıran kana sahip bir hayvanın kanı, kanı fışkırmayan bir hayvanın vücuduna girse ve o hayvanın kanı sayılacak kadar bir zaman onda kalsa temiz olur. Mesela; sülüğün insandan emdiği kan.

İSTİNCÂ

Dışkı mahallinin en az üç taş, bez, su ve benzeri şeylerle temizlenmesidir.

İSTİBRÂ

İstibrâ; necâset yemeyi alışkanlık yapmış bir hayvanın, istibrâ yapıldı denilecek kadar bir süre necâset yemekten uzaklaştırılmasıdır.

İnsan pisliği yiyen bir hayvanın idrârı ve dışkısı necistir.

Necâset yiyen bir deveyi kırk gün, sığırı yirmi gün, koyunu on gün, ördeği yedi veya beş gün, tavuğu da üç gün istibrâ ettirmeli, temiz yiyecekler verilmelidir.

İSLÂM

Bir kâfirin bedeni, tükürüğü, teri vs. Kelime-i Şehâdet getirip Müslüman olmasıyla temiz olur.

TEBEİYYET

Necis bir şeyin temizlenmesiyle ona bağlı, ona tâbî olan necis şeylerin de temizlenmesine “tebeiyyet” denir.

Mesela; şarap, sirke olursa, kabı da, üzerine örtülen kapak, bez vs. şeylerde temiz olur. Kâfir, Müslüman olunca küfür necisliğinden temiz olduğu gibi, küçük çocukları da onunla birlikte temiz olur.

Eliyle bir şeyi yıkayan kimse, o şeyi ve elini birlikte yıkarsa, o şeyin temizlenmiş olmasıyla eli de temizlenmiş olur.

NECÂSETİN GİDERİLMİŞ OLMASI

Bir hayvanın bedenine, kan ve benzeri bir şey bulaşırsa, o necaset her ne sebeple olursa olsun o bedenden uzaklaştığında hayvanın bedeni temiz olur. Meselâ; kedinin ağzına veya tavuğun gagasına necâset bulaşır, her hangi bir nedenle de o necâset giderilir ve rutûbeti de kurursa pâk olur.

KAN AKMASI

Kesilen hayvandan normal miktarda kan akması, o hayvanın helâl bölümlerindeki geriye kalan kanı temizler.

MÜSLÜMAN’IN KAYBOLMASI

Müslüman birisinin necis olmuş bir şeyi olsa, o kişi yanımızdan uzaklaşıp gitse, kaybolsa, sonra gelip o necis olan şeyi temiz gibi kullansa, yanımızdan gittiği zaman o şeyi temizlemiş olduğuna hükmedilir.

ÜZÜM SUYUNUN KAYNAMAKLA AZALMASI

Üzüm suyunun kaynamakla üçte ikisi gider, üçte biri kalırsa geriye kalanı temiz ve helaldir. Ancak yine sarhoş edici bir halde ise o takdirde hem necis, hem de içilmesi harâmdır.

Kaplarla ilgili genel hükümler;

Köpek, domuz ve murdar hayvan derisinden yapılan kaplarda yemek, içmek, abdest almak, gusletmek haramdır. Bu tür derilerin hiç bir şekilde kullanılmaması gerekir.

Altın veya gümüş kaptan bir şey yemek, içmek harâmdır. Bu kapların evde süs eşyası olarak da kullanılmaması iyidir.

Üzerine altın veya gümüş suyu verilmiş kabın kullanılmasında ise bir sakınca yoktur.

Kutbu’l ârifîn İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Altın ve gümüş kaplarda yemek yemeyiniz.”[35]

İçi, dışı temiz olanlara ne mutlu!



[1] Tuhaful Ukûl (tercm): 503-505

[2] İmâm, çok secde ederek Allâh’a kullukta bulunduğundan, çok secde edici manasına gelen “seccâd” lakâbı kendisine verilmiştir.

[3] Hz. Câbir ® Resûlullâh’ın, İmâm Muhammed Bâkır’a gönderdiği selamı,bizzat kendisi Hz. İmâm’a ulaştırmış olan, peygamberimizin kutlu sahabelerindendir.

[4] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 118, 119

[5] Tuhaful Ukûl (terc): sh: 741

[6] Tuhaful Ukûl (terc): sh: 853

[7] Allâme Meclisi: Bıhârul Envâr: c: 78 sh: 336

[8] İhkâku’l Hak: c: 12 sh: 432, Muhammed Ali: Ondört Masûm’dan kırkar hadis: sh: 249

[9] A’yânü’ş Şîa: c: 2 sh: 39, Muhammed Ali: Ondört Masûm’dan kırkar hadis: sh: 271

[10] Yüce Allâh Kur’ân’da; “Sonra seni bu iş üzere bir şerîate koyduk. Sen ona (şeriate) uy. Bilgisizlerin keyiflerine uyma.”  [Câsiye: (45); 18] buyurarak şeriatin; Allâh’ın ve Peygamberin yolu olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla, şeriat; Peygamberin takipçileri olan Oniki İmâm’ların da yoludur. Bazı bilgisizler, halife(!)-sultanların, kralların, padişahların kendi yönetimlerine şeriat(!) adını vermelerine bakarak şeriate karşı olduklarını ifade etmektedirler. Oysa bilmemektedirler ki şerîat; Allâh’ın yolu, Peygamberin yolu, Muhammed-Âli’nin yolu, adâletin yolu, hakk’ın ve halkın yolu, insanlık ve sevgi yoludur. Gerçek şeriat ile şeriat(!) cilası atılmış zulüm düzenlerinin farkını bilmeyenler şeriate karışıyız demekle hem hakk’a, hem halka, hem de kendilerine zulmetmektedirler. Bunun vebâli ve sorumluluğu anlatılamayacak kadar büyüktür.

[11] Bıhârul Envâr: c: 78 sh: 377

[12] Mehdî ile ilgili bakınız: Ehl-i Beyt dergisi (İmâm Mehdî özel sayısı) sayı: 15, Murtazâ Mutahhari: Mehdî kıyâmı, Mehdî Pur: Dînî makâleler, Cafer Sübhani: El-İlahiyât: c:2 sh: 633-653, İbrâhîm Emînî: Adâlet Güneşi, Saîd-i Nursî: Mektûbât: sh: 422-424,...vb.

[13] Bıhârul Envâr: c:78 sh: 380

[14] Hak’tan gelen rızık ve ilâhî nimetler...

[15] Bir dergiden alınmıştır. Kaynağı hatırlanamadı.

[16] Oniki İmâm’lar ve masumluk ile ilgili bakınız: Şeyh Müfîd: El-İrşâd, Resul Caferiyan: Masum İmâm’ların fikrî ve siyâsî hayatı: c:1-2, Abdulbâki Gölpınarlı: Oniki İmâm, Mehdi Pişvaî: İmâmların hayatı (tercm: Davut Duman), Mekârim Şîrâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar, Murat Sertoğlu: Oniki İmâm, Muhammed Ali: Ondört Masûm’dan kırkar hadis, Muharrem Hilmi Efendi: Kâdirî yolu sâliklerinin zikir makamları, Burhan Bozgeyik: Oniki İmam ve Alevîlik, Ehl-i Beyt Mesajı dergileri, Kadri Çelik: Bir devrimin anatomisi,..vb.

[17]Şirali Bayat: Caferî fıkhında namaz ve oruç: sh: 16..., Tevfik Oytan: Bektâşîliğin içyüzü: c: 2, sh: 52, Bedri Noyan: Bektâşîlik Alevîlik nedir?: sh: 60, A. Sabri Hamedânî: İslâm da ışıklı yol (Ehl-i Beyt yolu), İmâm Cafer Sâdık buyrukları,...vb.

[18] Abdulbâki Gölpınarlı: Nehcül Belâğa (tercm): sh: 391

[19] İbâdet hakkında daha geniş bilgi için bak: Muhsin Kıraatî: Namazın hikmeti: sh: 9.., Ali Ünal: Kur’ân’da temel kavramlar, Yusuf Kerimoğlu: Kelimeler-kavramlar

[20] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 35, 36

[21] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 35, 36

[22] Ali Rıza Köseoğlu: Hacı Bektâş-ı Velî’den değiş ve nefesler: sh: 6

[23] Tehzîb: c: 6 sh: 223

[24] Seyyid Hoî: Minhâcü’s Sâlihîn: sh: 6, Seyyid Rûhullâh: Tam İlmihâl, Muhammed Rızâ Gulpayganî: Özet ilmihâl

[25] Seyyid Hoî: Minhâcü’s Sâlihîn: sh: 11, Şeyh Ebû Cafer Kummî: Men lâ yahduruhu’l fakîh: c: 3 sh: 366...

[26] İçtihat ve taklit ile ilgili bak: Seyyid Rûhullâh: Tam İlmihâl (Tevzîhu’l Mesâil), Tahrîru’l Vesîle, Seyyid Ali Hameneî: Fıkhî sorulara cevaplar, Seyyid Hoî: Minhâcü’s Sâlihîn,...vb.

[27] Selami Münir Yurdatap: Pir Sultan Abdâl’ın hayâtı ve şiirleri: sh: 18

[28] Bak: Allâme Hıllî: El-Muhtasaru’n Nafî fî fıkhi’l İmâmiyye: sh: 2, Kütüb-ü Erbea’da ilgili bölümler.

[29] Bakınız: Ehl-i Beyt yolu hadis kaynaklarının tahâret bölümleri, Allâme Hıllî: Şerâiu’l İslâm, Muhtasaru’n Nâfî, Seyyid Rûhullâh (r.h.): Tahrîru’l Vesîle, Tam ilmihâl, Zübdetü’l Ahkâm, Ebû Cafer Tûsî: Kitabul hilaf, Allâme Fazıl El-Âbî: Keşfu’r Rumûz, Şehid-i Sânî: Ravzatu’l Behiyye,.. vb.

[30] Şeyh Ebû Cafer Kummî: Men lâ yahduruhul fakîh: c: 1 sh: 20

[31] Furû-u Kâfî: c: 6 sh: 403... İçkinin haramlığı konusunda bakınız: A.g.e. sh: 393-423, Ehl-i Beyt yolunun diğer temel kaynak eserlerinin ilgili böl.

[32] Furû-u Kâfî: c: 6 sh: 403...

[33] Furû-u Kâfî: c: 6 sh: 409...

[34] Furû-u Kâfî c: 6 sh: 422...

[35] Furû-u Kâfî: c: 6 sh: 267, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 222, Tehzîb: c: 9 sh: 90, 91