14) "İRADE" FİİLİ SIFATLARDANDIR VE DİĞER FİİLİ SIFATLAR BABI

l-(295) ...Asım b. Humeyd şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki: Allah her zaman irade sahibi midir?

Buyurdu ki: «İrade edilen bir şey beraberinde olmadığı sürece bir kimse irade eden olamaz. Allah her zaman bilen ve kudret sahibidir, sonra irade etmiştir.»

2-(296) ...Bukeyr b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: Allah'ın ilmi ve dilemesi ayrı şeyler midir, aynı şeyler midir?

Dedi ki: «Bilme, dileme değildir. Allah dilerse şunu yapacağım dediğini, buna karşılık; Allah bilirse şunu yapacağım demediğini görmüyor musun? Dolayısıyla; Allah dilerse şeklindeki sözün, O'nun henüz dilemediğinin ispatıdır. Fakat dilediği zaman dilediği şey, dilediği gibi olur. Allah'ın bilgisi dilemesinden öncedir.»

         3-(297) ...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Rıza aleyhisselâm)’a dedim ki: Bana Allah'ın irade etmesiyle kulların irade etmesinin anlamını anlat ' " Buyurdu ki: «Kulların iradesi, kalpte gerçekleşen dileme ve bundan sonra teza­hür eden fiildir. Allah'ın iradesi ise bir şeyi meydana getirmesidir, başka değil. Çünkü Allah düşünmez, yeltenmez ve tefekkür etmez. Bu sıfatlar Allah açısından olumsuzlanır. Bunlar kulların sıfatlandır. Dolayısıyla Allah'ın iradesi fiildir, bundan başka bir şey değildir. Bir şeye lâfızsız, dil ile konuşmasız, yeltenmesiz ve tefekkürsüz 'ol' der, o da oluverir. Bu oluşun keyfiyeti de olmaz. Nitekim Allah'ın da keyfiyeti yoktur.»

4-(298) ...Ömer b. Uzeyne Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ dan şöyle rivayet etmiş­tir:

«Allah, dilemeyi, dilemenin kendisiyle yarattı. Sonra varlıkları dilemeyle yarattı»

5-(299) ...Hamza b. el-Murtefi' ashabımızın bazısından şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'ın meclisinde bulunuyorken

Amr b. Ubeyde içeri girdi ve İmam'a şöyle dedi: "Sana kurban olayım! Allah Tebareke ve Teâlâ: "Her kim ki kendisini gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir." (Ta-ha, 81) buyurmuştur. Bu ayette sözü edilen gazap nedir?"

Ebu Cafer (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Bundan maksat cezadır, ey Ömer! Bir kimse, Allah'ın bir durumdan bir duruma geçtiğini iddia ederse O'nu kulların nitelik­leriyle vasfetmiş olur. Hiçbir şey Allah’u Teâlâ’yı taciz edemez ki O'nu değiştirsin.»

6-(300) ... Hişam b. Hakem, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a bir ta­kım sorular soran zındıkla ilgili hadisin kapsamında rivayet eder ki:

Zındıkın İmam'a sorduğu sorulardan biri de şuydu: Allah'ın hoşnutluğu ve öfkelenmesi var mıdır?

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Evet ama bunlar kulların sahip ol­dukları hoşnutluk ve öfke gibi değildirler. Çünkü hoşnutluk insanda meydana geldi­ğinde onu bir durumdan başka bir duruma sokar. Yaratılmış varlıklar boş, işlenmiş, yapılmış ve birleşimdir. Bu yüzden her şey ona girecek bir yol bulabilir. Buna karşı­lık eşya, yaratıcımızın içine giremez. O, birdir, zâtı ve sıfatı birdir. Hoşnutluğu ödül, öfkesi ise azaptır. Hiçbir şey O'nun içine girip de O'nu heyecanlandırmaz, dolayı­sıyla halden hale sokmaz. Bunlar çaresiz, muhtaç kulların özellikleridir.»

7-(301) ...Muhammed b. Müslim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Dileme sonradan var olmuştur.»

15) ZÂTİ SIFATLAR VE FİİLİ SIFATLAR[27] HAKKINDA:

[Bu değerlendirme müellife aittir; rivayetlerin devamı değildir.]

Allah'ı nitelendirmede kullanabildiğin ve varlık âleminde de var olan iki sıfat­tan her biri fiilî sıfattır. Şimdi bu cümleyi tefsir edelim: Sen varlık kapsamında Allah 'in dilediği, dilemediği, hoşnut olduğu, öfke duyduğu, sevdiği ve buğz ettiği şeyleri ispat ediyorsun. Eğer irade, tıpkı ilim ve kudret gibi zati sıfat olsaydı Allah'ın dile­mediği şey bu nitelikler açısından eksik olacaktı. Eğer Allah'ın sevdiği şey zati sıfatı olsaydı buğz ettiği şey, bu sıfattan yoksun olacaktı. Görmez misin ki biz, varlık âleminde Allah'ın bilmediği, güç yetiremediği bir şey bulamıyoruz. Aynı durum Onun ezelî zati sıfatlarının geri kalanları için de geçerlidir. Biz Allah-ı kudret ve acizlikle, ilim ve cehaletle, sefahet ve hikmetle, hatayla, üstünlük ve zilletle nitelendirmeyiz; ama Allah, kendisine itaat edeni sever, isyan edene de buğz eder; itaat edeni dost edi­nir, isyan edene düşmanlık eder. O, hoşnut olur ve buğz eder demek caizdir. Dua ederken şöyle diyoruz: "Allah'ım benden hoşnut ol, bana öfkelenme. Beni dost edin ve bana düşman olma." Ama şöyle demek caiz değildir:

"Bilmeye güç yetirir; ama bilmemeye güç yetirmez. Sahip olmaya güç yetirir; ama sahip olmamaya güç yetirmez. Üstün ve hikmet sahibi olmaya güç yetirir; ama üstün ve hikmet sahibi olmamaya güç yetiremez. Cömert olmaya güç yetirir; ama cömert olmamaya güç yetiremez. Bağışlayan olmaya güç yetirir; ama bağışlayan ol­mamaya güç yetiremez." Şöyle demek de caiz değildir: "Allah, Rab, Kadîm, Aziz, Hâkim, Mâlik, Âlim ve Kadîr olmayı diledi. Çünkü bunlar zâti sıfatlardır.

İrade ise fiilî bir sıfattır. Görmez misin ki: Şunu istedi, şunu istemedi." dene­biliyor. Oysa zâti sıfatlar, Allah'tan kendi karşıtlarını olumsuzlamaktadırlar. "Allah Hay/diridir, Âlimdir, Semi'/işitendir, Basir/görendir, Aziz/üstündür, Hâkim/hikmet sahibidir, Gani/zengindir, Melik/hükümrandır, Halimdir, Adildir, Kerimdir" denilir.

İlmin karşıtı cehalettir, kudretin karşıtı acizliktir, hayatın karşıtı ölümdür, üs­tünlüğün karşıtı zillettir, hikmetin karşıtı hatadır, hilmin karşıtı acelecilik ve cehalet­tir, adaletin karşıtı zorbalık ve zulümdür.

16) İSİMLERİN SONRADAN OLUŞU BABI

1-(302) ...İbrahim b. Ömer, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Tebareke ve Teâlâ, "bir ismi" seslendirilmez harflerden, ko­nuşulmaz lâfızlardan, bedenleşmez şahıstan (vücut kalıbı ile somutlaştırılamaz), vasfedilmez benzetmeden, boyasız renkten, boyut ve kenarlar Ondan olumsuzlanmış (nefyedilmiş), sınırlar Ondan uzaklaştırılmış, bütün tasavvur edebilenlerin duyumsa­maları Ondan perdelenmiş ve örtüsüz gizlenmiş olarak yarattı.

Onu dört eşit parçaya dayalı tam bir kelime haline getirdi ki, bu parçaların hiç biri diğerinden önce değildir. Sonra yaratılmışların muhtaç oldukları üç ismi ortaya çıkardı, birini ise perdeledi; bu, gizlenmiş, saklanmış isimdir.

Zahir olan da: Allah, Tebareke ve Teâlâ’dır. Bunlar açık isimlerdir.

Allah bu isimlerin her birine dört rüknü musahhar kılmıştır. Bunlar da toplam olarak on iki rükün ederler. Sonra bu rükünlerin her biri için otuz isim yarattı. Ki bunlar fiilen rükünlere nispet edilirler. Bu isimler şunlardır:

"Rahman, Rahim, Melik (mülkün sahibi), Kuddûs (kutsal), Hâlık (yaratıcı), Bari (yoktan var eden), Musavvir (şekil veren), Hayy (diri), Kayyûm (egemen olup idare eden), uyuklama ve uyku tutmaz, Âlim, Habîr (her şeyden haberdar olan), Semi' (işiten), Basîr (gören), Hakîm (hüküm ve hikmet sahibi), Azîz (üstün), Cebbar (dilediğini yapan), Mütekebbir (ululanan), Aliy (yüce), Azîm (büyük), Muktedir, Kadîr, Selâm (esenlik veren), Mü'min (güvenlik veren), Müheymin (gözetip koruyan), Münşî (inşa eden), Bedî' (örneksiz yaratan), Refî' (yüksek yüce), Celîl (ulu), Kerîm, Razık (rızık veren), Muhyî (hayat ve­ren), Mumît (öldüren), Bâis (yeniden dirilten), Vâris (vâris olan)..."   

Bu ve sayıları üç yüz altmışı bulan Allah'ın güzel isimleri, yukarıda işaret ettiğimiz üç isme dayanırlar. Bu üç isim rükündürler. Gizli ve saklı tek isimse bu üç isim­le perdelenmiştir. Aşağıdaki ayette buna işaret edilmiştir: "De ki: İster Allah-ı çağırın, ister Rahman’ı çağırın; hangisini çağırırsanız, güzel isimler Onundur." (İsrâ, 110)»[28]

2-(303) ...îbn Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)a sordum: Allah varlıkları yaratmadan önce kendini biliyor muydu?

-«Evet.» dedi.

Dedim ki: Kendini görüyor, işitiyor muydu?

Dedi ki: «Buna ihtiyacı yoktu; çünkü O'na bir sorusu ve O'ndan bir isteği yoktu. O, kendisiydi, kendisi de O'ydu. Kudreti yürürlükteydi. Kendini adlandırma­ya ihtiyaç duymuyordu; ancak O, başkalarının kendisini çağırmaları için kendine isimler koymayı öngördü. Eğer O, ismiyle çağırılmasaydı bilinmezdi.

Kendisi için ilk seçtiği isimler: el-Aliy (yüce), el-Azîm (büyük) isimleri oldu. Çünkü O, bütün varlıklardan daha yücedir. Bunun anlamı şudur: O, Allah'tır, adı da el-Aliyy ve el-Azîm'dir. Bu, O'nun ilk ismidir. Her şeyden üstün ve yüce.»

3-(304) ...Muhammed b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'a (aleyhisselâm), "İsim nedir?" diye sordum.

Buyurdu ki: «Vasfedilenin sıfatıdır.»

4-(305) ...Abdul-A'lâ Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah'ın ismi Onun gayrisidir, O değildir. Ad konulan her varlık "şey"dir. Allah hariç, her şey de yaratılmıştır... Dillerin ifade ettiği ve ellerin işlediği (yazdığı) şeyler (Allah sözcüğü) mahlûkturlar. Allah sözcüğü Onu gösteren işaretlerden biridir.

Gayeyi gösteren işaretler işaret edilen gayenin kendisi değildirler. Çünkü işa­retler vasfedilirler. Vasfedilen şeyler yapılmıştırlar. Fakat eşyayı yaratan zât, müsemma sınırıyla vasfedilmiş değildir. Oluşturulmuş değildir ki, oluşumu başka bir oluşumla bilinsin. İnsanlar O'nu tanıma hususunda hangi sona ulaşırlarsa Allah bun­dan gayrisidir. Bu hükmü anlayan kimse ebediyen sürçmez. Bu, yalın tevhiddir.

Allah'ın izniyle O'nu arayın, O'nu tasdik edin, O'nu doğru anlayın. Allah'ı bir hicapla, bir suretle veya bir örnekle bildiğini iddia eden bir kimse müşriktir; çünkü O'nun hicabı, örneği ve sureti O'nun gayrisidir. Bilâkis Allah birdir, birlenmesi gere­kendir. O'nu başkasıyla bildiğini iddia eden bir kimse O'nu nasıl birlemiş olur? Allah 'ı ancak Allah ile bilen bilmiştir. O'nu, O'nunla bilmeyen, O'nu bilmemiştir, olsa ol­sa O'ndan başkasını bilmiştir. Yaratıcı ile yaratılan arasında bir şey yoktur.[29] Eşyanın yaratıcısı Allah, bir şeyden olmuş değildir. Allah isimleriyle adlandırılır; ama o, isimlerden gayrıdır, isimler de O'nun gayrisidir.»

17) İSİMLERİN MANALARI VE TÜREYİŞLERİ BABI

1-(306) ...Abdullah b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a "Bismillâhirrahmanirrahim" in tefsirini sordum.

Buyurdu ki: «"Ba" harfi bahaullah (Allah'ın parlaklığını), "sin" harfi senâullah (yüksekliğini) ve "mim" harfi mecdullah (ululuğunu) sembolize eder.»

Bazıları da şöyle rivayet etmişlerdir: «"Mim" harfi, Allah'ın mülkünü sembo­lize eder. Allah, her şeyin ilâhıdır. Rahman, bütün kullarına merhamet eder. Rahîm, özel olarak mü'minlere merhamet eder.»

2-(307) ...Nadr b. Suveyd, Hişam b. Hakem'in Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a Allah'ın isimleri ve bu isimlerin türeyişleri ile ilgili bir soru sorduğunu ve İmam'ın da ona şu cevabı verdiğini rivayet etmiştir:

-    "Allah sözcüğü hangi kökten türemiştir?"

-    Buyurdu ki: «Ey Hişam. Allah sözcüğü ilâh sözcüğünden türemiştir. İlâh sözcüğü ise, ilâh edinilen birinin varlığını gerektirmektedir.

İsim, isimlendirilenin gayrisidir. Anlamdan ayrı olarak isme ibadet eden kim­se küfre girmiş ve hiçbir şeye tapmamıştır. İsme ve anlama ibadet eden kimse şirk koşmuş ve iki ilâha tapmış olur. İsimden ayrı olarak sadece "anlama" ibadet eden kimse salt tevhidi benimsemiştir. Anladın mı ey Hişam?»

Dedim ki: Daha fazla açıklama yap.

Buyurdu ki: «Allah'ın doksan dokuz[30] ismi vardır. Eğer isim, isimlendirilen ol­saydı o zaman bu isimlerin her biri ilâh olurdu. Fakat Allah anlamdır, bu isimlerle O'na işaret edilir ve tümü de O'nun gayrisidir. Ey Hişam! Ekmek, yenen bir madde­nin adıdır; su da içilen bir maddenin adıdır. Giysi, giyilen bir maddenin adıdır. Ateş, yakıcı bir maddenin adıdır. Ey Hişam! İnançlarım savunacak, Allah Azze ve Celle'den başka ilâhlar edinen düşmanlarımızla tartışacak kadar anladın mı?»

- "Evet." dedim.

Buyurdu:«Allah seni bundan yararlandırsın, ayaklarını sabit kılsın ey Hişam!»

Hişam der ki: Allah'a yemin ederim ki, İmam'ın yanından ayrıldığım o gün­den sonra hiç kimse tevhid konusunda beni alt edemedi.

3-(308) ...Hasan b. Raşid, Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'a "Allah" sözcüğünün anlamı hakkında bir soru soruldu. Buyurdu ki: «Büyük küçük her şeye egemen demektir.»

4-(309) ...Abbas b. Hilâl şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a "Allah göklerin ve yerin nurudur..." (Nur, 35) ayetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki:«Göklerdeki varlıklara yol gösterir yerdeki varlıklara yol gösterir» el-Berkî kanalıyla gelen rivayette ise İmam'ın şöyle buyurduğu belirtiliyor: «Gökteki varlıklara yol gösterdi, yerdeki varlıklara yol gösterdi.»

5-(310) ...İbn Ebu Ya'fur şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a "O ilktir, O, sondur." (Hadîd, 3) ayetinin anlamını sordum. Dedim ki: Al­lah'ın 'ilk' olmasını öğrendik, bize Allah'ın 'son' olmasının ne anlama geldiğini açıkla

Buyurdu ki: «Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın dışında hiçbir şey yoktur ki bo­zulmasın, değişmesin veya değişikliğe uğrayıp yok olmasın, ya da renkten renge, biçimden biçime, nitelikten niteliğe girmesin, çokluktan azlığa, azlıktan çokluğa geçmesin. Allah her zaman vardır ve hep aynı durumdadır. O her şeyden önce var olan ilktir ve her şeyden sonra var olmaya devam edecek sondur. Başkalarında oldu­ğu gibi O'nun nitelikleri ve isimleri değişmez. Söz gelimi insan, bir keresinde toprak olur, bir keresinde et ve kan olur, bir keresinde çürüyüp un ufak olmuş kemik olur.

Örneğin: el-Busr (hurma koruğu), bir keresinde el-Belh (henüz olmamış alacalı hurma) olur. Bir keresinde el-Busru (taze hurma) olur, bir keresinde er-Rutab (olgun ta­ze hurma) olur, bir keresinde et-temr (hurma) olur. Her defasında ismi ve niteliği de­ğişir; ama Allah Celle ve Azze açısından bunun tam tersi geçerlidir.»

6-(311) ...Meymun el-Bani şöyle rivayet etmiştir:

"O ilktir, O sondur." (Hadîd, 3) Ayetiyle ilgili bir soruya Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şu cevabı verdiğini duydum:

«İlktir; ama kendinden önce var olan bir şeyden itibaren ilki değildir. Öncesin­den yer alan bir zamandan itibaren var olmaya başlamamıştır. Ya da mahlûkların nite­likleri için öngörüldüğü gibi belli bir nihayete doğru son değildir. Bilâkis Allah ka­dîmdir, ilktir, sondur. Her zaman vardır, yok olmaz, başlangıcı ve sonu yoktur. Onda sonradan olma olgusu yaşanmaz, bir halden bir hale geçmez. Her şeyin yaratıcısıdır»[31]

7-(312) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer-i Sâni (Muhammed b. Ali el-Cevâd aleyhisselâm)'ın yanındaydım. Bir adam ona bir soru sordu ve dedi ki: "Allah Tebareke ve Tealâ'nın kitabında Onun ba­zı isim ve sıfatlarından bahsediliyor. Bu isim ve sıfatlar Allah'ın kendisi midirler?"

Ebu Cafer (aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Bu sözlerin iki boyutu vardır. Eğer sen, bunlar O mudur? Derken O'nun sayı­sal anlamda çokluk olup olmadığını soruyorsan yüce Allah bundan münezzehtir. Şa­yet, bu isim ve sıfatların her zaman var olduklarını kastediyorsan "her zaman olmak"ın iki anlamı vardır. Şayet bunların Allah katında bilgisi dâhilinde olduklarını, Allah 'in bu isim ve niteliklere müstahak olduğunu kastediyorsan bu söylediğin doğrudur.

Şayet sen, bu isim ve sıfatların tasvirlerinin, hecelenişlerinin ve harflerinin her zaman var olduklarını kastediyorsan Allah ile beraber başkasının var olduğunu tasav­vur etmekten Allah'a sığınırız. Bilâkis Allah vardı, yaratılmışlar yoktu.

Sonra bu isim ve sıfatları kendisiyle yarattığı varlıklar arasında birer aracı ol­maları için yarattı ki, yaratılmışlar bunlar aracılığıyla O'na yakarıp dua etsinler, O'na kulluk sunsunlar. Buna Allah'ı zikretme diyebiliriz. Allah vardı ve zikretme yok­tu. Zikir ile anılan, her zaman var  olan kadîm Allah'tır.

İsim ve sıfatlar ise mahlûkturlar. Bunların anlamları ve maksatları ise farklı­laşma ve kaynaşma şanına yakışmayan yüce Allah'tır. Ancak bölünen bir madde farklılaşır ve birleşip kaynaşır. "Allah birleşimdir. Allah azdır veya çoktur." dene­mez. O, zatıyla kadîmdir. Çünkü "bir"in dışındaki her şey bölünür. Allah ise birdir, bölünmez, azlık ve çoklukla tasavvur edilmez. Bölünen veya azlık ve çoklukla nite­lenen her şey mahlûktur ve yaratıcısına delâlet eder.

"Allah her şeye güç yetirir." dediğin zaman O'nu hiçbir şeyin aciz bırakmaya­cağını anlatmış oluyorsun. Böylece kullandığın ifadeyle acizliği O'ndan olumsuzlamış, acizliği O'nun gayrisi kılmış olursun.

Aynı şekilde "Allah âlimdir." dediğin zaman da, telâffuz ettiğin sözle cehaleti O'ndan olumsuzlamış ve cehaleti O'nun gayrisi kılmış olursun. Allah her şeyi yok ettiği zaman sureti, heceleri ve teker teker harfleri de yok eder. İlmi her zaman var­ olan Allah hep vardır.» Bunun üzerine adam şöyle dedi:       

Öyleyse Rabbimizi nasıl işiten olarak isimlendiriyoruz?

Buyurdu ki: «Çünkü kulaklarla algılanan şeyler O'na saklı kalmaz. Biz O'nu, başta bulunan kulak şeklinde anlaşılan bir organla nitelendirmiyoruz. Aynı şekilde O'nu gören olarak da nitelendiriyoruz; çünkü gözlerle görülen renk, cisim gibi şeyler O'na saklı kalmaz. Fakat O'nu görme organı gözle nitelendirmeyiz. Aynı şekilde sivrisinek ve ondan daha küçük şeyleri, onların gelişip serpilme yerlerini, şuurlarını, cinsel arzularını, yavrularına karşı şefkatli oluşlarını, bazısının bazısıyla birleşmesi­ni, dağlarda, çöllerde, vadilerde, ıssız yerlerdeki yavrularına yiyecek ve içecek götü­rüşlerini bilen latîf ilminden dolayı O'nu latîf olarak da isimlendiririz. Bundan dola­yı sivrisineğin ve ondan daha küçük başka varlıkların yaratıcısının keyfiyetsiz olarak latîf olduğunu biliriz. Keyfiyet, şekillendirilen, biçim verilen mahlûklar için geçerli bir durumdur. Sonra Rabbimizi kuvvetli olarak isimlendiririz; ama yaratılmış varlık­larda gözlemlediğimiz türden şiddetle vurup kapma anlamında bir kuvvet değil. Eğer Allah'ın kuvveti, kulların sahip olduğu anlamda şiddetle vurup kapma niteliğine sa­hip bir kuvvet olsaydı o zaman kuvvetler arasında benzerlik meydana gelirdi ve kuv­vette artma ihtimali baş gösterirdi. Bir şey de artma ihtimali varsa eksilme ihtimali de vardır. Eksik olan ise kadîm olmaz. Bir şey kadîm değilse acizdir. Dolayısıyla bizim Rabbimiz Tebareke ve Teâlâ’nın benzeri, karşıtı, eşi, keyfiyeti, sonu yoktur ve gözlerle görülmez. Gönüllerin O'nu bir şeye benzetmeleri, zihinlerin O'na sınır biç­meleri, vicdanların O'nu oluşum gibi tasavvur etmeleri haramdır. O, yarattıklarının aletlerine, var ettiklerinin özelliklerine sahip olmaktan yücedir, uludur, büyüktür.»

8-(313) Ali b. Muhammed, Sehl b. Ziyad'dan, o İbn Mahbub'dan, o kendisine anlatan birinden, o Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

Bir adam İmam'ın yanında: "Allah-u Ekber: Allah daha büyüktür." dedi. İmam: «Allah kimden, hangi şeyden daha büyüktür?» diye sordu. Adam: Allah her şeyden daha büyüktür.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah'a sınır biçmiş oldun.» Adam: "Peki, nasıl söylemeliyim?" diye sordu. Buyurdu ki: «Allah vasfedilmekten büyüktür de.»

9-(314) ...Cumey'l b. Umeyr şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Allah-u Ekber ne demektir?»

Dedim ki: Allah her şeyden büyüktür.

Dedi ki: «Orada bir şey mi var ki, Allah ondan büyük olsun?»

Dedim ki: O halde nedir?

Buyurdu ki: «Allah vasfedilmekten büyüktür.»

10-(315) ...Hişam b. Hakem şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a, "Subhânallah" ifadesinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Allah her türlü kusur ve ayıptan münezzehtir.»

11-(316) ...Hişam el-Cevalikî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’a Allah Azze ve Celle'nin, "Subhânallah" sözünün ne anlama geldiğini sordum." Buyurdu ki: «Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmektir.»

12-(317) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmişlerdir:

Ebu Cafer Sâni (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)'a "Allah'ın bir olmasının ne anlama geldiğini sordum."

Buyurdu ki: «Bütün dillerin O'nun birliğini ifade etmesidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ve andolsun ki onları kim yarattı diye sorsan, elbette "Al­lah " derler..." (Zuhruf, 87)»

18) EVVELKİ BABIN KAPSAMINA GİREN, BİR BAŞKA BÂB

Bir Farkla. Bu bölüm, Allah'ın isimlerinin işaret ettikleri anlam ile varlıkların isimlerinin işaret ettikleri anlamlar arasında fark olduğuna ilişkin fazladan açıklamalar içermektedir.

l-(318) ...Feth b. Yezid el-Curcanî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah latiftir, her şeyden haberdardır, işitendir, birdir, tektir, hiçbir şeye muh­taç değildir. Doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. Hiç kimse O'na denk değildir. Eğer Müşebbihe ekolüne mensup olanların iddia ettikleri gibi olsaydı yaratanla yaratılan, meydana getirenle meydana getirilen birbirinden ayırt edilmezdi. Ama O yaratıp mey­dana getirendir. Cisim verip şekillendirdiği ve ortaya çıkarıp yarattığı şeyle arasına fark koymuştur. Bu yüzden hiçbir şey O'na benzemez ve O, hiçbir şeye benzemez.»

Dedim ki: Tamam! Sana kurban olayım; fakat sen: «O tektir, hiçbir şeye muh­taç değildir.» dedin, ardından: «O'na hiçbir şey benzemez.» dedin. Allah birdir, insan da birdir. "Birlik" benzeşmiş olmuyor mu? Dedi ki: «Ey Feth! Muhal bir şeyden söz ettin. Allah seni doğru yol üzere sa­bit kılsın. Benzeşme ancak anlamda söz konusu olabilir. İsimlerse birdirler. Bunlar isimlendirilene delâlet ederler. Şöyle ki: Bir insanla ilgili olarak onun bir olduğu söylendiği zaman cüssesinin bir tane olduğu, iki tane olmadığı haber verilmiş olu­yor. Yoksa insanın kendisi bir değildir. Çünkü organları farklı, renkleri farklıdırlar ve bir değildirler. Bunlar bölünebilen parçalardır. Hepsi eşit değildir. Kanı etinden ayrıdır ve eti kanından ayrıdır. Sinirleri damarlarından ayrıdır. Kılları derisinden ay­rıdır. Siyahı beyazının aynısı değildir. Aynı durum bütün varlıklar için geçerlidir. Dolayısıyla insan isim temelinde birdir, anlam bazında değil. Ulu Allah ise birdir ve O'ndan başka da "bir" yoktur. Allah'ta farklılık, ayrılık, ziyadelik ve noksanlık bulunmaz. İnsan ise yaratılmıştır, yapılmıştır, değişik parçaların, farklı cevherlerin bileşiminden ibarettir. Ancak bütün bunların toplamı esasında bir sayılır.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Beni büyük bir sıkıntıdan kurtardın, rahatlat­tın. Allah sana huzur bahşetsin. Bir de diyorsun ki: «Allah latiftir, her şeyden haber­dardır.» Allah’ın birliğinin anlamım açıkladığın gibi bunun anlamım da açıkla. Çün­kü Allah'ın latif oluşunun kulların latif oluşundan belirgin bir şekilde farklı olduğu­nu biliyorum; ancak bunu bana ayrıntılı açıklamanı istiyorum."

İmam buyurdu ki: «Ey Feth! Allah latiftir dememizin nedeni, O'nun latif şey­leri yaratması ve latif olan şeyleri bilmesidir. Allah seni başarılı kılsın ve ayaklarım doğru yol üzere sabit kılsın; yoksa Allah'ın olağanüstü yaratmasının sanatsal izlerini latif olan, olmayan bitkilerin, latif varlıkların, küçük canlıların, sineklerin ve sivrisi­neklerin ve neredeyse gözle görülemeyecek kadar küçük olan başka varlıkların şah­sında gözlemlemedin mi? Bunların bir kısmı o kadar küçüktürler ki erkek mi, dişi mi, yeni doğmuş mu, önceden doğmuş mu oldukları dahi bilinmez. Bunların latîf küçüklüklerini, bununla beraber cinsel birleşmenin, ölümden kaçmanın, kendi yarar­larına olan şeyleri toplayışlarını, denizlerin girdaplarında, ağaçların kabuklarında, ovalarda, vadilerde yaşayışlarını, birbirlerinin dillerini anlamalarını, yavrularıyla an­laşmalarını, onlara yiyecek taşıyışlarını; kızıl ve sarı renklerin, beyaz ve kırmızının bir arada oluşlarını, küçücük bedenlerini neredeyse gözlerimizle göremeyişimizi, el­lerimizle dokunamayışımızı gözlemlediğimiz zaman bu latîf varlıkların yaratıcısının latîf olduğunu anlarız. O, zikrettiğimiz bu varlıkları lütfuyla yorulmadan ve herhangi bir alet kullanmadan yaratmıştır. Yine biliyoruz ki, bir şeyi yapan herkes, onu bir şeyden yapar; fakat büyük ve küçük bütün şeylerin yaratıcısı olan Allah yaratır; ama bir başka şeyden değil.»

2-(319) Ali b. Muhammed mürsel olarak Ebul-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Bil ki -Allah sana hayrı öğretsin- Allah Tebareke ve Teâlâ kadîmdir, kadîmlik O'nun sıfatıdır. Akıllı bir kimse, bunun O'ndan önce bir şeyin olmadığına, daimilikte O'nunla beraber bir şeyin bulunmadığına delâlet ettiğini bilir. Akıl sahiplerinin genelinin itirafıyla bu sıfatın mucizesi bizim için açıklığa kavuşmuştur ki, Allah'tan önce bir şey yoktur, kalıcılığında O'nunla beraber bir şey yoktur. Dolayısıyla Allah'­tan önce ve O'nunla beraber kalıcılık niteliğine sahip bir şeyin olduğunu savunanla­rın görüşleri geçersizdir. Eğer Allah ile beraber kalıcılık niteliğine sahip bir başka şey olsaydı Allah'ın o şeyin yaratıcısı olması caiz olmazdı; çünkü o şey her zaman O'nunla beraber olurdu. Allah, her zaman kendisiyle beraber olan bir şeyin yaratıcısı nasıl olabilir ki? Eğer Allah'tan önce bir şey olsaydı ilk var olan, o şey olurdu, Allah değil. İlk olanın diğerinin yaratıcısı olması daha uygundur.

Sonra Allah Tebareke ve Teâlâ, kendisini bir takım isimlerle nitelendirmiştir. Varlıkları yaratınca, onları kullan haline getirince ve onları sınavlardan geçirince bu isimlerle kendisini çağırmalarını istedi. Kendini; Semi (işiten), Basir (gören), Kadir, Kâim, Nâtık (söyleyen), Zahir, Bâtın, Latîf, Habîr (haberdar), Kavi (güçlü), Aziz (üs­tün). Hâkim (hikmet sahibi), Âlim ve benzeri isimlerle isimlendirdi. Kötü niyetli yalanlayıcılar bu isimleri inceleyince ayrıca bizim de, (hiçbir şey Allah'a benzemez ve ya­rattıklarından hiçbir şey Onun durumunda olmaz), dediğimizi duyunca dediler ki: "Söy­leyin bakalım, Allah'a hiçbir şeyin benzemediğini hiçbir şeyin O'nun gibi olmadığını iddia ettiğinize göre nasıl oluyor da güzel isimleri almada O'na ortak oluyorsunuz ve bu isimlerin tümünü kendiniz için de kullanıyorsunuz? Çünkü bu isimleri almanız, sizin de bu güzel isimlerin tümünü üzerinizde toplamanız halinde, bu durumların tü­münde veya bir kısmında O'nun gibi O'nun benzeri olduğunuzun ifadesidir."   

Onlara şu karşılık verildi: «Allah Tebareke ve Teâlâ, kullarına bir ismin iki farklı anlama gelmesi gibi farklı anlamlara gelen isimlerini bilmelerini gerekli kıldı. Bunun kanıtı insanların söylemeleri, aralarında yaygın olan kullanımlarıdır. Yüce Allah da kullarına insanların aralarında kullandıkları kelimelerle hitap eder. Onların anladıkları şeyleri söyler ki, bir şeyi zayi ettiklerinde bu, onların aleyhine bir kanıt olsun. Nitekim insanlar arasında her hangi bir adama köpek, eşek, öküz, şeker, acı ve aslan gibi isimler verilir. Bütün bunlar adamın değişik hallerine dayalı olarak ya­pılan nitelemelerdir ve esas anlamları esas alınarak konulmamışlardır. Çünkü insan, aslan ve köpek değildir. Bunu anla! Allah sana merhamet etsin.

Allah’u Teâlâ da bilen olarak isimlendirilir; ancak bu, eşyanın bilinmesine yar­dımcı olan sonradan olma bilgi değildir. Kulların niteliği olan sonradan olma bilgi ile karşılaşılan ilâhi emirlerin korunması, yarattığı varlıkların üzerinde tefekkür edil­mesi, gelip geçmiş toplumların bozguncu özelliklerinin bilinmesi gerçekleştirilir. Eğer böyle bir bilgiye sahip olunmazsa veya bir an için bu bilgi kaybolursa kişi, cahil ve zayıf olur. İşte yüce Allah'ın bilgisi bu tür bir bilgi değildir. Nitekim kullar ara­sında sonradan olma bilgiye sahip olma anlamında âlim olarak isimlendirilen kimse­ler, bu bilgiye sahip olmadıkları zamanlarda cahildiler. Eğer varlıkları bilme nitelikle­ri ortadan kalkarsa tekrar cahil olurlar. Allah bilen olarak isimlendirilmiştir; çünkü O'nun her hangi bir şeyi bilmemesi söz konusu değildir. Böylece yaratan ve yaratı­lan âlim isminde birleşmişlerdir; ancak gördüğünüz gibi, kastedilen anlam farklıdır.

Rabbimiz, işiten olarak da isimlendirilir; ama sesleri işitmesine veya görme­sine yardımcı olan bir kulak deliğine sahip olduğu ve bununla göremediği anlamına gelmez. Fakat biz kullar sahip olduğumuz kulak deliğiyle sesleri işitebiliriz; ama onun aracılığıyla varlıkları göremeyiz. Allah bize, hiçbir sesin kendisinden gizli kal­madığını haber vermiştir; ama bizim kendimizi bu bağlamda isimlendirdiğimiz an­lamda değil. İşitme ismi ile de bir noktada buluştuk; ancak bu isim bizim açımızdan farklı, Rabbimiz açısından farklı bir anlam ifade etmektedir. Aynı şekilde Allah'ın görmesi de göz deliği yardımıyla gerçekleşen bir olgu değildir. Fakat bizler, göz de­likleri aracılığıyla görürüz ve bu organdan başka maksatlar için yararlananlayız. Bu­na karşılık Allah görür ve görülen hiçbir şey O'nun bilgisinin kapsamının dışına çı­kamaz. Bu bağlamda isim noktasında birleştik; ama anlam hususunda farklılaştık.

"Allah kâimdir;" ama dikilmek ve bacakların üzerinde dik durmak anlamında değil. Bu varlıklar açısından geçerli olan bir dik duruş, kâim oluş şeklidir. Allah, ko­ruyup gözeten anlamında kâimdir. Bir adamın: Falan kişi bizim işlerimizi yürütüp gözetmekten sorumludur demesi anlamında. Allah, her nefsin kazanıp edindiğinin üzerinde koruyucu, gözeticidir. Ayrıca insanların konuşmalarında "kâim" sözcüğü, baki, kalıcı anlamına da gelir. Ayrıca bu sözcük, yeterlilik, liderlik anlamını da ifade eder. Bir adama: "Falan oğullarının liderliğini yap. Onları yönet," demen gibi. Biz insanlar açısından kâim, ayaklarının üzerinde dikilmiş demektir. Dolayısıyla ismen ortak bir noktada buluşmakla beraber anlam esasında (temelinde) buluşmadık.   Allah'ın latîf oluşu, azlık, incelik ve küçüklük anlamına gelmez. Tam tersine varlıkların içine nüfuz edicilik ve kavranmasının, algılanmasının imkânsızlığını ifa­de eder. Bir adama: "Bu iş bana latîf geldi" ve "Falan adam düşünce tarzı ve sözü iti­bariyle latiftir" dediğin zaman bu sana şunu anlatıyor ki, akıl bu işte şaşkın haldedir, maksadını kavrayamayacak durumdadır ve iş zihinsel olarak tasavvur edilemeyecek kadar derin ve incedir. Allah Tebareke ve Teâlâ’nın latîfliği de öyle. O, bir sınırla sı­nırlandırılmaktan, bir nitelikle mahdut hale getirilmekten münezzehtir. Biz insanla­rın latîfliği ise küçüklük, incelik ve azlık anlamını ifade eder. İsmimiz aynı olmakla beraber bu ismin işaret ettiği anlam, bizim açımızdan ayrı, Allah açısından da ayrıdır

Her şeyden haberdar olmak / habir: Hiçbir şeyin gizli kalmaması, hiçbir şeyin gözden kaçmaması demektir. Ama Allah'ın her şeyden haberdar olması deneyim ve varlıklardan ibret çıkarmak sonucu oluşan bir nitelik değildir. Çünkü deneyim ve ib­ret alma sonucu oluşan ilim, bu iki olgunun bulunmadığı durumlarda ortadan kalkar. Deneyim ve ibret alma sonucu bilen kimse, bundan önce cahil kimsedir. Allah ise her zaman yarattıklarından haberdardır. İnsanlardan haberdar olanlar ise bilgi edine­rek cehaletten kurtulmak suretiyle bu niteliğe kavuşurlar. Bu hususta da isim aynı olmakla beraber anlam bizimle Allah açısından farklılık arz etmektedir.

Allah'ın zahir oluşu ise bütün varlıkların üzerinde onların üstüne binmiş, üstle­rinde oturmuş, tepelerine kurulmuş anlamına gelmez. Bilâkis varlıkları kahredici gü­cüyle kontrol etmesi, onlara galip olması, onlar üzerinde karşı konulmaz bir güce sa­hip olması anlamına gelir. Sözgelimi bir adam: "Düşmanlarım üzerinde zahir oldum ve Allah beni, hasmımın üzerinde zahir kıldı." dediği zaman zafere eriştiğinden, on­ları yenilgiye uğrattığından söz ediyordur. Allah'ın varlıklar üzerinde zahir olması da bu anlama gelir. Bu niteliğin bir diğer anlamı da şudur: Allah kendisini arayan kimse açısından zahirdir. Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O, yarattığı her şeyin yöneticisi, yönlendiricisidir. Dolayısıyla her zahir olan şey, Allah Tebareke ve Teâlâ açısından daha zahir ve daha açıktır. Çünkü ne tarafa yönelirsen yönel, orada mevcut bulunan Allah'ın sanatını yok sayamazsın. Baktığın her yerde O'nun sanatını görürsün. Bizzat senin varlığında da O'nun sanatının izleri yeterince vardır. Biz insanlardan zahir olan ise kendisi olarak belirgin ve sınırları itibariyle bilinen kimseye denir. Burada da isim olarak birleşmemize karşın anlam açısından farklılaştığımız görülmektedir.

Allah'ın bâtın olması, varlıkların içinde olmak, onların içinde batmak anlamı­na gelmez. Bilâkis, bilgi, koruma ve planının varlıkların derinliklerine, gizliliklerine nüfuz etmesi anlamına gelir, "ebtantuhu" denildiği zaman ondan haberdar oldum, gizli sırlarını bildim, denilmiş olur. Fakat biz insanlardan bâtın olan, bir şeyde kay­bolan, örtünen kimse demektir. Görüldüğü gibi isim aynı olmakla beraber bizim açı­mızdan farklı, Allah açısından farklı bir anlam ifade etmektedir.

Allah'ın kahredici olması da zahmet, yorgunluk, çözüm arama, kibarlık ve tu­zak kurma şeklinde zorlayıp baskı altına alma anlamına gelmez. Bu tür yöntemlerle kullar, birbirlerine baskı altına alırlar. Bazen baskı altına alman kimse; daha sonra baskı uygulayan kimse haline gelir ve baskı uygulayan kimse de baskıya uğrayan olur. Fakat bu nitelik Allah açısından yarattığı bütün varlıkların O'nun karşısında zillet giysisine bürünmeleri, boyun eğmeleri anlamını ifade eder. Öyle ki Allah on­larla ilgili bir şey istediği zaman buna karşı çıkacak gücü bulamazlar kendilerinde Bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir süre için dahi O'nun iradesinin dışına çık­mazlar. "O, bir şeye "Ol" dedi mi, hemen oluverir." (Yasin, 82) Biz insanlar açısından ise kahredici niteliği yukarıda anlattığım ve tanımladığım şekildedir. Bir kez daha isim bir olmakla beraber ismin bizim ve Allah açısından ifade ettiği anlam farklılaş­tı. Bu durum, tümünü üzerimizde taşımamız mümkün olmamakla beraber diğer bü­tün isimler için de geçerlidir. Sana sunduğumuz bu bilgiler yeterlidir. Allah sana yardım etsin, yol göstericilik ve başarılı kılma hususunda bize yardımcı olsun.»

 

19) "SAMED" SIFATININ TE'VİLİ BABI

l-(320) ...Davud b. Kasım el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer Sani (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)'a dedim ki: Sana kurban olayım "Samed" ne anlama gelir? Buyurdu ki: «Az çok her şeyde başvurulan efendi demektir.»

2-(321) ...Cabir b. Yezid el-Cu'fî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a. "Tevhidle ilgili bir mesele" hakkında bir soru sordum.

Buyurdu ki: «Allah, yüce isimlere sahiptir ve kullar O'nu bu isimlerle çağırır­lar. O'nun hakikati yücedir. O birdir. Birliğiyle tektir. Ardından birliğini yarattıkları üzerinde tatbik etti. O birdir, Sameddir. Kuddûstür (eksikliklerden münezzeh, pak). Her şey O'na kulluk eder, her şey O'na muhtaçtır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.»

[Aşağıdaki değerlendirme Kuleynî'ye aittir.]

Samed sıfatının doğru te'vili budur. Müşebbihe mezhebinin, Samed sıfatını: Boşluğu bulunmayan dolu şeklinde yorumlaması doğru değildir. Çünkü bu anlam da Samed sıfatı ancak cisimlerin niteliği olabilir. Ulu Allah, bu tür nitelemelerden mü­nezzehtir. O, zihinlerin sıfatlarını algılamaktan veya azametinin gerçek mahiyetini kavramaktan münezzehtir.

Eğer Samed sıfatının yorumu, içi dolu şeklinde olsaydı bu, "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şura, 11) ayetiyle çelişecekti. Çünkü bu, içi dolu olup boşluk bu­lunmayan-cisimlerin niteliğidir. Allah ise bundan yücedir, uludur.

Bu hususta aktarılan kimi rivayetlere gelince İmam ne söylediğini herkesten daha iyi bilir. İmam'ın söylediği şudur: «Samed, ihtiyaç için başvurulan efendi de­mektir. Bu, kelimenin doğru anlamıdır. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şura, 11) ayetiyle de örtüşmektedir. Sözlükte Masmud, kastedilen anlamına gelir. Ebu Tâlib, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi övdüğü şiirlerinden birinde şunları söylüyor: "Başı­na taşlar atmak için yöneldikleri Akabe cemresine Andolsun ki..." Şiirin orijinalinde geçen el-Cindal sözcüğü, el-Cimar diye de adlandırılan küçük çakıl taşları anlamına gelir. Cahiliye şairlerinden biri de şöyle demiştir: "Mekke'nin etrafında Allah için ibadet maksadıyla yönelinen açık bir ev olduğunu sanmıyorum." İbn Zibirkan şöyle der: "Ruheybe[32] herkesin yöneldiği bir efendiden başkası değildir." Şeddadb. Muaviye, Huzeyfe b. Bedr hakkında şöyle der: "Bir kılıcı başının üzerine kaldırdım ve ona dedim ki / Ey Huzeyfe, tut şunu ki sen yönelinen bir efendisin." buna benzer örnek­ler çoktur. Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin ihtiyaçlarını karşılamak için yöneldiği efendidir. Cinlerden ve insanlardan bütün varlıklar ihtiyaçlarını karşılamak için O'na yönelirler. Zorluklar karşısında O'na sığınırlar. Huzuru, rahatı ve nimetle­rin devamını Ondan beklerler, belâları başlarından savmasını O'ndan dilerler.

20) HAREKET VE İNTİKÂL BABI

l-(322) ...Yakub b. Cafer el-Caferî, Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Bir takım insanlar, İmam'ın huzurunda Allah'ın dünya semâsına indiğini iddia ettiler.

Bunun üzerine İmam buyurdu ki: Allah inmez ve inmeye ihtiyaç duymaz. Var­lıklara bakışı açısından yakınlık ve uzaklık fark etmez. Yakın O'ndan uzaklaşmaz, uzak da O'na yakın olmaz. Hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Tersine, her şey O'na muh­taçtır. O, bahşedicidir. Ondan başka ilâh yoktur, üstün iradelidir, hikmet sahibidir.

Allah Tebareke ve Teâlâ’yı, inen biri olarak vasfedenlere gelince bu nitelen­dirmeyi; ancak O'nu eksiklik ve artma olgularıyla ilintilendirenler yaparlar. Her ha­reket eden varlık, kendisini hareket ettiren birine veya hareket etmesini sağlayan bir şeye muhtaçtır. Allah hakkında mesnetsiz zanlarda bulunanlar helak olurlar. Allah'ı vasfederken, O'nu eksiklik veya fazlalık nitelikleriyle sınırlandıracak şekilde veya hareket eden ya da hareket ettirilen biri olarak vasfetmekten sakının.

Allah için zeval veya iniş tasavvur etmeyin. Bir yerden kalkma veya oturma eylemlerini düşünmeyin. Allah, kendisini bu şekilde vasfedenlerin vasfından, nite­lendirenlerin niteliğinden ve vehmedenlerin vehminden münezzehtir, yücedir. Seni kıyam ederken ve secde edenlerle birlikte hareket ederken gören üstün iradeli ve merhamet sahibi Allah'a tevekkül et.»[33]                          

2-(323) ...Yakub b. Cafer, Ebu ibrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah kâimdir, dediğim zaman O'nun yerinden ayrıldığını söylemiş olmuyorum. O'nu içinde bulunduğu bir mekânla sınırlandırmayı kastetmiyorum. Or­gan ve aletlerin hareket etmesi şeklinde sınırlandırıcı bir anlamı ifade etmiş olmuyo­rum. Dudaklarımı açmak suretiyle de bir sınırlandırmaya gitmiyorum; fakat Allah Tebareke ve Teâlâ’nın şu sözündeki anlamı kastediyorum:

"Bir şeye "Ol" der, o da hemen oluverir." (Yasin, 82) Allah iradesiyle bu emri verir, nefes alıp vermeksizin, tek basma ve hiçbir şeye muhtaç olmadan. O, mülkünü kendisine hatırlatacak, ilminin kapılarını açacak bir ortağa ihtiyaç duymaz.»

3-(324) ...İsa b. Yunus şöyle rivayet etmiştir:

İbn Ebu'l-Avca Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) ile yaptığı karşılıklı bir konuşmada ona dedi ki: "Sen Allah'ı andın ve gaip olana işini havale ettin!"

İmam buyurdu ki: «Yazıklar olsun sana! Yarattıklarının yanında hazır olan, onları gözlemleyen, onlara şah damarından daha yakın olan, sözlerini işiten, şahısla­rını gören ve gizli sırlarını bilen biri gaip olur mu?»

İbn Ebu'1-Avca dedi ki: O, her yerde midir? Bu durumda gökte olduğu zaman nasıl yerde olacaktır? Yerde ise nasıl gökte oluyor?

Ebu Abdullah buyurdu ki: «Sen, bu sözlerinle bir yerden ayrıldığı zaman bir yeri kaplayan, bir yeri de boşaltan yaratılmışları tasvir ediyorsun. Vardığı yerde iken daha önce olduğu yerde olup bitenlerden haberi olmaz. Ama şanı yüce ve bütün var­lıklara egemen olup onlara boyun eğdiren Allah, herhangi bir yeri boşaltmaz ve her­hangi bir yeri de doldurmaz. Bir başka yere göre herhangi bir yere daha yakın olmaz.»

4-(325) ...Muhammed b. İsa şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed (el-Hadî aleyhisselâm)'a şu ifadeleri içeren bir mektup yazdım: "Allah beni sana feda etsin ey efendim. Bize şöyle rivayet ediliyor:

"Allah, arşın belli bir yerindedir ve diğer bir yerinde olmadan istiva etmiştir. Her gecenin son yarısında dünya semasına iner." Yine rivayet edilen sözlerden biri de şudur: "Allah arefe gecesi iner, sonra yerine geri döner."

Senin dostlarından bazıları bu hususta şöyle diyorlar: "Bir yerde olmayıp bir başka yerde ise bu demektir ki hava O'nunla karşılaşıyor ve kuşatıyor. Hava ise ince bir varlıktır ve her şeyi kapasitesi oranınca kuşatır. Hava bu şekilde Allah'ı kuşatabi­lir mi?" İmam bana şu cevabı yazdı:

«Bu hususla ilgili bilgi Allah katındadır. O, bunu en güzel şekilde takdir eder. Şunu bil ki Allah, dünya göğünde olduğu zaman arşın üzerinde gibidir. Bütün var­lıklar O'nun bilgisi, kudreti, mülkü ve kuşatıcılığı karşısında eşit konumdadır.»

Yine ondan, o da Muhammed b. Cafer el-Kufi'den, o Muhammed b. İsa'dan benzeri bir açıklama rivayet etmiştir.

A) "ÜÇ KİŞİNİN GİZLİ KONUŞTUĞU YERDE DÖRDÜNCÜSÜ MUTLAKA ODUR." ÂYETİ HAKKINDA:

5-(326) ...İbn Uzeyne, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur." (Mücadele, 7) ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«O birdir. Zât olarak tektir. Yarattıklarından tamamen farklıdır. O kendisini bu şekilde vasfetmiştir: "O, her şeyi kuşatmıştır." Denetim, ihata ve kudretiyle "her şey O'nun kontrolü altındadır. Ne yerde, ne gökte, zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden giz­li kalmaz..." (Sebe, 3) Göklerde ve yerde bulunan şeylerin Ona gizli kalmaması ku­şatma ve bilgi açısından söz konusudur, zât açısından değil. Çünkü mekânlar dört yönle (sağ, sol, arka, ön) sınırlıdırlar, bunları kapsarlar. Eğer göklerde ve yerde olanla­rın Allah'a gizli kalmaması zât açısından olsaydı kapsama durumu gerekli olacaktı.»

B) "RAHMAN, ARŞA İSTİVA ETMİŞTİR" ÂYETİ HAKKINDA:

6-(327) ...Hasan b. Musa el-Haşşab, hadis rivayet ettiği adamlarının bazısın­dan, onlar da Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm')dan şöyle rivayet etmişlerdir:

İmam'a "Rahman, arşa istiva etmiştir. "(Taha,5) ayetiyle ilgili bir soru soruldu Buyurdu ki: «O, her şeye egemendir. Hiçbir şey, başka bir şeye göre O'na da­ha yakın değildir.»

7-(328) ...Muhammed b. Marid şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)’a "Rahman, arş'a istiva etmiştir." [34] (Ta-ha, 5) ayetinin anlamı soruldu.

Buyurdu ki: «Her şeye karşı eşit konumdadır. Bir şey başka bir şeye göre O'na daha yakın değildir.»

8-(329) ...Abdurrahman b. Haccac şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)'a, "Rahman, arş'a istiva etmiştir." ayetini sordum.

Buyurdu ki: «Her şeyde eşit konumdadır. Bir şey başka bir şeye göre O'na da­ha yakın değildir. Uzak bir şey O'na uzak olmaz ve yakın bir şey O'na yakın olmaz. Her şey O'na göre eşit konumdadır.»

9-(330) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:             

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah'ın bir şeyden veya bir şeyin içinde ya da bir şeyin üzerinde olduğunu iddia eden kimse küfre girmiştir.»

Dedim ki: Bunu bana açıkla.

Buyurdu ki: «Bir şeyin O'nu kapsamasını veya bir şeyin O'nu korumasını ya da bir şeyin O'nu geçmesini kastediyorum.»

Diğer bir rivayette İmam (aleyhisselâm)’ın şöyle buyurduğu belirtiliyor: «Allah'ın bir şeyden olduğunu iddia eden kimse, O'nu sonradan olma bir var­lık konumuna indirmiş olur. Allah'ın bir şeyin içinde olduğunu ileri süren kimse, O'­nu bir alanla sınırlandırmış olur. O'nun bir şeyin üzerinde olduğunu söyleyen bir kimse, O'nu taşınır bir şey durumuna düşürmüş olur.»

C) "GÖKTEKİ İLAH'DA YERDEKİ İLAH'DA O'DUR" AYETİ HAKKINDA

10-(331) ...Hişam b. Hakem şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Şakir ed-Deyesanî de­di ki: Kur'ân'da bir ayet var ki, tam da bizim görüşümüzü ifade etmektedir.

Dedim ki: Bu, hangi ayettir?

Dedi ki: "O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır." (Zuhruf, 84) ayetidir.

"Ona nasıl bir cevap vereceğimi bilemedim. Yenilmiştim."

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a haber verdim.      

Buyurdu ki: «Bu, pis bir zındığın söyleyeceği sözlerdir. Bir daha onun yanına gidersen de ki: "Kûfe'de adın nedir? "falandır." diyecektir. Sonra: "Basra'da adın ne­dir?" diye sor, sana: "falandır." diyecektir. Sen de deki: İşte Rabbimiz de böyledir, gökte ilâhtır, yerde ilâhtır, denizlerde ilâhtır, ovalarda ilâhtır, her yerde ilâhtır.» Yola koyuldum ve Ebu Şakir'in yanına geldim ve İmam'ın dediklerini ona söyledim.

Dedi ki: Bu cevap Hicaz'dan gelmiştir.

21) ARŞ VE KURSİ BABI

l-(332) ...Ahmed b. Muhammed el-Berkî, merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

Caselik,[35] Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)'a şöyle sordu:

"Allah'mı arşı taşıyor; yoksa arş mı Allah'ı taşıyor, bana haber ver?"

Emir'ül-Mü'minin şöyle buyurdu: «Arşı, gökleri, yeri, bu ikisinde bulunan varlıkları ve bu ikisinin arasında yer alan varlıkları Allah Azze ve Celle taşır. Şu ayette bu gerçeğe işaret edilir: "Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. And olsun ki onların nizamı bozulursa, kendisinden başka hiç kimse on­ları tutamaz- Şüphesiz O, halimdir, çok bağışlayıcıdır." (Fatır, 41)

Adam dedi ki: "Öyleyse bana: "Rabbinin arşını o gün, onların üstünde sekiz melek taşır." (Hakka, 17) ayetini açıkla, nasıl böyle söyleyebiliyor? Üstelik az önce Allah'ın arşı, gökleri ve yeri taşıdığını söylememiş miydin?

"Emir'ül-Mü'minin şöyle dedi: «Allah-u Teâlâ arşı dört nurdan yaratmıştır: Bütün kırmızıların türediği kırmızı nur. Bütün yeşillerin türediği yeşil nur. Bütün sa­rıların türediği sarı nur. Bütün beyazların türediği beyaz nur. Bu, Allah 'in taşıyıcıla­rına bahşettiği ilimdir ve o, azametinden bir nurdur. Mü'minlerin kalpleri O'nun nuru ve azametiyle görürler. Azameti ve nuruyladır ki cahiller O'na düşman olmuşlardır. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar O'nun azameti ve nuruyla O'na gidecek yollar aramaktadırlar. Bu amaçla değişik ameller yerine getirmekte ve benzer dinlere intisab etmektedirler. Dolayısıyla taşman her şeyi yüce Allah, nuru, azameti ve kud­retiyle taşır. Onların hiçbiri kendine zarar veya yarar dokunduramaz. Ölüm, yaşatma veya yeniden diriltme hususunda etkin olamaz. Her şey taşınmaktadır. Allah Tebareke ve Teâlâ, onlar (gökler ve yer)'i ve onları saran şeyler (göklerde ve yerde bulunanlar)'! düşmesinler diye tutmaktadır. O her şeyin hayatıdır, her şeyin nurudur. Allah cahil­lerin yaptıkları yakışıksız nitelemelerden yücedir, münezzehtir.»

Adam dedi ki: "Allah Azze ve Celle nerededir?" bana söyle.

"Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm) dedi ki: «O, buradadır, şuradadır, yukarı, aşağı, bizi kuşatandır. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: "Üç kişinin gizli konuş­tuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunursa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir." (Mücadele, 7) Dolayısıyla kürsî, "Gökleri, yeri, bu iki­sinin arasında bulunan varlıkları ve yerin altındaki varlıkları ve açıkça söylenen söz­leri kuşatmıştır. Çünkü O, sır olan şeyleri, gizlilikleri bilir." (Ta-ha, 6-7) Aşağıdaki ayette buna işaret edilir: "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gö­zetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." (Bakara, 255)

Arşı taşıyanlar, Allah'ın ilmini yüklediği âlimlerdir. Allah'ın melekûtunda ya­rattığı hiçbir şey bu dört nurun kapsamının dışına çıkmaz. Ki Allah bu melekûtunu seçkin (asfiya) kullarına ve halil (dostu) İbrahim'e göstermiştir: "Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." [36] (En'am, 75) Arşı taşıyanlar, Allah'ın verdiği hayatla yaşadıkları, kalpleri O'nun nu­ruyla gördükleri ve O'nun bilgisine ulaştıkları halde Allah'ı taşıyabilirler mi?»[37]

2-(333) ...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

Hadisçi Ebu Karra, İmam Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'ın yanına götürmesini benden istedi. Onun için imamdan izin istedim, izin verildi. Ebu Karra içeri girdi ve İmam'dan helâl ve haram kavramlarıyla ilgili bir takım sorular sorduktan sonra şöyle dedi: "Allah'ın taşındığını kabul ediyor musun?"

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Her taşınan edilgendir (mefuldür), başka­sına eklemlenmiş, başkasına muhtaçtır. Ayrıca lâfız olarak mahmul, eksiklik ifade eder. Taşıyan (hamil) ise faildir, etkindir. Telâffuzda övgü ifade eder. Aynı durum, üst, alt, yukarı ve aşağı ifadeleri için de geçerlidir. Allah şöyle buyurmuştur: "En gü­zel isimler O'nundur. O'nu bu isimlerle çağırın." (A'raf, 180) Allah'ın indirdiği hiçbir kitapta O'nun taşındığından söz edilmemiştir. Bilâkis, O'nun karada ve denizde var­lıkları taşıdığından, gökleri ve yeri düşmesinler diye tuttuğundan söz edilmiştir. Al­lah'tan başka varlıklar ise taşınanlardır. Allah'a ve büyüklüğüne iman eden bir kim­senin dua ederken: Ey mahmul (taşman) dediği duyulmamıştır.»

Ebu Karra dedi ki: Fakat Allah: "Rabbinin arşını O gün, onların üstünde sekiz melek taşır." (Hakka, 17) "Arşı taşıyanlar..." buyurmuştur.

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) buyurdu: «Arş, Allah değildir. Arş, ilim ve kudretin ismidir. Arşta her şey yer alır. Sonra Allah taşıma fiilini başkasına izafe etmiştir. Çünkü yarattıklarından bazılarından arşını taşımaları suretiyle kendisine kulluk etmelerini istemiştir. Bunlar ilminin taşıyıcılarıdır. Yarattıklarından bazıları, arşının etrafından O'nu teşbih ederler ve bunlar O'nun ilmiyle bilirler. Ayrıca kulla­rının amellerini yazan melekler de arşın etrafında yer alırlar. Yeryüzündeki kulların­dan da Beytullah etrafında tavaf etmeleri suretiyle kendisine kulluk etmelerini iste­miştir ve Allah, buyurduğu gibi arşa istiva etmiştir. Arşı, arşı taşıyanları ve arşın et­rafında olanları Allah taşır, onları korur, onları tutar. Her nefis üzerinde egemendir, her şeyin üstündedir, her şeyin üzerindedir. Allah hakkında "Taşınan veya aşağı." şeklinde bir ifade ne yalın, ne de başka bir ifadeye ulanmış olarak kullanılamaz. An­lam ve lâfız bozulmasına neden olacak bir terkip telaffuz edilemez.»

Ebu Karra dedi ki: Öyleyse sen şu rivayeti yalanlıyorsun:

"Allah öfkelendiği zaman arşı taşıyan melekler omuzlarında bir ağırlık hisset-meleriyle bilirler. Bu yüzden hemen secdeye kapanırlar. Allah'ın öfkesi dinince onların omuzlarındaki ağırlık da hafifler."

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Bana söyler misin, Allah Tebareke ve Teâlâ, İblis'i lanetlediği günden bu yana ona kızgın değil midir? Ondan hiç razı oldu mu? Senin Onu vasfedişini esas alırsak, bu demek olur ki, Allah, İblis'e onun dostla­rına ve yardakçılarına her zaman kızgındır. Peki, Rabbini halden hale değişmekle vasfetmeye nasıl cüret edebiliyorsun? Kulların yaşadıkları durumsal değişimlerin O’nun da yaşadığını nasıl söyleyebiliyorsun? Allah yücedir, münezzehtir. Yok olup gi­denlerle yok olmaz, değişenlerle değişmez, dönüşenlerle dönüşmez. Onun dışındaki­ler Onun elinde ve yönetimi altındadırlar. Hepsi O'na muhtaçtır ve O, başkasından müstağnidir, kimseye muhtaç değildir.»

3-(334) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, "...Kürsüsü gökleri de kaplayıp kucaklamıştır, yeryüzünü de..."(Bakara, 255) ayetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Ey Fudayl! Her şey kürsünün içindedir. Gökler, yer ve her şey kürsünün içinde yer alır.»

4-(335) ...Zurare b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a, "...Kürsüsü gökleri de kaplayıp kucaklamıştır, yeryüzünü de..."(Bakara, 255) ifadesiyle ilgili olarak şu soruyu sordum:

"Göklerle yer mi kürsüyü içine alır; yoksa kürsü mü gökleri ve yeri içine alır?" Buyurdu ki: «Bilâkis, kürsü gökleri, yeri ve arşı içine alır. Kürsü her şeyi kapsar.»[38]

5-(336) ...Zurare b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a "Kürsüsü gökleri de kaplayıp kucak­lamıştır, yeryüzünü de..."(Bakara, 255) ifadesiyle ilgili olarak şu soruyu yönelttim: "Gökler ve yer mi kürsüyü kapsıyor, kürsü mü gökleri ve yeri içine alıyor?" Buyurdu ki: «Hiç kuşkusuz her şey kürsünün içindedir.»

 

6-(337) ...Ebu Hamza, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Arşı taşıyanlar (ki arş ilimdir), sekiz kişidir. Dördü bizden, dördü de Allah'ın dilediği başka kimselerdendir.»[39]

7-(338) ...Dâvud er-Rakki şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, "Allah'ın arşı suyun üzerindeydi." (Hûd, 7) ayetinin anlamını sordum.. Buyurdu ki: «Bu konuda ne söylüyorlar?»

Dedim ki: Diyorlar: Allah'ın arşı suyun üzerinde Allah'ta arşın üzerindeydi.   

Dedi ki: «Yalan söylüyorlar. Böyle bir iddiayı ortaya atan kimse, Allah'ı taşınan bir varlık konumuna getirmiş, O'nu yaratılmışlar gibi vasfetmiş ve O'nu taşıyan şeyin ondan güçlü olduğunu öngörmüş olur.»

Dedim ki: Sana kurban olayım, o zaman bu ayeti bana açıkla.

Buyurdu ki: «Yer, gökler, cinler, insanlar, güneş veya ay olmadan önce Allah, dinini ve ilmini suya yükledi. Varlıkları yaratmayı dileyince onları önüne serpiştirdi ve onlara şöyle dedi: "Rabbiniz kim?"

İlk önce Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Ta­lih) ve imamlar (aleyhimusselâm) konuştular ve: "Sen bizim Rabbimizsin." dediler.

Bunun üzerine yüce Allah, ilmi ve dini onlara yükledi, sonra meleklere şöyle dedi: «Bunlar benim dinimin ve ilmimin taşıyıcılarıdır. Yaratılmışlar içinde benim güvenilir kullarımdır, onlar sorumludurlar.

Sonra Ademoğullarına dedi ki: Allah'ın Rabliğini, şu zatların velayet yetkisi­ni, itaat edilmelerinin zorunluluğunu kabul edin.

Dediler ki: Evet, Rabbimiz, kabul ediyoruz.

Sonra meleklere şöyle dedi: Siz de şahit olun. Melekler yarın şöyle dememe­leri için: ("Şahit olduk... Bizim bundan haberimiz yoktu. Veya şöyle dememeleri için: Daha önce atalarımız, şirk koşmuştu. Biz onlardan sonra gelen bir zürriyyetiz. Şimdi bizi bâtıl ehlinin yaptıklarından dolayı helak mi edeceksin? " (Araf, 172-173) Ey Dâvud, biz Ehl-i Beyt'in velayeti, mîsak ile insanlara onaylatılmıştır.» [40]

22) RUH BABI

l-(339) ...Ahvel şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a "Ona şekil verdiğim ve içine ruhumdan üflediğim zaman..." (Hicr, 29) ayetinde sözü edilen "Âdem (aleyhisselâm)’ın içinde ki ruhu" sordum.

Buyurdu ki: «Bu ruh, yaratılmıştır. İsa (aleyhisselâm)’ın içindeki ruh da yara­tılmıştır.»

2-(340) ...Humran şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, "Kendisinden bir ruh." (Nisa, 171) ayetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Bu, Allah'ın ruhudur ve yaratılmıştır. Allah bu ruhu Âdem (aleyhisselâm) ve İsa (aleyhisselâm) için de yaratmıştır.»

3-(341) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)a "Ona ruhumdan üflediğim zaman..." (Hicr, 29) ayetini sordum ve dedim ki: "Bu üfleme nasıl olmuştur?"

Buyurdu ki: «Ruh, rüzgâr gibi hareket eder. Ruh denilmesi de bu yüzdendir; rüzgâr anlamına gelen "rîh" kökünden türemiştir. Bu sözcük rîh lâfzından çıkarılmış­tır; çünkü ruhlarla rüzgâr (rîh) türdeştirler. Allah'ın ruhu kendine izafe etmesi de onu diğer ruhlar arasından seçmiş olmasından dolayıdır. Nitekim Allah, evlerden birine (Kâbe), "Benim evim." (Bakara, 125) resullerden birine (İbrahim), "Benim dostum." (Nisa, 125) demiştir. Bütün bunlar yaratılmışlardır, yapılmışlardır, sonradan olmadır­lar, Allah'ın Rububiyeti altındadırlar, O'nun tarafından yönetilmektedirler.»

4-(342) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'a, "Allah'ın, Âdem'i kendi suretinde yarattığı" na ilişkin olarak aktarılan rivayetin doğru olup olmadığını sordum.

Buyurdu ki: «Âdem (aleyhisselâm)’ın sureti sonradan olma, yaratılmış bir su­rettir. Allah, değişik suretler içinde onu seçti ve kendisine nispet etti. Tıpkı Kâbe’yi ve ruhu kendisine nispet edip "evim " (Bakara, 125) demesi ve "Ona ruhumdan üfledi­ğim zaman."(Hicr, 29) demesi gibi.»[41]        


23) TEVHİD KÜLLİYATI BABI

l-(343) Muhammed b. Ebu Abdullah ve Muhammed b. Yahya merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Emir'ül-Mü-minin (Ali aleyhisselâm), ikinci kez Muaviye ile savaşmak üzere halkı davet etti. İn­sanlar toplandığı zaman onlara hitab etmek üzere ayağa kalktı ve şöyle dedi:

«Allah'a hamd olsun. O, birdir, tektir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Tersine her şey O'na muhtaçtır. Birdir. O, hiçbir şeyden olmadı. Yarattıklarını da bir şeyden meydana getirmedi. O, kudretiyle varlıklardan ayrıdır ve varlıklar da O'ndan ayrıdır. O'nun elde edilmesini sağlayacak bir sıfatı, benzerini ortaya koymaya imkân vere­cek bir sınırı yoktur. O'nun sıfatlarını yazmada lügatler yorgun düştü, türlü niteleme­ler hep bu zeminde yitip gittiler. Düşünce ekollerinin derin araştırmaları, O'nun melekûtu içinde şaşkına döndüler. Tefsir külliyatları O'nun ilminde derinlik kazanma­dan güdük kaldılar. O'nun gaybının önündeki görünmez perdeler, bilinmesini engel­ledi. Kılı kırk yaran akıllar, O'nun katındaki lâtîf olguları kavrama hususunda bir so­nuca ulaşamadan şaşkına döndüler. Allah yücedir, münezzehtir ki ilgilerin uzak bo­yutluluğu O'na ulaşamaz. Derinlere dalan kıvrak zekâlar, O'nu kavrayamaz. Sayılı bir vakti, uzun bir eceli ve sınırlı bir özelliği bulunmayan Allah yücedir. Başlangıç noktası konumundaki bir evveliyatı ve bitiş noktası konumundaki bir sonu, tükenip gideceği bir nihayeti bulunmayan Allah'ı tenzih ederim. O, yücedir ve kendisini vasfettiği gibidir. Başka vasfediciler O'nun özelliklerini kavrayamazlar. Bütün varlıkları yaratırken onlar için belirli bir sınır tayin etmiştir ki, kendisine benzemekten uzak olsunlar ve kendisi de onlara benzemekten uzak olsun. Varlıklara hulul etmemiştir (içine girmemiştir): ta ki "onların içindedir" denebilsin. Varlıklardan uzak değildir ki,
"onlardan ayrıdır" denebilsin. Onları boşaltmamıştır ki, "nerededir?" denebilsin. Fa­kat Allah onları ilmiyle kuşatmış, yaratması onları sağlam kılmış, koruması onları sayılır kılmıştır. Havadaki görünmez gizlilikler, gece karanlığının fark edilmez örtülülükleri, yüksek göklerde ve aşağı yerlerde bulunan hiçbir şey O'na saklı kalmaz. Her şeyin bir koruyucusu, bir denetleyicisi vardır. Her bir şey bir başka şeyle kuşatıl­mıştır ve Allah her şeyi kuşatmıştır.           

O, birdir, tektir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Zaman aşımından dolayı değişi­me uğramaz. Bir şeyi yapmaktan yorgun düşmez. Dilediği şeye sadece "ol" der, o da hemen oluverir. Yarattıklarını, önceden var olan bir örnek, bir model olmaksızın var etmiştir. Yorgun düşmemiş, bitap kalmamıştır. Bir şeyi yapan, mutlaka onu bir başka şeyden yapar; ama Allah yarattıklarını bir şeyden yapmış değildir. Her bilen, ceha­letten sonra öğrenip bilgi sahibi olmuştur; ama Allah hiç cahil olmadı, hiç öğrenme­di. O, varlıkları olmalarından önce ilmiyle kuşatmıştır. Varlıkların olması ilmini artır­mış değildir. Onları yaratmadan önce, onlara ilişkin ilmi, onları yarattıktan sonra on­lara ilişkin bilgisinin aynısıdır. İktidarını sağlamlaştırmak veya yok olmaktan kork­tuğu ya da bir eksiklik hissettiği veya iktidarım ele geçirmek için fırsat kollayan bir tevhid karşıtı bir güce karşı yardımcı olmaları için ya da çok sayıdaki benzerlerden kurtulmak için büyüklenen bir ortağa karşı yardımlarını almak için varlıkları yaratmış değildir. Bilâkis onlar kulluk sunmak, önünde boyun eğmek üzere yaratılmışlardır.

Meydana getirdiklerini yaratmanın ve yarattıklarını yönetmenin ağır gelmedi­ği Allah münezzehtir, yücedir. Yarattıklarının bu kadarıyla yetinmesi bir acizlikten veya yorgunluktan kaynaklanmamaktadır. Ne yarattığını bildi ve bildiklerini yarattı. Düşünüp bunun sonucunda elde ettiği sonradan olma bilgiyle yarattıklarını tespit et­miş değildir. Yaratmadıkları ile ilgili olarak da içine bir kuşku girdiği için onları ya­ratmamış değildir. Aksine kesinleşmiş bir hüküm, sağlam bir bilgi ve muhkem bir emir belirleyici olmuştur. Rubûbiyet makamı itibariyle birdir. Sırf kendisi birlik ni­teliğine sahiptir. Ululuk ve övgüde tektir. Birlenme, ululanma ve yüceltilme husu­sunda birdir. Hamd ile birlenir. Ululanarak yüceliği vurgulanır. Oğullar edinmekten yücedir. Kadınlara dokunmaktan arıdır, paktır, uzaktır. Ortaklarla beraber olmaktan münezzehtir. Yarattıkları arasında O'na karşıt biri yoktur. Sahip oldukları arasında O'na eş olacak biri yoktur. Mülkünün üzerinde egemen olmada hiç kimse O'na ortak değildir. Birdir, tektir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Ebediliğin yok edicisi, son olu­şun mirasçısıdır. Her zaman vardır, hiçbir zaman yok olmayacaktır, bir ve ezelîdir, öncesizdir. Zamanın başlamasından önce vardı. Olayların gelip geçmesinden sonra var olacaktır. Yok olmaz ve tükenmez. Rabbimi böyle vasfediyorum. O'ndan başka ilâh yoktur. Büyüktür ki ne büyüklük? Uludur ki ne ululuk? Üstündür ki ne üstün­lük? O, zâlimlerin söylediklerinden yücedir, büyüktür.»         :

Bu, Ali (aleyhisselâm)'ın. ünlü hutbelerinden biridir. Halk arasında o kadar ya­yılmıştır ki önemi pek fark edilmediği de söylenebilir. Aslında bu hutbe, tevhid bilgi­sini öğrenmek isteyenler için yeterli bir kaynaktır. Bunu iyice inceleyip anlamaları kâfidir. Eğer cinlerin ve insanların dilleri bir araya gelseler -Arada bir Nebi'nin dili olmaması koşuluyla- tevhidi açıklasalar, yine de onun gibi -Anam babam ona kur­ban olsun- açıklayamazlar. Böyle bir açıklama yapmaya güç yetiremezler.

Eğer onun (aleyhisselâm) açıklaması olmasaydı insanlar, tevhid yolunu nasıl izleyeceklerim bilemezlerdi. Şu sözüne bakmaz mısınız: "O, hiçbir şeyden olmadı. Yarattıklarını da bir şeyden meydana getirmedi." Burada: "O, hiçbir şeyden olmadı." diyerek sonradan olma anlamını olumsuzluyor. Meydana getirdiği varlıkların üzeri­ne bir asıl ve örnek olmaksızın nasıl yaratılma ve ortaya çıkarma niteliklerinin vaki olduğunu açıklıyor. Bunu yapmakla: "Bütün varlıklar birbirlerinden meydana gel­mişlerdir." diyenlerin görüşlerini çürüttüğü gibi.

"Bir şey ancak bir temelden meydana getirilebilir ve ancak bir örnek göz önün­de bulundurularak tasarlanabilir." diyen düalistlerin (ikinci /saneviye) iddialarını da çü­rütmüş oluyor. "Yarattıklarını da bir şeyden meydana getirmedi." demekle de düa­listlerin bütün tezlerini ve şüphelerini savmış oluyor.

Çünkü düalistlerin[42] Evrenin sonradan olma bir varlık olması meselesiyle ilgili olarak en fazla şunu söyleyebilirler: "Yaratıcı, varlıkları bir şeyden yaratmıştır veya bir şeyden yaratmamıştır. "Eğer bir şeyden yarattı." deseler bu yanlıştır. "Bir şeyden yaratmamıştır." demeleri de çelişki ve imkânsızı ileri sürmektir. Çünkü "..den / dan" bir şeyi gerektirirken "hiçbir şey..." bunu olumsuzlamaktadır. Böylece Emir'ül-Mü'minin, bu lafzı en beliğ ve en sahih sözler düzeyine çıkarmış ve buyurmuştur ki:

«Olan şeyleri bir şeyden yaratmamıştır.» Böylece "bir şey..." gerektiren "min" edatını olumsuzlamış, aynı şekilde "şeyi" de olumsuzlamıştır; çünkü her şey yaratıl­mış ve sonradan olmuştur; ama yaratıcının meydana getirdiği bir temelden değil.

Nitekim düalistler şöyle diyorlar: "Allah varlıkları kadîm bir asıldan yaratmış­tır. Varlıkları planlama ancak bir örneği göz önünde bulundurmasıyla mümkündür."

Bir de şöyle buyurmuştur: "O'nun elde edilmesini sağlayacak bir sıfatı, benze­rini ortaya koymaya imkân verecek bir sınırı yoktur. O'nun sıfatlarını yazmada lü­gatler yorgun düştü." Bu sözleriyle müşebbihe ekolünün görüşlerini çürütüyor. Çün­kü onlar Allah'ı külçe, billur ve benzeri şeylere benzetiyorlardı. Böylece Ali (aleyhis­selâm) onların Allah'ın uzun boylu ve istiva etmiş olma gibi yakıştırmalarını da olumsuzluyor. Müşebbihe diyor ki: "Kalpler Allah'ı keyfiyet olarak algılayıp inan­madıkça, O'nunla ilgili bir şekil ispat etmedikçe, bir şey anlayamazlar ve bir yaratı­cının varlığına inanamazlar." Ali (aleyhisselâm) onların bu yakışıksız değerlendirme­lerini çürüterek Allah'ın "keyfiyetsiz bir" olduğunu, kalplerin tasvir ve ihata etmeksi­zin bildiklerini vurguluyor. Bir de "ilgilerin uzak boyutluluğu O'na ulaşamaz. Derin­lere dalan kıvrak zekâlar, O'nu kavrayamaz. Sayılı bir vakti, uzun bir eceli ve sınırlı bir özelliği bulunmayan Allah yücedir." buyurmuştur.

Sonra: "Varlıkların içine girmemiştir, ta ki onların içindedir denebilsin. Var­lıklardan uzak değildir ki, onlardan ayrıdır denebilsin." buyurmuştur.

Bu sözleriyle Ali (aleyhisselâm) arazlara ve cisimlere özgü uzaklık ve ayrılık özelliklerini olumsuzlamıştır. Varlıklara dokunmadan onların içine girmek, hulul et­mek, arazlara özgü bir niteliktir. Arada bir mesafe olmak suretiyle bir şeyden ayrı ol­mak da cisimlere özgü bir niteliktir. Ali (aleyhisselâm) Allah'ı bu tür yakıştırmalardan tenzih ediyor. Sonra şöyle buyurmuştur: «Fakat Allah onları ilmiyle kuşatmış, yarat­ması onları sağlam kılmış Allah, kuşatma ve yönetme şeklinde varlıklardadır; ama onların içine girmek, temas etmek şeklinde değil.»

2-(344) ...İbrahim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah'ın ismi kutludur, zikri uludur ve övgüsü yücedir. O'nu tenzih ederiz. O, kutsaldır, birdir, tektir. Hep vardır, hiçbir zaman yok olmayacaktır. O, Evvel, Ahir, Zahir ve Batındır. Önceliğinin öncesi yoktur. Ululuğun en yüceliğinde yüksek­tir. Rükünleri yücedir. Kurduğu evren binası yüksektir ve egemenliği büyüktür. Nimetleri geniş, yüceliği parlaktır. Vasfedenler, sıfatlarının derinliğini kavramaktan acizdirler. İlâhî bilgileri taşımaya güç yetiremezler. Sınırlarını belirleyemezler. Çün­kü keyfiyet esaslı bir açıklamayla O'nun nihayetine ulaşmak mümkün değildir.»

3-(345) ...Feth b. Yezid el-Curcanî şöyle rivayet etmiştir:

Mekke'den dönüp Horasan'a gittiğim bir sırada Irak'a doğru giden İmam Ebu'l Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) ile karşılaştım. Onun şöyle dediğini duydum:

«Kim Allah'tan korkup sakınırsa başkaları da onun heybetinden ürker. Kim Allah'a itaat ederse başkaları da ona itaat eder.» Ben yavaşça ona doğru yaklaştım ve selâm verdim. Selâmımı aldı sonra şöyle dedi:

«Ey Feth! Yaratıcıyı razı eden yaratılmışların öfkesine aldırış etmemelidir. Allah'ı öfkelendiren kimseye de Allah, yaratılmışların öfkesini yöneltse yeridir. Ya­ratıcı; ancak O'nun kendini vasfettiği gibi vasfedilir. Duyuların algılamaktan, vehim­lerin kavramaktan, zihinlerin sınırlandırmaktan, görüşlerin ihata etmekten aciz ol­dukları bir zâtı vasfetmek mümkün müdür? O, vasfedenlerin vasfedişlerinden ulu­dur, niteleyenlerin niteleyişlerinden yücedir. Yakınlığından uzaktır, uzaklığından ya­kındır. Yakınlığının aynısından uzaktır. Nasılı nasıl kılan (keyfiyete keyfiyet veren) O'dur. O'nun hakkında "nasıldır?" denemez. "Nerede"ye neredelik (mekâna mekân olma özelliğini) veren O'dur; ama O'nun hakkında "nerededir?" sorusu sorulamaz. Çünkü O, nasıllıktan ve neredelikten uzaktır.»

4-(346) Muhammed b. Ebu Abdullah merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm) Kûfe'de minberde halka hitab ettiği bir sırada Zi'lib adı verilen usta bir konuşmacı ve yürekli bir adam ayağa kalktı ve dedi ki: "Ey Emir'ül-Mü'minin, Rabbini gördün mü?"

Dedi ki: «Ey Zi'lib, yazıklar olsun sana. Ben görmediğim bir Rabbe kulluk eder miyim?»

Dedi ki: Ey Emir'ül-Mü'minin, O'nu nasıl gördün?

Dedi ki: «Yazıklar olsun sana Zi'lib, gözler O'nu doğrudan gözlemlemek sek­ilinde göremezler. Fakat kalpler iman hakikatleriyle O'nu görürler. Yazıklar olsun sana ey Zi'lib, benim Rabbim latiftir; ama letafetle vasfedilemez. Ulular ulusudur; ama azametle vasfedilemez. Büyükler büyüğüdür; ama büyüklükle vasfedilmez. Celâlet sahibi uludur; ama irilikle vasfedilmez. Her şeyden öncedir. O'ndan önce bir şey var­dır, denemez. Her şeyden sonradır. O'ndan sonrası vardır, denemez. Şeyleri bir düşün­cenin sonucu olarak dilemiş değildir. Hilesiz, hurdasız idrak eder. Her şeydedir; ama -onlarla kaynaşmadan ve onlardan ayrılmadan. Zahirdir; ama doğrudan gözlemlen­mek anlamında değil. Belirgindir, ama görülmesinin peşinde olunmasına ihtiyacı yoktur. Uzaktır, bir mesafeyle değil. Yakındır, aynı civarda olmak suretiyle değil. Lâ­tiftir; ama cismani bir letafetle değil. Vardır; ama bu, yokluktan sonraki bir varlık değildir. Faildir, zorunluluktan değil. Bir hareket olmaksızın takdir eder. Düşünceye gerek olmadan irade eder. İşitir; ama bir aletle değil. Aracısız görür. Mekânlar O'nu içine alamaz, vakitler O'nu içeremez, sıfatlar O'nu sınırlandıramaz. Uyuklamaz. Olu­şu vakitlerden, varlığı yokluktan, öncesizliği başlangıçtan öncedir.

Duyuları bahşetmesiyle hiç kimsenin O'nu duyumsayamayacağı bilindi. Cev­herleri var etmesiyle cevherinin olmadığı bilindi. Varlıkları zıtlar şeklinde yaratmasıyla O'nun zıddının olmadığı bilindi. Eşyayı birbirine eş yaratmasıyla eşinin olma­dığı bilindi. Karanlığı aydınlığın, yaşı kurunun, yumuşağı sertin, sıcağı soğuğun zıddı yaptı. Uyumsuzları kaynaştırdı,[43] uyumluları ayrıştırdı[44] Ayrışmaları ayrıştıralım; kaynaşmaları da kaynaştıranın varlığına delâlet etsin diye. Bir ayette şöyle buyrulmuştur: "İbret alırsınız diye her şeyi çift yarattık." (Zâriyat, 49)

Önce ile sonranın arasını ayırdı ki öncesinin ve sonrasının olmadığı bilinsin. Varlıkların doğalarını, onları var edenin doğasının olmayışının bir kanıtı olarak var etmiştir. Varlıkları vakitlerle muvakkat kılmakla, onları vakitli kılanın bir vakte bağlı olmadığını göstermiştir. Varlıkların bir kısmını bir kısmına perde yapmıştır ki, O'nunla yarattığı varlıklar arasında bir perdenin olmadığı bilinsin. Kulluk sunacak kimsenin olmadığı bir zamanda Rab idi, tapacak kimsenin olmadığı bir zamanda ilâh idi, bilinecek nesnelerin olmadığı bir zamanda bilen idi ve işitilecek bir şeyin olma­dığı bir zamanda işiten idi.»[45]

5-(347) ...İsmail b. Kuteybe anlattı:

Ben ve İsa Şelekan Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına gittik ve İmam kendisi söze başlayıp dedi ki: «Bazı insanlara hayret ediyorum. Bunlar Emir'-ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın hiçbir zaman söylemediği şeyleri ona mal ediyorlar.

Emir'ül-Mü'minin Kûfe'de insanlara şöyle hitab etti: «Hamdini kullarına ilham eden, onları rububiyetini bilecek bir öz yaratılışla var eden Allah'a hamd olsun. Yarattıklarıyla kendi varlığını göstermiş, yarattıklarını sonradan var etmiş olmakla kendisinin öncesizliğini, yarattıklarını birbirine benzer kılmakla kendi benzersizliği­ni kanıtlamıştır. Ayetlerini kudretinin tanıkları olarak gözler önüne sermiştir.

Zâtının vasfedilmesi imkânsızdır. Gözlerle görülmesi, vehimlerle ihata edil­mesi mümkün değildir. Varoluşunun başlangıcı, kalıcılığının sonu yoktur. Duyular O'nu algılayamaz. Perdeler O'nu örtemez. O'nunla yarattıkları arasındaki perde, on­ları yaratmış olmasıdır. Çünkü yarattıklarının zatları için mümkün olan, O'nun için imkânsızdır, O'nun için imkânsız olan da onlar için yerindedir. Çünkü yaratan yara­tılandan, sınırlayan sınırlandırılandan, Rab kulluk sunandan farklıdır, ayrıdır.

Allah birdir; ama sayısal anlamda değil. Yaratıcıdır, organları hareket ettir­mek anlamında değil. Aracısız görür, aletlerin farklı olması söz konusu olmaksızın işitir. Hazırdır; ama cismani dokunuş tarzında değil. Gizlidir; ama bir perdenin arka­sında olmak suretiyle değil. Açık ve ayrıdır; ama arada mesafe olması şeklinde de­ğil. Ezelî oluşu fikirlerin istedikleri gibi at oynatmalarına engeldir. Devamlılığı akıl­ların dik başlılığını önler. Zâtının künhü, keskin gözleri tutsak etmiştir. Varlığı ve­himlerin kıvrımlarını ezip geçmiştir. Kim Allah'ı vasfederse, O'nu sınırlandırmış, O'­nu sınırlandıran O'nu saymış, O'nu sayan ezelîliğini geçersiz kılmıştır.

O'nun hakkında: "Nerededir?" diyen, O'nun için bir son öngörmüştür. O'nun için: "Neyin üzerindedir?" diyen, bir yerlerde olmadığım tasavvur etmiştir. "Neyin içindedir?" diyen, O'nu bir şeye sokmuş gibi tasavvur etmiştir.»

6-(348) ...Feth b. Abdullah rivayet ediyor:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’a tevhid ile ilgili bazı sorular içeren bir mektup yazdım. Bana kendi el yazısıyla şu cevabı gönderdi:    

«Kullarına hamdini ilham eden Allah'a hamd olsun.»

Sehl b. Ziyad'ın aktardığı rivayette yer alan ifadeleri: "Varlığı vehimlerin kıv­rımlarını ezip geçmiştir." İfadesine kadar aynen zikretmiştir.

Fazladan şunları söylemiştir: «O'na boyun eğmenin ilk adımı O'nu bilmektir. O'nu eksiksiz bilmenin şekli O'nu birlemedir. O'nu kusursuz olarak birlemek için O'ndan sıfatları nefyetmek gerekir. Her sıfat mevsuftan (vasıflanan) ayrı olduğuna ve her mevsuf sıfattan ayrı olduğuna tanıklık eder. Bunların her biri diğerinin ezelî oluşunun imkânsız olduğuna tanıklık ederler. Allah'ı vasfeden, O'nu sınırlandırmış, O'nu sınırlandıran, O'nu saymış, O'nu sayan ezelîliğini geçersiz kılmış olur.

O'nun hakkında: "Nasıldır?" diyen, O'nu vasfetmenin peşindedir.     

"Neyin içindedir?" diyen, O'nu bir şeyin kapsadığını tasavvur etmektedir.

"Neyin üzerindedir?" diyen O'nu bilmemiştir.

"Nerededir?" diyen, bir yerlerde olmadığım tasavvur etmektedir.       

"O, nedir?" diye soran, O'nu nitelemek istemiştir.

"Nereye kadardır?" diyen, O'nun için son öngörmüştür.

Bilinen bir şey yokken O, bilendi. Yaratılan bir şey yokken O, yaratıcıydı. Kulluk sunan kimse yokken O, Rab idi. Rabbimizi böyle vasfederiz. O, vasfedenlerin tüm nitelemelerinden münezzehtir.»[46]

7-(349) ...Haris el-A’ver şöyle rivayet etmiştir:

Emir’ül-Mü’minin Ali (Aleyhisselam) bir gün ikindiden sonra bir hutbe verdi.

İnsanlar, onun Ulu Allah'ı vasfedişine ve ululamasına hayran kaldılar.

Ebu İshak der ki: Haris'e dedim ki: "Bu hutbeyi ezberlemedin mi?"

Dedi ki: "Hutbeyi yazmıştım." Sonra yazdığı hutbeyi bize okudu:

«Ölümsüz Allah'a hamd olsun. O'nun akıllara durgunluk veren olağanüstülük­leri tükenmez. Çünkü "O, her gün bir iştedir." (Rahman, 29) Yepyeni bir şeyin var edilişini gerçekleştirir ki, daha önce yoktu böyle bir şey.

"Doğmamıştır," bu yüzden izzet ve üstünlükte ortağı olmaz.

"Doğurmamıştır," bu yüzden geride mirasçı bırakıp yok olmaz. İnsanların ve­himleri O'nu algılayamaz ki, O'nu somut bir karartı gibi takdir edebilsinler. Gözler O'nu göremez ki, gözün ayrılmasından sonra görülmesi engellenmiş olsun.

O'nun önceliğinin sonu yoktur ve O'nun sonluğunun bir sınırı ve nihayeti yok­tur. O'nu geçen bir vakit ve O'ndan önce olan bir zaman söz konusu değildir.

Artma ve eksilme O'na arız olmaz.

"Nerede ve ne" ile nitelendirilemez, mekânla vasfedilemez. Allah'ın bilgisi ol­guların gizliliklerine nüfuz eder ve yaratılanlara, belirginleşen ilâhi planlamanın işa­retleri sayesinde akıllarda aşikârdır. O'nu nebilerden sordular da onlar O'nu sınırla ve cüzle vasfetmediler. Bilâkis onlar O'nu fiilleriyle yapıp ettikleriyle vasfettiler. O'­nun ayetleriyle O'na delâlet ettiler. Düşünürlerin akılları O'nu inkâr edemez. Çünkü gökleri ve yeri yaratan, ikisinde bulunan ve ikisinin arasında yer alan varlıkları var eden, onları meydana getiren Allah'ın kudretini savacak kimse yoktur.

O yaratılanlardan farklıdır, O'nun gibisi yoktur. Yaratılanları kendisine kulluk etmeleri için yarattı. Onları kendisine itaat edecek güçte var etti. Onların yaratılışla­rına, bunun üstesinden gelmelerini sağlayan özellikler yerleştirdi. Bahanelerini kes­mek için kanıtlar ortaya koymuştur. Dolayısıyla helak olan bir belgeye dayalı olarak helak olur ve kurtulan O'nun lütfuyla kurtulur. Başlangıçtan yeniden dirilişe kadar lütuf Allah'ındır. Sonra yüce Allah -Ona hamd olsun- kendisine övgüyle başlamış­tır. Dünyanın sona erişini ve ahiretin başlamasını kendisine hamd ile gerçekleştir­miştir. "Onlar arasında hak ile hükmetti" buyurmuştur.

Denildi ki: Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a özgüdür. Bedeni olmaksızın büyüklük niteliğine bürünen, benzeri olmadan ululukla nitelenen, zevale ermeden ar­şa istiva eden, kullarından uzaklaşmadan ve onlara temas etmeden onlardan yüce ve aşkın olan Allah'a hamd olsun. O'nun bir sınırı yoktur ki, o sınırda son bulsun. Ben­zeri yoktur ki, onunla bilinsin. O'nun dışında kullar üzerinde tanrılık taslayıp zorba­lık yapan sapmıştır. O'nun dışında büyüklük taslayan küçülür. Varlıklar O'nun aza­meti karşısında boyun eğmiş, egemenliğini onaylamıştır. Gözler O'nu kavramanın peşinde yorgun düşmüştür. Kulların zihinleri sıfatlarını anlama hususunda yetersiz kalmışlardır. Her şeyden önce olan ilktir ve öncesi yoktur. Her şeyden sonraki son­dur ve O'ndan sonrası yoktur. Her şeyin üzerinde kahredici gücüyle zahirdir, üstün­dür. Bütün mekânlarda, oralara intikal etmeksizin hazırdır. Hiçbir dokunuş O'na te­mas etmez, hiçbir duyu O'nu hissetmez. O, gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır. O, hik­met sahibidir, bilendir. Varlıklar içinde yaratmak istediği bütün olguların yaratılışını sağlam kılmıştır. Ama daha önce var olan bir örneğe bakarak değil, yarattığı varlıklardan birini yaratmaktan dolayı yorgun da düşmemiştir. Cin ve insan toplulukların­dan başlamak istediğine başlamış, var etmek istediklerini var etmiştir ve bunu iradesi ne göre gerçekleştirmiştir. Ki her iki topluluk O'nun Rabliğini bilsin ve O'na itaat edip kulluk sunsun.

Bütün nimetlerine karşılık, bütün övgülerle Ona hamd ederiz. İşlerimizin doğru gitmesi için O'ndan yol göstericilik istiyoruz. Kötü amellerimizden dolayı O'na sı­ğınırız. Daha önce işlediğimiz günahlardan dolayı O'ndan bağışlanma diliyoruz. Al­lah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik ederiz. Ve şahitlik ederiz ki Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür. Allah onu hak desteğinde peygamber olarak gönderdi. O, hakkı gösterir ve insanları hakka iletir. Allah onunla insanları sapıklıktan çıkarmıştır. O'­nun aracılığıyla bizi cehaletten kurtarmıştır. Allah'a ve Resulüne itaat eden büyük bir başarı elde etmiştir, görkemli bir ödüle kavuşmuştur. Allah ve Resûlü'ne isyan eden açık bir hüsrana uğramış, elem verici bir azabı hak etmiştir. Yapmanız gerektiği gibi dinleyip itaat etmek suretiyle kendinizi kurtarın. İçtenlikle öğüt alın. Güzel bir daya­nışma örneği sergileyin. Dosdoğru yolda hareket etmesi için kendinize yardım edin. Kötü işleri terk edin. Aranızda hakka dayalı bir ilişki geliştirin ve benim yanımda hak üzere yardımlasın. Ahmak zalimin elini tutun zulmetmesine engel olun. Marufu (iyiliği) emredin; münkeri (kötülüğü) yasaklayın. Erdemli kimselerin erdemini itiraf edin. Allah, yol göstericiliğiyle bizi ve sizi korusun, bizi ve sizi takva çizgisi üzerin­de sabit kılsın. Kendim ve sizin için Allah'tan bağışlanma diliyorum.»

24) NADİR RİVAYETLER BABI

1-(350) ...Haris b. Muğire en-Nasrî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a "O'nun yüzü dışında her şey helak olacaktır." (Kasas, 88) ayetinin anlamı soruldu.                                                                                                

Buyurdu ki: «Bununla ilgili olarak ne söylüyorlar?»

Soruyu soran kişi dedi ki: "Allah'ın yüzü hariç, her şey yok olacaktır." diyorlar

Buyurdu ki: «Allah-ı tenzih ederim. Hiç kuşkusuz büyük bir laf etmişlerdir. Oysa bu ayetten kastedilen, Allah'a giden yol anlamında yüzün yok olmayacağıdır.»[47]


2-(351) ...Safvan el-Cemmal, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "O'nun yüzü dışında her şey helak olacaktır." (Kasas, 88) ayetiyle ilgili olarak şu açıkla­mayı rivayet etmiştir:

«Kim Allah'ın, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye emredilmesine ilişkin emrini yerine getirirse, işte onun bu davranışı helak olmayacak yüzdür. Nitekim Al­lah, şöyle buyurmuştur: "Kim Resule itaat ederse, kuşkusuz Allah 'a itaat etmiş olur." (Nisa, 80)»

3-(352) ...Ebu Sellâm en-Nahhas, ashabımızın bazısından Ebu Cafer (Muham­med Bakır aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Allah'ın nebimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bahşettiği mesâni[48] (Kur'an'ın omuzdaşı) biziz. Biziz Allah'ın vechi (yüzü); aranızda dolaşıp dururuz. Biz Allah'ın yarattıklarına bakan gözleriyiz, kullarına uzanan rahmet elleriyiz.

Bizi tanıyan tanımıştır, ne mutlu ona. Bizi tanımayan da tanımamıştır ve müt-takilerin imamlığından yoksun kalmıştır.»

4-(353) ...Muaviye b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "En güzel isimler Allah'ındır. O'na bu isimlerle dua edin." (A'raf, 180) ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Allah'a yemin[49] ederim ki

biziz Allah'ın en güzel isimleri.[50] Öyle ki Allah, bizim imamlığımızı kabul etmeyen hiçbir kulun amelini kabul etmeyecektir.»[51]

5-(354) ...Mervan b. Sabbah şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Allah, bizi yarattı, ahlâkımızı ve şeklimizi güzel kıldı. Bizi kullarının arasın­daki gözleri, halk arasında konuşan dili,[52] Kullarının arasında açılan şefkat ve rahmet eli, kendisine giden yolu kıldı. O'nu gösteren kapıları, göklerinin ve yerinin hazine­darları kıldı. Bizimle meyve verir ağaçlar, meyveler olgunlaşır, nehirler akar.

Bizim bereketimizle göklerden yağmur yağar, kupkuru yer yeşerir. Bizim iba­detimizle Allah'a ibadet edildi. Eğer biz olmasaydık Allah'a ibadet edilmezdi.»[53]

6-(355) ...Hamza b. Bez'i, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "Böyle­ce bizi gazaba getirince onlardan intikam aldık..." (Zuhruf, 55) ayetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:  :                      

«Yüce Allah bizim öfkelenmemiz gibi öfkelenmez. Fakat O, kendisi için öf­kelenen ve hoşnut olan veliler yaratır. Onlar yaratılmışlar ve yaratılıştan terbiye edil­mişlerdir. Allah onların hoşnutluğunu, kendi hoşnutluğu ve öfkelerini, kendi öfkesi olarak öngörmüştür. Onları kendisine davet eden davetçiler ve yol göstericiler kıl­mıştır. Zaten bu şekilde yaratılmış olmalarının amacı budur. Bu görev için yaratıl­mışlardır. Yoksa ayette, kulların öfkelenmesi gibi Allah'ın da öfkelendiği şeklinde bir anlam kastedilmiş değildir.

Belki bir rivayette de işaret edildiği gibi başka bir anlam kastedilmiştir: "Kim benim bir velimi aşağılarsa, onu küçük düşürürse, bana meydan okumuş, beni savaşmaya davet etmiş olur."

Nitekim şöyle buyurmuştur: "Resule itaat eden Allah 'a itaat etmiş olur." (Nisa, 80) "Sana bîat edenler, kuşkusuz Allah 'a Mat etmişlerdir. Allah 'in eli onların ellerinin üzerindedir." (Fetih, 10) Bu ve benzeri ayetlerin tümü sana anlattığım anlamı ifade et­mektedirler. Aynı durum hoşnutluk ve öfke gibi varlıklar için geçerli olan bütün dav­ranışlar için de geçerlidir. Eğer Allah öfkelenir ve tasalanırsa ki, öfke ve tasayı yara­tan, onları meydana getiren O'dur. O zaman birinin çıkıp: "Allah, gün gelir yok olur" demesini normal karşılamak gerekir. Çünkü Allah öfkelenip tasalanıyorsa değişime de uğruyordur. Değişime uğradıysa da bir gün yok olmayacağından emin olunmaz. Ayrıca oluşan ile oluşturan, güç yetiren ile güç yetirilen, yaratan ile yaratılan birbi­rinden ayırt edilemez olur. Allah bu tür sözlerden yücedir, uludur. Aksine O, varlık­ları yaratmıştır; ama onlara muhtaç olduğundan değil. Yaratmayı bir ihtiyaçtan dola­yı gerçekleştirmediğine göre O'nun için sınır ve keyfiyet tasavvur edilemez. Allah­'ın izniyle bu gerçeği anlayınız.»

7-(356) ...Esved b. Said şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum. Ben ona herhangi bir şey sormadığım halde kendiliğinden konuşmaya başladı ve şunları söy­ledi: «Biz (Ehl-i Beyt) Allah'ın hüccetleriyiz (kanıtlarıyız). Biz, Allah'ın kapısıyız. Biz Allah'ın diliyiz. Biz Allah'ın yüzüyüz. Biz Allah'ın kulları arasındaki gözüyüz. Biz Allah adına O'nun kullarının yöneticileriyiz (velileriyiz).»

8-(357) ...Haşini b. Ebu Ammare el-Cenbî anlattı:

Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Ben Allah'ın gözüyüm. Ben Allah'ın eliyim. Ben Allah'ın yakınıyım. Ben Allah'ın kapısıyım.»

9-(358) ...Ali b. Süveyd, Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’dan "Allah'a karşı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun." (Zümer, 56) ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Ayetin orijinalinde geçen "cenbullah=Allah'ın yanı-yakını" Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)'dır. Ondan sonra gelen vasiler de en so­nuncusuna kadar bu yüksek makama sahiptirler.»

10-(359) ...Bureyd el-İclî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Bizimle Allah'a ibadet edilir, bizimle Allah bilinir, bizimle Allah Tebareke ve Teâlâ birlenir ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi), Allah Tebareke ve Teâlâ’nın hicabıdır.»

11-(360) ...Zurare, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'a, "Bize zulmetmediler, bilâkis kendilerine zulmettiler." (Bakara, 57) ayetini sordum.

Buyurdu ki: «Allah-u Teâlâ zulmedilmekten uludur, üstündür, yücedir ve cay­dırıcıdır; ama bizi kendisiyle birlikte zikretmiştir ve bize yapılan zulmü kendine ya­pılmış gibi değerlendirmiş, bizim velayetimizi kendi velayeti saymıştır.

Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sizin veliniz ancak Allah, Resulü ve iman edenlerdir." (Maide, 55) İman edenlerden maksat, biz Ehl-i Beyt İmamlarıyız. Başka bir ayette de şöyle buyrulmuştur: "Bize zulmetmediler, bilâkis kendilerine zulmettiler." (Bakara, 57)» Ardından İmam benzeri bir açıklama yaptı.

25) BEDÂ BABI (Bir şeyin ortaya çıkmasıyla onu bilme)

l-(361) ...Zurare b. A'yen, İmam Bakır ve İmam Sadık (aleyhisselâm)'dan birin­den şöyle rivayet etmiştir:

«Allah'a yönelik ibadet içinde bedâ[54] gibisi yoktur.»

Hişam b. Salim'in, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan aktardığı riva­yette şöyle deniyor: «Allah'ın bedâ gibi ululandığı başka bir amel yoktur.»

2-(362) ... Hişam b. Salim ve Hafs b. el-Buhterî ve başkaları, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "Allah dilediğini siler, dilediğini yerinde bırakır." (Râ'd, 39) ayetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Sabit olandan başkası silinir mi ve olmayandan başkası sabitleştirilir mi?»[55]

3-(363) ...Muhammed b. Müslim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki ondan "şu üç has­leti" üzerinde taşıması hususunda söz almış olmasın: Allah'a kul olduğunu ikrar etmek... Allah'ın ortaklarının, benzerlerinin olmadığını ilân etmek. Allah'ın dilediğini öne aldığını ve dilediğini ertelediğini (bedâ'yı) bilmek.»

4-(364) ...Humran, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'a "Sonra bir ecel takdir eden O'dur. Bir de O'nun katında belli bir ecel vardır." [56]   (En'am, 2) ayetiyle ilgili bir soru sordum.

Dedi ki: «İki ecel vardır. Biri kesin, değişmez ecel, biri de sebeplere bağlı ola­rak bekletilen eceldir.»

5-(365) ...Malik el-Cühenî şöyle rivayet etmiştir:

"insan (görmez mi?)[57] ... ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?" (Meryem, 67) ayetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Burada insanın ne takdir edildiği ve ne de oluşturulduğu döne­me işaret ediliyor.»

Bunun ardından "Gerçekten de insana, zamanın bir çağı gelmişti ki anılır bir şey bile değildi insan." [58] (İnsan, 1) ayetini sordum.

Buyurdu ki: «Burada insanın takdir edildiği; ama henüz anılan bir şey olmadı­ğı dönem kastediliyor.»

6-(366) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duydum: «İki türlü ilim vardır. Bir ilim var ki, o Allah katında gizlidir, yarattıklarından hiç kimse bu ilme ulaşamaz. Bir diğer ilmi de meleklerine ve resullerine öğretmiştir. Meleklerine ve resullerine öğrettiği ilim ileride olacaktır. Onu ne kendisi, ne melekleri, ne de resulleri yalanlar. Allah'ın katında gizli olan ilme gelince Allah, on­dan dilediğini öne alıp gerçekleştirir, dilediğinin gerçekleşmesini erteler ve dilediği­ni de yerinde bırakır, sabitleştirir.»

7-(367) ...Fudayl şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Bazı şeyler vardır ki bunlar, Allah katında bekletil­mektedirler. Allah bunlardan dilediğini öne alıp gerçekleştirir, dilediğini de erteler.»

8-(368) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivayet eder:

«Allah'ın iki ilmi vardır: Bir ilim saklıdır, gizlidir. Ondan başka kimse bu ilmi bilemez. Beda işte bundan olur (bu ilmin kapsamına girer).

Bir diğer ilmi de meleklerine, resullerine ve nebilerine öğretmiştir. Biz Ehl-i Beyt İmamları da bu ilmi biliriz.»

9-(369) ...Abdullah b. Sinan, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Allah'ın bir şeyi bilmeyip ortaya çıktıktan sonra bilmesi söz ko­nusu olamaz. Bir şey ortaya çıkmadan önce Allah onu bilir.»[59]

10-(370) ...Amr b. Osman el-Cuhenî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah için meydana gelen bedâ, kesinlikle onun bilgisiz­liğinden kaynaklanan bir şey değildir.»

11-(371) ...Mansur b. Hazim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a şöyle bir soru yönelttim: Bugün olup da dün Allah'ın bilgisinin kapsamında olmayan bir şey var mıdır? Buyurdu ki: «Hayır, kim böyle bir şeyi söylerse Allah onu rezil eder.» Dedim ki: Bu güne kadar olan ve bundan sonra kıyamete kadar da olacak olan her şey Allah'ın ilmi dâhilinde değil midir?

Buyurdu ki: «Evet, varlıkları yaratmadan önce her şeyi biliyordu.»

12-(372) ...Malik el-Cuhenî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Eğer insanlar, "beda" fikrine inanmanın ne büyük sevabının olduğunu bilse­lerdi onunla ilgili konuşmaktan bir an bile geri kalmazlardı.»

13-(373) ...Merazim b. Hakim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Hiçbir Nebi Allah ile ilgili olarak beş hasleti ikrar etmeden nebi olarak gö­revlendirilmemiştir: Bedâ, dileme, secde, kulluk ve itaat.»

14-(374) ...Cehm b. Ebu Cehme, kendisine anlatan birinden, o da Ebu Abdul­lah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle, Muhammed (sallalahu aleyhi ve âlihi)’ye dünya olduğundan beri olan şeyleri ve dünyanın sonuna kadar olacak şeyleri haber verdi. Bunların içinde olması kesin olan şeyleri haber verdi, bunun dışında iradesine bağlı olan şeyleri de bildirmedi.»

15-(375) ... Reyyan b. es-Salt şöyle rivayet etmiştir:                       

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah hiçbir nebi göndermemiştir ki, ondan içkinin haram olduğunu ve bedâ'nın varlığını onaylamasını istemesin.»

16-(376) ...Mualla b. Muhammed şöyle rivayet etmiştir:

Âlim (Cafer Sadıkaleyhisselâm)'dan soruldu: "Allah nasıl bilir?"

Buyurdu ki: «Allah bilir, diler, irade eder, takdir eder, hükmeder ve onaylar. Hükmettiğini onaylar, takdir ettiğini hükmeder. İrade ettiğini takdir eder. Dolayısıy­la ilminden dileme kaynaklanır. Dilemesiyle irade meydana gelir. İradesiyle takdir meydana gelir. Takdiriyle hükmetme gerçekleşir ve hükmetmesiyle onaylama olur.

İlim dilemeden öncedir. Dileme ikinci sıradadır. Üçüncü sırada irade yer alır.

Takdir ise onaylanmış hükme dayanır. O halde Allah Tebareke ve Teâlâ, bil­dikleri açısından dilediği zaman tavır değiştirebilir (beda). Varlıkların takdir edilmesi aşamasında irade değişikliğine gidebilir. Ama hüküm verilip onaylandıktan sonra ta­vır değişikliği imkânsızdır.

Dolayısıyla bilinen hakkındaki bilgi bilinenin olmasından öncedir. Dilenen şey hakkındaki dileyiş, dilenen şeyin obje olarak belirginleşmesinden öncedir.

İrade edilen şeyle ilgili irade, irade edilenin kaim olmasından öncedir.

Bu gibi bilinenlerle ilgili takdir, onların ayrıntılı olarak gerçekleştirilmelerin­den ve objelikle ve zamansallıkla ilintilendirilmelerinden öncedir.

Onaylanmış hüküm ise kesin olarak yapılmışlığı ifade eder. Cisim sahibi, duyu­larla algılayan, rengi, kokusu, ağırlığı ve ölçüsü bulunan, kımıldayan, yürüyen, insan, cin, kuş, vahşi hayvanlar ve bunların dışında duyularla algılanan başka varlıklar gibi.

O halde Allah Tebareke ve Teâlâ’nın tavır değiştirmesi bir şeyin obje ve olgu olarak belirginleşmemesi aşamasında söz konusu olabilir, obje veya olgu gerçekleştikten, bir kavram olarak algılandıktan sonra tavır değişikliği olmaz.

Allah dilediğini yapar. O, ilmiyle varlıkları olmalarından önce bilir. Dileme­siyle varlıkların niteliklerini, sınırlarını bilir ve onları ortaya çıkarmadan önce inşa eder. İradesiyle varlıkların kendilerini renkleri ve sıfatlarıyla ayırt eder. Takdiriyle vakitlerini planlar, başını, sonunu belirler. Hüküm vermesiyle insanlar açısından var­lıkların yerlerinin belirginleşmesini sağlar, varlıkları onlara gösterir. Onaylama ile sebeplerini açıklar, emrini açıklığa kavuşturur.

Bu, üstün iradeli ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.»

26) "SEMADA VE ARZDA VAR OLAN HER ŞEYİN, YEDİ ÖZELLİĞİN BİR ARAYA GELMESİ İLE OLUŞTUĞU" HAKKINDA BÂB

l-(377) ...Hariz b. Abdullah ve Abdullah b. Muskan, Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

«Şu yedi özellik bir araya gelmedikçe göklerde ve yerde hiçbir şey meydana gelemez: Meşiet (dileme), irade (isteme), kader (planlama), kaza (karar verme, öntasa­rım), izin (müsaade etme), kitap (yazma) ve ecel (süre)...

Bir kimse bu yedi özellikten birini eksiltebileceğim iddia ederse kâfir olur.» Bu hadisin bir benzerini... Hariz b. Abdullah ve İbn Muskan'da rivayet etmiştir.

2-(378) ...Zekeriyya b. İmran, Ebu’l-Hasan Musa b. Cafer (aleyhisselâm)‘dan şöyle rivayet etmiştir:

«Göklerde ve yerde hiçbir şey, şu yedi özellik bir araya gel­medikçe meydana gelmez: Kaza, kader, irade, meşiet, kitab, ecel ve izin.

Kim bunlardan başka bir özelliğin de var olduğunu iddia ederse Allah'a karşı yalan uydurmuş olur veya Allah Azze ve Celle'yi reddetmiş olur.»

27) MEŞİET VE İRADE BABI

l-(379) ...Ali b. İbrahim el-Haşimî şöyle rivayet etmiştir:          

Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Ancak Allah'ın dilediği, irade ettiği, takdir ettiği ve hüküm verdiği (kaza) bir şey olabilir.» Dedim ki: Allah'ın dilemesinin anlamı nedir? Buyurdu ki: «Fiile başlamaktır.»

-   "Peki, Allah'ın takdir etmesinin anlamı nedir?" diye sordum.

-   Buyurdu ki: «Bir şeyi enine boyuna takdir edip planlamaktır.» Dedim ki: Kazanın (hüküm vermenin) anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Bir şeyin var olmasına hükmettiği zaman onu onaylamış demek­tir. İşte artık bunu geri çevirmek mümkün değildir.»

2-(380) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisse­lâm)’a dedim ki: "Allah diledi, irade etti, takdir etti ve hükmetti mi?"

-   «Evet.» dedi.

-   -Dedim ki: Sevdi de mi?

-   «Hayır.» dedi.

Dedim ki: Peki, sevmeden nasıl diledi, irade etti, takdir etti ve hükmetti?

Dedi ki: «Bize böyle ulaştı.»

3-(381) ...Abdullah b. Sinan, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şun­ları duyduğunu rivayet etmiştir:

«Allah'ın emretmesine rağmen dilememesi ve dilemesine rağmen emretme­mesi mümkündür. Sözgelimi İblise, Âdem'e secde etmesini emretmiş; ama secde et­mesini istememiştir. Eğer isteseydi secde ederdi. Âdem’in ağacın meyvesini yemesi­ni yasakladı; ama ondan yemesini istedi, eğer dilemeseydi Âdem yemezdi.»

4-(382) ...Feth b. Yezid el-Curcanî'den, o Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah'ın iki iradesi ve iki meşieti vardır: Bir irade kesinlik, bir ira­de de azmetme anlamım ifade eder. Bir şeyi yasaklarken istemesi ve bir şeyi de em­rederken istememesi mümkündür. Ya da görmez misin ki, Âdem ve eşini ağacın mey­vesini yemelerini yasaklarken onların yemesini istemiştir. Eğer istemeseydi o ağaç­tan yiyemezlerdi. Yoksa onların istemeleri Allah'ın istemesine galip gelmiş değildir.

Aynı şekilde İbrahim'e oğlu İshak'ı (aleyhimusselâm) boğazlamasını emretmiş; fakat boğazlamasını istememiştir. Eğer isteseydi İbrahim'in isteği Allah-u Teâlâ’nın isteğinden üstün gelemezdi.»[60]

5-(383) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah'ın bir şeyi istemesi, irade etmesi, buna karşılık sevmemesi, razı olma­ması mümkündür. Bir şeyin ancak kendi ilmiyle olmasını diledi, aynı şekilde irade etti. Ama: "O, üçün üçüncüsüdür." (Maide, 73) denmesini sevmedi. "Kulları için küfre razı olmadı." (Zümer, 7)»

6-(384) ...Ahmed b. Muhammed b. Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) dedi ki:

«Allah şöyle dedi: Ey Âdemoğlu! Kendin için dilediğin şeyleri dileyen biri olarak sen, benim dilememle oldun. Benim gücümle farzlarımı eda ettin. Benim ni­metimle bana karşı günah işleyecek gücü kendinde bulabildin. Seni işiten, gören ve güç yetiren kıldım. "Sana ilişen bir iyilik Allah'tandır. Sana ilişen bir kötülük de se­nin kendindendir." (Nisa, 79) Bu yüzden işlediğin iyilikler senden çok bana aittir. Yaptığın kötülüklere de bendense sen yakınsın. Dolayısıyla ben yaptıklarımdan so­rumlu tutulmam; ama onlar yapıp ettiklerinden sorumlu tutulurlar.»

28) DENEME VE SINAMA BABI

l-(385) ...Hamza b. Muhammed et-Tayyar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhis­selâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hiçbir darlık ve genişlik yoktur ki Allah'ın dile­mesi (meşieti), hükmü ve sınaması içinde bulunmasın.»

2-(386) ...Hamza b. Muhammed et-Tayyar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle'nin emri veya yasaklaması sonucu gerçekleşen hiçbir darlık veya genişlik yoktur ki, onda Allah'ın sınaması ve hükmü etkili olmasın.»

29) SAADET VE ŞEKAVET (Mutluluk ve Mutsuzluk) BABI

l-(387) ...Mansur b. Hazım, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah varlıkları yaratmadan önce saadeti ve şekaveti (mutluluk ve mutsuzluğu) yaratmıştır. Allah kimi mutlu yaratmışsa ebediyen ona buğz etmemiştir. Eğer bu insan kötü bir amel işlese amelinden buğz eder; ama ondan buğz etmez.

Kişi eğer mutsuz ise onu hiçbir zaman sevmez. Bu insan sâlih bir amel işlese amelini sever; ama onu, varacağı sonuçtan dolayı sevmez. Allah bir şeyi severse ebediyen ona buğz etmez ve bir şeyden de buğz etti mi ebediyyen onu sevmez.»

2-(388) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın karşısında oturuyordum. Birisi ona bir soru sordu ve dedi ki: "Sana kurban olayım ey Resûlullah'ın oğlu! Günahkârlara bedbahtlık ne şekilde ilişti ki, Allah il­minin kapsamında amellerinden dolayı onlara azap etmeyi hükmetti?"

Ebu Abdullah dedi ki: «Ey soruyu soran kişi! Allah Azze ve Celle'nin yarattık­larından hiç kimse, Allah'ın hükmünü hakkıyla yerine getirmeye güç yetiremez. Bu şekilde hükmedince sevgisine nail olanlara kendisini bilme gücünü bahşetti. Onların omuzlarından yapmakla yükümlü olduklarının gerçek anlamıyla yerine getirme ağırlığını indirdi. Günahkârlara da günah işleme gücünü verdi. Çünkü daha önce onların bu özelliklere sahip olduklarını biliyordu. Onların kendisini kabul etmelerini engel­ledi. Böylece onlar, Allah'ın ilminin kapsamında daha önce kendileri için belirlenen davranışları gerçekleştirme imkânını buldular. Kendilerini azaptan kurtaracak bir ta­vır ortaya koymaya güç yetiremediler. Çünkü Allah'ın ilmi, tasdikin gerçek mahiye­tine daha yakındır. Allah'ın dilediğini dilemesinin anlamı ve sırrı budur.»

3-(389) ...Ali b. Hanzala, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Bazen bahtiyar bir insan bedbahtların yolundan yürütülür. Öyle ki insanlar: Bu adam ne kadar çok bedbahtlara benziyor veya bu da onlardandır." der­ler. Sonra mutluluk gelip adamı bulur.

Bazen de bedbaht bir insan, mutluların yolundan yürütülür. Öyle ki insanlar: "Bu adam, ne çok bahtiyarlara benziyor veya o da onlardandır." derler. Derken bed­bahtlık gelip o adamı bulur. Allah bir kimse hakkında bahtiyarlık öngörmüşse dün­yada dişi devenin iki sağımı arasındaki zaman kadar dahi kalsa Allah onun hayatım mutlulukla sonlandırır.»

 

30) HAYR VE ŞER BABI

l-(390) ...Muaviye b. Vehb şöyle rivayet etmiştir:   ..

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Tevrat'ta Musa (aleyhisselâm)a vahyedilen, ona indirilen açıklamalar arasın­da şu ifadeler yer alır: «Benim, ben "Allah'ım." Benden başka ilâh yoktur. Varlıkları yarattım. Hayrı yarattım ve onu sevdiğim kimselerin elleriyle varlıklara akıttım. Ne mutlu hayrı elleriyle kullarıma akıttıklarıma. Ben "Allah'ım." Benden başka ilâh yok­tur. Varlıkları ve şerri yarattım. Onu istediğim bazı kimselerin elleriyle varlıklara ulaştırırım. Şerri ellerine verdiklerime yazıklar olsun!»

2-(391) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah, indirdiği kitapların birinde şöyle buyurmuştur: Benim, ben "Allah'ım." Benden başka ilâh yoktur. Hayrı yarattım, şerri yarattım. Hayrı elleriyle uyguladı­ğım kimselere ne mutlu. Şerri elleriyle uygulattığım kimselere yazıklar olsun! "Bu nasıl oldu, şu nasıl oldu?" diyenlere yazıklar olsun!»

3-(392) ...Abdu'l-Mümin el-Ensarî Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle buyurmuştur ki: Ben Allah'ım. Ben­den başka ilâh yoktur. Hayrın ve şerrin yaratıcısıyım.[61] Hayrı elleriyle uygulattığım kimselere ne mutlu. Şerri elleriyle uygulattığım kimselere de yazıklar olsun! "Bu na­sıl oldu, şu nasıl oldu?" diyenlere yazıklar olsun!»

Ravilerden Yunus der ki: Burada kastedilen, kendi kafasına göre fikir yürüte­rek hayr ve şer olayının bu şekilde cereyan edişini inkâr edenlerdir.

31) CEBR, KADER, VE'L-EMR BEYNE'L-EMREYN[62]

1-(393) Ali b. Muhammed, Sehl b. Ziyad ve İshak b. Muhammed'den ve baş­kalarından merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) Sıffin'den döndükten sonra Kûfe'de oturuyordu. Bir ara yaşlı bir adam çıkageldi ve İmam'ın önünde çömeldi. Sonra şöyle dedi: Ey Emir'ül-Mü'minin, bize haber ver. "Bizim Şamlılarla savaş­mak üzere gidişimiz Allah'ın kaza ve kaderi sonucu muydu?"

"Emir'ül-Mü'minin dedi ki: «Evet, ey yaşlı adam. Aştığınız hiçbir tümsek ve indiğiniz hiçbir vadi yoktur ki, bunu Allah'ın kaza ve kaderiyle gerçekleştirmiş olmayasınız.»' Bunun üzerine yaşlı adam şöyle dedi:

Ey Emir'ül-Mü'minin, ben Allah katından yorulmamın sevabını mı alacağım?

Buyurdu ki: «Yavaş ol yaşlı adam! Allah'a yemin ederim ki O, siz yürürken yürüyüşünüzün, siz dururken duruşunuzun ve siz dönerken dönüşünüzün ecrini bü­yük kılmıştır. Hiçbir durumunuzda zorlanmadınız, mecbur bırakılmadınız.»

Yaşlı adam dedi ki: Nasıl hiçbir durumumuzda zorlanmadık, mecbur bırakıl­madık? Yürüyüşümüz, hareketimiz ve geri dönüşümüz kaza ve kaderin sonucu değil miydi?[63]

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) dedi ki: «Sen her halde bunun kesinleşmiş bir kaza, bir hüküm, kaçınılmaz bir kader olduğunu sanıyorsun. Eğer böyle olsaydı Allah tarafından gerçekleştirilen sevabın, cezanın, emir ve yasağın, menetmenin bir anlamı olmazdı. Vaadin ve azab tehdidinin anlamı kalmazdı. Günah işleyenin yerilmesi, iyilik yapanın övülmesi söz konusu olmaz; hatta günah işleyen iyilik yapandan daha iyi konumda olurdu. İyilik yapan günah işleyenden daha çok cezaya layık olurdu. Bunlar putlara kulluk sunanların, Rahman'a kafa tutanların ve şeytan hizbinin, bu ümmetin kadercilerinin ve Mecusilerinin sözleridir.

Allah Tebareke ve Teâlâ, insanları serbest bırakarak onlara yükümlülük ver­miştir. Sakındırarak yasaklarını yöneltmiştir. İşlenen az bir iyiliğe büyük bir sevap vermiştir. O'na karşı çıkanlar bu işe zorlanmak üzere alt edildikleri için böyle bir gü­nahı işlemiş değildirler. O'na itaat edenler, bu eyleme mecbur bırakıldıkları için O'na itaat etmiş değildirler. İnsanlara tam bağımsız olarak hareket etsinler diye bu mülkü onlara vermemiştir, onlara kontrolsüz serbestlik yetkisini tanımamıştır. Gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları boşuna yaratmamıştır. Peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndermesi, anlamsız, amaçsız değildir. Bu kâfirlerin zannıdır. Ateşte kâfirlerin vay haline.»

Bu sözlerden sonra yaşlı adam şu beyitleri söyledi: "Sen imamsın ki, sana ita­at ettiğimiz için / Kurtuluş günü Rahman'dan bağışlanma umuyoruz.

Kapalı olan her meselemizi açıkladın/İyiliğine iyilikle karşılık versin Rabbin"

2-(394) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah'ın, çirkin hayâsızlığı emrettiğini iddia eden kimse Allah'a karşı ya­lan uydurmuş olur. Hayr ve şerrin O'ndan olduğunu söyleyen de Allah'a karşı yalan söylemiş olur.»

3-(395) ...Hasan b. Ali el-Veşşai, Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'a şöyle bir soru yönelttim: "Allah, işi bütünüy­le kullara mı bırakmış, onları tamamen serbest mi bırakmıştır?"

Buyurdu ki: «Allah’ı bundan tenzih ederiz.»

Dedim ki: Peki, insanları günah işlemeye mi zorlamıştır?

Dedi ki: «Allah bu haksızlığı yapmayacak kadar âdil ve hikmet sahibidir.»

Sonra şöyle dedi: «Allah diyor ki: Ey Âdemoğlu! Ben, senin yaptığın iyilikle­re senden çok sahibim. Sen, işlediğin günahlara benden daha yakınsın. Sana bahşet­tiğim kuvvetle bana karşı çıkarak günah işledin.»

4-(396) ...Yunus b. Abdurrahman şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ey Yunus, Kaderiyye'nin[64] dediklerini demeyin; çünkü Kaderiyye mensupları, ne cennet ehlinin görü­şünü, ne cehennem ehlinin görüşlerini ve ne de İblis'in görüşünü benimsiyorlar.

Cennet ehli şöyle der: "Bizi buna ileten Allah 'a hamd olsun. Eğer O, bizi buna iletmeseydi biz, buna erişemezdik." (A'raf, 43) Cehennem ehli de şöyle der: "Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galip geldi ve biz sapmış bir kavim olduk." (A'raf, 16) İblis ise şöyle demiştir: "Rabbim, beni azdırdığın için..." (Mü'minin, 106)

Bunun üzerine dedim ki: "Ben Kadercilerin dediklerini demiyorum; fakat şöy­le diyorum: Bir şey oluyorsa; ancak Allah'ın dilemesi, irade etmesi, takdir etmesi ve hükmetmesi aracılığıyla olur."

Dedi ki: «Ey Yunus, öyle değildir. Ancak Allah'ın dilediği, irade ettiği, takdir ettiği ve hükmettiği olur. Ey Yunus, meşiet (dileme) nedir bilir misin?»

-"Hayır" dedim.

-Buyurdu ki: «İlk anmadır.»

-Dedi ki: «İrade nedir bilir misin?»

-Dedim ki: Hayır.

-Dedi ki: «Dilenene dayalı olarak gerçekleşen azimdir.»

-Dedi ki: «Kader nedir bilir misin?»

-"Hayır" dedim.

Dedi ki: «Kalış ve bitişle ilgili olarak plan ve sınırları belirlemektir.»

Sonra dedi ki: «Kaza ise hükmetme, onaylama ve somut olarak gerçekleştirme
demektir.» Başını öpmeme izin vermesini istedim ve dedim ki:              

"Farkında olmadığım, gafil olduğum bir meseleyi bana açtın."

5-(397) ... İbrahim b. Ömer el-Yemanî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hiç kuşkusuz Allah, varlıkları yarattı ve onların hangi akıbete varacaklarım bildi. Sonra onlara bir takım emirler ve yasaklar yöneltti. Onlara emrettiklerini terk edebilecekleri bir yol da var etti. Dolayısıyla bir yolu tut­maları veya terk etmeleri mutlaka Allah'ın izniyle olur.»

6-(398) ...Hafs b. Kürdin, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle ri­vayet etmiştir:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki: «Allah'ın kötülüğü ve çirkin hayâsızlığı emrettiğini iddia eden kimse,[65] Allah'a karşı yalan uydurmuş olur.

Hayr ve şerrin Allah'ın dilemesi dışında gerçekleştiğini söyleyen kimse[66] Allah’ı egemenliğinden yoksun bırakmış olur. Günahların Allah'ın verdiği gücün etkisi olmadan işlendiğini ileri süren kimse Allah'a karşı yalan uydurmuş olur. Kim de Al­lah'a karşı yalan uydurursa Allah, onu cehenneme sokar.»

7-(399) ... İsmail b. Cabir şöyle rivayet etmiştir:

Medine'deki mescidde bir adam "kader" hakkında konuşuyordu ve insanlar da etrafında kümelenmişlerdi.

Dedim ki: "Mesela, sana bir soru sormak istiyorum."

-"Sor" dedi.

-Dedim ki: "Allah Tebareke ve Tealâ'nın mülkünde O'nun irade etmediği bir şey olabilir mi?

"Adam uzun süre başını önüne eğdi ve derin düşüncelere daldı. Sonra başını bana doğru kaldırarak bana dedi ki: "Ey Falan! Eğer Allah'ın mülkünde O'nun irade etmediği bir şey olur desem, o zaman Allah'ın bir şeye zorlanabildiğini iddia etmiş olurum. Eğer O'nun mülkünde ancak irade ettiği şeyler olur desem, o zaman da sana günah işleme müsaadesini tanımış olurum."

Ardından Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Şu Kaderiyyeciye bir soru sordum, bana şöyle bir cevap verdi."

Buyurdu ki: «Verdiği bu cevap kendi yararınadır. Eğer dediğinden başka bir şey söyleseydi mutlaka helak olurdu.»

8-(400) ...Ebu Tâlib el-Kummî, bir adamdan, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

Dedim ki: Allah, insanları günah işlemeye zorlar mı?

-«Hayır.» dedi.

Dedim ki: Her şeyi onlara mı bırakmıştır? Onlara tam serbestlik mi vermiştir?

-«Hayır.» dedi.

-"Peki, nedir meselenin aslı?" dedim.

Buyurdu ki: «Yukarıdaki iki şıkkın arasında Rabbinden bir lütuftur.»

9-(401) ...Yunus b. Abdurrahman, birden fazla kişiden, onlar da Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Allah, kullarını günah işlemeye zorlayıp sonra da onları işledik­leri bu günahtan dolayı azaba çarptırmayacak kadar kullarına karşı merhametlidir. Allah bir şeyi emrettiği halde o şeyin olmamasından münezzehtir, yücedir.»

Her iki İmam'a soruldu: "Cebir ile kader arasında bir üçüncü şık var mıdır?"

Buyurdular ki: «Evet, göklerle yer arası kadar geniştir.»

10-(402) ...Salih b. Sehl ashabının bazısından, onlar Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

İmam'a cebir ve kader meselesi soruldu.

Buyurdu ki: «Ne cebir (zorlama) ne de kader (tam serbestlik) doğrudur. Bu ikisi arasındaki görüş doğrudur. Bu üçüncü görüş, diğer iki görüşün ortasında yer alan gerçeği içermektedir. Bunu ancak bir âlim bilir veya âlimin öğrettiği bir kimse.»[67]

11-(403) ...Yunus, bir kişiden, o Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

Bir adam İmam'a dedi ki:

"Sana kurban olayım. Söyler misin Allah, kulları günah işlemeye zorlar mı?"

Buyurdu ki: «Allah, kulları önce günah işlemeye zorlayıp sonra da işledikleri bu günahtan dolayı onları azaba çarptırmayacak kadar âdildir.»

Bunun üzerine adam dedi ki: Kurban olayım. Allah kullarına tam serbestlik mi vermiştir?

Buyurdu ki; «Eğer kullarım tam serbest bırakmış olsaydı emir ve yasaklarla onları belli bir alanla sınırlandırmazdı.»

Adam şöyle dedi: Kurban olayım. Öyleyse bu ikisinin arasında bir yer mi var­dır?

-«Evet.» dedi «ve bu ver, göklerle yer arası kadar geniştir.»

12-(404) ...Ahmed b. Muhammed b. Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)a dedim ki: Bizim arkadaşların bazısı cebir görüşünü savunurken bazısı insanın mutlak yapabilirliğini savunuyor.

Buyurdu ki: «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla yaz: Ali b. Hüseyin şöy­le dedi: "Ey Âdemoğlu! Sen benim dilememle oldun. Benim gücümle farzlarımı eda ettin. Benim nimetimle bana karşı günah işleyecek gücü kendinde bulabildin. Seni işiten, gören ve güç yetiren kıldım. "Sana ilişen bir iyilik Allah 'tandır. Sana ilişen bir kötülük de senin kendindendir." (Nisa, 79) Bu yüzden işlediğin iyilikler senden çok bana aittir. Yaptığın kötülüklere de bendense sen yakınsın. Dolayısıyla ben yaptıkla­rımdan sorumlu tutulmam; ama onlar yapıp ettiklerinden sorumlu tutulurlar. İstedi­ğin her şeyi senin için belli bir düzen dâhilinde gerçekleştirdim.»

13-(405) ...Muhammed b. Yahya, kendisine anlatan birinden, o da Ebu Abdul­lah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ne cebir ne de tam serbestlik. Doğrusu, bu ikisinin arasındaki bir çizgidir.»

Dedim ki: Bu ikisinin arasındaki çizgi nedir?

«Bunun örneği şöyledir: Bir adamın günah işlediğini görsen, onu bu günahtan alıkoymaya çalışsan; ama o seni nehyetmene aldırmayıp bu günaha son vermezse ve sen de onu bıraksan, o bu günahı işlemeye devam etse, senin uyarını dinlemediği için onu terk etsen, bu senin ona günah işlemeyi emrettiğin anlamına gelmez.»

14-(406) ...Hişam b. Salim Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Allah, insanlara güç yetiremeyecekleri şeyleri yüklemekten yücedir. Allah, mülkünde istemediği şeylerin olmasından yücedir.»[68]

32) İSTİTA'AT BABI (Yapabilirlik: Bir işi yapmaya veya yapmamaya mukte­dir olmak)

1-(407) ...Ali b. Esbat şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a yapabilirlik hakkında bir soru sordum.

Buyurdu ki: «İnsan şu dört özelliğe sahip olduktan sonra yapabilirlik vasfına sahip olur: Yolu açıksa, bedeni sağlamsa, organları normal ise, Allah tarafından bir sebep oluşmuşsa.»

Dedim ki: Kurban olayım. Allah tarafından bir sebebin oluşması meselesini benim için biraz açıkla.

Dedi ki: «Bir kulun yolu açık, bedeni sağlam ve organları normal ise ve bu in­san zina etmek istemesine rağmen kadın bulamazsa, sonra bulursa, ya Yusuf (aley­hisselâm)’ın yaptığı gibi nefsini tutup bundan kaçınacak veya iradesinin önünden çe­kilecek ve zina edecektir. O zaman da zani olarak isimlendirilecektir. Ne Allah'a zorla itaat etmiş; ne de O'na üstünlük sağlayarak günah işlemiştir.»

2-(408) ...Ali b. el-Hakem ve Abdullah b. Yezid, Basralı bir adamdan şöyle ri­vayet etmişlerdir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a "yapabilirlik" meselesini sordum. Buyurdu ki: «Sen henüz olmamış bir şeyi yapabilir misin?»

-    "Hayır" dedim.

-    «Peki, olmuş bir şeyi de durdurabilir misin?» dedi.

-    "Hayır" dedim.

Bunun üzerine Ebu Abdullah (aleyhisselâm) bana dedi ki: «Sen nasıl yapabilir (müsteti) mişsin ki?»           

-  "Bilmiyorum" dedim.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) dedi ki: «Allah bir canlıyı yaratmış, onlara yapa­bilirlik aletini bahsetmiştir. Sonra da onları mutlak anlamda serbest bırakmamıştır. Bu canlılar fiil işlediklerinde, fiille beraber fiili işleme vaktinde fiili işlemeye muk­tedirdirler. Mülkünde fiili işlemedikleri zaman, işlemedikleri bir fiili işlemeye muk­tedir olmazlar. Çünkü yüce Allah, mülkünde birinin O'na zıt olmasından münezzeh­tir. Hiç kimse O'na karşıt olamaz.»

Dedim ki: O halde insanlar, işledikleri fiiller itibariyle mecbur mudurlar?

Buyurdu ki: «Eğer mecbur olsalardı mazur olurlardı.»

Dedim ki: O halde insanları mutlak olarak serbest bırakmıştır.

- «Hayır.» dedi.

Dedim ki: Öyleyse insanların konumu nedir?

Buyurdu ki: «Allah onların fiil işleyeceklerini bildi. Bundan dolayı onların ya­ratılışlarına fiil işlemeyi kolaylaştıran aleti yerleştirdi. Fiil işlediklerinde, fiil işleme anında muktedirdirler.»

Dedim ki: Ben bunun hak olduğuna ve sizin de nübüvvet ve risâletin Ehl-i Beyt'i olduğunuza tanıklık ederim.

3-(409) ...Salih en-Nîlî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Kullar için 'yapabilirlikten' bir pay var mıdır?"

Bana şu karşılığı verdi: «Bir fiil işledikleri zaman Allah'ın varoluşlarına (fıtra­tına) yerleştirdiği yapabilirlikle muktedirdirler.»

Dedim ki: Bu nedir?

Buyurdu ki: «Zina eden biri mesela. Zina fiili açısından bir alet konumunda­dır. Zina ettiği zaman, zina ederken zinayı yapabilen konumundadır. Eğer zinayı terk etse, zina etmese, terk ettiği zaman onu terk etmeyi yapabilendir.»

İmam ardından şunları söyledi: «Fiilden önce yapabilirlikten az veya çok her hangi bir şeye sahip değildir. Fakat fiili işlerken veya terk ederken yapabilendir.»

Dedim ki: Peki, Allah niçin onu azaplandırır?

Buyurdu ki: «Meseleyi apaçık zihinde canlandıran kanıt ve insanların varoluş­larına yerleştirdiği işleyici alet ile. Çünkü yüce Allah hiç kimseyi kendisine karşı gü­nah işlemeye zorlamaz. Hiç kimsenin küfür işlemesini istemez;[69] fakat kişi kâfir olunca Allah'ın iradesinde kâfir olması gerçekleşir Onlar, Allah'ın iradesinde ve il­minde hayırdan herhangi bir şeye ulaşmayacaklardır.»

Dedim ki: Allah, onların küfür işlemelerini irade etti mi?

Buyurdu ki: «Ben böyle söylemiyorum. Bilâkis şöyle diyorum: Allah onların kâfir olacaklarını bildi. Onlar hakkındaki bilgisinden dolayı onlar için küfür diledi. Ama bu kesin irade değil, serbestlik iradesidir.»

4-(410) ...Ubeyd b. Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Bana Hamza b. Humran anlattı: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a in­sanın yapabilirliğini sordum. Bana herhangi bir cevap vermedi. Başka bir sefer yanı­na girdim ve dedim ki: "Allah seni salih kılsın. Benim kalbimde bu konuyla ilgili bir kuşku var. Senden bir açıklama duymadıkça onu içimden çıkaramıyorum."

Dedi ki: «Kalbinde kaldığı sürece bu kuşkunun sana bir zararı olmaz.»

Dedim ki: Allah seni salih kılsın. Ben şöyle diyorum:

"Allah, kullara yapamayacakları şeyi yüklememiştir, onlara ancak güç yetire-bildiklerini yüklemiştir. Onlar bundan bir şey zayi ediyorlarsa bunu ancak Allah'ın iradesi, meşieti (dilemesi), hükmü ve takdiri ile yapabiliyorlardı"

Dedi ki: «Benim ve atalarımın üzerinde olduğu Allah'ın dini, tam da böyledir.» Veya buna benzer bir söz söyledi.

33) AÇIKLAMA, TANITIM VE HÜCCETİN GEREKLİLİĞİ BABI

1-(411) ...İbn Tayyar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir:

«Allah, insanları sorumlu tutarken onlara verdiklerini ve bildirdiklerini delil gösterir.»

Muhammed b. İsmail, Fadl b. Şazan'dan, o İbn Ebu Umeyr'den, o Cemil b. Derrac'dan hadisin aynısını rivayet etmiştir.

2-(412) ... Muhammed b. Hâkim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Marifeti, bilgiyi meydana getiren kimdir?"

Buyurdu ki: «Allah'tır. Kulların bu hususta bir etkinlikleri yoktur.»

3-(413) ...Hamza b. Muhammed et-Tayyar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhis­selâm)’dan "Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri apa­çık bildirinceye dek tekrar onları sapıklığa terk etmez." (Tevbe, 115) ayetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Onlara razı olduğu ve öfkelendiği şeyleri bildirinceye kadar...

Bir ayette şöyle buyurmuştur: "İnsan nefsine sapmasını ve takvasını ilham et­ti." (Şems, 8) Ona yapması gerekenleri ve yapmaması gerekenleri öğretti.

Bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Biz insana yolu gösterdik. Artık o, ya şükre­der veya nankörlük eder." (İnsan, 3) Biz ona öğrettik. Artık ya öğrettiğimizi uygular veya uygulamaz.»

İmam'dan bir de şu ayetin anlamını sordum: "Biz, Semûd kavmine yolu göster­dik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler." (Fussılet, 17)

Buyurdu ki: «Biz onlara öğrettik. Onlar bilerek körlüğü hidayete yeğlediler. Bir rivayette: «Onlara açıkladık...» şeklinde bir ifadenin kullanıldığı belirtiliyor.»

4-(414) ...Hamza b. Muhammed, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

"Ona iki yolu gösterdik." (Beled, 10) ayetinin anlamını sordum. Buyurdu ki: «Hayır ve şer yolunu... demek istiyor.»

5-(415) ...Abdu'l-Alâ şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Allah seni salih kılsın. İnsanların arasına (varoluşlarına) bilgiye ulaşmalarını sağlayan bir özellik yerleştirilmiş midir?"

Buyurdu ki: «Hayır...»

Dedim ki: Bilmekle yükümlü tutulmuşlar mıdır?

Buyurdu ki: «Hayır, açıklama Allah'a aittir "Allah, bir nefse kapasitesinin üze­rinde yük yüklemez- Allah bir nefse ancak verdiğini yükler." (Talak,7)»

Sonra İmam'a: "Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra sakınacakları şeyleri apaçık bildirinceye dek tekrar onları sapıklığa terk etmez " (Tevbe, 115) ayetini sordum.

Buyurdu ki: «Burada Allah'ın insanlara razı olduğu ve öfkelendiği şeyleri öğ­rettiği kastediliyor.»

6-(416) ...Sa'dan, merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah, hiçbir kula bir nimet bahşetmemiştir ki, o nimette kul için bağlayıcı olan ilâhî bir kanıt olmasın.

Allah bir kimseye lütfedip onu güçlü kılarsa bu bağlamda Allah'ın onun üze­rindeki kanıtı, yükümlülüklerini yerine getirmesi ve kendisinden daha zayıf olduğu için, daha aşağı durumda olanları destekleyip sorumluluklarını yüklenmesidir. Allah bir kimseye lütfedip geniş imkânlar verirse onun üzerindeki kanıtı da malıdır ve bu malından yoksullara destek çıkması gerekmektedir. Allah bir kimseye minnet etse ve onu hanedan bakımından şerefli ve yüz bakımından güzel yapsa, bu hususta Allah'ın onun üzerindeki kanıtı, bundan dolayı Allah'a hamd etmesi ve bunlara sahip olduğu için başkalarına karşı üstünlük taslamamasıdır. Sırf şerefli bir konumda olduğu ve güzel olduğu için zayıfların haklarını alıkoymaması gerekmektedir.»

 

34) ALLAH'IN KULLARI ÜZERİNDEKİ KANITLARININ DEĞİŞİK OLA­BİLECEKLERİ BABI

l-(417) ...Dürüste b. Ebu Mansur, kendisine anlatan birinden, o da Ebu Ab­dullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Altı şey vardır ki, bunlarda kulların hiçbir etkinlikleri söz konusu değildir: Bilgi, cehalet, rıza, öfke, uyku ve uyanıklık.»

35) ALLAHTN KULLARI ÜZERİNDEKİ HÜCCETLERİ BABI

1-(418) ...Bureyd b. Muaviye, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Allah, kullarını bilmek zorunda bırakmamıştır; ama Allah'ın kul­lara öğretmesi kulların, Allah üzerindeki haklarıdır. Allah'ın kullar üzerindeki hakkı, onlara öğrettiği zaman kabul etmeleridir.»

2-(419) ...Abdu'l-A'lâ b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a şöyle bir soru yönelttim: "Hiçbir şey bilmeyenin üzerinde bir yükümlülük var mıdır?"

- «Hayır.» dedi.

3-(420) ...Ebu'l-Hasan Zekeriyya b. Yahya, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah, neyi kullarından saklamışsa, bu hususta kullar üzerindeki yükümlülük de kalkmıştır.»

4-(421) ... Hamza b. et-Tayyar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

"İmam bana: «yaz» dedi ve bana şunları yazdırdı:

«Bizim sözlerimizden biri şudur:

Allah kullarına verdiklerini ve onlara öğrettiklerini onların üzerindeki kanıtla­rı olarak öngörmüştür. Sonra onlara resul göndermiş ve kitap indirmiştir. Bu kitapta onlara emir ve yasaklar yöneltmiştir. Kitapta namazı ve orucu emretmiştir.

Bir gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) sabah namazı vaktinde uykuda kalarak namazı kılamamıştır. Allah ona demiştir ki: "Ben seni uyutuyorum ve seni uyandırıyorum. Uyandığın zaman namazı kıl, insanlar böyle bir durumla karşılaştık­larında nasıl davranacaklarını bilsinler."

Bazılarının: "Bir insan uykuda kalıp namazı kılmadığı zaman helak olur." şek­lindeki sözleri doğru değildir. Oruç da öyle. Ben seni hastalandırıyorum ve ben seni sağlığına kavuşturuyorum. Sağlığına kavuştuğun zaman orucunu kaza et.»

Sonra Ebu Abdullah (aleyhisselâm) şöyle dedi: «Aynı şekilde bütün varlıklara baktığın zaman hiçbir kimseyi darlık içinde göremezsin. Hiçbir kimse göremezsin ki, Allah'ın onun üzerinde bir kanıtı, onun içinde dilemesi olmasın. Ben, insanlar ne isterlerse yaparlar demiyorum.» Sonra şöyle dedi: «Hidayet veren ve saptıran Allah­'tır. İnsanlara ne emredilmişse mutlaka kapasitelerinin altındadır. İnsanlara her ne emredilmişse mutlaka onların güçlerinin kapasitesi içindedir. Güç yetiremedikleri hiçbir şeyden sorumlu tutulmazlar. Bunlarla ilgili yükümlülük omuzlarından kaldı­rılmıştır. Fakat insanlarda hayır yoktur.» Sonra İmam şu ayeti okudu: «"Zayıflara, hastalara ve infak edecek bir şey bulamayanlara günah yoktur." (Tevbe, 91) Böylece yüce Allah bunlardan yükümlülüğü kaldırmıştır. "İyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur. Allah bağışlayandır, Rahimdir. Kendilerine binek sağlaman için sana gel­diklerinde... " (Tevbe, 92) Bunlar da binek bulamadıkları için yükümlü değildirler.»

36) HİDAYET ALLAH AZZE VE CELLE'DENDİR BABI

1-(422) ...Sabit b. Said şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle dedi:

«Ey Sabit! İnsanlarla ne işiniz var? İnsanlardan elinizi çekin ve kimseyi kendi yolunuza davet etmeyin. Allah'a yemin ederim ki, şayet göklerde ve yerlerde yaşa­yanlar bir araya gelseler ve Allah'ın saptırmak istediği bir kimseyi hidayete erdirme­ye çalışsalar, onu hidayete erdirmeye güç yetiremezler. Göklerde ve yerlerde yaşa­yanlar bir araya gelseler ve Allah'ın doğru yola iletmek istediği bir kimseyi saptır­mak için çalışsalar, onu saptırmaya güç yetiremezler.

İnsanlardan elinizi çekin ve hiç kimse için: Bu amcamdır, bu kardeşimdir, bu yeğenimdir, bu da komşumdur... demeyin. Çünkü Allah bir kuluna bir hayır dilediği zaman ruhunu temiz kil ar o kul, herhangi bir iyilik duyar duymaz hemen tanır, bir kötülüğü duyar duymaz hemen inkâr eder. Sonra Allah, kalbine kurtuluşa ermesini sağlayacak şekilde hakkın içinde toplanmasını sağlayan kelimesini atar.»[70]

2-(423) ...Süleyman b. Halid, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir: «Allah Azze ve Celle bir kuluna hayır dilediği zaman onun kal­bine nurdan bir nokta yerleştirir, kalbinin algılama cihazlarını açar ve onu doğrultan bir meleği onun başına görevlendirir. Bir kuluna kötülük dilediğinde ise kalbine kara bir nokta yerleştirir. Kalbinin algılama cihazlarını kapatır, saptırıcı bir şeytanı başına görevli olarak diker.» Sonra İmam şu ayeti okudu:

«Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar.[71]

Kimi de saptırmak[72] isterse onun göğsünü de göğe doğru yükseliyormuş gibi tıkanık yapar." (En'am, 125)»

3-(424) ...Ali b. Ukbe, babasından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duydum: «Şu işi (Ehli Beyt'e bağlılığı)'nızı Allah için yapın. İnsanlar için değil; çünkü ancak Allah için ya­pılan iş, Allah içindir. İnsanlar için yapılan bir şey de Allah katına yükselmez.

Dininiz hususunda insanlarla didişmeyin. Çünkü didişme kalbin hastalanması­na neden olur. Allah’u Teâlâ, Peygamberi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye şöyle demiştir:

"Sen istediğini doğru yola iletemezsin; fakat Allah dilediğini doğru yola iletir." [73] (Kasas, 56) Ve şöyle buyurmuştur: "Sen mi mümin olsunlar diye insanları zorlayacak­sın?" (Yunus, 99) Bırakın insanları; çünkü onlar insanlardan öğrenmişlerdir. Siz ise Resûlullah'dan öğrendiniz. Babamın şöyle dediğini duydum:

Allah Azze ve Celle, bir kulun bu yola (Ehl-i Beyt yoluna) girmesini dilediği za­man, o insan, yuvasına girmek isteyen bir kuştan daha çabuk bu yola girer.»

4-(425) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki: "İnsanları bu yola davet edelim mi?"

Buyurdu ki: «Hayır, ey Fudayl! Allah bir kuluna hayır dilediği zaman bir me­leğe emreder, bu melek onun boynundan tutar ve istese de istemese de onu bu yola (Ehl-i Beyt yoluna) sokar.»[74]

(el-Kâfi adlı eserin "Akıl, ilim ve Tevhid Kitabı" sona erdi. Bunu, Şeyh Ebu Cafer Muhammed b. Yakub el-Kuleynî'nin (r.a) telif ettiği el-Kâfi kitabının ikinci cildinde yer alan "Hüccet Kitabı" izliyor.)



[27]- Allah'ın İsimlerinin ve Sıfatlarının Kısımları:

   Fıtrî yönelişten şu sonuç çıkıyor: Yüce Allah'ın sıfatları içinde ilim ve hayat gibi subutî ve olumlu anlam taşıyanları vardır. Bunlar kemal anlamı içerirler. Onların içinde selbî ve olumsuz anlam taşıyanları da vardır. Bunlar subbuh ve kuddüs gibi tenzih içerikli sıfatlardır. Böylece Allah'ın sıfatlan subutî ve selbî sıfatlar olarak ikiye ayrılır.

   Yine bu sıfatlar içinde hayat, güç, ilim gibi Allah'ın zatının aynısı olan, zatına ek bir nitelik ta­şımayan sıfatlar vardır. Bunlar zatî sıfatlardır. Bu sıfatların bir bölümü ise, yaratma ve rızık gibi tahak­kukları için daha önce zatının tahakkukunun farz edilmesini gerektirenler vardır. Bunlar fiilî sıfatlardır. Bunlar Allah'ın zatına ekli, fiil makamından çıkarılan sıfatlardır. Bu sıfatların anlamı şudur:

   Meselâ biz yararlandığımız ve içinde yüzdüğümüz nimetlerin Allah'a nispetini, bir hükümdarın orduya verilmesini kararlaştırdığı erzakın o hükümdara nispeti gibi değerlendirir ve bu nimetlere rızık adını veririz. Bu rızık Allah'a dayandığı için de Allah'a rızık veren adını veririz. Yaratma, rahmet, mağfi­ret ve diğer fiilî sıfatlar ve isimler de böyledir. Bu sıfatlar Allah'a izafe edilirler ve Allah bu isimlerle anılır; ama hayat, güç gibi zatî sıfatlarda olduğu gibi bu sıfatların anlamları ile donanmış sayılmaz. Eğer O bu sıfatlarla gerçek anlamda donanmış olsaydı, bunlar zatının dışında olmayan zatî sıfatlar olurlardı. Bu bakımdan Allah'ın sıfatları ve isimleri başka bir bölünme ile zatî ve fiilî olmak üzere ikiye ayrılırlar.

   Bir başka bölünmeyle de Allah'ın sıfatlan ve isimleri nefsi ve izafi olmak üzere ikiye ayrılırlar. Hayat gibi anlamlarında zat dışında başka bir şeye izafîlik bulunmayan sıfatlar nefsi sıfatlardır.

   Zat dışında başka bir şeye izafîlik anlamı taşıyanlar ise, izafî sıfatlardır. Bu izafi sıfatların bir bölümü, yoktan var etme ve yaratma gibi izafîlik anlamının yanı sıra nefsîlik anlamı da taşır. Bunlar izafilik içerikli nefsî sıfatlardır. Diğer bir bölümü yaratıcılık ve rızk vericilik gibi sırf izafîlik anlamı taşır ki, bunlar katıksız izafî sıfatlardır.

   Allah'ın İsimlerinin ve Sıfatlarının Bize ve Birbirine Nispeti

   İsim ile sıfat arasında bir fark yoktur. Fakat sıfat, zatın taşıdığı bir anlama delâlet eder. Bu sıfat, zatın aynısı olabileceği gibi zatın başkası da olabilir. Oysa isim, bir sıfatla donanmış bir zata delâlet eder. Buna göre hayat ve ilim sıfattır. Ama diri ve âlim isimdir. Kelimenin fonksiyonu bir anlama delâ­let etmekten, o anlamın ortaya çıkmasını sağlamaktan ibaret olduğuna göre sıfatın ve ismin mahiyeti, o sıfatı ve ismi ifade eden kelimenin ortaya koyduğu anlamdır.

   Buna göre hayat kelimesinin içeriği olan hayatın gerçeği, Allah'ın sıfatıdır ve bu sıfat zatın ay­nısıdır. Zatın aynısı olan hayat gerçeği ile donanmış zatın gerçeği de, Allah'ın ismidir. Bu açıdan diri ve hayat, anlattığımız bakış açısı ile ismin ve sıfatın kendisi olmakla birlikte, ismin ve sıfatın isimleridirler.

   Yukarıda değindiğimiz gibi isimlerle ilgili fıtrî yönelişimiz bizi şu sonuca götürür: Kâinatta ke­mal sıfatları müşahede etmekle kesin hükme varıyoruz ki, yüce Allah bu sıfatları isim olarak taşıyor. Çünkü O, söz konusu mükemmelliklerin malikidir ve onları bize yansıtmaktadır. Eksiklik ve ihtiyaç içerikli sıfatları müşahede etmekle de kesin hükme varıyoruz ki, yüce Allah bu eksikliklerden münez­zehtir, bunların karşıtı olan kemal sıfatlarını taşımaktadır ve bu kemal sıfatlarıyla bizdeki eksikliği ve ihtiyacı dilediği kadarı ile gidermektedir. Yani kâinatta ilmi ve gücü müşahede etmekle yüce Allah'ın ilim ve güç sahibi olarak bu sıfatlarını dilediği ölçüde yarattıklarına yansıttığı hükmüne varırız. Buna karşılık kâinatta cehaleti ve acizliği müşahede etmekle yüce Allah'ın bunlardan münezzeh olduğu, kar­şıtları olan ilim ve güç sıfatlarını taşıdığı ve bu sıfatları ile bizim ilme ve güce olan ihtiyacımızı dilediği oranda giderdiği sonucuna varırız. Diğer sıfatlarda da durum böyledir.

   Bundan ortaya çıkıyor ki, varlıkların yaratılış özellikleri, Allah'ın sıfatları aracılığıyla O'nun yü­ce zatı ile bağlantılıdır. Yani Allah'ın sıfatları, O'nun zatı ile yaratıkları arasında aracıdırlar. Yani yüce Allah âlim, kadir, rızık veren, nimet bağışlayan olduğu için bize ilim, güç, rızk ve nimet aktarıyor. Bi­zim cahilliğimiz O'nun ilmi ile, bizim acizliğimiz O'nun gücü ile, bizim zilletimiz O'nun izzeti ile, bi­zim fakirliğimiz O'nun zenginliği ile ve bizim günahlarımız O'nun affı ve mağfireti ile ortadan kalkı­yor. Başka bir deyişle: O, kahrı ile bizi kahreder, sınırsızlığı ile bizi sınırlar, sonsuzluğu ile bize nihayet biçer, yüceliği ile bizi alçaltır, izzeti ile bizi zelil eder, egemenliği ile üzerimizde dilediği hükmü verir, malikiyeti ile üzerimizde dilediği şekilde tasarrufta bulunur. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir.

   Biz insanlar, saf fıtratımızın sezgisi ile bu gerçeğe uygun bir tutum takmıyoruz. Meselâ Allah'­tan zenginlik dileyen kimse, O'na "zengin, aziz ve kadir" isimleri ile dua ediyor, "ey can alan, ey zelil eden Allah, bana zenginlik ver." demiyor. Allah'tan şifa dileyen hasta, "Ey şifa veren, ey afiyet bağışla­yan, ey esirgeyen, ey merhamet sahibi Allah, bana merhamet et, bana şifa ihsan et." diye dua eder. Hiç­bir zaman, "Ey can alan, ey intikam alan, ey günahkârların yakasına yapışan Allah, bana şifa ver." Demez. Bu kural bütün istek türlerimizde geçerlidir. Bizim bu tutumumuz ve hükmümüz, Kur'ân tarafın­dan da doğrulanıyor. Kur'an, bu bakış açısının en sadık şahididir. Çünkü ayetlerin sonunda o ayetlerin metinlerinin içerikleri ile uyumlu ilâhî isimler yer aldığı gibi, ayetlerin metinlerinde anlatılan gerçekler yerine uygun bir veya iki ilâhî isimle gerekçelendirilir. Kur'ân, semavî kitaplar içinde içeriğini ilâhî isimlerle anlatan, bize isimlerin bilgisini öğreten tek kitaptır.

   Açıkça ortaya çıkıyor ki, biz insanlar, Allah'ın isimleri aracılığı ile O'nunla ve isimlerinin görü­nen âlemimizin alanına dağılmış sonuçlan ile O'nun isimleri ile bağlantılıyız. Buna göre Allah'ın cemal ve celâl isimlerinin şu âleme yansıyan sonuçları, biz insanlar ile O'nun hayat, ilim, güç, izzet, yücelik, ululuk gibi cemal ve celâl isimleri arasında bağlantı sağlıyor. Sonra da bu isimler, bizimle Onun, âle­min bütün kesimlerinin bağımsızlıklarında kendisine dayandığı yüce zatı arasında bağlantı kuruyor. [el-Mîzan, 8/493-494-496] (Ayrıntılı bilgi için bk. Hüccet kitabi, İsm-i Azam, h: 609 ve dn.)

[28]- İmam (a.s) bu rivayette, "Yüce Allah öyle bir isim yarattı ki, harflerle telaffuz edilemez..." diyor. İmam'ın saydığı niteliklerden açıkça anlaşılıyor ki, bu isimden maksat, ne kelime kalıbıdır ve ne zihnî bir kavram olarak bu kelimenin delâlet ettiği anlamdır. Çünkü gerek kelimenin ve gerekse bu ke­limenin delâlet ettiği zihnî kavramın İmam'ın saydığı niteliklerle nitelenmeleri anlamsızdır. Bunun böy­le olduğu açıktır. İmam'ın daha sonraki sözleri de bu amaca uygun değildir. Buna göre İmam'ın isimden maksadı, eğer ortada bir kelime varsa, o kelimenin işaret ettiği dış gerçektir. Açıktır ki, bu anlamdaki isim, özellikle onun Allah, Tebareke ve Teâlâ şeklinde üçe ayrılışı göz önüne alındığında, ya yüce zatın kendisi veya onunla birlikte var olan ve asla onun dışında olmayandır.

   İmam, "bir isim yarattı" diyerek bu ismin yaratılmışlığından söz ediyor. Ne var ki, bu yaratma­dan maksat, yaratma fiilinin bilinen anlamı değildir. Bununla kastedilen anlam, yüce zatın, isimlerden bir ismin ortaya çıkmasını sağlayacak şekilde belirmesidir. O takdirde bu rivayet yukarıda yaptığımız şu açıklama ile uyuşur: O açıklamada demiştik ki: Allah'ın isimleri birbirine dayanır. Bazıları diğer bazılarının sübutuna aracıdır. Sonunda hepsi öyle bir isme varıp dayanır ki, bunun belli olması, belli olmaması ile aynıdır; yüce zatın o isimle kayıtlanması, hiçbir kayıtla kayıtlanması ile aynı anlama gelir.

   İmam'ın, "Açığa vurulan isimler ise Allah, Tebareke ve Teâlâ isimleridir." sözü, bütün özel ke­mal yönlerinin varıp dayandığı ve yaratıkların bütün ihtiyaç yönlerinden muhtaç oldukları genel yönle­re yönelik bir işarettir. Bu genel yönler üç tanedir. Birincisi, Allah'ın zatının bütün kemalleri bir araya toplamış olması yönüdür. Bu, "Allah" isminin delâlet ettiği yöndür. Öbürü, kemal sıfatlarının ve iyilik­lere ve bereketlere kaynak olmanın sabit olması yönüdür. Bu yöne "Tebareke" ismi delâlet eder. Bir diğe­ri, noksanlıkların olmaması ve ihtiyaçların bulunmaması yönüdür. Buna da "Teâlâ" ismi delâlet eder.

   İmam'ın "onlara mensup fiil olarak" sözündeki "onlara" zamiri, isimlere dönüktür. Bu sözü ile yukarıda değindiğimiz isimlerin birbirinden çıktığı gerçeğine işaret ediyor. "Bu isimler ve üç yüz altmış sayısını buluncaya kadar diğer en güzel isimler" sözü, yüce Allah'ın isimlerin doksan dokuz sayısı ile sınırlı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

   İmam, "O üç isim ise, rükünleri ve perdeleridir." diyor. Bu sözlerin anlamı şudur: Gizli ve saklı olan dördüncü isim, isim olması hasebi ile yüce zatın bir belirlenmesi ve açığa çıkmasıdır. Zatı itibariy­le gizli ve ortaya çıkmaz olması hasebi ile de onun ortaya çıkışı ortaya çıkmamasının, belirlenmesi belirlenmemesinin aynısıdır. Biz bu gerçeği bazen şöyle dile getiririz: Yüce Allah sınır yokluğu da dahil olmak üzere hiçbir sınırla sınırlı değildir, sıfat yokluğu da dahil olmak üzere hiçbir sıfat O'nu kapsa­maz. Bu da, biz insanların bir nitelemesidir. Oysa yüce zat, bu nitelemeden daha yüce ve daha büyüktür.

   Bu gerçek, bütün kemal sıfatlarını bir araya toplayan yüce zata işaret eden "Allah" isminin, za­tın ve bu gizli ve saklı dördüncü ismin altında zatın isimlerinden biri olmasını gerektirir. "Tebareke" ve "Teâlâ" isimleri de öyle. Bu üç isim bir arada, biri öbüründen önde olmaksızın o gizli isminin perdeleri ve örtüleridir. Bu üç perde isim, perdelenen dördüncü isimle birlikte hepsi zatın altındadır. Zatın kendisine gelince, ona hiçbir işaret varmaz, hiçbir ifadenin kapsamına girmez. Çünkü onu ima eden her işaret, ondan söz eden her ifade isimlerden bir isimdir ve o isim de anlattığımız şekilde sınırlıdır. Oysa yüce zat bundan ulu ve üstündür.

   İmam'ın "İşte "De ki: İster Allah'ı çağırın, ister Rahman'ı çağırın. Hangisini çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur." ayetinin anlamı budur." şeklindeki sözünden şöyle yararlanabili­riz: Ayetteki "felehu=O'nundur" ibaresindeki zamir "eyyen=hangisini" kelimesi ile bağlantılıdır ki, bu kelime kinayelerden olan bir şart ismidir. Bu kelimenin anlamındaki tek belirlilik, belirliliğin yokluğu­dur. Açıktır ki, ayette "Rahman" ve "Allah" kelimeleri ile bu kelimelerin kendileri değil, bu iki kelime­nin işaret ettiği dış gerçek kastediliyor. Bu yüzden "İster Allah ismi ile ister Rahman ismi ile çağırın" denmemiş, "İster Allah'ı çağırın, ister Rahman'ı çağırın..." buyrulmuştur. Buna göre ayetin demek istediği şudur: Bu isimlerin hepsi kendisinden hiç haberdar olmadığımız, hiçbir işaretin yöneltilemeyeceği bir makama ait ve mensuptur. O'na yönelik tek haber ve işaret, hiçbir haberin ve hiçbir işaretin ol­mamasıdır. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir.

   Bu rivayette "Tebareke," "Teala" ve "O'nu uyuklama ve uyku tutmaz" ifadeleri de Allah'ın ismi olarak geçiyor. Bu, sıfatlarından biri ile anılan zata delâlet eden her şeyin isim olarak ele alındığını gös­teriyor. Yoksa ismin bir edebî terim olarak anlamı kastedilmemiştir.

   Bu rivayet, genel incelemelerin ve alışılan anlayışların üzerinde ve uzağında olan bir meseleye işaret eden seçkin rivayetlerden biridir. Bundan dolayı bu rivayeti açıklarken sadece işaretlerle yetin­dik. Rivayetin tam bir açıklaması ise konumuzun sınırlarını aşan, geniş bir inceleme ile gerçekleşebilir. Yalnız bu konuda yapılacak inceleme, "Allah'ın İsimlerinin ve Sıfatlarının Bize ve Birbirine Nispeti" ["Zati Sıfatlar Ve Fiili Sıfatlar Hakkında" babının dip notu] hakkında yaptığımız incelemenin çerçeve­sini aşmaz. Okuyucuya tavsiyem, bu meselenin kafasında iyice aydınlanmasını sağlaymcaya kadar o incelememizi dikkatli bir şekilde irdelemesidir. Başarı Allah'tandır. [el-Mîzan, c.8, s.508-510]

[29]- Tuheful Ukûl’de geçen Sedir hadisinden iktibas ettiğimiz bu metin Cafer Sadık (a.s)'ın kelamındandır: «Allah'ı, kalbi vehim ve zan yoluyla (zihnî ve fikrî tasavvurlarla) tanıyabildiğini zanneden müşriktir.» "Eğer Allah'ı kendisinden başka bir yolla tanımak mümkün olsa farz edilen bu vasıta ya O’nun mahlûkudur ya da değildir. Eğer mahlûkudur denilirse karşıt bir şeyle bir diğer karşıtı tanımaktan söz edilmiş olur ki, bu muhaldir. Yok, eğer mahlûk değildir denilirse o zaman da mahlûkla halik -yara­tılanla yaratan- arasında bir vasıta -ve tabiî ki üçüncü bir varlık- farz edilmiş demektir ki bu da imkânsızdır. O halde Sübhan Hak Teâlâ, kendisinden başka bir şeyle -vasıtayla- tanınamaz." [s. 115]

   «Allah'ı isimlendirilen yoluyla değil, isim yoluyla tanıdığım zanneden O'na ta'n ettiğini itiraf et­mektedir. Zira isim, hadis bir fenomendir sonradan ortaya çıkmıştır, o halde böyle biri Allah'ı da hadis -sonradan var olmuş- kabul etmiş olmaktadır. İsimle, isimlendirilen şeye birlikte tapınmakta olduğunu zanneden biri Allah'a ortak koşuyor demektir. Her kim Allah'ı tavsif ve sıfat yoluyla tanıyıp bu tanıyış­la O'na tapındığını zanneder de vasfolunanı bulup görmeksizin ve idrak etmeksizin tanıdığını sanacak olursa işi gaipliğe -ve neticede mahdudiyete- dökmüş olur, oysaki Allah Teâlâ gaip değildir. Sıfatla mevsufa -sıfatlandırılana- birlikte tapındığını zanneden kimse tevhidi geçersiz saymış olur, zira sıfat sı­fatlandırılan şeyden farklıdır. Her kim mevsuf -sıfatlandırılan sıfata nispet vererek ona bu yolla tapın­dığını sanırsa büyüğü küçük saymış ve Allah'ı, layık olduğu konumda görememiştir.»

   Bunun üzerine "peki, tevhid yolu nasıldır?" diye sorulunca İmam şu cevabı verdi: «Bu konuşu­labilir, bu çıkmazı aşmanın yolu vardır -yani gerçek anlamda tanıtılacak olursa herhangi bir engel yok­tur.- Zira hazır, nazır ve şahid olanın bizzat kendisi -zatı- sıfatından önce tanınıp bilinir; gaib olanın ise sıfatı kendisinden önce tanınıp bilinir.» "Hazır ve şahidin, kendi sıfatından önce bilinmesini açıklama­sınız?" diye sorulunca İmam şu cevabı verdi: «Yani O'nu tanımak ilmini bilmeli ve kendini O'nunla ta­nımalısın; kendini kendin aracılığıyla tanıyıp da onda var olan her şeyin Allah'tan olduğunu ve Allah tarafından var edildiğini anlayarak değil! Tıpkı Yusuf’un kardeşlerinin onu tanıyıp ta "Sen Yusuf değil-misin?" diye sormaları ve onunda "Ben Yusuf um, bu da benim kardeşim..." demesi gibi...

   Kardeşleri, Yusuf u bizzat kendisi ve zatıyla tanıdılar; başka bir vasıtayla -veya tavsif ve nakille-değil, keza zihnî tavsifler, düşünce ve hesaplarla da değil!...» Görüldüğü gibi bu hadis çok net olarak şunu demektedir: Münezzeh Hak Tealâ'yı duyu, his ve düşünce dışında bir yolla tanımak -O'ndan gayrisi için- mümkün ve kolaydır -ki gerçek tanıyış budur- bu durumda münezzeh Hak Tealâ bizzat kendisiyle tanınmış olacak ve o zaman her şey -hatta bizzat tanıyan ve tanıtan da- Hak Tealâ ile tanınacaktır...

   «Yarattığıyla O'nun arasında, bizzat yarattığından başka hicab yoktur.» [Saduk, Tevhid] hadisiyle bu hadisi yan-yana koyduğumuzda şu gerçek çıkar ortaya; bu tür gerçek "tanıma ve marifet'e engel olan şey, insanoğlunun benliği ve dünyaya düşkünlüğüdür. Nitekim çevresindeki her şeyi hatta kendisini bile unutabilmeyi başarıp Rabbu'l-Âlemi’nin dergâhına yönelirse gerçek marifete ulaşacak ve O'nu bilip tanıyabilecektir. Şia ve Sünni hadis kaynaklarında geçen meşhur "Nefsini .-kendini- tanıyan, Rabbini tanır." mealindeki hadiste kast olunan tanıma "nefsinin acziyet, ihtiyaç ve hiçliğini" tanımadır; nelere ve ne gibi kemallere sahip olduğunu değil... Aksi takdirde gerçek tanıyış ve marifetten mahrum olunacak ve izler, deliller, eserler vasıtasıyla tanıma olan "fikrî ve zihnî yollarla gaib olanı arama" ma­rifetiyle oyalanıp durulacaktır. [Söyleşiler, Allâme Tabatabaî ve Henri Corbin, s.143-145]

[30]- [302 numaralı hadiste] "Bu isimler ve üç yüz altmış sayısını buluncaya kadar diğer en güzel isimler" sözü, yüce Allah'ın isimlerin doksan dokuz sayısı ile sınırlı olmadığını açıkça ortaya koymak­tadır. Bu rivayetler olsa olsa şuna delil olur. Yüce Allah'ın isimleri içinde doksan dokuz tanesi özel bir nitelik taşır ve kim bunlarla dua ederse duası kabul olur... Kur'ân'da Esma'ul-Husna'nın sayısını belirle­yen bir delil yoktur. Tersine "O kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. En güzel isimler Onun­dur." (Tâhâ, 8), "En güzel isimler Allah'ındır; O'nu onlarla çağırın (ibadet edin)." (A'raf, 180), "En güzel isimler O'nundur. Gökteki ve yerdeki bütün varlıklar. O'nu noksanlıklardan tenzih ederler." (Haşr, 24) ayetleri ile bunlara benzer diğer ayetler gösteriyor ki, varlık âlemindeki anlamca en güzel isimler yüce Allah'a aittir. Buna göre Esma'ul-Husna hiçbir sayı ile sınırlanamaz. Kur'ân'da zikredilen Esma'ul-Husna'nın sayısı yüz yirmi yedidir. [el-Mîzan, c.8, s.509, 507, 499, 500]

[31]- Öncelik ve sonralıktan maksat, zamansal öncelik ve sonralık değildir. Dolayısıyla, "iki ucu sonsuz bir zamansal doğru vardır ve âlem bu doğrunun bir parçasında vakidir, bu zamansal doğrunun iki tarafı ise âlemden soyut haldedir. Allah'ın varlığı ise, bütün zamana tekabül etmektedir, zamansal doğrunun, iki tarafı itibariyle Allah'ın varlığından hali olduğu bir noktası yoktur. Yani zamansal doğrunun uçları nihayetsize doğru gidecek olurlarsa, Allah'ın varlığı bir zaman âlemden önce olacak, bir zaman da âlemden sonra olacaktır." şeklinde bir anlam çıkarılamaz. Eğer böyle olursa, yüce Allah, yenilenen her zamanın değişmesiyle birlikte zatı ve durumu itibariyle değişikliğe uğrardı. Allah'ın ön­celiği ve sonralığı da zamana tabi olurdu. Dolayısıyla asıl ilk ve son olan Allah değil, zaman olurdu.

   Aynı açıklama geçerli olmak üzere Allah'ın zahirliği ve batınlığı da mekânsal değildir. Bilakis Allah, aşkın zatı itibariyle varsayılan her şeyin önündedir, zatı itibariyle varsayılan her şeyin sonudur. Aynı anlam ve değerlendirme ile zahir ve batındır. Zaman Onun tarafından yaratılmış, Ondan sonradır.

   Ezeliyetin hakikati, Allah'ın zatı ve sıfatının sonsuz ve sınırsız oluşudur. Ondan önce olmuş olan bir şeyin sonrasında olmadığı açısından bakıldığında, bu Onun ezeliyeti olur. [Ezeliyet: Bir öncenin son­rasında olmayış.] Ondan sonra olacak olan bir şeyin öncesinde olmadığı açısından bakıldığında, bu O-nun ebediyeti olur. [Ebediyet: Bir sonranın öncesinde olmayış.] Her iki açıdan bakıldığında da, bu Onun devamlılığı, sürekliliği olur. [Devamlılık: Bir öncenin sonrasında ve bir sonranın öncesinde olmayış]

   Yüce Allah'ın ezeliyetini, "Zamanın sonsuzluğunda bir zamanlar vardı ki, yaratıklardan ne bir haber vardı, ne bir iz; fakat yüce Allah vardı. Böylece yüce Allah sonsuz zamanlarda, sonradan meyda­na gelmiş olan yaratıklarından öncedir." şeklindeki açıklama büyük bir hata ve rezalettir ki, birçokları buna duçar olmuştur. Oysa hareket hâlinde olanların hareketinin miktarından ibaret olan "zaman" nere­de, yüce Allah'ın ezeliyetinde O'na ortak olma nerede?! [el-Mîzan, (Hadid, 3) Tefsir; c.6, s.127]

[32]- Bir adamın adı

[33]- Hareket ve durgunlukla noktalanan bu işler ve olaylar, O'nun hakkında geçerli olmaz, O'na dönmez, O'nun zatında meydana gelmez. Çünkü bu işler, O'nun başkasına yönelik etkilemesinden ileri gelen etkilerdir. Etkilemenin anlamı, etkileyenin zatından kaynaklanan etkisini başkasına yöneltmesi-dir. Buna göre bir şeyin kendini etkilemesi anlamsızdır. Bir şeyin kendini etkileyebilmesi için parçalar­dan oluşmuş, çok yönlü bileşik bir zata sahip olması gerekir (ki, bir parçası veya yönü öteki parçası ve­ya yönünü etkilesin). Meselâ insan, ruhuyla bedenini idare eder; eliyle başına vurur, tabip tababetiyle hastalığım tedavi eder. Bütün bunlar, parçalar ve yönlerin değişik olması nedeniyle mümkün ve sahih oluyor. Yoksa bir şeyin kendini etkilemesi mümkün olmazdı. Meselâ, görme duyusu hiçbir zaman ken­dini görmez. Ateş, hiçbir zaman kendini yakmaz. Aynı şekilde hiçbir etken kendini etkileyemez. Bunun için, unsurlardan bileşmiş, parçalardan oluşmuş olması gerekir. [el-Mîzan, c.6, s.131]

[34]- "Sonra arşa kuruldu..." (A'raf, 54) ayeti ile buna benzer ayetlerin anlamı hakkında farklı görüşler vardır. Selefîlerin çoğu, bu ve benzeri ayetlerin müteşabih oldukları ve bu itibarla bunlara ait bilginin Allah'a havale edilmesi gerektiği görüşündedirler. Bunlar dinî gerçekleri incelemeyi, Kur'ân'ın ve sünnetin zahirinin arka plânını irdelemeyi bidat sayarlar. Oysa bu konuda akıl onları hatalı gördüğü gibi, Kur'ân ve sünnet de kendilerini onaylamıyor. Çünkü Kur'ân, Allah'ın ayetleri hakkında akıl yürüt­meyi ısrarla teşvik eder, Allah'ı ve ayetlerini yeterli derecede anlamaya çağırır. Bunun için düşünmeyi, değerlendirmeyi, irdelemeyi ve aklî delillere başvurmayı özendirir. Mütevatir hadisler de bu ayetlerle aynı paralelde mesajlar verirler. Bir şeyin öncülünü, başlangıcını emredip sonucunu yasaklamak anlam­sız olur. Bunlar, Kur'ân'ın ve sünnetin gerçeklerini incelemeyi yasaklayan kimselerdir. Hatta Kelâm il­minin konularını incelemeyi bile yasaklarlar. Oysa kelâm ilminin işi, dinin gerçeklerini zahirî anlamla­rıyla kabul edip onları sıradan halkın anladığı şekliyle korumaktan, sonra da onları dindarların kabul et­tiği yaygın önermelerle savunmaktan ibarettir. "Rahman arşa istiva etti." ifadesi ile de "mülkü ihtiva etti." anlamı kastedilmiştir. Bu, eşyaya nitelik verme bilgisidir. [el-Mîzan, c.8, s.210-211; c.2, s.504]

[35]- Hıristiyan âlimlerinden birinin adı

[36]- "Melekût" kelimesi, Kur'ân dilinde "O'nun yasası, bir şeyin olmasını dilediği zaman ona 'Ol' demesidir. O şey hemen oluverir. Her şeyin egemenliğini (melekûtunu) elinde bulunduran (O Allah) her türlü noksanlıktan münezzehtir." (Yâsîn, 83) ayetlerinden anlaşılacağı üzere varlıkların Allah'a dönük iç yüzü demektir. (En'âm, 75) ayetinden anlaşılacağı gibi, varlıkların bu yüzüne bakmak ile kesin iman birbirinden ayrılmaz bir ikili oluşturur. [el-Mîzân, c.8, s.488]

[37]- Caselik'in, "Söyle bana, Allah mı arşı, yoksa arş mı Allah'ı taşıyor?" sorusundan açıkça anla­şılıyor ki, Caselik taşımayı bir cismin başka bir cismi taşıması anlamında anlıyor. Oysa İmam'ın, "Arşı, gökleri, yeri... taşıyan Allah'tır." sözünden anlaşıldığına göre, İmam taşımayı analitik anlamda alıyor ve onu bir şeyin varlığını taşıma şeklinde tefsir ediyor. Bu da nesnelerin varlıklarının Allah ile kaim olma­sı ve bu kaim oluşun kendi başlarına değil, kesinlikle Allah'a bağımlılık şeklinde olması şeklindedir. Malumdur ki, bu anlamın gerektirdiği sonuç nesnelerin Allah'ı taşıyanlar değil, O'nun tarafından taşı­nanlar olmasıdır. Bundan dolayı Caselik bu sözleri işitince İmam'a, "O gün onların üstünde sekiz melek, Rabbinin arşını taşırlar." (Hakka, 17) ayetinin anlamını soruyor. Çünkü az önceki anlamda bir şeyin varlığını taşımak sadece Allah'a mahsustur, bu konuda hiç kimse O'na ortak olamaz. Oysa bu ayet taşımayı Allah'tan başkasına izafe ediyor. Bu yüzden İmam, taşımayı ikinci kez tefsir ederek taşı­mayı ilim taşıma anlamında ve arşı da ilim anlamında alıyor.

   Yalnız bu açıklama, iki tefsir arasında çelişki olduğu izlenimini verdiği için İmam sözlerini biraz daha açıklıyor. Bu açıklamada arşın ilim demek olduğu şeklindeki sözünü açıklayarak bu ilmin sıradan insanların anladığı anlamda ilim olmadığını, sıradan insanların ilk plânda anladıkları ilmin nefsanî bir suret olan husulî (zihni) ilim olduğunu, oysa bu ilmin Allah'ın ululuğunun ve gücünün nuru olduğunu, bu ilmin Allah'ın izni ile bu taşıyıcılara verilip onlara gösterildiğini ve buna taşıma adının verildiğini anlatıyor. Bununla birlikte o ilim, aynı zamanda Allah tarafından taşınmaktadır. Bunda çelişki yoktur. Nitekim bizim fiillerimizin varlığı, bizim yanımızda hazır ve bizim tarafımız­dan taşmıyor olduğu gibi, aynı zamanda Allah katında da hazırdır ve O'nun tarafından taşınmaktadır. Allah, bu varlığı bize sunan asıl maliktir.

   Kısacası bütün nesnelerin ortaya çıkmasını sağlayan ilâhî yüceliğin ve ilâhî gücün nuru, kendi dışındaki her şeyi kuşatan arştır. Bu, yüce Allah'ın arşın kapsamındaki her şeye malik oluşudur. Bu nu­run taşıyıcısı, yüce Allah'tır. Sonra da yüce Allah'ın kendilerini bu nurdan nasiplendirdiği kimseler, Al­lah'ın izni ile onu taşırlar. Allah ise, hem taşıyanın, hem de taşmanın taşıyıcısıdır. Buna göre, "sonra arşa kuruldu." (Bakara, 29) ifadesinde sözü edilen arşa kurulma, egemenlik ve "Rabbinin arşını ta­şırlar." ifadesindeki arş, ilim demektir. Bunların ikisi de aynı şeydir. Bu da bütün nesnelerin ortaya çıkmasını sağlayan, varlık düzenindeki bütün ayrıntılı tedbirlerin ana hatlarının yoğunlaştığı makamdır. Burası tedbirlerin çıkışına kaynaklık eden merkez ile nesnelerin ortaya çıkışını sağlayan ilim makamıdır.

   İmam'ın sözlerinin, "O'nun yüceliği ve nuru sayesinde müminlerin kalpleri gerçekleri görür ol­du." diye başlayan bölümü şu anlama gelir: Bu makam öyle bir makamdır ki, müminler toplumunun içinde bulunduğu mutluluk düzeninin tedbirine kaynaklık eder, müminlerin Allah'a doğru ilerleyişleri­nin yolunu gösterir, Rablerinin yüce konumunu tanımayan bütün inatçı Allah düşmanlarını kapsayan bedbahtlık düzenine merkezlik eder. Daha doğrusu bu makam, genel evrensel düzene kaynaklık eden bir makamdır. O düzen ki, bütün varlıklar onun altında yaşar, davranışları ve gelenekleri ile Allah'a yaklaşma doğrultusunda yol alanlar ona uyarak yol alırlar. Fakat bu varlıkların kimi Allah'a doğru yak­laşma dileklerinin bilincinde iken, kimi de bu bilinçten yoksundur.

   İmam'ın, "O, her şeyin hayatı ve her şeyin nurudur." şeklindeki sözü, daha önceki sözlerini açıklayan bir gerekçe gibidir. O sözler, her şeyin Allah tarafından taşındığını açıklayan sözlerdir. Bu sözün anlamı şudur: Bütün nesneler Allah sayesinde var olmaktadır. Bütün nesneleri kavrayan, bütün nesnelere varoluş süreçlerinin özel yolunu gösteren O'dur. O, aslında karanlık olan bu yolu kendi nuru ile aydınlatmaktadır. Buna göre nesneler kendileri için hiçbir şeye malik değildirler. Onlara malik olan ve varlıklarım taşıyan yüce Allah'tır.

   Ali (a.s), "Allah orada, burada, üstte, alttadır." şeklindeki sözleri ile şunu kastediyor: Allah, bü­tün nesnelerin varoluşlarının sağlayıcısı, koruyucusu ve taşıyıcısı olduğu için O'nun olmadığı hiçbir yer olmadığı gibi belirli bir mekânı da yoktur. O'nun bir yerde olması veya yeri belli bir nesne ile birlikte olması demek, o nesneyi koruması, varlığını taşıması ve onu kuşatması demektir. O nesne diğer bütün nesneler ile birlikte O'nun koruması ile korunmuş, O'nun tarafından taşınmakta ve kuşatma altındadır.

   Bu durum, Allah'ın nesnelere ilişkin fiilî bilgisi olarak yorumlanır. Böyle demekle her şeyin O'nun katında olduğunu, O'ndan saklı olmadığını kastediyoruz. Bundan dolayı İmam, "O hâlde kürsî; gökleri, yeri, gökler ile yer arasındaki ve yer altındaki bütün varlıkları kuşatmıştır." diyerek kürsînin kapsamlılığına işaret ettikten sonra, "Eğer yüksek sesle konuşacak olursan, O gizliyi de, gizlinin gizli­sini de bilir." buyurarak kürsînin ilim anlamına işaret etmiştir. Bundan çıkan sonuç şudur:    

   Arş ile özdeş anlamda kullanıldığı kürsî; kapsama, tedbir ve koruma makamı olmasının yanı sı­ra aynı zamanda ilim ve hazır olma makamıdır. İmam daha sonra bu sonucu, "O'nun kürsîsi, gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır." ayetine uyarlamıştır.

   İmam'ın, "Allah'ın melekûtunda yarattığı hiçbir şey bu dört şeyin dışında değildir." şeklindeki sözü, ilk başta sözünü ettiği dört renge işaret gibidir. Miraç hadislerini incelerken bu konu ele alınacak­tır, inşaallah. İmam, "Yüce Allah'ın seçkin kullarına... gösterdiği melekût budur." şeklindeki sözüyle de arşın melekûttan ibaret olduğunu belirtiyor. Yalnız melekût, üst ve alt olmak üzere iki tanedir. Arş, bütün tedbirlerin ana hatlarının merkezi ve ileride gelecek hadisin delaletiyle iki gayp kapısının içeride olanı olduğu için, üst melekût olması ihtimali güçlüdür.

   İmam'ın, "Arşı taşıyanlar nasıl Allah'ı taşıyabilirler ki?!" sözü, sözlerinin başında, arşın nesnele­rin varlığını taşıma ve gerçekleştirme makamı olduğu yönündeki sözünü pekiştirir niteliktedir. Buna göre arşı taşıyanlar, aslında Allah tarafından taşınanlardır, taşıyıcılar değillerdir. Nasıl taşıyıcı olabilir­ler ki?! Oysa varoluşları ve varoluş süreçleri kendileri ile değil, yüce Allah ile kaimdir. İmam, bu varo­luş makamını ilim olarak kabul ettiği için "Oysa onların kalpleri O'nun verdiği hayat sayesinde diridir ve O'nun nuru sayesinde O'nu tanıyabilmişlerdir." şeklindeki sözleri ile arşı taşıyanların varoluşlarını ve varoluşlarının kemalini kalplerle ve Allah'ı tanıyabilirle nuru ile ifade etmiştir. [el-Mîzan, 8/223-225]

[38]- Tevhid adlı eserde Hannan b. Südeyr şöyle der: Cafer Sadık (a.s)'a arşın ve kürsînin ne oldu­ğunu sordum. Bana şu cevabı verdi: "Arşın birçok değişik sıfatı vardır. Kur'ân'da kullanıldığı yere uy­gun bir sıfatı vardır. Meselâ, "O, büyük arşın Rabbidir." ifadesi, "O büyük mülkün Rabbidir." de­mektir... "Sonra arş, kürsî ile birlikte zikredildiğinde, ondan farklı anlama gelir.

   Çünkü bunlar en büyük iki gayp kapısındandırlar. Her ikisi de gayptır. Gaypta birbirinin yanın­dadırlar. Çünkü kürsî, gaybm dış kapısıdır. Yoktan var olmaların doğuş yeri bu kapıdır. Bütün nesnele­rin ortaya çıkışları oradandır. Arş ise, gaybın iç kapısıdır. Niteliğe, oluşa, miktara, sınıra, nereye, dile­ğe, irade biçimine, sözcüklere, hareketlere, terke, başlangıca ve dönüşe ilişkin bilgi burada bulunur."

   "Buna göre bunlar, ilimde birbirinin yanında iki kapıdır. Çünkü arş mülkü, kürsî mülkünden başkadır. Arş ilmi de, kürsî ilminden daha gizlidir. Bundan dolayı, "O, büyük arşın Rabbidir." buyruluyor. Yani arşın sıfatı, kürsînin sıfatından daha büyüktür. Bununla birlikte birbirinin yanındadırlar."

   İmam'a, "Kurbanın olayım, arş niçin üstünlükte kürsînin komşusu oldu?" dedim. Bana şu ceva­bı verdi: "Arşın kürsînin komşusu olmasının sebebi, arşta niteliklere ilişkin bilginin bulunması, kürsîde ise beda kapsamındaki gelişmelerin, bunların gerçekliklerinin, ayrılma ve birleşme sınırlarının bilgisi­nin bulunmasıdır. Dolayısıyla bu ikisi birbirinin komşusudur. Sözgelimi, biri ötekini taşıyor. Tıpkı âlimlerin sözlerindeki sözgelimleri gibi. Bir de, arş ve kürsî böyle (bir örnekle) açıklanmıştır ki, âlimler her ikisinin de doğru olduğunu anlasınlar, kavrasınlar. Çünkü Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah güçlüdür, azizdir." [et-Tevhid, s.321, Tahran basımı]

   İmam'ın (a.s), "Arşın birçok değişik sıfatı vardır." şeklindeki sözü, daha önce sözünü ettiği­miz arşa kurulmanın, evrensel tedbirlerle ilgili dizginlerin Allah katında toplanması demek olduğu yolundaki görüşü destekler. Sözlerinin sonundaki, "Tıpkı âlimlerin sözlerindeki söz gelimleri gibi." ifadesi de, bu görüşü doğrulamaktadır.

   İmam'ın, "Bu da nesnelerin niteliklerine ilişkin bilgidir." sözünden maksat, varlıkların yüce ne­denlerine ve nihaî sebeplerine ilişkin bilgidir. Çünkü "nasıl" soru edatı ile bir nesnenin sıfatı sorulduğu gibi, varoluş sebebi de sorulabilir. Örneğin, "Şu nesne nasıl var oldu?" veya "Zeyd, yapamayacağı şu işi nasıl yaptı?" denebilir.

   İmam'ın, "Sonra arş, kürsî ile birlikte zikredildiğinde ondan farklı anlama gelir." sözünden maksadı şudur: Arş ve kürsî, nesnelerin ortaya çıkışına ve bu âleme inişine merkezlik eden bir gayp makamı olmaları açısından bir olmakla birlikte arş, kürsîden farklı bir kavramdır. Çünkü söz konusu gayp makamı özü itibariyle iki makama ve iki kapıya ayrılır. Fakat bu iki kapı, iki zıt şey değil, iki birlikte olan şeydir. Biri bu âleme açılan dış kapı, öbürü ondan sonra gelen iç kapıdır. İmam, "Çünkü kürsî, gaybın dış kapısıdır..." şeklindeki sözleri ile bu gerçeği açıklıyor.

   İmam'ın (a.s), "Çünkü kürsî, gaybın dış kapısıdır. Yoktan var olmaların ve nesnelerin ortaya çı­kışlarının doğuş yeri bu kapıdır." sözünün anlamı şudur: Varlık âleminde adım atan her şey, bir ön ör­neği olmadan buradan ortaya çıkar. Bütün nesneler buradan gerçeklik kazanır. Çünkü bütün nesneler, bir ön örneği olmayan yeni şeylerdir. Bir şeyin bir ön örneği olmayan yeni şey olması için eski durum­dan meydana gelmesinin beklenmemesi gerekir. Bu eski durum, bu yeni şeyden önceki eski şeyleri üre­ten durumdur. O eski durum gider, yerine bu yeni durum ortaya çıkar. Bu da, bir sebebin hükmünü yok edip başka bir sebebin hükmünü ortaya koyma demektir ki, buna "beda" denir. Dolayısıyla çatışmalı sebeplerin ve çelişik güçlerin işleyişine dayanan bu âlemdeki bütün olup bitenler, değişen iradeler (be-dalar) sonucu örneksiz olarak ortaya çıkan şeylerdir.

   Ancak varlık âleminde sürekli çatışan bu çelişkili sebeplerin ve iradelerin üzerinde de onlara egemen olan bir sebep vardır ki, ancak onun istediği olur. Bu irade, bu sebebi şu sebeple etkisiz bırakır, şu iradenin hükmünü değiştirir, her şeyin mutlak etkisini başkası ile kayıtlandırır. Belirli bir amaçla bir yolu kat etmek isteyen birini düşünelim. Bu kimse yolu yürümeye koyulur. Yolda ilerlerken kimi za­man dinlenme molası verir. Bu molanın gerekçesi, yol almanın ve hareket hâlinde olmanın gerekçesi ile çatışabilir. Böylece bir irade diğer bir iradeyi değiştirmiş olur. Fakat ortada her iki iradeye egemen olan, iradelerin birini öne alıp öbürünü arkada bırakarak çalışmayı isteği uyarınca düzenleyen başka bir irade vardır. Hareketin ve molanın sebepleri olan iradelerin her biri kendi hesabına çalışmakla ve rakibi ile çatışmakla birlikte, her ikisi de üstlerindeki iradeye itaat etmekte ortaktırlar, kendilerinden üstün sebebin gereklerini yerine getirmekte dayanışma halindedirler.

   İşte iki çelişkili sebebin ayrıldığı ve birbirleri ile çatıştıkları makam kürsîdir. Buna karşılık, bu iki sebebin uzlaştığı ve bağdaştığı makam ise arştır. Açıktır ki, ikinci makam birincisinden öndedir ve bu iki makam özetlik ve ayrıntılılık, gizlilik ve açıklık bakımından birbirinden farklıdır.

   Bu makamlara arş ve kürsî adlarının verilmesi gayet yerindedir. Çünkü bu makamlar, hüküm­darın tahtının ve bağlı koltuklarının özelliklerine sahiptirler. Zira kürsî, hükümdarın hükümlerinin me­murları ve işçileri aracılığı ile ortaya çıktığı bir aşamadır. Memurların ve işçilerin her biri kendi hesa­bına ülkenin bir bölüm işleri üzerinde çalışır. Bu koltuklar kimi zaman birbirleri ile çatışırlar. Bu çatış­ma sonucunda bazısının hükmü diğerinin önüne geçtiği gibi, kimisi başkasının hükmünü ortadan kaldı­rır. Fakat ikisi birlikte ve uyumlu biçimde arşın (tahtın) hükümlerine itaat eder. Taht hükümdara mah­sustur. Sebeplerin çatışmasına konu olmayan, memurların ve işçilerin yürürlükten kaldıramayacağı hü­küm onun hükmüdür. Bütün ayrıntıların ana hatları ve memurlarla işçiler aracılığı ile ortaya çıkan bü­tün gelişmelerin içyüzleri onun tahtında (arşında)dır.

   Bu açıklama ile İmam'ın (a.s), "Çünkü kürsî, gaybın dış kapısıdır..." şeklindeki sözünün anlamı ortaya çıkıyor. "Yoktan var olmaların doğuş yeri bu kapıdır." Yani evrende örneksiz olarak ortaya çı­kan şeyler, buradan ortaya çıkarlar. "Bütün nesnelerin ortaya çıkışı oradandır." Yani yaratılışın ayrıntı­ları ile değişik ve farklı birimleri oradan ortaya çıkarlar.

   İmam'ın, "Arş ise, gaybın iç kapısıdır." sözü, kürsînin dış kapı olmasının karşıtıdır. Bu kapıların dış ve iç, zahir ve batın olmaları, o kapılardan çıkan hükümlerde farklılık olup olmaması bakımındandır

   İmam'ın (a.s), "Niteliğe... ilişkin burada bulunur." şeklindeki sözü, nesnelerin ayrıntılarının va­rıp dayandığı ana hatların bütün bilgi ve taslaklarının orada bulunduğu anlamındadır.

   İmam'ın (a.s), "Niteliğe... ilişkin bilgi" ifadesindeki "nitelik" ten maksat, sanki bir nesnenin se­beplerinden meydana gelmesinin özelliğidir. Aynı ifadesindeki "oluş" tan maksat, bir nesnenin varolu­şunun tamamı, "başlangıç" ve "dönüş"ten maksat ise, nesnelerin varoluşlarının başlangıçları ve sonlan demektir. "Miktar" ve "sınır" ise aynı anlama gelirler. Yalnız miktar, bir nesnenin kendisi itibariyle du­rumu demekken sınır, bir nesnenin başkasına nispetle başkasının kendisine karışmasına engel olan, baş­kasını kendisinden ayıran durumu demektir. İmam'ın (a.s) "nere?" sözü, mekânla ilgili bir mensubiyet demekken "dilek" ve "irade biçimi" kelimeleri aynı anlamdadır. Dileğin, isteğin özü ve irade biçiminin, isteğin özelliği anlamına gelmesi de mümkündür.

   İmam'ın (a.s), "sözcüklere, hareketlere ve terke ilişkin bilgi" sözüne gelince; sözcüklere ilişkin bilgi, sözcüklerin tabiî olarak dış dünya ile bağlantılı anlamlarının nasıl ortaya çıktığı ile ilgili bilgi de­mektir. Çünkü vaz'î delâlet, sonuçta tabiî delâlete varıp dayanır. Hareketlere ve terke ilişkin bilgi ise, zatlarla bağlantıları bakımından yapılanlara ve terk edilenlere ilişkin bilgi demektir. "Sözcüklere, hare­ketlere, terke ilişkin bilgi" sözüyle, emirler ve yasakların nasıl fiiller ve terklerden kaynaklandığına iliş­kin bilgi ile kelimelerin nasıl aynı kaynağa dayanan gerçeklerinden kaynaklandığına ilişkin bilgi de kastedilmiş olabilir. Terk, hareketlerin karşıtı olarak ortaya çıkan nispî durgunluk demektir.

   İmam'ın (a.s) sözlerinde geçen "beda", bir sebebin başka bir sebebe üstün gelerek onu etkisiz hâle getirmesidir. Kâinattaki bütün çatışan sebepler, etkileri bakımından bu kategoriye girerler.

   İmam'ın (a.s), "Dolayısıyla bu ikisi birbirinin komşusudur. Söz gelimi, biri ötekini taşıyor." sözünün anlamı, daha önceki açıklamadan anlaşıldığı gibi şudur: Arş ile kürsî, birbirleri ile uyumlu iki komşudur. Daha doğrusu bunlar ana hatlı ve ayrıntılı olma bakımından farklılık gösteren tek bir gerçek­tirler. Birine ötekini taşıdığının izafe edilmesi, söz gelimi ve örnek kabilindendir. Çünkü ince ve esrarlı bilgiler, söz gelimleri ve örnekler aracılığı ile anlaşılır. İmam, "Arş ve kürsî, böyle (bir örnekle) açık­lanmıştır ki, âlimler her ikisinin de doğru olduğunu anlasınlar, kavrasınlar." sözü ile şunu söylemek is­tiyor: Bu örnek verilmiştir ki âlimler, onunla ana hat ile ayrıntı, batın ile zahir biçiminde farklılık arz eden, âlemde geçerli olan tedbirlerin ortaya çıkış biçimi ile ilgili kendilerine sunulan gerçek bilgilerin doğruluğunu kanıtlasınlar. Bunları iyi anlamak gerekir. [el-Mîzan, c.8, s.225-229]

   1. Benzeri bir anlamı içeren ve aynı soru-cevap tarzında ifadeler kapsayan birçok rivayet Ehl-i Beyt İmamları'na dayandırılmıştır. Ancak ifade, zahiri itibariyle gariptir. Çünkü "kürsiyyuhu" ifadesi­nin mensup (yani nesne olarak) "es-semavati ve'l-arze" ifadesinin de merfu (yani özne olarak) okundu­ğuna ilişkin herhangi bir kıraat mevcut değildir. Dolayısıyla bu sorunun sağlam bir dayanağı yok gö­rünmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu rivayet, halk arasında, kürsü'nün belli bir cisim olduğu ve gökler üzerine ya da yedinci göğün (cisimler âleminin) üzerine konulduğu şeklindeki yaygın söylentiye dayan­maktadır. Bu söylentilere göre, maddî âleme ilişkin hükümler göğün bu en üst katmanının üzerinde bu­lunan kürsüden veriliyor. Dolayısıyla göklerle yer kürsü'nün konulduğu, kürsüyü kaplayan alan konu­mundadır. Çünkü kürsü onların üzerine konulmuştur. Tıpkı yerin üzerine konulmuş bir kürsü gibi. Bu bakımdan yöneltilen soruya en elverişli anlam şudur: Göklerle yer kürsü'yü kaplamalıdır. Öyleyse kür­sü'nün gökler ve yeri kaplaması ne anlam ifade eder.

   Nitekim "arş" ile ilgili olarak da benzeri ifadeler kullanılmıştır. Verilen cevapta ise, konuyla iliş kin olarak kullanılan "kaplama" deyimi ile herhangi bir cismin bir başka cismi kaplaması gibi maddî âlemde alışageldiğimiz şeklinde bir anlam kastedilmediği vurgulanmıştır.

   Kürsü Allah'ın ilminin bir mertebesidir. Varlık âleminde, hiçbir şekilde sınırlandırılamayan bir ilim mertebesi vardır. Demek istiyorum ki: İçinde yaşadığımız bu evrenin üstünde bir başka evren yer alıyor ve bu evrende yer alan varlıklar, alışageldiğimiz maddî sınırlarla tasavvur edilecek, sınırlandırı­lacak türden değildirler. Bizim varoluşumuz için geçerli olan tanımlamalar, belirlemeler bu üst evrende iş görmezler. Bu evren sınırlandırılamaz olmakla beraber, ulu Allah tarafından bilinmektedir. Yani söz konusu üst evrenin varlığı, ilmin kendisidir. Tıpkı varlık bütününde yer alan sınırlı ve belli varlıkların, var oluşu merhalesinde Allah tarafından biliniyor olması gibi. Yani varlıklar âleminin varlığı Allah'ın ilminin, Onun katında biliniyor olmanın kendisidir.

   "Sınırlandırılmayan ilim" diye sözünü ettiğimiz hususu, İmam Cafer Sadık'ın (a.s): "Arş, hiç kimsenin sınırlarını kavrayıp kuşatamayacağı ilimdir." [başka bir hadis bağlamında] açıklamasından al­gılıyoruz. Bilindiği gibi, ölçülememe, sınırlandırılamama, söz konusu ilmin kapsamına giren olguların sayısal çokluğundan ileri gelen bir durum değildir. Çünkü sonsuz bir sayının varlığı imkânsızdır. Varlı­ğa bürünen her sayı sonludur. Çünkü kendisinden bir sayı daha fazla olandan daha azdır.

   Eğer ilim, yani arşın sonsuz olmayışı, kapsamına giren olguların çokluk itibariyle sonsuz olma­yışından ileri geliyorsa, bu durumda kürsü arşın bir parçası olarak belirginleşir. Çünkü o da, sınırlı da olsa ilimdir. Aksine, sonsuz olmama ve ölçülebilir olma, varlığın kemali ile ilgili bir durumdur. Yani, varlık bütünü ile ilgili sınırlar ve kayıtlar çokluk, belirginlik ve bizim maddî evrenimizde yer alan var­lıklar arasında olduğu gibi ayrıcalık gerektirir. Bu da türlerin sınıflara ve fertlere, fertlerin de durumlara ve mevcut olmayan izafîliklere bölünmesini doğurur. Bu durum da şu ayet-i kerimede işaret edilen hu­susla uygunluk arz etmektedir: "Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri Bizim katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz." (Hicr, 21)

Şu varlıklar bütünü, miktarı bilinmeyen bir ilmin kapsamına giren malum olgular olmaları, ya­ni, ölçülemez bir varoluşla bir ilmin kapsamı içinde var olmaları gibi, sınırlarıyla da birlikte bilinmekte­dirler. Kendi miktarlarım da kuşatan bir bilgi tarafından kuşatılan malum olgulardır. İşte açıklamaya çalıştığımız kürsü budur. [el-Mîzan, c.2, s.501-503]

 

[39]- Musa b. Cafer (a.s)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilir:

«Kıyamet günü arşı sekiz kişi taşır. Dördü öncekilerden; Nuh, İbrahim, Musa ve İsa, dördü son­rakilerden; Muhammed, Ali, Hasan ve Hüseyin'dir, (hepsine selâm olsun)» Arşın ilim anlamına geldiği göz önüne alınırsa... arşın taşıyıcıları olarak söz edilmesinin sakıncası yoktur. [el-Mîzan, c.8, s.234]

[40]- Arş ilim demektir. Su yaratılışın kaynağıdır. Ayrıntılar ortaya çıkmadan önce Allah'ın fiilî il­mi, suya taalluk etmişti. [el-Mîzan, c.8 s.230]

[41]- Bunlar ruh kavramının anlamıyla ilgili rivayetler içinde en değerlileri ve en önemlileridir. Olağanüstü yoğunluktaki gerçekleri içermektedirler. "Allah yolunda öldürülenlere de "ölüler" de­meyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında değilsiniz." (Bakara, 154) Bu ayet ve konuya ilişkin diğer ayetler üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, bundan daha geniş boyutlu bir gerçek açıklığa kavuşa­caktır. Sözünü ettiğimiz "ruhun soyutluğu" dur. Yani bedenden ayrı, beden ve diğer maddî terkiplerin hükmüne tâbi olmayan bir olgu oluşudur. Ruh bedenle bir tür birleşim gerçekleştirmiş, onu bilinç, irade ve kavramaya ilişkin öteki nitelikleriyle yönlendirir. Yukarıda söz konusu ettiğimiz ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman bu anlam iyice belirginleşir. Bu ayetlerden çıkan sonuca göre insan, kişilik olarak beden değildir. Bedenin ölmesi ile ölmez, onun yok olması ile yok olmaz. Bedensel terkibin ayrışması, elementlerinin dağılması ile ortadan kalkmaz. İnsan bedenin yok olmasından sonra da varlığını sürdü­rür, kalıcı nimetler içinde sürekli ve rahat bir hayat yaşar. Ya da bitmez tükenmez bir mutsuzluk girda­bında elem verici bir azap çeker. İnsanın ölümden sonraki mutluluğu ya da mutsuzluğu onun karakte­ristik özelliğine ve amellerine bağlıdır; bedensel olgulara ya da toplumsal yargılara değil.

   Açıkça görülüyor ki, bunlar cismanî hükümlerden ayrı hükümlerdir, bütün yönleriyle dünyevi maddî özelliklerden farklıdırlar. Dolayısıyla insan ruhu bedenden ayrı bir olgudur.

   Bu gerçeği pekiştiren ifadelerden biri yüce Allah'ın şu sözüdür: "Allah, öldükleri sırada can­ları alır, ölmeyenleri de uykularında; sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de gönderir." (Zümer, 42) "Teveffî" ve "istifa" deyimleri, bir hakkın eksiksiz olarak tamamıyla alın­masını ifade ederler. Ayet-i kerimede geçen "tutmak" "almak" ve "göndermek" gibi fiiller, bedenle ru­hun farklılıklarını ifade etmektedirler.

   Bunlardan biri de şu ayettir: "Dediler ki: 'Biz yerde kaybolduktan sonra, biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?' Doğrusu onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, sizi (canınızı) alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz." (Secde, 10-11)

   Burada Allah, ahireti inkâr eden kâfirlerin kuşkularından birini gündeme getiriyor. Diyorlardı ki: Öldükten ve bedensel terkibimiz ayrıştıktan sonra organlarımız birbirlerinden ayrılır, vücudumuzun her bir parçası bir tarafa dağılır. Görünümümüz başkalaşır ve biz toprağın içinde kayboluruz. Dış âlemi algılamamızı sağlayan duyularımız iş görmez hâle gelir. Bütün bunlardan sonra ikinci bir yaratılış müm­kün olur mu? Onlara göre bu, imkânsız bir şeydir. Burada Allah elçisine şu cevabı vermesini telkin edi­yor: "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, sizi (canınızı) alır." Bu ayetten anlıyoruz ki, sizin üzerinize vekil edilen bir melek var; o, sizin canınızı alır ve sizi tutar. Kaybolup gitmenize izin vermez. Onun koruması ve kontrolü altında olursunuz. Toprağa karışıp kaybolan, yalnızca sizin bedenlerinizdir, ruhlarınız değil. "Küm=siz" zamiri bunu gösteriyor. Çünkü yüce Allah, "sizi (canınızı) alır." buyuruyor.

   Aşağıdaki ayetleri de bu meseleye örnek olarak gösterebiliriz: "Ona kendi ruhundan üfledi." (Secde, 9) Yüce Allah bu hususu insanın yaratılışı ile ilgili olarak gündeme getiriyor. Başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 85) Burada yüce Allah "ruh"un köken olarak kendi "emr"inden olduğunu bildiriyor. Bir başka ayette ise "emrini" şöyle tanımlıyor: "O'nun emri, bir şeyi istedi mi ona, sadece 'ol' demektir, hemen oluverir. Yüce­dir O ki, her şeyin melekûtu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83) Bu, "ruh"un "melekut'tan olduğu ve onun "ol" kelimesi olduğu sonucunu ortaya çıkarıyor. Sonra "emr"i bir başka yerde, başka bir nitelikle tanıtıyor: "Bizim emrimiz bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 50) "Göz açıp yumma" ifadesi, gösteriyor ki, "ol" kelimesinden ibaret olan "emir" bir kerede var olan bir olgudur, tedricî bir varoluşu yoktur. O, varlığı zaman ve mekâna bağlı olmaksızın var olur. Bundan da anlaşılıyor ki, emir ve ondan olan ruh cismanî, maddî bir varlık değildir. Çünkü cismanî, maddî varlıkların temel özellikle­ri, tedricî bir varoluşa sahip olmaları, zaman ve mekâna bağımlı olmalarıdır. Dolayısıyla insan ruhu cismanîlikle, maddî bedenle ilintili olsa bile, maddî ve cismanî bir olgu değildir.

   Ruh ile maddî ve cismanî beden ilişkisinin mahiyetini ortaya koyan birçok ayet vardır. Bir ayeti kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sizi ondan (yani yerden) yarattık." (Tâhâ, 55) Konuya iliş­kin diğer örnekleri şöylece sıralayabiliriz: "İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı." (Rah­man, 14) "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan yaptı." (Secde, 7-8) "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir sperma olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra spermayı embriyoya çevirdik. Embriyoyu bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir." (Mü'minûn, 12-14)

   "Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik." (Mü'minûn, 14) el-İnşa -Ragıp el-İsfahani'nin dediği gibi- Bir şeyi var edip terbiye etmek demektir. en-Neş'u ve en-Neş'etu da aynı anla­ma gelir. Nitekim Araplar taze delikanlıya "Naşi" derler.

   Ayetlerin akışının bu aşamasında yaratma=halk kelimesi yerine var etme=inşa kelimesi kullanılmaya başlanıyor. "Sonra onu yarattık.." yerine "Sonra onu başka bir yaratılışla inşa ettik" deniliyor. Bu şekildeki bir ifade değişikliğiyle, önceki maddenin içermediği, birbirlerine yakın olmadıkları yeni bir durumun ortaya çıktığına işaret ediliyor. Çünkü alaka=döllenmiş yumurta, nitelikleri, özellikleri, rengi ve tadı bakımından nutfeden farklı olsa da nutfede bu niteliklerin ve özelliklerin tümünün yerine tama­men benzer olmasa da uyumlu nitelikler ve özellikleri vardır. Kırmızı yerine beyaz rengin olması gibi. Neticede her ikisi de renktir. Ama yüce Allah'ın bu süreçten sonra gerçekleştirdiği yaratılış bundan tamamen farklıdır. Artık hayat, bilgi ve güç sahibi bir insan vardır. Ve bunun bir de zatının özü vardır ki, biz bunu "ben" diye isimlendiririz. Önceki nutfe, alaka, çiğnem et ve etle kaplanmış kemik aşama­larında da ise bunun yerini tutacak bir özellik söz konusu değildi. Aynı şekilde sözünü ettiğimiz bu önceki aşamalarda hayat, güç ve bilgi gibi nitelik ve özelliklerin yerine tutacak başka olgular da yoktu. Şu halde, öncesinde yokluk bulunan yeni bir oluşumdur bu.

   "Buna göre insan, önceleri sürekli değişen, farklı biçimler alan doğal bir cisimdi; sonra yüce Allah bu donuk ve hareketsiz cismi yeni bir yaratılış sürecine sokarak irade ve bilinç sahibi bir varlık hâline getirdi. Bu yeni haliyle bilinç, irade, düşünce ve olgular üzerinde tasarrufta bulunma, yer değişti­rerek ya da değişime uğratarak doğal olgulara ilişkin düzenlemelerde bulunma gibi hareketlerde, faa­liyetlerde bulunabiliyor ki cisimler, maddî olgular böyle hareketlerde bulunamazlar. Şu hâlde ruh cis-manî değildir ve ruhun içine konulduğu yer onun üzerinde etkin değildir.

   Ruhun oluşumuna yol açan cisim -ki bu cisim kendisinden ruh var edilen bedendir- açısından ruh, ağacın meyvesi ya da daha uzak bir bağlantıyla kandilin ışığı gibidir. Bu şekilde ruhun bedenle olan ilişkisinin nasıl meydana geldiği ortaya çıkıyor. Ölümle birlikte bu ilişki kopuyor, bağlantı kesi­liyor. Şu hâlde ruh varoluşunun ilk aşamasında bedenle aynıdır, sonra ondan yaratılarak ayrı bir olgu olarak ortaya çıkıyor, ardından bütünüyle ondan bağımsız bir yapıya kavuşuyor. Yukarıya aldığımız ayetlerin ifadelerinden çıkan sonuç budur. Bu gerçeği ima ya da dolaylı anlatımla ifade eden başka ayetler de vardır. Titiz bir gözlemci bunları rahatlıkla fark edebilir ve doğru yol kılavuzu ulu Allah'tır. [el-Mîzan, (Hicr, 29; Mü'minûn, 14) Tefsir; c.l, s.493-496]

[42]- Büyük bir ihtimalle burada kastedilen dualistler aydınlık ve karanlık ikilemine inananlar de­ğil, eşyanın kadimliğine inananlardır.

[43]- Ruh ve beden gibi

[44]- Ölümden sonra bedenin çürümesi gibi

[45]- İmam'ın (a.s) bu sözleri Allah'ın zatının ve zatıyla ilgili sıfatlarının birliğinin anlamım açıkla­mak için serdedilmiştir. Bu açıklamada Allah'ın zatının sonsuz ve sınırsız olduğu, dolayısıyla zatının karşısında hiçbir zatın bulunmadığı vurgulanmaktadır. Çünkü eğer böyle bir şey olsaydı, bu zat O'nu sınırlılıkla tehdit eder, ölçülülüğe mahkûm kılardı. Böyle bir şey olmadığına göre O her şeyi kuşatıcı­dır, her iş üstünde egemen güçtür. Böyle (sonsuz) bir varlığın zatından ayrışan bir sıfat da olmaz. Çün­kü bu durumda ezelîliği bozulmuş olur, sınırsızlığına halel gelir. [el-Mîzan, c.6, s. 133]

[46]- "Dinin başlangıcı Onu (Allah'ı) tanımaktır. Onu tanımanın kemâli, Onu doğrulamaktır. Onu doğrulamanın kemâli, Onu birlemektir. Onu birlemenin kemâli, sırf Ona yönelmektir (ihlâs). Sırf Ona yönelmenin (İhlâsın) kemâli, sıfatları Ondan nefyetmektir. Çünkü her sıfat, mevsuftan başka olduğunun tanığı, her mevsuf da sıfattan ayrı olduğunun şahididir. Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, Onu (o sıfata) yanaşık kılmış olur. Onu yanaşık kılan, Onu ikilemiş olur. Onu ikileyen, Onu parçalara bölmüş olur. Onu parçalara bölen, Onu tanımamış olur. Onu tanımayan, Ona işaret etmiş olur. Ona işaret eden, Onu sınırlamış olur. Onu sınırlayan, Onu sayıya sokmuş olur." (Nehc'ül-Belâğa, birinci hutbenin başları)

   Bu beyan, tevhit hakkında eşi-benzeri görülmemiş en güzel açıklamadır. Açıklamanın birinci bölümünün özü şudur: Allah'ı tanımanın kemâl yönündeki son aşaması, sıfatları O'ndan nefyetmektir.

   Birinci bölüme bina edilen ikinci bölümün, yani "Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış olur." ifadesinden sona kadar olan bölümün özü ise şudur:

   Yüce Allah'a birtakım sıfatlar ispat etmek, O'nun hakkında mümkün olmayan sınırlamaya bağlı sayısal birliği ispat etmeyi gerektirir. Bu iki mukaddimeden çıkan sonuç ise şudur: Allah'ı tanımanın kemâli, sayısal birliği O'ndan nefyedip, başka bir anlamdaki birliği O'nun hakkında ispat etmektir. Hz. Ali'nin (a.s) bu açıklamadan maksadı da işte bu anlamdaki birliği (tevhidi) ispat etmektir.

   Sıfatları Ondan nefyetmek konusuna gelince; Ali (a.s), "Dinin başlangıcı Onu tanımaktır." Şek­lindeki sözüyle bunu açıklamıştır. Çünkü açıktır ki, Allah'ı hiçbir şekilde tanımayan, daha din alanına girmemiştir. Tanıma, bazen tanımayla bağlantılı bir amelle ve tanımanın gereklerini yerine getirmekle birlikte olur, bazen de herhangi bir amelle birlikte olmaz. Bilindiği gibi amellerle arasında bir tür bağ­lantı bulunan bilgi, ancak onun amelî gerekleri yerine getirilirse, insanın öz benliğinde sabit ve kalıcı olur. Aksi takdirde, karşıt amelleri yapmakla bilgi zayıflamaya yüz tutarak silinip gider ya da hiçbir et­kisi olmayan faydasız bir şeye dönüşür. Ali (a.s) Nehc'ül-Belâğa'da da aktarılan bir sözünde bu konuda şöyle buyurur: "Bilgi amelle yan yanadır. Bilen amel eder. Bilgi, amele çağırır. Bilgi sahibi, bu çağrıya kulak verirse, (bilgi onda kalır) aksi takdirde ondan ayrılıp gider." (Nehc'ül-Belâğa, Kısa Sözler: 366)

   Bir şeye yönelik bilgi ve tanıma, ancak bilen ve tanıyan şahsın bilinen ve tanınan şeye samimi­yetle bağlanması ve bunu içine ve dışına, gönlüne ve davranışlarına yansıtmasıyla, yani ruhen ve cis­men onun karşısında eğilmesiyle kâmil olur. İnsanın içine ve dışına yayılan bu eğilmeye iman denir. Hz. Ali (a.s), "O'nu tanımanın kemâli, O'nu doğrulamaktır." sözüyle bu anlamı kastediyor.

   Her ne kadar "O'nu doğrulamak" olarak adlandırılan bu eğilme (huzu), putperestlerin hem Al­lah, hem de diğer ilâhlarının karşısında eğildikleri gibi, karşısında eğilen Rabbe ortak koşmakla da mümkünse de, ancak açıktır ki, başkalarından yüz çevirmedikçe bu eğilme tam ve eksiksiz bir eğilme sayılamaz. Dolayısıyla ilâhlardan biri karşısında eğilme, diğerlerinden yüz çevirme ve onlara bir tür baş kaldırma anlamını taşır. Böylece Allah'ı doğrulamak ve makamı karşısında eğilmek, ancak çok sayıda ilâhlar inancından vazgeçip onlara tapmaktan kaçınmakla kâmil olur. "O'nu doğrulamanın kemâli, O'nu birlemektir." sözü, bunu anlatmak istiyor.

   Birlemenin (tevhidin) de biri diğerinin üstünde çeşitli aşamaları vardır. En üst ve kâmil aşama­sı, tek ilâha, ilâhlık hakkını eksiksiz teslim etmekle gerçekleşir. Bunun için insanın O'nu "tek ilâh" ola­rak adlandırması yetmez. Varlık ve kemâl adına sahip olduğu -yaratma, rızık verme, diriltme, öldürme, verme, engelleme gibi- her şeyi bütünüyle O'na izafe etmesi gerekir. Bunun yanında eğilme ve tapmayı da O'na hasretmesi, O'na özgülemesi, başkası karşısında hiçbir veçhile eğilmemesi gerekir. Hatta ancak O'nun rahmetini ummalı, ancak O'nun gazabından korkmalı, ancak O'nun katındakine göz dikmeli ve ancak Onun kapısına yönelmelidir.

   Başka bir ifadeyle, ilim ve amelde, bilgi ve davranışta sırf O'na yönelmelidir (ihlâs). "Birleme­nin kemâli, sırf ona yönelmektir." ifadesinin anlamı budur.

   İnsan sırf Allah'a yönelerek ihlâs makamına erişip Allah'ın yardımıyla Allah'ın dostları arasına girdiği zaman, O'nu hakkıyla tanımaktan, büyüklüğü ve yüceliğine yaraşan bir sıfatla nitelemekten âciz olduğunu anlar. Hatta bazen yüce Allah'a yakıştırdığı sıfatların, karşılaştığı yapılmış ve yaratılmış şey­lerden algıladığı anlamlar ve gözlemlediği mümkün varlıkların analizinden ulaştığı kavramlar olduğunu görür. Oysa bu yolla algılanan anlamlar, birtakım sınırlı ve kayıtlı kavramlardır ki, birbirini iter, bir­biriyle karışma ve birleşmeyi kabul etmezler. Örnek olarak varlık, ilim, kudret, hayat, rızık, izzet, gına vs. kavramlarına bakabilirsiniz.

   Sınırlı kavramların birbirlerini itmesinin nedeni, her kavramın öteki kavramdan boşaltılmış ol­ması, öteki kavramı içermemesidir. İlim kavramı ile kudret kavramım ele alırsak, göreceğiz ki, ilmin anlamını tasavvur ettiğimiz zaman kudret anlamını içermeyen bir anlamı tasavvur ediyoruz. İlmin ifade ettiği anlamda kudretin anlamım bulamıyoruz. Aynı şekilde bir sıfat olarak ilmin anlamını tasavvur et­tiğimizde göreceğiz ki, onu, ilim sıfatına sahip olan zatın anlamından ayrı olarak düşünüyoruz.

   Bu kavramlar, bilgiler ve algılar, yüce Allah'a hakkıyla intibak etmekte, yüce Allah'ı olduğu gi­bi anlatmakta yetersiz kalırlar. Bu nedenle ihlâs makamına ermiş olan kimse, Rabbini vasfetmede tela­fisi mümkün olmayan aczini ve yetersizliğini ikrar etmekten başka bir çaresi olmadığını anlayarak dö­nüp ispat ettiğini nefyeder ve kurtuluşu olmayan bir hayrete düşer. Hz. Ali'nin sırf O'na yönelmenin (İhlâsın) kemâli, sıfatlan O'ndan nefyetmektir. Çünkü her sıfat mevsuftan başka olduğunun tanığı, her mevsuf da sıfattan ayrı olduğunun şahididir." şeklindeki sözünün anlamı budur.

   Hz. Ali'nin (a.s) bu sözlerinin hemen öncesinde hutbenin başındaki sözleri de bizim bu açıkla­mamızı desteklemektedir. Konu üzerinde derin düşünen zeki bir insan bunu teslim eder. Orada şöyle buyuruyor Hz. Ali (a.s): "O, öyle bir mabuttur ki, himmetler yücelere çıkmakla O'nu idrak edemez. Üs­tün zekâlar derinlere dalmakla O'na ulaşamaz. O, öyle bir mabuttur ki, sıfatının belirli bir sınırı, mevcut bir niteliği, sayılı bir vakti ve süreli bir müddeti yoktur."

   "Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış olur." ifadesinden sona kadar olan sözleriyle de Hz. Ali (a.s), sıfat ispat etmeyi çözümleme yoluyla, yüce Allah'ın sınırı olmadığı ve sayı­ya sığdırılmayacağı sonucuna varıyor. Tıpkı birinci bölümdeki sözleriyle tanıma ve bilmeyi çözümleme yoluyla sıfatı nefyetme sonucuna vardığı gibi.

   Böylece Allah'a sıfat yakıştırmaya kalkışan, Onu o sıfata yanaştırmış, o sıfatla yan yana koy­muş olur. Çünkü bilindiği gibi sıfat ile mevsuf ayrı ayrı şeylerdir. İki ayrı şeyi bir araya toplamak, onla­rı birbirine yanaştırmakla olur. Onu sıfatına yanaştıran, Onu ikilemiş olur. Çünkü bu durumda Onu bir mevsuf, bir de sıfat olarak ele almış olur. Mevsuf ile sıfat da iki şeydir. Onu ikileyen, Onu iki parçaya bölmüş olur. Onu parçalara bölen, kafasının bir köşesinde aklî bir işaretle Ona işaret ederek Onu bilme-miş tanımamış olur. Ona işaret eden, Ona sınır belirlemiş, Onu sınırlamış olur. Çünkü işaret, işaret eden­le işaret edilenin arasında bir nevi mesafenin varsayımıyla birinciden başlayıp ikincide biten bir eylem olduğuna göre aralarında işaretin gerçekleşmesi için işaret edilenin işaret edenden ayrı olmasını gerek­tirir. Onu sınırlayan, Onu sayıya sokmuş, Onu sayısal anlamda birlemiş, "bir" bilmiş olur. Çünkü sayı, varlıksal bölünme ve ayrılmanın gereğidir. Allah bundan münezzehtir, yücedir. [el-Mîzan 6/121-124]

[47]- "Vech" kelimesinin bir organ olan yüz anlamından, bir şeyin başka bir şeyle karşılaştığı yönü anlamına geçilerek anlam ve kullanım genişliğine kavuştuğu, şüphe edilmeyecek bir gerçektir. Kelime­lerin anlamlarının gelişme sürecinde bu, bilmen bir şeydir. Fakat biraz dikkat edilirse, yüz kelimesiyle zatın kastedilmesinin pek de mümkün olmadığı görülür. Çünkü ne olursa olsun bir şey, ancak özünün (zatının) görünen ve ortada olan sıfat ve isimlerinden biriyle başka bir şeyin karşısına çıkar, ona kendi­sini gösterir. Bilgi de bu sıfat ve isimlere taalluk eder. Biz, bildiğimiz bir şeyi, onun sıfatları veya isimlerinden biri aracılığıyla biliriz. Sonra, bu bilgimizden hareketle onun zatını, özünü kanıtlarız. Ama ke­sinlikle onun zatına, özüne direkt olarak dokunanlayız.

   Çünkü bizler, varlıkları öncelikle duyu organları aracılığı ile algılarız. Bunlarsa ancak şekiller, çizgiler ve nitelikler gibi özellikleri algılayabilirler. Bu açıdan zatı ve özü algılamamız söz konusu de­ğil. Sonra algıladığımız bu özelliklerden hareketle, bunların bir de zatları ve özleri olduğunu ve o araz­lar ve sıfatların (özelliklerin) bu zatlarla kaim olduğunu anlarız. Çünkü arazlar ve sıfatlar, tabidirler. Tâbiler de, kendilerini ayakta tutacak bir şeye ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla, "Zeyd'in zatı, özü" dediği­miz zaman, gerçekte bu sözle, Zeyd'in sıfatları ve özelliklerine kıyasla kendimizin kendi sıfatlarımız ve özelliklerimize olan nispetimiz, izafemiz gibi bir nispeti, izafesi olan bir şeyi kastediyoruz. Şu hâlde zatların, özlerin kavranması, daima bir tür kıyas ve izafeyle birlikte olan düşünsel bir kavrayıştır.

   Mahiyeti (belli bir sınırı) olan zatların, düşünsel olarak eksiksiz bir şekilde kavranması, ancak onların sıfatlan ve etkileri aracılığıyla, bir tür kıyas ve izafe yardımıyla gerçekleştiğine göre, zatı için sınır, varlığı için sonluluk söz konusu olmayan Allah açısından durum daha açık ve daha belirgindir. Çünkü bir şey hakkında bilgi sahibi olmak, ancak o şeyin sahip olduğu şeylerin sınırlarının belirlenme­siyle mümkündür. Bu açıdan Allah'ın bilgice kuşatılması mümkün değildir: "Bütün yüzler, o diri olan ve her şeyi ayakta tutan yüce zata boyun eğmiştir. "Onu bilgice kuşatamazlar." (Tâhâ, 111-110)

   Bir şeyin yüzü (vechi), başka bir şeye yönelik olan tarafı demektir. Bu nedenle, aynı kökten tü­reyen ve işaret edilen taraf anlamına gelen cihet (yön) de, yüz (vech) sayılmaktadır. Çünkü işaret yo­luyla belirlenen şey açısından yön (cihet), başkasına yönelen bir insanın yüzü konumundadır. Bu açıdan salih ameller Allah'ın yüzü gibidirler. Yıkıcı, bozguncu ameller de şeytanın yüzüdürler. Aşağıdaki ifa­deleri, bu anlama yormak mümkündür: "Allah'ın yüzünü isteyenler." [Rûm, 38] "Biz size Allah'ın yüzü için yediriyoruz." (İnsan, 9) Ve benzeri diğer ayetler.

   Aynı şekilde, yüce Allah'ın onlarla yarattıklarına yöneldiği rahmet, yaratma, hidayet gibi fiilî sıfatları, hatta yüce Allah'ı bir şekilde bilmemize yarayan hayat, ilim ve kudret gibi zatî sıfatları, Allah'­ın yüzüdürler. Allah, bunlar aracılığıyla yarattıklarına yönelir, yarattıklarıyla karşılaşır. Şu ayetin buna işaret ettiğini, hatta delâlet ettiğini söyleyebiliriz: "Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü baki kalacaktır." (Rahman, 27) Çünkü, ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla "celâl ve ikram sahibi" ifadesi, "yüz"ün sıfatıdır, "Rabb"in değil. Bu inceliğe özellikle dikkat edilmesi gerekir.

   Yüce Allah'ın tarafının O'nun yüzü ve yönü olarak kabul edilebileceği anlaşıldığına göre, bir şekilde O'na izafe edilen, O'na yakın olduğu kabul edilen şeylerin de O'nun yüzü olarak algılanması doğru olur. İsimleri, sıfatları ve dini gibi; salih ameller gibi. Aynı şekilde peygamberler, melekler, şe­hitler ve günahları bağışlanmış müminler de yüce Allah'ın yüzü konumundadırlar.    

   Böylece şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

   Birincisi: Şu ayetlerin ifade ettikleri anlam zihnimizde belirginleşiyor: "Allah'ın yanında bu­lunan bakidir." (Nahl, 96), "Onun yanında bulunanlar, büyüklük taslayıp Ona kulluk etmekten geri durmazlar." (Enbiyâ, 19), "Rabbinin yanında olanlar, büyüklük taslayıp O'na kulluktan geri durmazlar ve O'nu tespih ederler." (A'râf, 206) Yine, Allah yolunda öldürülenlere ilişkin şu ifadeyi de bu kategoride değerlendirebiliriz: "Bilâkis onlar diridirler ve Rablerinin yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 169), "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın." (Hicr, 21)

   Şu hâlde bu ayetleri, önceki ayetle birlikte değerlendirdiğimiz zaman, bu olguların tümünün yüce Allah'ın baki oluşuyla beka ve sonsuzluk kazandıklarını görürüz. Dolayısıyla bunların helak olma­ları, yok olup gitmeleri mümkün değildir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "O'nun yüzünden başka her şey helak olacaktır." (Kasas, 88) Bu ayetteki sınırlandırma gösteriyor ki, bunların tümü Allah'ın yüzüdür. Diğer bir ifadeyle, O'nun tarafına, O'nun cihetine düşmektedir. O'nun yanında, O'nun tarafında mutmain olmuş, istikrar bulmuşlardır.

   İkincisi: Kulun Rabbine yönelik isteğine konu olan şeyler, Allah'ın yüzü konumundadır. Şu ayetlerdeki ifadeleri buna örnek gösterebiliriz: "Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak..." (Mâide, 2), "Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek." (İsrâ, 28), "O'na yol arayın." (Mâide, 35) Bütün bunlar, Allah'ın yüzüdür. Çünkü rahmet, rıza ve lütuf gibi fiillerinin sıfatları, Allah'ın yüzü hükmünde­dir. Şimdiye kadar yaptığımız değerlendirmelerden hareketle Allah'ın yolunu da O'nun yüzü sayabiliriz: "Allah'ın yüzünü (rızasını) kazanmak için..." (Bakara, 272) [el-Mîzan, c.7, s. 145-147]

[48]- "Andolsun sana ikililerden yedi ve bu büyük Kur'ân'ı verdik." (Hicr, 87)

[49]- Allah'tan başkası adına yapılan yeminlerin Allah'a şirk olduğu yolundaki iddia:

   Bu görüşü ileri sürenlere sözünü ettikleri şirkten ne kastettiklerini sormak gerekir.

   Eğer böyle demekle, yeminin yüceltme ve ululaştırma anlamı üzerine kurulduğu için Allah'tan başkası adına yapılan yeminle adına yemin edilen şeyin yüceltildiğini ve ululaştırıldığım, dolayısıyla bu tutumun bir tür boyun eğme ve kulluk arz etme girişimi olduğu için şirk olduğunu savunuyorsa, şöyle demek gerekir ki, her yüceltme girişimi şirk değildir. Yüceltmenin şirk olması için sadece Allah'a mah­sus olan ve O'nu başkalarından müstağni kılan yüceliğin, adına yemin edilen şeye atfedilmesi gerekir.

   Nitekim yüce Allah, birçok yaratığı üzerine yemin etmiştir. Göğe, yeryüzüne, güneşe, aya, ge­celeri ortaya çıkıp gündüzleri güneşin altında gizlenen yıldızlara, parlayan yıldıza, dağa, denize, incire, zeytine, ata, geceye, gündüze, sabah vaktine, şafağa, ikindi vaktine, kuşluğa, kıyamet gününe, nefse, ki­taba, Kur'ân'a, Peygamberimizin (s.a.a) hayatına, meleklere ve ayetlerde yer alan birçok şeye yemin et­miştir. Hiçbir yemin, yüceltme anlamı içermeden yapılmaz.

   Buna göre, bizim de yüce Allah'ın ifade tarzına uyarak bazı şeyleri sahip oldukları yücelik ölçü­sünde yüceltmemize ve sadece bununla yetinmemize engel olan nedir? Eğer bu şirk olsa, en önce ondan yüce Allah kaçınır, bu konuda en büyük titizliği O gösterirdi.

   Bunların yanı sıra yüce Allah daha birçok şeyi yüceltmiştir. Kur'ân, arş ve Peygamberimizin ah­lâkı gibi. Nitekim şöyle buyuruyor: "Yüce Kur'ân hakkı için" (Hicr, 87) "O, yüce arşın Rabbidir." (Tevbe, 129) "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Nur, 4) Ayrıca yüce Allah peygamberlerinin ve müminlerin, kendisi üzerinde hakları olduğunu ifade etmiş ve bunları yüceltmiştir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:"Andolsun ki, peygamber olan kullarımıza şu sözleri verdik. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir." (Sâffât, 172) "Müminlere yardım etmek bizim üzerimize borçtur." (Rûm, 47)

   Her türlü yeminde Allah'ın üslûbunu kendimize örnek alarak bu şeyleri yüceltmekte, Allah'ın üzerine yemin ettiği bir şey veya dostlarının, üzerinde sahip olduklarım ifade ettiği haklarının biri üze­rinde Allah'a yemin etmemizde ne engel var? Evet, şer'î sonuçları olan ve mahkemelerde yapılan ye­minler fıkıhta belirtildiği gibi Allah'tan başkası adına yapılamaz. Fakat biz şu anda bunu konuşmuyoruz.

   Eğer yeminin şirk olduğunu savunmakla, şekli nasıl olursa olsun, mutlak anlamda yüceltme Allah'tan başkası için yapılamaz, hatta Allah'ın ifadeleri ile bile bu yüceltmelere girişilemez denmek isteniyorsa, bu iddia delilden yoksundur, hatta kesin deliller onun tersinedir.

   Bazıları da şöyle demişlerdir: Peygamberimiz (s.a.a) ve diğer Allah dostları hakkı için yemin etmek onlara yakınlaşmaya çalışmak, herhangi bir şekilde onların şefaatini istemek, onlara kulluk sun­mak ve görünmez bir egemenlik atfetmektir. Bu konuda söyleyeceğimiz söz az önceki sözlerimizin tek­rarıdır. Eğer bu görünmez egemenlikle sadece Allah'a mahsus olan egemenlik kastediliyorsa, Allah'ın kitabına inanan bir mümin bu egemenliği Allah'tan başka hiç kimseye yakıştırmaz.

   Yok, eğer bu egemenlikle Allah'ın izni ile bile olsa maddî olmayan mutlak egemenlik kastedili­yorsa, bazı Allah dostlarının bununla sıfatlanamayacağım söylemenin delili nedir? Oysa yüce Allah, meleklerde bazı gaybî egemenliklerin bulunduğunu belirtiyor: "Sonunda birinize ölüm gelince, elçi­lerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar." (En'âm, 61) "De ki: Sizin için gö­revlendirilen ölüm meleği canınızı alır." (Secde, 11) "Andolsun, söküp çıkaranlara, yavaşça çek­enlere, yüzüp yüzüp gidenlere, yarışıp geçenlere, derken işleri düzenleyenlere." (Nâziât, 5) "Ceb­rail'e kim düşman ise, bilsin ki, onu senin kalbine Allah'ın izniyle indiren odur..." (Bakara, 97) ...

   Allah, İblis ve askerleri hakkında şöyle buyuruyor: "Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyece­ğiniz yerlerden onlar sizi görür. Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık." (A'râf, 27) Peygam­berlerin ve başkalarının ahirette şefaat edecekleri ve dünyadaki mucizeleri ile ilgili birçok ayet vardır.

   Bu kimselerin hiç tereddüt etmeden varlıklarda sabit gördükleri maddî etkileri ile görünmez egemenlik diye nitelendirdikleri manevî etkiler arasında ne fark olduğunu keşke bilsem! Eğer Allah'tan başkasına etkinlik izafe etmek yasak ise, maddî etki ile maddî olmayan etki arasında fark yoktur. Eğer Allah'ın iznine bağlı olarak böyle bir isnatta bulunmak caiz ise, bu açıdan maddî olan ve olmayan etki­lerin her ikisi de birdir. [el-Mîzan, c.6, s.279-284]

 

[50]- Bu rivayette isim, "bir şeye delâlet eden şey anlamında alınmıştır. O şey bir kelime olabilir de, olmayabilir de." Buna göre peygamberler ve veliler Allah'a delâlet eden isimler ve Allah ile yaratık­lar arasındaki aracılardır. Bir de bunlar, kulluklarında sırf Allah'a yönelmiş bulundukları için O'nun isimlerini ve sıfatlarını ortaya çıkaran kimselerdir. [el-Mîzan, c.8, s.512]

 

[51]- Kulların amelleri bizim yol göstericiliğimizde gerçekleştiği zaman kabule şayan olur

[52]- Dil kalpte olan düşünceleri açıkladığı gibi, imamlar da Allah'ın dinini açıklamaktadırlar

[53]- Çünkü Allah'ın istediği eksiksiz, bütün şartları üzerinde taşıyan gerçek ibadeti biz biliyoruz, biz söylüyoruz, biz yerine getiriyoruz

[54]- Yahudiler, "Allah her şeyin kaderini yazmış, bu yazgıyla da kendi ellerini bağlamıştır. Artık ne rızıkları artırıp eksiltebilir, ne ömürleri uzaltıp kısaltabilir, ne de başka bir yazgıyı değiştirebilir." diyorlardı. Allah Azze ve Celle, Yahudilerin bu görüşünü Kur'an'ı Kerim de şöyle özetleyip lanetlemistir: "Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır dediler. Elleri bağlandı onların ve bu dediklerinden dola­yı lanetlendiler. Oysa O'nun elleri açıktır, dilediği gibi infak eder" (Maide, 64) Görüldüğü gibi Allah'ın kendi yazdığı kaderi değiştiremeyeceği görüşünü ortaya attıkları için Yahudiler lânetlenmekte-dirler. tşte bu lânetli anlayışa karşı Ehl-i Beyt, «Bedâ» yani Allah'ın yazgı üzerinde değişiklik yapabile­ceği gerçeğini ortaya koymuştur. "...Her ecel için bir yazı vardır. Allah (bu yazılardan) dilediğini ortadan kaldırır veya sübûta getirir. Ana kitap O'nun indindedir." (Râ'd, 38-39) Bu ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi kader yazıları değişebilir. Eğer kaderde yazılan hiçbir şey ortadan kaldırılıp yeri­ne yenisi sübûta getirilemeyecek olursa; ne çalışmanın, ne ibadetin, ne de duanın bir anlamı kalır. Rız­kına katkısı olmayacaksa niçin çalışsın? Akıbetiyle ilgili bir şeyi değiştirmeyecekse niçin ibadet etsin? Geleceğiyle ilgili kaderinde yazılanlar değişmeyecekse niçin dua etsin? Yunus aleyhisselam'ın bedduasıyla kavmine yazılan belâ, kavminin tevbe, istiğfar ve dualarıyla ortadan kaldırılmadı mı?

  Yüce Allah "Rabbiniz dedi ki: Bana dua edin; size icabet edeyim." (Mü'min, 60) ayetinde de öyle büyütmüyor mu? Kaderimiz duayla değişmeyecekse dua etmenin ne anlamı kalır? Yüce Rabbimiz "Bu da bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır." (Enfâl, 53) "Bir toplum kendile­rindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez." (Ra'd, 11) ayetlerinde menfî veya müspet yönde toplumun kendisini değiştirmesi yönünde ancak onlara ait olan (kader)'in değişebileceğini belirtmiyor mu? Çalışmasının, iyiliklerin, ibadetinin ve duasının kaderini müspet yön­de değiştirebileceğine ümidi olmayan bir kimse için bütün bunların hiçbir anlamı kalmıyor. Bedâ (Al­lah'ın kader üzerinde değişiklik yapabileceği) inancı, işte bu ümitsizliğin ilâcıdır. Bu inanç, insana çalı­şıp didinmesinin; rızkında artışa, yaptığı iyiliklerin, ömrünün uzamasına; fakir fukaraya yapacağı yar­dımların belâları ondan uzaklaştırmaya; ibadet ve dualarının akıbetini güzelleştirmeğe vesîle olabilece­ği ümidini veriyor. Bu ümitse onun, bunları daha bir şevk ve zevkle yapmasını sağlıyor. Bütün bunları yapması onun için bir anlam kazanıyor. İşte bunun için "Bedâ ümidi gibisi yoktur!" Ehl-i Sünnet kay­naklarında da dua ile kaza ve kaderin dönebileceğine; iyilikle, ömrünün uzayabileceğine; sadakayla, belânın bertaraf olabileceğine dair hadisler mevcuttur. Bütün bunlardan da bir takım amellerin kaza ve kader üzerinde değişikliğe vesile olabileceği açıkça anlaşılmaktadır. Tefekkür sahipleri için lâfı daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Vesselam! [Selâhaddin Özgündüz]

 

[55]- "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Bütün kitapların aslı Onun yanında­dır." (Ra'd, 39) Bir şeyi silmek, izini ve etkilerini gidermek demektir. Bir kitabın içindeki yazıları ve resimleri giderdiğin zaman onu silmiş olursun. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah batılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar." (Şura, 24) Yani batılın izlerini ve etkilerini yok eder, ortadan kaldırır. "Köpük atılıp gider." (Rad, 17), "Biz gece ve gündüzü birer ayet olarak yarattık. (...) gecenin karanlığını silip gündüzün aydınlığını getirdik." (İsra, 12) Geceleyin gözlerin görme yeteneklerini giderdik. Bu bakımdan silme, nesh=giderme anlamına yakın bir anlam ifade etmektedir. Araplar: Nesahetiş-Şemsuz-Zille= Güneş gölgenin etkisini ve izini ortadan kaldırdı, derler.

   Ayette, silme olgusuna karşılık sabit bırakma olgusu kullanılmıştır. Bir şeyi bulunduğu yerde hareket etmeyecek ve kımıldamayacak şekilde kalıcı kılma yani. Araplar: Esbettul'vatede=kazığı hare­ket etmeyecek ve dışarı çıkmayacak şekilde yere çaktım." derler. O halde, silme, bir şeyin çizgileri ve izleriyle sabitleştikten sonra giderilmesi demektir. Bu ifade daha çok yazı ile ilgili olarak kullanılır.

   "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır." ifadesinin: "Her müddetin yazıldığı bir kitap vardır." (Ra'd, 38) ifadesinden sonra yer almış olması ve bir açıdan bu ifadeyle, diğer bir açı­dan da: "Bütün kitapların aslı onun karındadır." ifadesiyle ilintili olması gösteriyor ki, kitabın va­kitlerde ve belirlenen surelerde silinmesi ve sabit bırakılması kastedilmiştir. Buna göre, yüce Allah, ilk vakitte sabit bıraktığı kitabı dilerse ikinci vakitte siler ve onun yerine başka bir kitabı sabit bırakır. Böy­lece hep bir kitabı silme ve bir başkasını da sabit bırakma durumu devam edip gider.

   Kitabın içeriğinin ve de her şeyin birer ayet olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, Al­lah'ın her zaman bir ayeti silip bir diğerini sabit bıraktığım söylememizin bir sakıncası olmaz. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz." (Bakara, 106) Bir diğer ayette de şöyle buyrulmuştur: "Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman..." (Nahl, 101)

   O halde: "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır." ifadesi, mutlaklığıyla beraber: "Her müddetin yazıldığı bir kitap vardır." ifadesine yönelik bir gerekçeli açıklama işlevini de gör­mektedir. Şöyle bir anlam kastedilmiştir: Her dönemin, her vaktin kendine özgü bir kitabı vardır. Bu kitap da diğer vakitlerin kitaplarından farklıdır. Dolayısıyla vakitlerin ve müddetlerin değişmesiyle bir­likte kitapların değişmesi ilâhî tasarrufun ilâhî irade doğrultusunda değişmesinden kaynaklanmaktadır. Yani özlerinde ve mahiyetlerinde bir değişikliğin bulunduğu kastedilmiyor. Her vakit için bir kitabın belirlenmesi ve bu kitabın da kendi özelliği itibariyle değişmezliği kastedilmiyor. Bilakis bunu, bir ki­tabın yerine başka bir kitabı öngörmekle, bir kitabı silip diğerini sabit bırakmayı belirleyen Allah'tır.

   "Bütün kitapların aslı onun yanındadır." İfadenin orijinalinde geçen el-Ümm=ana, asıl an­lamında kullanılmıştır. Zaten bir şeyin anası, onun doğduğu ve sonra tekrar geri döndüğü aslı demektir. Bu ifadeyle zihinlerde belirebilecek olumsuz düşüncelerin bertaraf edilmesi ve meselenin gerçek mahi­yetinin açıklanması amaçlanmıştır. Çünkü bir müddet için yazılan kitabın durumunun silinme ve sabit bırakılma şeklinde farklılık göstermesi, yani yazılan hükmün ve bu hükmü gerektiren beyanın zaman zaman değişmesi, kimi insanların zihinlerinde, olguların ve yargıların Allah katında değişmez, sabit bir şekilleri yoktur, tıpkı biz insanların ve diğer akıl sahibi varlıkların yargılarında ve hükümlerinde olduğu gibi dış etkenlerin gerektirdiği etmenlerin ve sebeplerin etkisiyle hüküm verdiği ya da Onun hükmünün boyuna olduğu, bu yüzden ne kendi içinde ne de objeler dünyasında nesnel olarak belirginleşmesinin söz konusu olmadığı, biçimindeki bir kuruntuya neden olabilir. Nitekim basit düşünen sıradan insanlar, her hangi bir mülke sahip olan kimselerin mutlak bir egemenliğe sahip olduklarını, onların diledikleri gibi ve tam bir özgürlük içinde hareket ettiklerini, hiçbir denetime, kayda, şarta ve hareket tarzına ve düzene tabi olmadıklarını, bunların hareketlerinin düzensiz olduklarını, fiillerinin ve verdiği hükümle­rin ve kararların değişmez bir temelinin olmadığını sanırlar. Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Be­nim huzurumda söz değiştirilmez." (Kaf, 29) "Onun katında her şey ölçü iledir." (Rad, 8)

   İşte yukarıda işaret ettiğimiz türden bir kuruntuyu ve evhamı bertaraf etmek için: "Bütün ki­tapların aslı Onun yanındadır." buyrulmuştur. Kitap cinsinin aslı, vakitlere ve müddetlere göre sili­nen ve sabit bırakılan bu kitapların ilintili oldukları değişmez temel Onun yanındadır. Eğer bu kitaplar özleri itibariyle silinmeye ve sabit bırakılmaya elverişli olsalardı, bu durumda bir temelleri, asılları ol­mayacaktı. Asılları da olmayınca Allah'ın fiilleri olarak tezahür eden kitapların silinmesi ve sabit bıra­kılması ya böyle bir durumu dayatan dışsal etkenlere tabi olarak gerçekleşeceklerdi ki, o da yüce Al­lah'ın da tıpkı bizim gibi dışsal etkenlerin ve sebeplerin etkisinde, baskısı altında kalıp mağlup olması anlamına gelir. Ya da hiçbir şeye tabi olmaması demektir ki, bunun anlamı boşunalık, anlamsızlık ve amaçsızlıktır. O zaman da yaratılış düzeninin bozulması, varlıkları birbirine bağlayan tek ve evrensel planlama altüstü olur. Allah'ı böyle bir başıboşluktan tenzih ederiz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyur­muştur: "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık." (Duhan, 38-39)

   Ayetin kastettiği anlamın özeti şudur: Yüce Allah her vakit ve müddet için bir kitap hazırlamış­tır. Diğer bir ifadeyle her dönemde uygulansın diye bir hüküm ve hukuk sistemi indirmiştir. O bu kitap­ların, hükümlerin ve yargıların dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Bir vaktin yargısını değiştire­rek, onun yerine diğer bir vaktin yargısını yerleştirir. Ancak onun katında her vakitle ve yargıyla ilgili olarak silinmeyle ve değişmezlikle ilintisi bulunmayan bir ana kitap vardır. Bu ana kitap diğer yargıla­rın dönüş yeridir, diğer hükümler ve yargılar ondan kaynaklanır. Dolayısıyla Allah öngörmesi doğrultu­sunda hükümlerden dilediğini siler ve dilediğini sabit bırakır.

   Bu ayetle sırasıyla şu hususların açıklığa kavuştuğunu görüyoruz:

   Birincisi: Silme ve sabit bırakma hükmü geneldir, müddet ve vakit kavramıyla ilintili olan her olguyu kapsar. Bu da göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şey demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık." (Ahkaf, 3) Bunu: "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır." ifadesinin mutlaklığından anlıyo­ruz. Konunun peygamberliğin ayetleri/mucizeleri ile ilgili olması ayetin içeriğinin de özel olarak ve sa­dece bu konuyu ilgilendirmesini gerektirmez. Çünkü konu, özelleştirici bir etken değildir.

   Böylece aşağıda sunacağımız yorumların tümünün yanlışlığı da ortaya çıkıyor:

   Birinci görüş: Burada hükümlerle ilgili bir husus kastedilmiştir. Yani hükümlerin neshedilmesi olayına işaret edilmiştir.

   İkinci görüş: Burada kastedilen amel defterlerinde sabit bırakılan mubahlardır. Allah bunları siler ve yerlerine itaat veya cezayı gerektiren günahları sabit bırakır.

   Üçüncü görüş: Burada kastedilen müminlerin günahların ek bir lütuf olarak silinmesi ve kâfirlerin günahlarının da ceza olarak sabit bırakılması kastedilmiştir.

   Dördüncü görüş: Burada sıkıntı, musibet ve dar yaşam gibi dua ve sadakaların etkili oldukları hususlar kastedilmiştir.

   Besince görüş: Silmeden maksat, günahların tevbe yoluyla giderilmesi, sabit bırakmadan mak­sat ise, kötülüklerin iyiliklerle değiştirilmesidir.

   Altıncı görüş: Burada yüce Allah'ın dilediği kuşakları silip yok etmesi ve onlardan sonra dile­diği başka kuşakları onların yerine var etmesi kastedilmiştir.

   Yedinci görüş: Ayın silinmesi ve güneşin sabit bırakılması kastedilmiştir. Bunun anlamı ge­cenin ayetinin silinip yerine, gündüzün aydınlatıcı ayetinin sabit bırakılmasıdır.

   Sekizinci görüş: Dünyanın silinmesi ve ahiretin sabit bırakılması kastedilmiştir.

   Dokuzuncu görüş: Burada ruhlarla ilgili durumlar kastedilmiştir. Çünkü yüce Allah uyku ha­linde onları alır ve bunlardan dilediğini geri gönderir, dilediğini de yanında tutar.

   Onuncu görüş: Burada kadir gecesi yazılan ecellere işaret edilmiştir. Allah bunlardan diledi­ğini siler, dilediğini de sabit bırakır.

   Bu ve benzeri görüşlerin ayeti sınırlandırdıklarını, lafız olarak kanıtlamak mümkün değildir. Ayet mutlak ifadelidir ve bunda kuşku yoktur. Sonra realiteye yönelik gözlem de ayetin mutlaklığını pekiştirici bir olgudur. Çünkü değişim yasası evrenin her köşesinde yürürlükte olan bir yasadır. Hiçbir şey yoktur ki, kendisiyle ilgili olarak iki zaman arasında bir karşılaştırmaya tabi tutulduğu zaman mut­laka özünde, sıfatlarında ve hareketlerinde bir takım değişikliklerin meydana geldiği görülecektir. Ama onu kendi içinde ve varoluşu itibariyle irdelediğin zaman değişmediğini, sabit kaldığım görürsün. Çün­kü bir şey üzerinde vaki olan şeylerden dolayı değişime uğramaz.

   Şu halde gözlemlenen varlıkların iki yönü vardır. Birine değişim yönü diyoruz. Bu yön ölümü, yaşamayı, yok oluşu, baki kalışı, türlü oluşumları ve dönüşümleri gerektirir. Birine sabit kalış yönü diyoruz. Bu yönüyle varlıkların üzerinde bulundukları durumda değişiklik olmaz. Bu ikisi de ya silinip ve sabit bırakılan kitap ile kitapların aslıdır. Veya bu iki kitaba terettüb eden iki olgudur. Her halükarda üzerinde durduğumuz ayetin bu iki kitaba işaret ettiği doğru bir varsayımdır.

   İkincisi: Yüce Allah'ın her şeyle ilgili sabit, değişmez bir yargısı, bir hükmü vardır, bu da bazı­larının her ilâhî hükmün değişebileceğine ilişkin değerlendirmelerinin yanlış olduğunu ortaya koymak­tadır. Bu görüşü savunanlar, değişik rivayetleri ve duaları (Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) ayrıca bazı sahabelerden rivayet edilen dualar arasında şöyle ifadelere rastlıyoruz: Allah'ım eğer benim adımı bed­bahtlar sınıfına yazdıysan, adımı bedbahtlar arasından sil ve beni mutlular sınıfına yaz.), bunun yanında dua ve sadakanın olumsuz kararları geri çevirdiğini gösteren ayetleri kanıt göstermektedirler.

   Fakat bu gibi değerlendirmeler değişmez hükümlerin dışındaki hükümlerle ilgili olarak geçerli­dir. İkincisi: ilâhî yargılar değişken ve değişmez olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. [el-Mîzan, (Ra'd, 39) Tefsir]

 

[56]- Her halükârda, ayetin akışından anladığımız kadarıyla, ayette geçen "süre" ve "belirlenmiş süre"den maksat, insan hayatının sonudur, sürenin tamamı değil. "Allah'ın belirlediği sürenin sonu gelmektedir..." ifadesinden de bunu algılamak mümkündür.

   Bununla da anlaşılıyor ki, iki türlü ecel vardır. Biri, belirlenmemiş, müphem ecel; diğeri ise, adı konulmuş, belirlenmiş ecel. Bu ikincisi Allah karındadır. Bu ecel, "O'nun katında" ifadesiyle kayıtlı olduğu için, kesinlikle değişikliğe uğramaz. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın katında olan kalıcıdır." (Nahl, 96) Allah'ın katındaki ecel, kesindir; değişmez, dönüşmez. Allah bir ayette, bu husu­sa şöyle işaret etmektedir: "Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler." (Yûnus, 49)

   Dolayısıyla adı konulmuş, belirlenmiş ecel ile, adı konulmamış, belirsiz ecel arasındaki ilişki, kesin ve hükme bağlanmış bir şeyle birtakım koşullara bağlı, muallakta tutulan şey arasındaki ilişkiye benzer. Bu bakımdan, bağlı bulunduğu koşulların gerçekleşmemesinden dolayı, koşullara bağlı bulunan şey de gerçekleşmeyebilir. Fakat kesin ve sonuca bağlanmış olan için böyle bir şey söz konusu değildir, gerçekleşmemesi diye bir şey düşünülemez.

   Tefsirini sunduğumuz ayetleri, "Her sürenin bir yazısı vardır. Allah dilediğini siler, dile­diğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır." (Ra'd, 38-39) ayetleriyle birlikte incelediğimiz zaman, göreceğiz ki adı konulmuş kesin ecel, "kitabın aslı'na konulandır; adı konulmamış belirsiz ecel ise, "silme ve silmeden bırakma levhi"nde yazılı olan eceldir. İleride İnşaallah, "kitabın aslı"nın, etkisi­ni göstermekten hiçbir zaman geri durmayan genel sebeplere dayanmaları açısından gerçekleşmesi ka­çınılmaz olan olaylara, "silme ve silmeden bırakma levhi"nin ise, "gerektiriri sebepler" de dediğimiz eksik sebeplere dayanmaları açısından herhangi bir engele takılarak gerçekleşmeme ihtimali de bulunan olaylara uyarlanabileceğim açıklamaya çalışacağız.

   Tam sebeple, eksik sebep olgularını daha iyi kavramak için güneşin yeryüzünü aydınlatması olayı örnek gösterilebilir. Örneğin; biz biliyoruz ki içinde bulunduğumuz şu gece, birkaç saat sonra bi­tecek, üzerimize güneş doğacaktır. Güneş, ışığıyla yeryüzünü aydınlatacaktır. Fakat bunun bir bulut ta­rafından veya araya Ay'ın girmesi nedeniyle ya da başka bir engel tarafından engellenmesi mümkündür. Bu engellerden herhangi birisinin, güneşin yeryüzünü aydınlatmasını engellemesi ihtimali her zaman vardır. Fakat güneş ufukta görüldüğü zaman, arada da varsaydığımız türden bir engel yoksa kaçınılmaz olarak yeryüzünü aydınlatacaktır.

   Buna göre, aydınlatma bağlamında tek başına güneşin doğması, "silme ve silmeden bırakma levhi" konumundadır. Vakti geldiğinde doğması ile birlikte, yeryüzüyle arasına girebilecek herhangi bir engelin bulunamaması durumu ise, aydınlatma bağlamında, "levh-i mahfuz" adı verilen "kitabın aslı" konumundadır. Aynı şekilde insanın özel yapısı, bunun yanında sınırlı etkinliklere sahip temel fonksi­yonları, doğal bir ömür sürdürmesini gerektirmektedir. Ki bunun yüz veya yüz yirmi yıl dolaylarında olduğu söylenmektedir. İşte sözgelimi bu süre, "silme ve bırakma levhi"nde yazılıdır. Ne var ki, evre­nin bütün unsurları, insanın varlığıyla bağlantılı ve onun üzerinde etkili olmaktadır. Dolayısıyla sayısını bilemediğimiz bu sebepler ve engeller, zihnî kapasitemizle kuşatamadığımız etkileşimlerle insanın do­ğal ömrü tamamlanmadan ecelinin dolmasına neden olabilirler. Ki biz buna "beklenmedik ölüm" diyoruz.

   Bu durum, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı düzeni çerçevesinde, varlık için "adı konulmuş ecel" ve "adı konulmamış ecel" belirlemesine yönelik ihtiyacı zihinsel olarak tasavvur etmemizi kolay­laştırmaktadır. Dolayısıyla adı konulmamış ecelin müphemliği, adı konulmuş ecelin belirlenmişliğiyle çelişmemektedir. Adı konulmamış ecel ile adı konulmuş ecel kimi zaman denk gelebilecekleri gibi, ki­mi zaman da birbirinden ayrılabilirler. Ki bu durumda gerçekleşen ecel, kesinlikle "adı konulmuş, belir­lenmiş ecel" olur. "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır." (En'am, 2) ayeti üzerinde düşündüğümüz zaman varacağımız sonuç budur. [el-Mîzan, c.7, s.13-15]

[57]- "Yera=görmez" mi lafzı ayetin metninde yoktur; ayetin metninde "yezkuru=düşünmez" mi? ibaresi geçmektedir. Rivayete ayetin metni hatalı geçmiştir

[58]- Demek istiyor ki, insan, Allah'ın bilgisi dâhilinde sabitti sonra fiilen yaratıldı. Böylece Allah­'ın yarattığı varlıklar arasında ismi zikredilen bir varlık haline geldi. [el-Mîzan, (İnsan, 1) Tefsir.]

[59]- Görüldüğü gibi bu rivayet, Allah'ın bir şeyi bilmeyip de daha sonra ortaya çıkmasıyla birlikte bilmesi gibi bir durumu olumsuzlamaktadır. Yani başta bilmeyip de sonra bilmesi gibi, ilminin değişti­ğini ifade edecek bir durum söz konusu değildir. Böyle bir durum bizim için olabilse de Allah-ı bundan tenzih ederiz. Sadece bir şeyin daha önce Allah'a zahir iken başka türlü zahir olması gibi bir durum söz konusudur. Böylece önceki zahir oluşun şekli siliniyor, ikinci zahir oluşun şekli de sabit bırakılıyor. Ve Allah tümünü de bilir. Akıl sahibi hiç kimse bu gerçeği inkâr edemez.

   Çünkü olguların ve olayların illet, şart veya farklı bir engel gibi eksik sebeplerin gerektirdiği bir varlıkları olur. Bunun yanında tam illetlerin ve sebeplerin gerektirdiği bir varlıkları vardır. Bu var­lıkları sabittir, beklemede bırakılmamıştır ve durumdan duruma farklılık göstermez. Dolayısıyla silinen ve sabit bırakılan şeyleri içeren kitap ile her şeyin aslını içeren kitap ya varlıkların varoluşlarının bu iki aşamasını doğuran iki olgudur ki, bu aşamalardan biri silinmeye ve sabit bırakılmaya elverişlidir ve di­ğeri de sabit kalmaktan başka bir ihtimale açık değildir. Ya da bizzat bu iki varoluş, aşamanın kendisi­dirler. Her iki durumda da Allah'tan daha önce sadır olmuş bir emrin ardından ondan farklı bir emrin zuhur etmesi söz konusudur ve bu apaçık gerçekten hiçbir şekilde kuşku duymamak gerekir.

   Sanırım, tartışma, Ehl-i Beyt İmamlarından gelen rivayetlerde işaret edildiği gibi, önceden bilinmeyip var olduktan sonra bilinen şeylerin olmasını olumlama ile başkalarından gelen rivayetlerde işaret edildiği gibi bunu olumsuzlama esaslı anlayış ekseninde gerçekleşmektedir. Ancak bu tartışma lâfzîdir ve zaten tartışmanın tamamen lâfzî olduğunun kanıtı, önceden bilinmeyip sonradan ortaya çı­kan bir şeyin bilinmesini olumsuzlayanların, bunun Allah'ın bilgisinde değişiklik meydana geldiğinin anlamına geleceğini söylemeleridir. Oysa böyle bir durum ancak biz insanlar açısından geçerli olabilir. Yüce Allah ile ilgili haberlerin açıkladığı husus değil. [el-Mîzan, (Ra'd, 39) Tefsir]

[60]- Meşiet ve İrade varoluşsal ve yasal olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Varoluşsal irade ve meşiet gerçektir, yasal meşiet ve irade görecelidir. İmam bu rivayette gerçek nitelikli varoluşsal iradeyi kesin, görecelilik nitelikli iradeyi de azmetme şeklinde vasfetmiştir.

   Hadis: Meçhul. [Allâme Meclisi, Mir'at'ul-Ukul, c.2, s. 161]

   Kur'ân ayetlerinde, kurban edilen oğlun İsmail olduğu hemen hemen açık bir şekilde ifade edil­mektedir. Allah İbrahim'in putları kırmasını, bundan dolayı soydaşları tarafından ateşe atılmasını, ateşin ona karşı serin ve selâmetli olmasını aktardıktan sonra şöyle buyuruyor: "Ona bir tuzak kurmak iste­diler, biz de onları alçak düşürdük. Dedi ki: 'Ben Rabbime gideceğim, o beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana iyilerden lütfet.' Ona halîm bir erkek çocuk müjdeledik. Çocuk onun yanında koş­ma çağına erişince, İbrahim ona: 'Yavrum!' dedi, 'Ben uykuda görüyorum ki ben seni kesiyo­rum; düşün bak, ne dersin?' Çocuk: 'Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabreden­lerden bulacaksın.' dedi. İkisi de böylece teslim olup İbrahim kurban etmek için çocuğunu alnı üzerine yatırınca, biz ona: 'İbrahim!' diye seslendik. 'Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız.' dedik. Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi. Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim'e selâm ol­sun. İşte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı. Biz ona İshak'ı iyilerden bir peygamber olarak müjdeledik. Kendisine de, İshak'a da bereketler verdik. Onların neslinden iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de." (Sâffât, 98-113)

   Bu ayetler üzerinde düşünen bir kimse, kurban edilmek üzere seçilen çocuğun, "Ona halîm bir çocuk müjdeledik." ayetinde müjdelenen çocuk olduğundan kuşku duymaz. "Biz ona İshak'ı iyiler­den bir peygamber olarak müjdeledik." ayetinde işaret edilen diğer müjdeleme ise, ilk müjdeleme­den ayrıdır. İkinci müjdelemede işaret edilen İshak, ilk müjdelemede işaret edilen çocuktan ayrıdır, ilk çocuktan söz edilirken kurban olayı da birlikte anlatılmıştır.

   Rivayetlere gelince; Şiî kaynaklarda, Ehl-i Beyt İmamlarından aktarılan rivayetlerde kurbanlık olarak seçilen çocuğun İsmail (a.s) olduğu zikredilir. [Bu rivayet farklı.] Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat kanallarından aktarılan rivayetlerde ise ihtilâf vardır. Bazıları kurbanlık olarak seçilen çocuğun İsmail (a.s), bazısı ise İshak (a.s) olduğunu söylemişlerdir. Fakat daha önce de işaret ettiğimiz gibi, birinci grubun görüşü Kur'ân'a uygun düşmektedir.

   İbrahim (a.s) yüce Allah'tan bir evlât isterken Şam'a hicret etmek üzereydi ve karısı Sara da yanında bulunuyordu. O sırada Hacer diye birini kimse bilmiyordu. "Rabbim bana iyilerden bir ço­cuk lütfet." derken, Rabbinden bir çocuk istiyor; ama bu çocuğun Sara'dan olmasını belirtmiyor. Dola­yısıyla bu duasından hemen sonra gelen müjdeyi İshak'la (a.s) müjdelenmesi şeklinde yorumlamanın bir dayanağı yoktur. Çünkü İbrahim (a.s), "Bana lütfet" diyor. "Bana Sara'dan lütfet." demiyor.

   Yüce Allah bu ayetlerde kendisine halîm bir çocuğun müjdelendiğinden söz ettikten sonra, ço­cuğun kurban edilmesi kıssasını anlatıyor. Hemen ardından İshak'ın müjdelenmesini zikrediyor. Bu ko­nuların ele alındığı ayetlerin akışını inceleyen bir insan, ikinci kez müjdelenen çocuğun ilk kez müjde­lenen çocuktan ayrı olduğundan kuşku duymaz. O hâlde İbrahim daha önce İshak'tan başka bir çocukla müjdelenmiştir. Bu da İsmail'den başkası değildir. Raviler, nakilciler ve tarihçiler İbrahim'in oğulların­dan İsmail'in İshak'tan önce doğduğu hususunda görüş birliği içindedirler. [el-Mîzan, c.7, s.330-333]

[61]- Bana öyle geliyor ki, insanın güzellik kavramının farkına varması, ilk defa kendi türüne yö­nelik gözlemleri esnasında gerçekleşmiştir. İnsan denen türün yaratılışındaki denge olgusunu, tüm or­ganların belli bir uygunluk içinde vücuttaki yerlerini almış olmasını, özellikle yüzdeki organlar arası ahengi kastediyoruz. Bunun dışında insan, doğadaki diğer somut olguların şahsında da bu anlamı göz­lemlemiş, algılamıştır. Sonuç itibariyle güzellik, bir şeyin doğası itibariyle amacına uygun olması de­mektir. İnsan yüzünün güzel olması demek, göz, kaş, kulak, burun ve ağız gibi organların olmaları gereken bir nitelik veya durum üzere ve birbirleriyle uyum içinde olmaları demektir. O zaman insanın canı ona doğru çekilir, tabiatı ona eğilim gösterir. Bir şeyin bunun aksi bir durumda olması da kötü, kötülük ve çirkin gibi yerine göre kullanılan ifadelerle nitelendirilir. Şu hâlde kötülük, âdem nitelikli [varlıktan yoksun] bir anlamdır. Buna karşılık güzellik varoluşsal bir anlamdır.

   Daha sonra bu niteleme tüm itibarî eylem ve anlamları, toplumsal koşullarda öngörülen tanım­lamaları kuşatacak şekilde genelleştirilmiştir. Burada da değerlendirme ve nitelemenin esasını, bir şeyin insan hayatının mutluluğu veya bu hayattan yararlanma olarak tanımlayabileceğimiz toplumsal hedefle­re uygunluğu veya uygun olmayışı oluşturur. Meselâ adalet güzeldir. Hak edene iyilikte bulunmak gü­zeldir. Eğitim, öğretim, öğüt vb. olgular güzeldirler. Zulüm, haksızlık gibi olgular da kötü ve çirkin şeylerdir. Bunun nedeni birinci gruptaki olguların insan mutluluğu veya insanın toplumsal koşullarda yararlanması amacına uygun olmaları, ikinci gruptaki olguların da bu amaca uygun olmayışlarıdır.

   Güzel olarak nitelenen kısım ve onun karşısında yer alan çirkin olaylar, toplumsal amaca uy­gunluğu dolayısıyla bu vasfı kazanan fiile bağlıdırlar. Dolayısıyla toplumsal amaç ve hedeflere uygun­luğu sürekli ve kalıcı olan fiillerin güzellikleri de sürekli ve kalıcıdır. Buna adaleti örnek gösterebiliriz. Diğer bazı fiillerin de çirkinliği öyledir; örneğin zulüm.

   Olgular veya fiiller, insan türünün kemaliyle yahut bireyin mutluluğu veya başka bir şeyle ilin­tileri açısından iyi ve kötü niteliğini alırlar. Şu hâlde güzellik ve çirkinlik izafî (göreceli) niteliklerdir. Fakat bu izafîlik bazı alanlarda daimîdir, değişmez; diğer bazı alanlarda ise değişkendir. Hak eden biri­ne mal bağışlamanın güzel, hak etmeyen birine vermenin de çirkin, kötü olması...

   Meselâ deprem ve sel gibi felâketler bir kavmin başına geldiği zaman, bunlar o kavmin düş­manları açısından güzel nimetler olarak algılanırlarken, kendilerine yönelince çirkin ve kötü olarak al­gılanırlar. Yine din perspektifinde tüm genel musibetler yeryüzünde bozgunculuk yapan kâfirlerin veya azgın günahkârların başına gelince mutluluk, bolluk; salih müminlerin başına gelince de mutsuzluk ve sıkıntı olarak belirginleşirler.

   Yine bir diğer örnek olarak, bir yemeği yemek, kişinin kendi malı ise, güzeldir, mubahtır. Fakat başkasının malından ve onun rızası alınmadan yeniliyorsa çirkindir, haramdır. Çünkü başkasının malı­nı, onun rızası alınmadan yemekle ilgili yasağa veya sırf Allah'ın helâl kıldığı şeyleri yemekle ilgili emre uyma ile ilgisi kesilmiş olur. Söz gelişi, bir kadınla bir erkek arasındaki cinsel birleşme evlilik yoluyla gerçekleşiyorsa güzeldir, mubahtır. Fakat nikâhsız ve zina şeklinde gerçekleşiyorsa, çirkindir, haramdır. Çünkü nikâhsız birleşme şeklindeki eylem ilâhî yükümlülükle uygunluk niteliğini yitirmiş olur. Şu hâlde güzellikler, olgulara ve fiillere ilişkin varlıksal tanım ve nitelemelerdir. Kötülükler ise ademî (varlıktan yoksun) tanım ve nitelemelerdir. Yoksa güzel veya çirkin, iyi veya kötü niteliğine ma­ruz kalan şeyin özü, aslı birdir.

   Kur'ân'ın bakışı, Allah dışındaki her şeyin O'nun tarafından yaratıldığı şeklindedir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62) "Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (Furkan, 2) Bu iki ayet, her şeyin yaratılmış olduğunu ortaya koyuyor. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor'. "O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Burada da yaratılan her şeyin güzel olduğu vurgulanıyor. Bu güzellikten maksat ise, hilkat için gereken, onun ay­rılmaz bir parçası olan ve onun ekseni etrafında dönen bir güzelliktir. Şu hâlde her şey, yaratılıştan ve varoluştan pay aldığı oranda güzellikten pay alır. Şöyle ki: Güzellik, bir şeyin amacına ve maksadına uygun olması, kendisiyle hedeflenen gayeyle tamtamına örtüşmesi demektir. Varlık bütününün parçala­rı, evrensel düzenin boyutları arasında tam bir uyum ve örtüşme vardır. Allah, amacını bozacak şekilde parçaları arasında hiçbir uyumluluk olmayan, birbirini geçersiz kılan bir şey yaratmaktan münezzehtir.

   Yarattığı bir şeyin, O'nu aciz bırakması, akıllara durgunluk veren şu olağanüstü düzenle güttü­ğü amacı iptal etmesi düşünülemez. Nitekim şöyle buyuruyor: "O tek ve her şeye üstün olan Allah'­tır." (Zümer, 4) "O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir." (En'âm, 18) "Ne göklerde, ne de yerde, Allah'ı aciz bırakacak bir güç vardır. O bilendir, güçlüdür." (Fâtır, 44) Buna göre hiçbir şey Allah'ı, yarattıklarıyla ilgili iradesi, kullarına ilişkin dilemesi hususunda aciz bırakamaz, O'nu en­gelleyemez; O'na baskı kuramaz, O'nun üstünde bir güce sahip olamaz. Şu hâlde, varlık âlemindeki her nimet varlığı itibariyle güzeldir ve yüce Allah'a nispet edilir. Aynı şekilde başa gelen her felâket de kötüdür. Fakat bu felâket, özü itibariyle yani, yaratılmış varlıklara egemen olan temel özellik (nispet) bakımından yüce Allah'a nispet edilir. Gerçi başka bir nispetle kötü olarak nitelenir. Şu ayetlerin vurgu­lamak istediği anlam budur: "Onlara bir iyilik gelirse, 'Bu, Allah'tandır.' derler; başlarına bir kö­tülük gelince de, 'Bu, sendendir (sen Peygamberin yüzündendir).' derler. De ki: 'Hepsi Allah'tan­dır.' Bu adamlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?!" (Nisa, 78) "Onlara bir iyi­lik gelince, 'Bu, bizim hakkımızdır.' derler; eğer kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve onun­la beraber olanları uğursuz sayarlardı. İyi bilin ki, onlara gelen uğursuzluk Allah kalındandır; fakat onların çoğu bunu bilmezler." (A'râf, 131)

   Kötülük bağlamına gelince; Kur'ân, onu insanla ilintilendirirken insan nefsine isnat eder. Şu ayet, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir." (Nisa, 79) ve diğer ayetler bunun birer örnekleridir: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleri­niz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder." (Şûra, 30), "Bir millet kendi du­rumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra'd, 11) "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirmedikçe, Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden...dolayıdır." (9/53) Bu hususu vurgulayan daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

   Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Görüldüğü gibi önceki ayetler, kötü nitelikli felâketleri de tıpkı iyilikler gibi yaratılışları itibariyle güzel olgular kategorisine sokuyor. Dolayısıyla onların kötü ol­malarının tek nedeni, bazı şeylerin doğalanyla uyuşmamaları, bundan dolayı da onlar için zararlı olma­ları kalıyor. Sonuçta mesele şu noktaya dayanıyor: Yüce Allah, musibete duçar kalan ve zarara uğrayan bu olgular için gerektirdikleri ve doğaları gereği ilgi duydukları şeyler meydana getirmemiş, onlara yapmakta olduğu bağışı durdurmuştur. İşte bu bağışın durdurulması, zarara uğrayan olgular açısından musibet ve kötülük konumundadır. Şu ayet, bu hususu son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır: "Allah'ın insanlara açtığı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz (ona mâni olan bulunamaz). Onun tuttuğunu Ondan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir." (Fâtır, 2)

   Ardından yüce Allah, bağışın birinden alı konmasının veya rahmetinin akışının artış ve eksilişi­nin karşı tarafın kapasitesine, üstesinden gelebilme yetkisine bağlı olduğunu açıklıyor. Nitekim örnekle anlattığı bir ayette şöyle buyuruyor: "Gökten su indirdi de vadiler kendi ölçüşünce çağlayıp aktı." (Ra'd, 17) Bir başka ayette de buyuruyor ki: "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın ve biz onu ancak bilinen bir miktarda indiririz." (Hicr, 21) Demek ki yüce Allah, karşı ta­rafın hak ettiği miktarda ve bildiği durumuna uygun olarak verir. "Hiç yaratan (yarattığını) bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır." (Mülk, 14)

   Bilindiği gibi nimet, azap, belâ ve rahatlık her şeyin özel durumuna göre belirginleşir. Yüce Al­lah bir ayette bu hususa şöyle işaret ediyor: "Herkesin yöneldiği bir yönü vardır." (Bakara, 148) Her şey kendine özgü yöne yönelir, kendi durumuna uygun hedefi, gayeyi ve amacı ister.

   Bu noktada şöyle bir sezgiyi dile getirmek mümkündür: Bolluk, sıkıntı, nimet ve musibet, Kur'ân öğretisine göre, serbest irade koşullarında yaşayan insan bağlamında, yine insanın iradesiyle ilintili olgulardır. Çünkü insan bir yol üzerindedir. Bu yolu iyi veya kötü kat etmesine paralel olarak sonunda mutluluk veya mutsuzlukla karşılaşır. Bütün bunlar insanın serbest iradesinin müdahalesinin söz konu­su olduğu olgulardır.

   Kur'ân-ı Kerim de bu sezgiyi onaylıyor ve şöyle buyuruyor: "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdiği nimeti değiştir­meyeceğinden... dolayıdır." (Enfâl, 53) İçlerinde besledikleri temiz niyetler ve yaptıkları salih amel­ler, kendilerine özgü kılman nimetlerin verilmesinde etkilidir. Fakat niyet ve tavırlarını değiştirince, yüce Allah da rahmetinin akışını durdurmak suretiyle onlara yönelik fiilim değiştirir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder." (Şûra, 30)

   Buna göre, insanların işledikleri ameller, felâketlerin başlarına gelmesinde ve musibetlerin kar­şılarına çıkmasında etkili olurlar. Bunun yanında Allah, birçok kusurlarım da affeder [bunlardan dolayı karşılarına herhangi bir olumsuzluk çıkarmaz].

   Yine yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." (Nisa, 79) Sakın ola ki aklına, yüce Allah'ın bu ayeti Peygamberine (s.a.a) vahye-derken şu ifadelerde açıkladığı belirgin bir gerçeği unuttuğu şeklinde bir fikir gelmesin: "Allah her şe­yin yaratıcısıdır." (Zümer, 62), "O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Şöyle ki bu ayetlerde yüce Allah, her şeyi kendisinin yarattığını ve yarattığı her şeyin, özü itibariyle güzel ol­duğunu vurguluyor. [Ama tefsirini yapmakta olduğumuz ayette insanın başına gelenlerin iyi ve kötü di­ye ikiye ayrıldığını; iyiliğin Allah'tan, kötülüğün de insanın kendi nefsinden olduğunu ifade ediyor ve bu iki ayette vurguladığı gerçeği, burada unutuyor sanki. Ancak sen böyle bir vehme asla kapılmamalı­sın.] Çünkü yüce Allah başka ayetlerde şöyle buyuruyor: "Râbbin asla unutkan değildir." (Meryem, 64) "Rabbim ne yanılır, ne de unutur." (Tâhâ, 52)

   Buna göre, "Sana gelen iyilik..." ifadesinin anlamı şöyledir: Senin karşına çıkan her iyilik -ki karşına çıkan her şey iyidir, güzeldir- Allah'tandır. Sana gelen her kötülük ise, amacına ve arzuna uy­gun olmamasından dolayı senin açından kötü olduğu için kötüdür. Aslında onlar da özü itibariyle iyi­dirler, güzeldirler. Senin nefsin onları kötü seçimiyle üzerine çekti, onları çağırmış oldu. Dolayısıyla onlar da Allah'tandırlar. Allah, [senden kaynaklanan bir seçim ve irade olmaksızın] doğrudan sana kö­tülük veya zarar yöneltmekten münezzehtir.

   Ayette özel olarak Peygamberimize (s.a.a) hitap ediliyorsa da, anlamı herkesi kuşatacak genel­liğe sahiptir. Diğer bir ifadeyle, bu ayet de "Bu böyledir... Allah değiştirecek değildir." ve "Size ge­len her musibet..." ayetleri gibi, bireysel hitabın yanı sıra, toplumsal hitabı da içerir niteliktedir. Çün­kü toplum da bireyden ayrı olarak insanî bir organizmaya, iradeye ve seçme yeteneğine sahiptir. Top­lumun bir organik yapısı vardır. Toplumu oluşturan bireylerden öncekiler ve sonrakiler, bu yapı çerçe­vesinde yok olur, erirler; geçmişte kalanlar ölüp gidince, sonradan gelenler öncekilerin, ölüler dirilerin kötülüklerinden sorumlu olurlar; onlardan dolayı sorguya çekilir, azaba çarptırılırlar. Hatta günah işle­meyen birey, günah işleyenlerin günahı karşılığı cezalandırılır vs. Oysa bu, tek tek bireylere uygulanan hükümler açısından hiçbir zaman doğru olmaz. Tefsirimizin ikinci cildinde "Ceza Açısından Amellerin Hükmü"nü incelerken, bu konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunduk.

   Nitekim Resûlullah (s.a.a) Uhud Savaşı sırasında yüzünden yara almış, mübarek dişleri kırıl­mıştı. Müslümanlar da birçok yaralar almışlardı. Hâlbuki o, günahtan ve yanılgıdan beri olan masum bir peygamberdir [ve böyle bir cezalara maruz kalması asla düşünülemez]. O hâlde, ona isabet eden şey, içinde bulunduğu topluma isnat edilirse -ki onlar Allah'ın ve Resulünün emrine muhalefet etmişlerdi- bu, içinde bulunduğu toplumun kendi elleriyle kazandığı şeylerden dolayı başına gelen bir kötü­lüktür. Şayet onun mübarek şahsına isnat edilirse, bu, Allah yolunda karşısına çıkan ilâhî bir sınama amaçlı musibet olur; insanları bilinçli olarak Allah'a davet etme onuru uğruna çekilen mihnet olur. Bu ise insanın derecesini yükselten bir nimetten başka bir şey değildir.

   Aynı şekilde, Kur'ân'ın bakışma göre, bir kavme isabet eden kötülüklerin kaynağı onların amel­leridir. Yine onlara isabet eden iyiliklere gelince, onlar sadece yüce Allah'tandır.

   Evet, burada iyilikleri bir açıdan insanlara nispet eden ayetler de vardır kuşkusuz. Meselâ: "O ülkelerin halkı inansalar ve (günahlardan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık." (A'râf, 96) "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları za­man, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler tayin etmiştik." (Secde, 24) "On­ları rahmetimizin içine aldık; doğrusu onlar iyi kimselerdendi." (Enbiyâ, 86) Bu anlamı içeren ayetlerin sayısı oldukça fazladır.

   Ne var ki, yüce Allah Kur'ân'da yarattığı herhangi bir varlığın, kendisi için öngörülen bir amacı gerçekleştirmesinin, bir hayra ulaşmasının ancak Allah'ın muktedir kılması ve yol göstermesi ile müm­kün olabileceğini vurgulamaktadır: "...Her şeye kendi (özel) yaratılışını veren, sonra da onu (o doğ­rultuda) hidayet eden Allah'tır." (Tâhâ, 50) "Eğer Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, içiniz­den hiçbir kimse asla temiz bir hâle gelemezdi." (Nûr, 21) Bu iki ayetle ve bundan önce zikrettiği­miz ayetlerle, iyiliklerin yüce Allah'tan olması hususunda karşımıza yeni bir anlam çıkıyor. O da şu ki: İnsan, ancak yüce Allah'ın sahip kılması ile ona ulaştırması ile bir iyiliğe sahip olabilir. Demek ki bü­tün iyilikler Allah'ın, kötülükler de insanındır. Böylece, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." ayetinin anlamı daha bir belirginlik kazanıyor.

   İyilikler Allah'tandır, çünkü her iyi O'nun tarafından yaratılmıştır. Hilkat ve güzellik de ayrıl­maz ikilidir. Yine iyilikler O'ndandır, çünkü hayırdırlar. Hayr ise, O'nun elindedir. Bir kimse ancak O'­nun sahip kılmasıyla bir hayra sahip olabilir. Kötülükler ise ona nispet edilmezler. Çünkü kötü bir şey, kötülük bağlamında yaratılmış değildir. Yüce Allah ise yaratır. Yaratma O'nun işidir. Kötülük, meselâ insanın Allah katından gelen bir rahmeti yitirmesidir; insanlar tarafından işlenen bir amelden dolayı, yüce Allah o rahmetin akışını durdurmuştur.

   Bazı varlıkların çirkinlik özelliğine ve ona bağlı olarak belirginleşen diğer hususlara gelince, bunlar şeriat veya akıl sahibi toplum bireyleri perspektifinden bakınca belirginleşen hususlardır; bu­nun da varoluşsal perspektifle bir ilgisi yoktur. Sözgelimi Başkan Zeyd, başkanlık niteliğiyle bizim yanımızda toplumsal bir objedir. Bunun toplumsal hayata yansıyan etkileri vardır. Saygı görme, ön­celik tanınma, söz geçirme, işleri yönetme gibi. Fakat gerçeği ve varoluşu açısından yalnızca bir in­san bireyidir. Özü itibariyle, yönetilen diğer insanlarla aralarında bir fark yoktur. Bu perspektiften bakınca, başkanlığın ve ona bağlı olarak belirginleşen olguların bir anlamı olmaz. Aynı şekilde zen­gin, yoksul, efendi, hizmetçi, üstün, ezilen, onurlu, cimri ve sayılmayacak daha bir sürü nitelik için de aynı durum söz konusudur.

   Kısacası, yaratılış her şeyi kuşatan bir olgu olmakla beraber, yalnızca varoluşları ve objeler dün­yasında gerçek oluşları açısından değişik isimler altında belirginleşen sosyal ortamda ortaya çıkan obje­ler ve pratik fiillerle ilintilidir. Bunun ötesinde fiiller ve objeler için kullanılan çirkin, güzel, günah, itaat ve diğer sosyal niteliklere gelince, yaratma ve var etmenin bunlarla bir ilintisi yoktur. Bunların varlıkları yalnızca teşri alanında, toplumsal yargı sahasında, varsayım ve itibar meydanında söz konusu olabilir.

   Hiç kuşkusuz varlığı zorunlu (vacib-el vücud) olan yüce Allah'ta son bulur evrende etkin olan nedenler silsilesi. O'nunla, parça ve bütün olarak evren arasındaki ilişki nedensellik esasına dayanan bir ilişkidir. Daha önce irdelediğimiz illet ve malul ile ilintili bölümlerde şunu ortaya koyduk: Nedensellik varlıkla ilgilidir. Şöyle ki: Marulda somutlaşan gerçek varlık, illetinin varlığından sızmıştır. Onun dı­şında kalan mahiyet gibi olgular ise, sızılmışlıktan ve kaynaklanmışlıktan, illete de gereksinim duymak­tan uzaktırlar. Bunun çelişik evrime önermesi ise şöyle olur:

   Gerçek varlığa sahip olmayan bir şey malul olmadığı gibi, yüce Allah'a da gelip dayanmaz.

   Salt itibari [gerçekten öyle olmadığı halde öyle sayılan, saymaca: Kâğıt paranın değeri itibari­dir. (Türkçe Sözlük, TDK)] olguların yüce Allah'a dayandırılması bir problem oluşturur. Çünkü onların gerçek bir varlıkları yoktur. Varlıkları ve olumlanmaları bütünüyle itibarîdir. Değerlendirme koşulları­nı, konumu ve varsayım sınırını aşmaz. Şeriatın kapsadığı emir, yasak, hüküm ve durumların tümü iti­bari olgulardır. Bunların da yüce Allah'a nispet edilmelerinde problem vardır. Mülk, izzet ve rızık gibi olgular için de aynı durum söz konusudur.

   Bu düğümü şu şekilde çözebiliriz: Bunlar gerçi gerçek bir varlıktan yoksundurlar, ancak, bunların etkileri ve sonuçları vardır ve bunlar, onların isimlerini kalıcı kılmaktadır. Bu etkiler ve sonuçlar ise, gerçek varlıklardır ve itibarî olarak amaçlanmışlardır. Dolayısıyla yüce Allah'a nispet edilirler. Şu halde bu sonuçların nispet edilmeleri, bu itibari olguların da nispet edilişlerini mümkün kılmaktadır. Buna göre, toplumun bireyleri olarak aramızda etkin olan hükümranlık, gerçi itibari bir olgudur ve ger­çek varlıktan bir paya sahip değildir, ancak o bizim tarafımızdan, tasavvur edilen mevhum bir anlamdır. Biz onu, zihin dışı objektif sonuçlara ulaşmak için araç olarak kullanırız. Eğer bu mevhum anlam takdir edilip varsayılmazsa, bu sonuçlara ulaşmamız mümkün olmaz. Sözünü ettiğimiz sonuçlar; zorbaların, güç ve etkinlik sahibi bireylerin, toplumdaki zayıf ve düşkünlerin haklarını gasp edenlerin ezilmeleri, herkesin olması gereken yerde olması, her hak sahibinin hakkının verilmesi şeklinde sıralanabilir. Kısacası mülk itibari bir olgudur ancak.

   Bu tür zihin dışı etki ve sonuçlar kalıcı oldukları sürece egemenliğin anlamı ve ismi de kalıcı olacaktır. Dolayısıyla bu zihin dışı sonuçların, zihin dışı nedenlerine nispet edilmeleri, mülkün-egemenliğin O'na nispet edilmesi demektir. Aynı durum itibari izzet, zihin dışı sonuçları ve gerçek illetle­rine nispet edilişi için de geçerlidir. Emir, nehiy, hüküm ve kanun koymak ve benzeri olgular da bun­dan farklı değildir. Bütün bunlardan sonra şu husus açıklığa kavuşuyor: Yukarıda sözü edilen itibari ol­guların tümü, sonuçlarının, Allah'a nispet ediliyor olması dolayısıyla zatına yaraşır bir şekilde Ona nis­pet edilirler. [el-Mîzan, c.5, s.12-20; c.7, s.426; c.3, s.228-229]

 

[62]- Cebir (Zorunluluk): İnsanın yaptığı bütün işlerin, söylediği bütün sözlerin Allah'ın kudreti ve iradesiyle olması, insanın bunlar üzerinde hiçbir etkinliğinin olmaması.

Kaderiyye (Serbestlik): İnsanın yaptığı bütün işlerin ve söylediği bütün sözlerin kendi gücün­den ve iradesinden kaynaklanması, Allah'ın bunlar üzerinde dolaysız bir etkinliğinin olmaması.

el-Emr beyne'l-Emreyn: İnsanın yaptığı işlerde ve söylediği sözlerde ne tam zorunlu ve seç­me hakkından yoksun olması, ne de tam serbest, Allah'ın müdahalesinden tamamen uzak bağımsız ol­ması, bu ikisinin arasında bir noktada bulunması.

[63]- Kaza ve kader İslam'ın ilk dönemlerinde güzellik çirkinlik ve hak ederek karşılık alma kav­ramlarının ortadan kaldırılışı anlamında algılanıyordu... Yani İlâhî irade bu işe taalluk ettikten sonra benim irâde ve eylemimin hiçbir önemi kalmıyor. Bana kalan yorgunluk ve zahmetlere katlanmak olu­yor. Dolayısıyla yorgunluğumu Allah'ın hesabına yazıyorum. Çünkü beni bu zahmetlere sokan O'dur.

   İhtiyarın bu düşüncesine karşılık İmam Ali (a.s.) şöyle demişti: "Eğer böyle olsaydı, o zaman sevap ve ceza anlamsız olurdu..." İmam'ın bu sözleri aklın onayladığı ilkeleri içermektedir ki, yasama­larda bu ilkelere dayanır. İmam sözlerini tamamlarken, kanıt olarak da şöyle diyor: "Gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları boşuna yaratmamıştır." Çünkü eğer seçme özgürlüğünü ortadan kaldıran amaçsız iradeyi doğru kabul edersek, o zaman amaçsız ve hedefsiz fiilin varlığı da gerçeklik kazanır. Bu da sonuçta yaratılışın ve varoluşun amaçsız olabileceğini gündeme getirir. Bu olabilirlik, gereklilik­le aynı düzeydedir. Bu durumda yaratılışın ve varoluşun hiçbir gayesi olmaz. Gökler, yer ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıklar boşuna yaratılmış olurlar. Ahiret de anlamsızlaşır. [el-Mîzan, 1/142]

[64]- İnsanların tam bağımsız hareket etme yetkisine sahip olduklarına inananlar.

[65]- Cebir fikrine inanmış ve Allah'ın insanları fiilleri işlemeye zorladığını iddia etmiş olacağı için

[66]- Tam serbestlik fikrine inanmış ve fiillerin insanların dilemesi sonucu yaratıldıklarını iddia et­miş olacağı için...

[67]- Hiç kuşkusuz, dış âlemde türler olarak nitelendirdiğimiz şeyler, türsel fiiller gerçekleştiren, türsel eserler bırakan olgulardır. Gerçek şu ki biz türlerin varlıklarım, onların başkalarından tür olarak farklı oluşlarını, ancak eserleri ve Fiilleri aracılığı ile anlayabilmekteyiz. Bu durum, onlardan duyu or­ganlarımız aracılığı ile türlü fiilleri gözlemlemek, başkalarından farklı eserleri algılamak şeklinde olur.

   Duyu organları, gözlemlenen eserlerin ötesinde herhangi bir gerçeği algılayamamaktalar. Sonra burhan ve kanıtlama aracılığı ile söz konusu eserlerin meydana getirici nedenlerini ve oluştukları plat­formu belirleriz. Sonra bu nedenler ve platformların, yani türlerin farklı olduklarına karar veririz. Çün­kü onlardan gözlemlediğimiz eserler ve fiiller farklıdır. Örneğin, insanların ve diğer canlı türlerinin or­taya koydukları eserlerde gözlemlenen farklılık, şöyle şöyle adlandırılan, şu şu eserleri ve fiilleri sergi­leyen değişik türlerin var olduğuna karar vermeyi bir zorunluluk hâline getirir.

   Aynı şekilde arzular ve fiiller arasındaki farklılığı da ancak oluştukları platformları veya özellikleri aracılığı ile belirleyebiliyoruz.

   Konumu ne olursa olsun bütün fiiller, en başta iki kısma ayrılırlar.

a) Meydana gelişinde bilginin herhangi bir müdahalesi söz konusu olmayan doğadan kaynakla­nan fiiller. Büyüyüp gelişme ve beslenme (bitkiler için) ve çeşitli hareketler (cisimler için) bu tür fiil­lerdendir. Sağlık, hastalık ve benzeri şeyler de bu kapsama girerler. Bu fiiller bizim tarafımızdan bilini­yor olsalar da ve bizimle birlikte var olsalar da, bilginin onlara yönelik taalluku, varoluşları ve sergile­nişleri üzerinde hiçbir etkinlik sağlayamaz. Bu tür fiiller bütünüyle doğal faillerine dayanırlar.

b) Bilginin, meydana gelişleri üzerinde etkin rol oynadığı, failden bilinçli olarak kaynaklanan fiiller. İnsan ve öteki bilinçli canlıların isteğe bağlı olarak sergiledikleri fiiller gibi. Bu tür fiilleri, faili, bilgisinin taalluk etmesiyle, kendi tanımlamasıyla ve ayırt etmesiyle gerçekleştirir. Bu konudaki bilgi, fiilin belirginleşmesini ve başka fiillerden ayırt edilmesini sağlar. Bu ayırt etme ve belirginleştirme, fail için kemal sayılacak bir merhumun bu fiile tatbik edip etmemesi açısından önem taşımaktadır. Çünkü kim olursa olsun bir fail bir fiili ancak varlığının kemali ve eksikliğini gidermek için yapar. Bilgiden kaynaklanan fiil, fail için kemal olan ile olmayan şeylerin birbirinden ayırt edilmesi bakımından bilgiye muhtaçtır.

   Bu noktadan bakınca görüyoruz ki, konuşan insan tarafından düzenli harfler aracılığı ile ortaya konan sesler gibi özden kaynaklanan fiiller, aynı şekilde, insanın nefes alıp vermesi gibi doğanın da müdahalesi ile gerçekleşen fiiller ve aynı şekilde üzüntü, korku veya bunun gibi bir etkenin sonucu in­sanın sergileme durumunda kaldığı refleksler, failin uzun boylu düşünmesini gerektirmemektedir. Çün­kü burada fiil ve faile tatbik eden tek bir bilgi şekli söz konusudur. Fiili bekleyen başka bir durum yok­tur. İster istemez böyle bir fiil işlenme durumunda kalıyor. Fakat, değişik bilgi şekilleri olan fiiller böy­le değildir.

   Bu şekillerin bazısında insanın gerçek veya hayalî kemali söz konusudur. Bazısında ise insanın ne gerçek ne de hayalî kemali söz konusu değildir. Nitekim acıkmış Zeyd açısından ekmeğin durumu bundan ibarettir. Ekmek onu doyuran ve açlığını gideren bir şeydir. Ancak bu ekmek kendinin olabile­ceği gibi, başka birine de ait olabilir. Temiz ve sağlıklı olabileceği gibi zehirli, pis ve insanı tiksindirici de olabilir. İnsanın bu ekmeği yiyeyim mi yemeyeyim mi diye düşünmesinin nedeni, bu niteliklerin hangisinin ekmeğe uyarlandığını anlamak istemesidir. Niteliklerden biri kesinlik kazanıp ötekileri dev­re dışı kalınca ve failin kemali de onda olunca, fail hiçbir şekilde bu fiili işlemekten geri durmayacaktır. Birinci kısım fiilleri "zorunlu fiiller" olarak adlandırıyoruz. Doğanın etkisi sonucu oluşan fiiller gibi. İkinci tür fiilleri de, "iradî fiiller" olarak adlandırıyoruz. Yürümek ve konuşmak gibi.

   Bilgi ve iradeden kaynaklanan "iradî fiiller" de ayrıca iki kısma ayrılır: Çünkü fiilin iki yönün­den birini tercih ederek yapıp veya yapmamak, ya başkalarından etkilenmeksizin failin kendisine daya­lıdır. Yanında bulunan bir ekmeği yemeyi düşünen aç kimse gibi. Bu adam, ya başkasının malı olduğu ve onun izni olmadan yememesi gerektiği için onu yememeyi tercih edecek ve yemeyecek ya da onu yemeyi yeğleyecek ve yiyecektir. Ya da fiilin tercihi ve belirginleşmesi başka bir şeyin etkisine dayalı­dır. Bir zorba tarafından ölümle veya başka bir şeyle tehdit edilerek herhangi bir fiili işlemeye zorlanan, dolayısıyla kendi seçimi ve isteği ile belirginleştirmeksizin söz konusu fiili zorlanarak işleyen kimse gi­bi. Birinci kısım fiiller, ihtiyarî, yani isteyerek yapılan fiillerdir. İkinci kısma girenler ise, icbarî, yani zorlama sonucu işlenen fiillerdir. Şöyle ki; sen iyice düşündüğün zaman görürsün ki, icbarî bir fiili, gerçi bir zorlayıcının zorlamasına isnat ederiz ve zorlama aracılığı ile yapma veya yapmama şıkların­dan birinin imkânsızlaştığını dolayısıyla fail için tek bir şıkkın kaldığını söyleriz, ancak icbarî fiil de tıpkı ihtiyarî fiil gibi, ancak zorlanan failin yapmayı yapmamaya tercih etmesiyle gerçekleşebilir.

   Zorlayan kimsenin fiilin gerçekleşmesinde büyük rolü olması hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü tercihi zorlayıcının zorlamasına ve tehdidine dayanıyor olsa bile, failin kendisi yapmayı yapmamaya tercih etmediği sürece fiil gerçekleşmez. Yozlaşmamış vicdan bunun en büyük tanığıdır. Böylece anla­şılıyor ki, iradî fiillerin "ihtiyarî" (isteğe bağlı) ve "icbarî" (zorlamalı) olmak üzere ikiye bölünmesi, bölünen fiili zat ve sonuçlar açısından iki farklı türe ayıran gerçek bir bölünme değildir. Çünkü "iradî fiil" bilgiye dayalı bir tercih ve tayine muhtaçtır ki, fiilin kaderini belirlesin. Bu da, hem "ihtiyarî" ve hem de "cebrî" fiilde eşit düzeyde bir gerekliliğe sahiptir. İki fiilden birinde failin tercihi kendi temen­nisine, diğerinde bir dış etkene dayanıyor olması, sonuçların farklılaşmasına yol açan türsel bir farklılı­ğa sebep olmaz. Nitekim bir duvarın dibinde gölgelenen kimse, duvarın yıkılmak üzere olduğunu fark edip korkarak oradan ayrılırsa, bu fiili, "ihtiyarî fiil" olarak tanımlanır! Ama eğer bir zorba gelir ve "eğer kalkmazsan duvarı üzerine yıkarım" diye tehdit ederse, o da korkarak oradan ayrılırsa, bu fiili "ic­barı fiil" olarak nitelendirilir. Oysa iki fiil ve iki tercih arasında temelde bir fark yoktur. Sadece tercih­lerden biri zorbanın iradesine dayanıyor.

   Eğer desen ki: "İki fiilin birbirlerinden farklı olduklarının anlaşılması için, ihtiyarî fiilin, mey­dana gelişi ile fail katındaki bir maslahatla uyuşmasının bilinmesi yeterlidir. Övgü ve yergi de bu tür bir fiili izler; sevap ve ceza gibi daha birçok sonuç da bu tür fiiller için söz konusudur. İcbarî fiilde ise, durum bundan farklıdır. Bu tür bir fiili yukarıdaki sonuçlardan herhangi birisi izlemez." denecek olursa buna vereceğim cevap şudur:

   Durum söylendiği gibidir, ancak bu sonuçlar, nihai toplumsal kemale uygun olarak akıllı insanların yaptıkları değerlendirmelerden ibarettirler. Dolayısıyla bunlar itibarî sonuçlardır, gerçek değil. Bu yüzden cebir ve ihtiyar meselesi felsefi bir mesele değildir. Çünkü felsefi meseleler, dış âlemde yer alan varlıkları ve onların objektif sonuçlarını kapsarlar. Fakat sonuç olarak akıllı insanların değerlen­dirmelerinden ibaret olan itibarî kavramlar felsefî bir araştırmaya tâbi tutulmaz ve aklî kanıtlarla ret veya ispat edilmez. Şu hâlde felsefî bir araştırmada söz konusu meseleyi başka bir yöntemle ele alıp şöyle demeliyiz: Hiç kuşkusuz meydana gelen her mümkün bir illete muhtaçtır. Bu hüküm, kanıt yo­luyla sabittir. Aynı şekilde, hiç kuşkusuz bir "şey" zorunlu olmadıkça var olmaz. Çünkü bir şeyin varlı­ğı herhangi bir belirleyici tarafından belirlenmediği sürece, o şey eşit bir şekilde varlığa da, yokluğa da izafe edilir. Dolayısıyla bir şey, bu eşitlik konumunu korumakla beraber var olamaz. Çünkü bir şey var­ olduğu sürece zorunlulukla nitelenmek durumundadır. Bu zorunluluğu da hiç kuşkusuz illeti tarafından kazanmıştır. Dolayısıyla varlıklar âlemini bir bütün olarak ele aldığımız zaman, tümü de varlığı zorunlu olmak üzere birbirine bağlı ardışık halkalardan oluşan bir zincir gibi görürüz. Bu zincirde varlığı müm­kün olarak nitelendirilebilecek tek bir halkaya rastlanmaz.

   Ayrıca, söz konusu zorunluluk nispeti, dört illet, şartlar ve hazırlayıcılar gibi malûlün, yalın ve­ya birçok şeyden meydana gelen bileşik nitelikli tam (eksiksiz) illetine izafe edilmesinden kaynaklanı­yor. Fakat söz konusu malûl illetin bazı parçalarına veya söz gelimi başka bir şeye izafe edilirse, bu izafe zorunlu olarak mümkünlük nispeti niteliğini kazanır. Bu durum son derece açıktır. Eğer bu nispet, zorunluluk niteliğini taşıyor olsaydı, tam illete, tam illet olmasıyla beraber ihtiyaç duyulmaz olurdu.

   Şu hâlde, içinde yaşadığımız doğaya iki sistem egemendir: Zorunluluk sistemi ve mümkünlük sistemi. Zorunluluk sistemi, eksiksiz tam illetlere ve onların malûllerine hâkimdir. Bu sistemin parçala­rı arasında, kesinlikle ne zat ve ne de zatın fiili açısından mümkünlük niteliğine sahip bir parçaya rast­lanmaz. Mümkünlük sistemi ise, madde, maddenin alabileceği şekilleri ve madde tarafından kabul edil­mesi imkân dâhilinde olan sonuçları kapsar. Söz gelimi, insanın ihtiyarî fiillerinden biri ele alınırsa, bu fiil, tam iletine kıyasla -ki o; insan, ilim, irade, kullanıma elverişli madde, mekân ve zamanla ilgili şart­ların gerçekleşmesi ve engellerin ortadan kaldırılması ve kısaca fiilin var olmak için ihtiyaç duyduğu her şeydir- gereklilik ve zorunluluk niteliğine sahip olur. Ama bu fiil sadece insana izafe edilirse -ki in­san, tam illetin sadece bir parçasıdır- o zaman mümkünlük niteliğine sahip olur.

   Kaldı ki, yerinde açıklandığı gibi illete ihtiyaç duyuluyor olmasının sebebi, varlığın mümkün niteliğine sahip bir varlık olmasıdır. Yani bağımlı olmasıdır, gerçeklik bakımından kendi başına bir var­lık ifade etmemesidir. Çünkü bağımlılık zinciri sonuçta kendi başına bağımsız olan bir varlıkla nokta­lanmazsa, muhtaçlık ve yoksulluk zinciri öyle devam eder. Buradan hareketle şu sonuçları elde ediyoruz a) Malûl illetine dayanıyor olmakla, mümkünlük zincirinin son bulduğu zorunlu illete muhtaç olmaktan kurtulmaz, b) Bu muhtaçlık, var olmak bakımından olduğu için bütün varoluşsal özelliklerinin, illetleri ile olan bağlantılarının, zaman ve mekânla ilgili koşullarının korunmuş olmasıyla birlikte söz konusudur

   Böylece iki şey açıklık kazanmış oluyor:

   1- İnsan, diğer tüm doğal olgular ve onların doğal fiilleri düzeyinde varoluşsal olarak ilâhî ira­deye dayandığı gibi, insanın fiilleri de varoluşsal olarak ilâhî iradeye dayalıdırlar. Dolayısıyla Mutezile ekolünün, "insanın fiilleri varoluşsal olarak Allah'ın iradesine bağlı değildir." şeklindeki iddialarıyla kaderi inkâr etmeleri temelden yanlıştır. Bu dayanma, varoluş için kaçınılmaz bir durum olduğu için, malûlün varoluşsal özellikleri de burada etkin rol oynar. Şu hâlde her malûl, kendine özgü varoluş sı­nırları içinde illetine dayalıdır. Bir insan bireyi de baba, ana, zaman, mekân, şekil, nicelik, nitelik ve diğer maddî etkenlerden müteşekkil tüm varoluşsal sınırlarıyla ilk illete dayandığı gibi, insanın fiilleri de tüm varoluşsal nitelikleriyle birlikte ilk illete dayanır. Örneğin şu fiil ilk illete ve zorunlu olan irade­ye intisap ettiği zaman, bu durum onu, asıl konumunun dışına çıkarmaz. Söz gelimi, insan iradesinin et­kinliğini geçersiz kılmaz. Çünkü zorunlu ilâhî irade, ancak irade ve ihtiyar sonucu insandan sadır olan fiile taalluk eder. Eğer bu fiil, gerçekleştiği zaman irade dışı ve istem dışı olursa, bu durum yüce Allah­'ın iradesinin gerçekleşmemesi demektir ki, bu da yüce Allah açısından imkânsızdır. Bu yüzden Cebri­ye anlayışına sahip Eş'arîlerin, "İlâhî iradenin isteme bağlı fiillere taalluk edişi irade ve istemin etkinli­ğini geçersiz kılar." şeklindeki görüşleri temelden yanlıştır.

   İlâhî irade: Tüm varoluşsal özellikleri, nedenlerine olan bağlantıları ve var olmasında etkili olan koşullarıyla birlikte bir fiile tahakkuk eder. Diğer bir ifadeyle İlâhî iradenin, söz gelimi Zeyd tarafından sergilenen bir fiile taalluk edişi mutlak değildir. Tersine, ilâhî irade bu failin isteğine bağlı olarak falan­ca failden falan zaman ve mekânda fiilin gerçekleşmesine taalluk etmiştir. Şu halde İlâhî iradenin fiil üzerindeki etkinliği, fiilin isteğe bağlı (ihtiyarî) olmasını gerektirir. Aksi takdirde, İlâhî iradenin mura­dından ayrılması gerekecektir. Öyleyse, fiili zorunlu kılan ilâhî iradenin etkinliği, fiilin isteğe bağlı ol­masını da gerektiriyor. Yani, İlâhî irade açısından zorunlu olan fiil, fiili işleyen insan iradesi açısından isteğe bağlı olmasını gerektiriyor. Şu halde insanın iradesi ilâhî iradeye paralel değil, onun uzantısında yer almaktadır. Dolayısıyla aralarında bir çekişme söz konusu değildir ve ilâhî iradenin etkinliğinden dolayı beşeri irade etkinliğini yitirmemektedir. Görülüyor ki, Cebriye ekolünün hatasının özü Allah'ın iradesinin taalluk etmesinden dolayı kulun iradesinin etkisizleştiğini zannetmeleridir.

   Mutezile ekolü, İlâhî iradenin fiillere taalluk etmesinin, isteğe bağlılığı geçersiz kılacağı husu­sunda Cebriye ekolünün görüşünü Kabul etmişlerdir. Beri tarafta ise, isteğe bağlı fiillerin ihtiyari olu­şunda ısrar etmişlerdir. Sonuçta İlâhî iradenin fiillere taalluk edişini reddetmişlerdir. Bu yüzden fiiller için bir başka yaratıcı öngörmek durumunda kalmışlardır. Yani insanın kendi fiillerinin yaratıcısı oldu­ğunu ileri sürmüşlerdir. Fiillerin dışındaki olguların yaratıcısı da yüce Allah olduğuna göre, Mutezile ekolü, iki yaratıcı olduğunu kabul etme gibi sapık bir inancı benimseme durumunda kalmışlardır... İmam Ali (a.s.) şöyle demiştir: "Kaderiyyenin miskinleri Allah'ı adaletle nitelendirelim derken O'nu gücünden ve egemenliğinden soyutladılar."

   Doğruluğunda kuşku olmayan kesin gerçek şudur: İnsanların fiilleri hem faile ve hem de ilâhî iradeye izafe edilirler ve bu iki nispetlilik birbirlerini geçersiz kılmazlar. Çünkü bunlar, birbirlerinin karşısında değil, yanındadırlar.

   Buna bir örnek verecek olursak, köle ile efendisinin durumunu örnek verebiliriz. Efendi kölele­rinden birini cariyelerinden biriyle evlendirir, sonra ona bir tarla verir, dayalı döşeli bir ev tahsis eder. Bir insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyabileceği her şeyi belli bir sure için onun emrine verir.

   Eğer biz, efendi kölesine bunları vermiş olmasına, bunları kölenin mülkü etmesine rağmen, köle bunların maliki değildir. Köle nere, sahip olmak nere? dersek, Cebriye'nin görüşünü yansıtmış oluruz.

   Eğer biz, efendi kölesine mal vermekle, bazı şeyleri onun mülkü kılmakla, onu söz konusu mal­ların maliki kılar ve kendisi de maliklikten çekilir. Asıl malik söz konusu köledir, dersek, Mutezile eko­lünün görüşünü ifade etmiş oluruz.

   Eğer biz, konumlarını, statülerini korumakla birlikte iki mülkiyeti bir arada bulundursak ve: "Efendinin konumu efendiliktir. Kölenin konumu da köleliktir. Köle ancak efendinin mülkünün kapsa­mında olan bir şeye sahiptir. Efendi aynı zamanda kölenin sahip olduğu şeyin de sahibidir" dersek Ehl-i Beyt İmamlarının ileri sürdükleri ve aklî kanıtların onayladığı gerçek sözü ifade etmiş oluruz.

   2- Fiiller eksiksiz illetlerine izafe edildikleri gibi (bu izafe edilişin, zorunlu olarak eksiksiz illet­lerine izafe edilen diğer olgular gibi zorunlu ve gerekli olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun) eksiksiz il­letlerinin bazı cüzlerine de -insan gibi- izafe edilirler. (Bu izafe edilişin ise mümkünlük niteliğine sahip olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun.) Şu hâlde zorunlu ve eksiksiz illetinden dolayı herhangi bir fiilin varoluşsal olarak zorunluluk niteliğine sahip olması, bu fiilin bir başka açıdan varoluşsal olarak müm­künlük niteliğine sahip olmasına engel değildir. Öyleyse, önce de söylediğimiz gibi iki türlü nispet var­dır ve bunlar arasında bir çelişki yoktur. Dolayısıyla günümüzde materyalistlerin ve çağdaş filozofların ortaya attıkları doğa sisteminin determinizminin evrenselliği ve isteme bağlı fiillerin geçersizliği şek­lindeki teori yanlıştır. Aksine, evrensel sistemin dayanağı olan gerçek şudur:

   Olaylar eksiksiz illetleri bakımından zorunlu birer varoluşa sahiptirler. Ama maddeleri ve illet­lerinin parçaları bakımından varoluşları mümkünlük niteliğine sahiptir. İnsanın fiil ve davranışlarında da temel ölçü budur. Davranışlarının konumsal dayanağı umut, terbiye ve eğitim gibi olgulardır. Varlığı zorunlu ve gerekli olan olguları, terbiye ve eğitime dayandırmak bir anlam ifade etmez. Bu hususta umuda da dayanılmaz. Ne demek istediğimiz son derece açıktır. [el-Mîzan c.l, s.152-156,144,145,157]

[68]- "Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır." (Bakara, 284) "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." (Hadîd,5) "Mülk O'nundur, ha m d O'nundur." (Teğâbun, 1) Bu ve benzeri ayet­lerde âlemler üzerinde mutlak malikliğin Ona ait olduğu vurgulanıyor. Yani; onun malikliğinin hiçbir sınırı yoktur; bazı yönlerden evrene malik olup da diğer bazı yönlerden malik olmaması söz konusu değildir. Örneğin bir insanın bir köleye veya başka bir şeye malik olması gibi değildir. İnsanın malikliği, akıllılarca onaylanan tasarruflarla sınırlıdır; akıllılarca onaylanmayan beyinsizce tasarruflar insanın malikliğinin kapsamına girmez.

   Allah mutlak malik olduğu gibi aynı şekilde evren de Allah'ın mutlak mülküdür. Bu mülkiyet, dünyanın bazı şeylerinin bizim mülkümüz olmasına benzemez. Bizim malikliğimiz eksiktir, malik ol­duğumuz şey üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip değiliz. Söz gelimi, bir merkebe malik olan in­san, onu taşıma ve binme işinde kullanma yetkisine sahiptir. Ama onu durduk yerde susuzluktan veya açlıktan ya da ateşte yakarak öldürmesi onun yetkisinde değildir. Akıllılar ona bu hakkı vermezler. Ya­ni insanlık âlemi içinde geçerli olan bütün maliklikler noksandırlar ve malik olunan şey üzerinde insana sınırsız değil, kısmi bir tasarruf yetkisi verirler. Ama Allah'ın şeyler üzerindeki malikliği bundan farklı­dır. Şeylerin Allah'tan başka bir maliki, bir Rabbi yoktur. Hiçbir şey kendisine yarar ve zarar verme, kendisini öldürme veya diriltme ya da kendini var etme gücüne sahip değildir. Nesneler üzerinde akla gelebilecek her türlü tasarruf yetkisi Allah'a aittir. Kulları ve yarattığı diğer varlıklar üzerinde hangi tasarrufta bulunursa bulunsun, bundan dolayı bir suçlamaya, bir yergiye veya bir kınamaya maruz kal­maz. Kulların tasarruflarından bir kısmı, kınanır ve yerilir; çünkü o tür tasarruflarda bulunma yetkileri yoktur, akıllılar onlara bu hakkı tanımamışlar.

   Dolayısıyla söz konusu kişinin tasarrufu sınırlıdır ve aklın tasvip ettiği alanlara özgüdür. Fakat yüce Allah'ın bütün tasarrufları, mutlak malikin mutlak mülkü üzerindeki tasarrufudur; bunun için de hiçbir tasarrufu bir kınama ve bir yermeye konu olmaz. Allah, dilediği veya izin verdiği tasarrufların dışında kimsenin O'nun mülkünde herhangi bir tasarrufta bulunmayacağını vurgulayarak bu gerçeği beyan etmiştir. O, sınırlı tasarruf yetkisi tanıdığı kimseyi sorgular, hesaba çeker. Ama kendisi sorgulan­maz, sorumlu tutulmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onun izni olmadan katında şefaat edecek kimmiş?" (Bakara, 255) "Onun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3) "Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi." (Ra'd, 31) "O dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola iletir." (Nahl, 93) "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tek-vîr, 29) "O, yaptığından sorulmaz; ama onlar, sorulurlar." (Enbiyâ, 23) "Sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman." (Enfâl, 24) "Eğer bilirseniz sizin için en iyisi bu­dur." (Saf, 11) "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder." (Nahl, 90) "Allah hayâsızlığı emretmez." (A'râf, 28)

   Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Kur'ân'ın yasamalarında da akıllıların toplumdaki yöntemleri esas alınmıştır. Yani, güzel, çirkin, yararlı, zararlı, emir, yasak, ödül, ceza, övme ve yerme gibi akıllılar ara­sında geçerli olan kavramlar ve bu kavramlara dayandırılan "İyi ve güzel olan yapılmalı; kötü ve çirkin olandan kaçınmalı" gibi hükümler, akıllıların genel hükümlerinin temelini oluşturduğu gibi, yüce Allah 'm kullan için koyduğu şer'î hükümlerde de göz önünde bulundurulmuştur. Akıllı insanlar fiillerinin akıllıca amaç ve maslahatlara dayanması gerektiği noktasında müttefiktirler.

   Yasalar, hükümler ve kanunlar koymaları, iyiliğe iyilikle, dilerlerse kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi öngörmeleri de onların fiillerinden olup bütün bunların temelinde birtakım maslahatlar ve ge­çerli sebepler bulunmalıdır. Öyle ki eğer akıl ürünü herhangi bir emir veya yasakta toplumun çıkarı ve maslahatı gözetilmemişse, akıllı insanlar böyle bir emir ve yasağa uymazlar.

   Cezalandırma ve ödüllendirmelerde de verilen karşılıkla amelin hayır ve şer noktasında uyum­luluğu ve uygun oranda ve nasıl uygun düşüyorsa öylece karşılık verilmesi, göz önünde bulundurulur. Yine akıllı insanların genel yargılarına göre, emir, yasak ve tüm yasal kurallar zor durumda kalan veya bir şey yapmaya zorlanan kimseye değil, ancak serbestçe davranabilen kimseye yöneliktirler. Aynı şe­kilde iyi veya kötü karşılık, yani sevap ve azap ancak isteğe bağlı olarak sergilenen amellere göre belir­lenir. Ancak, isteğe bağlılığın kapsamından çıkıp zorlanmışlığın kapsamına girmek kötü tercihten kay­naklanıyorsa, akıllı insanlar böyle birinin cezalandırılmasını çirkin bir tutum olarak algılamazlar ve onun zorlanmışlıkla ilgili olarak anlattığı hikâyeye de aldırış etmezler.

   Şayet yüce Allah kullarını itaat veya isyana zorlasaydı, itaat edenin cennetle ödüllendirilmesi gereksizlik ve günah işleyenin de cehennem azabına çarptırılması zulümden başka bir şey olmayacaktı. Oysa gereksizlik ve zulüm ise, akıllı insanlarca çirkinliği bilinen şeylerdir ve yine tercihi gerektirecek bir husus meydanda yokken, bir şeyden yana tercih koymayı gerektirecekti ki, bunun da çirkinliği yine akıllılarca bilinmektedir. Çirkin bir tutumda da bahaneyi kesecek bir gerekçenin varlığı söz konusu de­ğildir. Oysa yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a kar­şı bahaneleri kalmasın." (Nisa, 165) "Ki helak olan, açık delille helak olsun; yaşayan da açık de­lille yaşasın." (Enfâl, 42) Şu ana kadar yaptığımız açıklamalardan aşağıdaki hususlar belirginleşiyor:

1-    Yasama, fiillerde zorlama esasına dayalı olarak gerçekleşmez. Yükümlülükler kulların dünya ve ahiret çıkarlarına uygun olarak belirlenir, onların yapmak veya yapmamak hususunda tam bir ser­bestliğe sahip oluşları göz önünde bulundurularak kendilerine iletilir. Yükümlülük altında olanlar, ancak serbest iradeleri sonucu işledikleri iyilik veya kötülük üzerine ödüllendirilirler veya cezalandırılırlar.

2- Kur'ân'da saptırma, kâfirlere karşı hile ve tuzak kurma, zorbaların azgınlıklarını uzun süreli kılma, şeytanı musallat etme, onu kimi insanlara dost ve yoldaş etme gibi, Allah'a izafe edilen fiiller, O'nun kirlerden, noksanlıklardan, çirkinliklerden ve tiksinti uyandırıcı şeylerden münezzeh olan kutsal sahasına uygun olabilecek anlamda O'na izafe edilmektedir. Bu anlamların tümü sonuçta saptırmanın kapsamına girerler, onun şubeleri ve türleri sayılırlar. Aslında her saptırma da, hatta saptırmanın en il­kel türü olan aldatma da O'na izafe edilemez, O'nun kutsal sahasına yakıştırılamaz. Yüce Allah'a izafe edilen saptırma, kötülüğe kendi isteğiyle yöneleni cezalandırma ve onu kendi başına bırakma anlamını taşımaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla bir­çoğunu hidayete erdirir. Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince Allah da kalplerini eğriltti." (Saf, 5) "İşte Allah aşırı giden şüpheci kimseleri böyle saptırır." (Mü'min, 34)

3-    İlâhî kaza, faillerine mensup fiiller olmaları itibariyle değil, varlık âlemindeki varlıklardan biri olmaları itibariyle kulların fiillerine taalluk eder.

Yasama cebir (zorlama) ile bağdaşmadığı gibi tam serbestlikle de bağdaşmaz. Çünkü efendi­nin sahip olmadığı bir hususta kölelerine emir ve yasaklar koyması bir anlam ifade etmez. Kaldı ki, kulların tam serbestliği, yüce Allah'ın mülkünden bazı kısımların üzerindeki mutlak egemenlik, sınırsız sahiplik yetkisinden soyutlanması demektir. [el-Mîzan c.1, s.136-140]

[69]- Kesin irade anlamında

[70]- Hadis: Meçhul. [Allâme Meclisi, Mir'at'ul-Ukul, c.2, s.243]

[71]- İlâhî Yol Göstericiliğin (Hidayetin) Anlamı: Bildiğimiz anlamıyla hidayet, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, fiillerin tanıtımı ve nitelendirilmesi amacıyla kullanılan bir kelimedir. Araplar, "Hedeytu fulanen ila emrin keza=falan adamı şu işe hidayet ettim." derler. Burada kastedilen, o işe nasıl ulaşılacağının anlatılması veya ona varmasını sağlayacak yolun gösterilmesi kastedilmiştir. Bu, yol gösterme anlamında hidayettir. Veya birinin elinden tutar, yol boyunca ona eşlik ederek, onun istediği yere ulaştırırsın. Bunun adı da, amaca ulaştırma anlamında hidayettir, kılavuzluktur.

   Bu hususların tümü bağlamında objeler dünyasında meydana gelen ise, kişinin gerçekleştirdiği eylem çeşitleridir; yolu açıklama veya gösterme (yol göstericilik) ya da yol gösterilen kişiyle beraber yürüme (kılavuzluk) gibi. Ancak hidayetin kendisi, eylemin tanıtıcı formasyonudur ve amaçla ilintili­dir. Nitekim yol gösterilen kişinin, bunun sonucunda sergilediği fiil de "ihtida" (gösterilen yola iletil­me) şeklinde nitelendirilir. Bu bağlamda yüce Allah'a izafe edilen hidayet -bu yüzden güzel isimlerin­den biri olan "el-Hadî" şeklinde isimlendirilmiştir- yüce Allah'ın rahmet ve rızık gibi fiillerinden algı­lanan fiil sıfatlarının kapsamına girer. Allah'ın hidayeti ise iki türlü olur:

   Birincisi: Tekvini / Varoluşsal hidayet. Bu, varoluşsal olgularla ilintilidir. Yaratılan tüm varlık türlerine, yaratılmalarının amacını oluşturan olgunlaşma hedefine doğru yol almalarına, bu amacı ger­çekleştirmeye yönelik fiillerini işlemelerine yöneltmesi gibi. Allah'ın, yaratılan her canlıyı, kendisi için takdir edilen işlere yöneltmesi ve varoluşu için öngörülen eceli doldurmaya iletmesi de bu tür hidaye­tin / yol göstericiliğin kapsamına girer. Nitekim Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "O, her şeye yaratılışını verip sonra hidayet edendir." (Tâhâ, 50) "O ki her şeyi yarattı, düzenledi. Ve O ki her şeyin miktarını, biçimini belirleyip (hedefini) gösterdi." (A'lâ, 2-3)

   İkincisi: Teşriî / Yasama nitelikli hidayet. Bu ise, hak esaslı inanç ilkeleri ve salih ameller gibi yasama nitelikli olgularla ilintilidir. Bunlar da emir, yasak, diriltme, azap etme, emre uyanlara ödül, em­re uymayanlara azap vaat etme gibi hususlar bağlamında söz konusudur.

   Bu hidayet bir tür yol gösterme şeklindedir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz onu yola hidayet ettik: Ya şükredici veya nankör olur." (İnsan, 3)

   Bu hidayetin kapsamına giren bir kısım yol göstericilik de, kişiyi amacına ulaştırma şeklinde­dir. Bir ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Dileseydik elbette onu ayetlerle yükseltirdik; fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü." (A'râf, 176) Yüce Allah bu tür hidayeti şöyle tanımlar: "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." (En'âm, 125)

   Bazıları bu ayetten hareketle hidayetin ve sapıklığın yüce Allah'tan olduğu, Allah'tan başkası­nın bu hususta bir etkinliğinin olmadığı sonucuna varmışlardır ki bu tür bir çıkarsama yanlıştır. Çünkü ayet Allah'tan olan hidayet ve saptırmanın gerçek mahiyetini açıklamaya yöneliktir. Bir açıdan bunları tanımlamakta, sınırlarını belirleyerek belirginleştirmektedir. Bu ayette, iddia edildiği gibi, bu ikisinin sırf Allah'tan olduklarının, başkasının bunda bir etkinliğinin olmadığının açıklanması amaçlanmamak-tadır. Bu da gayet açık bir şekilde ayetin akışından anlaşılmaktadır.

   Bir şeyin, varoluşunun sebeplerinin ve öncüllerinin yaratılması açısından yüce Allah'a izafe e-dilmesi, onun Allah'tan başkasına bir başka açıdan izafe edilmesini olumsuzlamaz. Aksi takdirde, ev­rensel nedensellik yasasının geçersiz olması gerekirdi. Evrensel nedensellik yasasının geçersizliği ise, tâ baştan aklî kanıtı ortadan kaldırır. Şu hâlde bir şey, örneğin hidayet ve dalâlet, gerçek olarak Allah'a izafe edildiği hâlde, Allah'tan başkasına da aynı şekilde izafe edilebilir ve bunda bir çelişki de yoktur.

   Allah'ın hidayet ve sapma bağlamında yaptığının, kalbi genişletip daraltması olduğuna [bu ayet­te] işaret ediliyor. Bunlar ise, kesinlikle kalbin bir şeyden nefreti veya bir şeyi arzulaması değildirler. "Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." (En'am, 125)

   Ayetin orijinalinde geçen "yeşreh" kelimesinin kökü olan "eş-şerh", açma, yayma anlamına gelir. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde, bu sözcüğün aslının et ve benzeri şeyleri açma, yayma an­lamına geldiğini söyler. İlim ve irfanın kabı sayılan göğsün açılması ise, göğsün, karşılaştığı tüm, hak ni­telikli bilgileri kavraması, kendisine iletilen hiçbir hak ifadeyi reddetmeyecek şekilde genişletilmesi an­lamını ifade eder. Nitekim buna karşıt bir manzara olarak tasvir edilen sapıklığın niteliğinden de bu yön-. de bir anlam çıkarmak mümkündür. Allah şöyle buyuruyor: "...Onun göğsünü dar ve tıkanık yapar."

   Buna göre Allah, kimin göğsünü, Allah'a teslim olmak anlamına gelen İslâm'a açmışsa, göğsünü genişletmiş, yaymış demektir. Artık o göğüs Allah tarafından sunulan her gerçek inancı, her dinsel salih ameli kabule hazırdır. Allah ona hak bir söz yönelttiğinde derhal içine alır, salih bir amel sunduğunda derhal uygular. Bunun nedeni, onun basiret gözünün açık olması, ilâhî bir nurla görüyor olmasıdır. Bu nur, hak bir inanca iliştiğinde onu hemen aydınlığa çıkarır; salih bir amele rastladığında, derhal onu gün yüzüne çıkarır. Ama kalp gözü kör olan kişi bakımından durum, bunun aksini göstermektedir. Böyle insanlar hak ile batılı birbirinden ayıramazlar, doğru ile yalanı ayırt edemezler. Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Zira gözler kör olmaz; fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hac, 46)

   Allah bir başka ayette de göğüslerin İslâm'a açılmasını aynı şekilde açıklamıştır: "Allah'ın göğsünü İslâm'a açıp da Rabbinden bir nur üzerine olan kimse (başkasına benzer) mi? O hâlde Allah'ı anmaktan yüz çevirip de yürekleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!" (Zümer, 22) Bura­da Allah göğsü İslâm'a açılan kimseyi tanımlarken, onun Allah katından bir nur ile hareket ettiğini vur­guluyor, bu nur, yolculuğu esnasında onun önünü aydınlatıyor.

   Sonra onu, katı kalplilerle karşılaştırdığı için kalp yumuşaklığı ile vasfediyor; kalbinin bu yüzden Allah'ın zikrini hemen kabul ettiğini, katı kalpliler gibi ilâhî zikri reddetmediğini belirtiyor. Sonra da şöyle buyuruyor: "Allah sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli kitap hâlinde indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar. İşte bu Allah'ın hidayetidir, dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz." (Zümer, 23) Bu ayette kalplerin Allah'ın zikrine karşı yu­muşamasından, gönüllü olarak hakka uymasından söz ediliyor. Bu bağlamda bunun ilâhî hidayet ol­duğuna, Allah'ın bununla dilediğini doğru yola ilettiğine işaret ediliyor. Tam bu noktada [Zümer, 23.] ayetiyle, [En'am, 125.] ayetin aynı anlam üzerinde birleştiklerini görüyoruz. Buna göre, Allah kulla­rından birini hidayete erdirdiğinde onun göğsünü açar, böylece bütün hak nitelikli inanç ilkelerini ve bütün salih amelleri içine alacak genişliğe kavuşur; büyük bir yumuşaklıkla, esneklikle bütün bunları kabul eder, kesinlikle katılaşarak reddetmez. Bu, bir tür manevî nurdur; hak nitelikli sözü ve salih ameli aydınlatır, bu nura sahip olan kişiye yardımcı olur, aydınlattığı gerçeklere sarılmasını sağlar. Dolayısıyla bu nur, ilâhî yol göstericiliği tanımayı sağlayan bir tanıtıcı rehber konumundadır.

   Bundan da anlıyoruz ki, "Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." ifadesi, "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse... " ifadesine ilişkin bir başka açıklama mahiyetindedir. Öte yandan, "Al­lah kimi hidayete erdirmek isterse..." ifadesinin içerdiği ayrıntı, iki açıklamadan birinin ötekisi için, onun kaçınılmaz sonucu imiş gibi, ayrıntı işlevini görmesine tipik bir örnektir. Nitekim iki açık­lamanın birbirlerini onaylaması, doğrulaması birini diğerinin sonucu, ayrılmaz ayrıntısı hâline geti­rir, öyle algılanmasını sağlar. Bu ise, ayetin akışı açısından göz önünde bulundurulması gereken in­ce, sanatsal bir ayrıntıdır.

   Yüce Allah başka bir yerde, seçkin peygamberleri hidayete erdirişinden, onlara büyük nimet­ler bahsedişinden söz ederken bu hidayete ilişkin diğer bir tablo çizer: "Onları seçtik ve onları hi­dayet ettik. İşte bu Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini buna iletir." (En'âm, 87-88)

   Ayet, şunu açık bir şekilde gösteriyor ki Allah'ın hidayeti, kendisine uyanları doğru yola, düz bir hareket metoduna iletir. Bunda farklılık ve ihtilâf olmaz. Onun, ilâhî bilgilerden ve yasalardan meydana gelen dini demek olan yolunun bazı bölümleriyle diğer bazı bölümleri arasında çelişki ol­maz. Çünkü bölümlerin tümü katışıksız, öz tevhidi temsil ederler. Tevhit ise, değişmez ve tek bir gerçekliktir. Sonra bu yolun bütün bölümleri ilâhî fıtrata, yaratılış yasasına dayanırlar. İlâhî fıtrat ise yargılarında yanılmaz, kendi içinde dönüşüm yaşamaz, gereklerinde farklılıklar arz etmez.

   Sonra bu yolun yolcuları, bu dinin taşıyıcıları da birbirlerine kaynaşmış hâldedirler, aralarında ihtilâf ve çelişme olmaz. Dolayısıyla Allah'ın peygamberlerinden birinin davet ettiği, bütün peygamber­lerin davet ettiği gerçektir. En son peygamberin insanlığı teşvik ettiği hayat biçimi, ilk peygamberin, Adem'in teşvik ettiği hayat biçiminin aynısıdır. Aralarındaki tek fark birinin kısa ve öz, birininse geniş ve ayrıntılı olmasıdır. [el-Mîzan c.7, s.495-503]

 

[72]- Sapıklık özü itibari ile Ona [Allah'a] izafe edilemez. Çünkü O özü itibari ile kişinin Allah'ın hidayeti ile yönlenmemesidir ki, bu kavram, yokluk anlamı taşır ve eksiklik sıfatıdır. Ancak, bu "hida­yet mahrumiyeti," ilk gerçekleşmesinin arkasından kişide yerleşip onun için ayrılmaz bir sıfat oldu mu, bu sonuç, kişinin sapıklığı hidayete tercih etmesi ve Allah'ın ayetlerini yalanlaması sebebi ile ilâhî tevfiğin ve bağışın kesilmesi anlamına gelir ki, bu anlamda hidayet mahrumiyeti, yüce Allah'tandır, yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de bu sonucu kendine izafe eder. Bu süreç, adım adım kötü akıbete iletme ve mühlet verme şeklinde gerçekleşir. [el-Mîzan, c.8, s.480] (Ayrıca bk. 406. hadisin dip notu.)

[73]- Hidayet işaret etmektir, yolu göstermek suretiyle hedefi göstermektir. Bu da bir çeşit "hedefe ulaştırmak" demektir. Bunun gerçekleşmesi de ancak yüce Allah sayesinde mümkündür. Allah'ın bu hususta ki düzeni, sebepler düzenidir. Bir sebep oluşturur. Bu sebep hedefin belirginleştirilmesini ve sonuçta kulun bu hedefe ulaşmasını sağlar, yüce Allah bu düzene şu şekilde işaret etmektedir:

   "Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." (En'am, 125) Şu ayette buna bir örnektir: "Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar. İşte bu Allah'ın hidayeti­dir, dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz." (Zümer, 23) İfadenin orjinalinde geçen "teliynu" fiilinin ila harfi cerriyle geçişli kı­lınmasının sebebi "eğilim ve güven" gibi bir anlamı kapsamasını sağlamaktır. Bu durumda Allah kalpte bir nitelik meydana getirir. Bu nitelik sayesinde kalp Allah'ın zikrini algılar. Ona yönelir ve Onunla gü­ven bulur. Allah'ın yolları farklı olduğu gibi, yollarının farklılığı oranında hidayetide farklılık gösterir.

   Nefyedilen (olumsuzlanan), "Hidayetin cinsi değil kemal derecesidir." ki, bu yalnızca Allah'ın elindedir. Yoksa bu gerçekliğin bazı dereceleri kesinlikle peygamber için sabittir. "Şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun." (Şura, 52) [el-Mîzan, c.l, s.56-57]

 

[74]- Hadis: Meçhul. [Allâme Meclisi, Mir'at'ul-Ukul, c.2, s.255]