USUL-U KÂFİ
HÜCCET  KİTABI

(Akıl ve Cehalet, İlmin Fazileti, Tevhid, Hüccet)

 

46) İMAMLAR BİR ŞEYİ BİLMEK İSTEDİKLERİ ZAMAN ONLARA BİL­DİRİLİR BABI

1-(662) ...Ebu Rebi' eş-Şamî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

«İmam bir şeyi bilmek istediği zaman, ona öğretilir.»

2-(663) ...Ebu Rebî' Ebu Abdullah (aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«İmam bilmek istediği zaman, ona bildirilir.»

3-(664) ...Ebu Ubeyde el-Medanî, Ebu Abdullah (aleyhisselâm)'dan şöyle riva­yet etmiştir:

«İmam bir şeyi bilmek istediği zaman, Allah, bunu ona öğretir.»

47) İMAMLAR NE ZAMAN ÖLECEKLERİNİ BİLİRLER VE ANCAK KEN­Dİ İSTEKLERİYLE ÖLÜRLER BABI

l-(665) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Bir imam, başına nelerin geleceğini ve sonunun nereye varacağını bilmiyorsa, o, Allah'ın kulları üzerindeki hücceti değildir.»

2-(666) ...Hasan b. Muhammed b. Beşşar şöyle rivayet etmiştir:

Bağdad'm Katiati'r-Rebii adlı bölgesi halkından, kendisinden hadis rivayet edilen Ehl-i Sünnet mezhebine mensub yaşlı bir adam bana anlattı ve dedi ki:

"Bu aile (Ehl-i Beyt)’e mensup, fazileti dilden dile dolaşan birini görmüştüm ki, fazilet ve ibadet bakımından ondan üstününü hiç görmemiştim."

Dedim ki: Kimdi ve onu nasıl gördün?

Dedi ki: Sindi b. Şahek'in zamanıydı. Halkın yanında itibarı olan ve hayırla anılan biz seksen kişiyi, topladı. Bizi Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’ın yanına götürdü ve bize şöyle dedi: "Ey falancalar! Şu adama iyi bakın. Acaba ona herhangi bir şey olmuş mudur? Çünkü insanlar, ona bir şeylerin yapıldığım sanıyorlar ve bu hususta çeşitli söylentiler yayıyorlar. İşte evini ve yatağını görüyorsunuz. Kendisine geniş imkânlar sağlanmış ve hiçbir şeyin sıkıntısını da çekmiyor. Emir'ül-müminin (Harun er-Reşid), onun hakkında bir kötülük dilemiş değildir. Sadece Emir'ül-Mü'mininin seferden dönüp onunla münazara etmesini bekliyor. Gördüğünüz gibi sağlığı yerin­dedir, her hususta büyük bir genişlik içindedir. İsterseniz ona sorun."

Fakat bizim bütün dikkatimizi, adamın heybeti, fazileti ve etkileyici görüntü­sü çekmişti. Musa b. Cafer (aleyhisselâm) şöyle dedi:

«Geniş imkânlara sahip olduğumla ve diğer hususlarla ilgili olarak söyledikle­ri doğrudur. Fakat ey topluluk, size bir şeyi haber vereceğim! Bana yedi hurma için­de zehir verildi. Yarın her tarafım yemyeşil kesilecek, ertesi gün de öleceğim.»

Sindi b. Şahek'e baktım, sıkıntılıydı ve hurma dalı gibi titriyordu.

3-(667) ...Ebu Cemile, Abdullah b. Ebu Cafer'den şöyle rivayet etmiştir:

Bana kardeşim anlattı, o İmam Cafer'den duymuş, o da babası (Muhammed Ba­kır aleyhisselâm)'dan şunları dinlemiş: «Ali b. Hüseyin (Zeyn'ül-Âbidin aleyhisselâm) ba­basının vefat ettiği gece, ona şerbet götürdü ve dedi ki: «Babacığım, bu şerbeti iç.»

Dedi ki: «Oğulcuğum! Bu, öleceğim gecedir. Ve bu gecede Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’de vefat etmişti.»

4-(668) ...Hasan b. Cehm şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a dedim ki: "Emir'ül-Müminin (Ali aleyhisselâm), kim tarafından ve hangi gece ve nerede öldürüleceğini biliyordu. Ayrıca kazların evde öttüklerini duyunca:

«Bu ötmeleri, matem inlemeleri izleyecek...» demişti.

Sonra Ümmü Gülsüm: "Bu gece namazı evde kılsan ve başkasına, insanlara namaz kıldırmasını emretsen olmaz mı?" demişti; ama o, bunu reddetmiş ve gece bo­yunca sık sık silahsız olarak dışarı çıkıp gelmişti. Oysa o, İbn Mülcem'in -Allah'ın laneti üzerine olsun- kendisini kılıçla öldüreceğini de biliyordu.

Acaba bu davranış, işlenmesi caiz olmayan hareketler kapsamına girmez mi?

Buyurdu ki: «Dediğin doğrudur; ancak o, o gece yaşamak ile Allah'a kavuş­mak arasında muhayyer bırakıldı. Ali (aleyhisselâm)’da Allah Azze ve Celle'nin ken­disiyle ilgili takdirinin cereyan etmesini tercih etti.»[75]

5-(669) ...Muhammed b. İsa, ashabımızın bazısından onlar da ebu’l Hasan Musa (aleyhisselâm) 'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle, Şiilere kızdı ve beni, ya kendimi ya da onları feda et­mek üzere serbest bıraktı. Allah'a yemin ederim ki, ben kendimi feda ederek onları korudum.»[76]

6-(670) ...Musafîr şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ey Musafir! Şu su kanalında balıklar var mıdır?»

-"Evet, vardır" dedim, "kurban olduğum!"

Bunun üzerine şöyle buyurdu: «Ben Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'yi dün gece rüyamda gördüm. Bana şöyle diyordu:

"Bizim yanımızda olan, senin için daha iyidir."»[77]

 

7-(671) ...Ebu Hatice, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Vefat ettiği gün babamın yanındaydım. Vefat ettikten sonra yıkanması, kefenlenmesi ve kabrine konulmasıyla ilgili bazı şeyler bana vasiyet etti.

Dedim ki: Ey babacığım! Allah'a yemin ederim ki, hastalandığın günden beri, seni bu günkü kadar hiç iyi görmemiştim. Yüzünde ölüm emareleri göremiyorum.

Bana dedi ki: «Ey oğulcuğum! Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın duvarın arka­sından, "Ey Muhammed! Gel, çabuk ol!" diye seslendiğini duymuyor musun?»

8-(672) ...Abdulmelik b. A'yen, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah, Hüseyin'in üzerine zaferi indirdi ve zafer, gök ile yer arasındayken İmam Hüseyin, zafer veya Allah'a kavuşmaktan birini seçmek arasında serbest bıra­kıldı. Hüseyin (aleyhisselâm) Allah’u Teâlâ’ya kavuşmayı tercih etti.»

48) İMAMLAR, OLANLARI VE OLACAKLARI BİLİRLER. HİÇBİR ŞEY ONLARA GİZLİ KALMAZ BABI

l-(673) ...Seyf et-Temmar şöyle rivayet etmiştir:

Hicr-i İsmail'in yanında bir grup Şiî olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın etrafında toplanmıştık.

İmam buyurdu ki: «Bizi izliyorlar mı acaba?» Sağa sola baktık, bizi izleyen kimseyi göremedik ve: "Bizi izleyen kimse yok" dedik.

Buyurdu ki: «Kâbe’nin Rabbine andolsun ki, bu binanın Rabbine andolsun ki -Üç kere tekrarladı- eğer Musa (aleyhisselâm) ile Hızır (aleyhisselâm)’ın yanında ol­saydım, onlara, kendilerinden daha çok bildiğimi haber verirdim ve ikisinin de bil­mediği şeyleri onlara bildirirdim. Çünkü Musa ve Hızır'a, olanlara ilişkin bilgi veril­mişti, buna karşılık kıyamet gününe kadar olacaklara ilişkin bilgi verilmemişti. Biz bu bilgileri miras olarak Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den aldık.»

2-(674) ...Haris b. Muğire, ayrıca aralarında Abdu'l-Alâ, Ebu Ubeyde ve Ab­dullah b. Bişr el-Haşami'nin de bulunduğu bir grup âlimin, Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini, duydukları rivayet edilmiştir:

«Ben göklerde ve yerde olanları bilirim. Cennette olanları bilirim. Cehennem­de olanları bilirim. Bu güne kadar olup biteni ve olacakları bilirim.»

İmam bir süre sessiz kaldı ve bu söylediklerinin dinleyenler tarafından çok büyük ve ağır iddialar şeklinde algılandığını görünce şunları söyledi:

«Bütün bunları, Allah Azze ve Celle'nin kitabından öğrendim. Çünkü Allah Azze ve Celle, "Onda her şeyin açıklaması vardır." buyurmuştur.»

3-(675) ...Cema'e b. Sa'd el-Haşamî şöyle rivayet etmiştir:

Mufaddal, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanındaydı ve ona dedi ki: "Kurban olduğum! Allah, bir kula itaat etmeyi diğer kullara farz kılar da, o kulun göklerden gelen haberleri almasını engeller mi?"

-«Hayır.» dedi. «Allah, kullarına bir kula itaat etmeyi farz kılıp da, o kulun sabah akşam göklerden gelen haberleri almasını engellemeyecek kadar kullarına kar­şı kerem sahibi, merhametli ve şefkatlidir.»

4-(676) ...Dureys el-Kunasî şöyle rivayet etmiştir:

Yanında arkadaşlarından bazılarının da bulunduğu bir sırada Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Şu halkın tavrına şaşıyorum. Bizi velî ediniyorlar, bizi kendileri için imam kabul ediyorlar, bize itaat etmenin, tıpkı Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye itaat etmek gibi farz olduğunu söylüyorlar. Sonra da kalkıp kendi kanıtlarını geçersiz kılı­yor ve kalplerinin zaafından dolayı kendileriyle çelişiyorlar. Bu nedenle bizim hak­kımızı yerine getirmede kusur işliyorlar. Allah'ın, bizi gerçek anlamda tanıma ve emrimize teslim olma kanıtını bahşettiği kimseleri alaya alıyorlar! Sizce Allah, Tebareke ve Teâlâ, kullarına, velîlerine itaat etmeyi farz kılar da, göklerin ve yerin ha­berlerini velîlerinden saklar mı? Dinlerinin dayanağı olan meselelerle ilgili olarak karşılarına çıkan olgulara ilişkin, bilginin özüne ulaşmalarına engel olur mu?

Bu arada Humran İmam'a dedi ki: "Sana kurban olayım! Ali b. Ebu Tâlib, Ha­san ve Hüseyin'in (aleyhimusselâm) durumunu, baş kaldırışlarını, Allah'ın dinini ege­men kılmak için harekete geçmelerini, bu uğurda mücadele ederken başlarına gelen musibetleri, tağutların onları öldürmelerini, onlara karşı zafer kazanıp sonunda onla­rı öldürüp hezimete uğratmalarını nasıl yorumlamak gerekir?"

Ebu Cafer (aleyhisselâm) dedi ki: «Ey Humran! Allah Tebareke ve Teâlâ, onlar hakkında bu olayların tümünü önceden planlayıp takdir etmişti. Hükme bağlayıp yü­rürlüğe koymuştu. Onların kendi tercihleriyle de kesinliğe kavuşturarak pratikte uy­gulamıştır. Dolayısıyla Ali, Hasan ve Hüseyin, Resûlullah'ın da kendilerine verdiği bir bilgiye dayanarak harekete geçtiler.

Bizden sessizliği tercih edenler de bir bilgiye ve basirete dayanarak bu yolu tuttular. Eğer onlar, ey Humran! Allah'ın takdirinin gerçekleştiği, tağutların kendile­rine üstünlük sağladığı zamanlarda Allah'tan bu musibeti başlarından savmasını, ta­ğutların egemenliğinin ortadan kalkması, mülklerinin sona ermesi için Allah'a yakarsalardı, o takdirde Allah, onların dualarını kabul eder, onlara musallat olan tağutları savardı.

Ey Humran! Onların başlarına gelen bu musibetler, işledikleri bir günahın kar­şılığı veya yaptıkları bir isyanın, Allah'a karşı çıkmanın cezası değildir. Bütün bun­lar, Allah'ın katındaki yüksek menziller ve onur verici makamlar için başlarına geldi.

5-(677) ...Hişam b. Hakem şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a Mina'da kelâm ilmiyle ilgili beş yüz meseleyi sordum. Ben: "Muhalifler şunları şunları söylüyorlar." diyordum.

O da bana: «Sen de şunları şunları söyle.» diyordu.

Dedim ki: "Sana kurban olayım! Helâl şudur, haram şudur... gibi fıkhi mese­leler senden sorulur. Bunlarla ilgili olarak insanların en bilgilisisin. Ancak bu mese­leler kelâm ilmiyle ilgilidir. Bunları bu şekilde bilmeniz, beni şaşırttı."

Bana dedi ki: «Vah sana ey Hişam! Allah Tebareke ve Teâlâ, kullarının ihti­yaç duydukları tüm bilgilere sahip olmayan birini, onların üzerine hüccet olarak ta­yin etmez.»

6-(678) ...Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)ın şöyle dediğini duydum:
«Allah'a yemin ederim ki, bir âlim,[78] asla cahil olamaz; bir şeyi bilirken, başka bir şeyi de bilmemesi mümkün değildir. Allah, bir kula itaat edilmesini farz kılıp da o kulun göklerinin ve yerinin bilgisine sahip olmasını engellemeyecek kadar ulu, yü­ce ve kerem sahibidir.» Sonra şöyle buyurdu: «Hayır, göklerin ve yerin bilgisini, ita­at edilmesini farz kıldığı kimseden esirgemez.»                                                                                                                     

49) ALLAH AZZE VE CELLE, PEYGAMBERİNE BİR İLİM ÖĞRETTİĞİ ZAMAN, ONU EMİR'ÜL-MÜ'MİNİN'E ÖĞRETMESİNİ DE EMRETMİŞTİR VE ALİ İLİMDE PEYGAMBERE ORTAKTIR BABI

l-(679) ...Humran b. A'yen, Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Cebrail, Resûlullah'a iki nar getirdi. Resûlullah bunlardan birini yedi, diğerini ise ikiye böldü. Yarısını kendisi yedi, yarısını da Ali'ye yedirdi.

Sonra şöyle buyurdu: Ey Kardeşim! Bu iki narın ne olduğunu biliyor musun?

- «Hayır.» dedi.

Buyurdu ki: Birincisi peygamberlikti, bunda senin bir payın yok.

Diğeri ise ilimdir ve sen, bu hususta benim ortağımsın.»

Humran der ki Ebu Abdullah (aleyhisselâm)'a: "Allah seni salih kılsın, bu na­sıl olur? Ali'nin ilimde peygambere ortak olması nasıl gerçekleşmiştir?"

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye her ne öğretmişse, mutlaka Ali'ye öğretmesini de emretmiştir.»

2-(680) ...Zurare, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Cebrail, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi/ye cennetten iki nar getirdi. Bu iki narı Peygambere verdi. Resûlullah narlardan birini yedi, diğerini ise ikiye böldü. Yarısını kendisi yedi, yarısını da Ali'ye vererek ona yedirdi ve şöyle buyurdu:

«Ey Ali! Benim yediğim ilk nar, peygamberliktir. Senin onda bir payın yok­tur. Diğeri ise ilimdi, sen ilimde benim ortağımsın.»

3-(681) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Cebrail (aleyhisselâm) Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye iki nar indirdi. Ali (aleyhisselâm), Peygamberle karşılaştı ve dedi ki: «Elindeki bu iki nar nedir?»

Buyurdu ki: «Şu, peygamberliktir, senin onda bir payın yoktur. Şu da ilimdir.» Sonra Resûlullah, bu narı ikiye ayırdı, yarısını Ali'ye verdi, diğer yarısını da kendisine aldı. Ardından şöyle buyurdu: «Sen ilimde benim ortağımsın, ben de senin ortağınım.» Allah Azze ve Celle, Resûlullah'a bir harf öğrettiğinde, o da mutlaka o harfi Ali'ye öğretmiştir. Derken bu ilim, bize kadar ulaştı.» İmam bunu söylerken elini göğsünün üzerine koydu.

50) İMAMLARIN İLİMLERİNİN BOYUTLARI BABI

l-(682) ...Ali es-Saî, Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiş­tir:

«Bizim ilmimiz üç boyuta varmıştır.

Geçmiş boyutu, gelecek boyutu ve meydana gelen boyutu. Geçmiş, bize açık­lanmıştır, gelecek, bizim için yazılmıştır, meydana gelenler ise kalbe telkin edilen ilhamlar ve kulaklara yapılan etkiler şeklindedir. Bu, bizim en üstün bilgimizdir.[79]

Bizim Nebi'miz (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den sonra nebi (peygamber) gelmez.»

2-(683) ...Haris b. Muğire, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'a dedim ki:

"Ehl-i Beyt'e mensup âliminizin ilmini, özelliğinin nasıl olduğunu bana anlat."

Buyurdu ki: «Bizim âlimimizin ilmi, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den ve Ali (aleyhisselâm)’dan miras kalmıştır.

Dedim ki: "Biz kendi aramızda, ilim, siz Ehl-i Beyt'in kalbinize telkin ediliyor ve kulaklarınıza damlatılıyor, diye konuşuyoruz." Bu söylediklerimiz doğru mudur?

-«Bazen böyle de oluyor.» buyurdu.

3-(684) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki: "Bize Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediği rivayet ediliyor: «Bizim ilmimiz ya geçmişle ilgi­lidir, ya yazılıdır, ya kalbe akıtılan ilhamlardır. Veya kulaklara yapılan telkinlerdir.

Geçmiş, önceki kuşaklara ilişkin bilgilerdir. Yazılı ise gelecekle ilgilidir. Kalplere akıtılan ise ilhamdır. Kulaklara yapılan telkin de meleğin yönelttiği emirdir.»

51) İMAMLARIN SIRLARI SAKLANSAYDI, HERKESİN LEHİNE VE ALEY­HİNE OLAN ŞEYLERİ ONLARA HABER VERİRLERDİ BABI

l-(685) ...Abdulvahid b. Muhtar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) buyurdu ki: «Eğer dillerinizin diz­ginleri olsaydı,[80]  herkese lehinde ve aleyhinde olacak şeyleri haber verirdim.»

2-(686) ...Abdullah b. Muskan rivayet etmiştir:           

Ebu Basir'in şöyle dediğini duydum: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Ölümlerinin ne zaman olacağını ve başlarına ne tür musibetlerin gelece­ğini bildikleri halde, Ali (aleyhisselâm)’ın ashabının başına bu musibetler nasıl gelmiştir? Biraz da kızarak bana şu cevabı verdi:

«Kendilerinden başka kimden kaynaklanacak ki?»

Dedim ki: Sana kurban olayım, başımıza gelecekleri bize anlatmanı engelle­yen nedir?

Buyurdu ki: «Bu, kapanmış bir kapıdır. Sadece Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm), bu kapıyı birazcık aralamıştır.»[81]

Sonra «Ya Eba Muhammed!» dedi. «Onların ağızlarında dizginler vardı.»[82]

52) DİN İŞLERİNİ RESÛLULLAH'A VE İMAMLARA BIRAKMAK BABI

1-(687) ...Ebu İshak en-Nahvî şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına girdim ve şöyle de­diğini duydum: «Allah Azze ve Celle, peygamberini sevgisiyle terbiye etti ve: "Şüp­hesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 4) dedi, sonra ona yetki vererek şöy­le buyurdu: "Peygamber size ne verirse alın onu ve neden vazgeçmenizi emrederse vazgeçin ondan." (Haşr, 7) Ve şöyle buyurdu: "Kim peygambere itaat ederse, kuşkusuz Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 80) Sonra şöyle buyurdu:

Allah'ın Peygamberi de Ali'ye yetki verdi, onu güvenilir temsilcisi kıldı. Siz de bu atamayı kabul edip teslim oldunuz. Fakat insanlar bunu inkâr ettiler. Allah'a yemin ederim ki, biz sizi seviyoruz. Biz söylediğimizde demenizi, biz sustuğumuzda susmanızı seviyoruz. Biz, sizinle Allah Azze ve Celle arasındaki aracılarız. Allah, bizim dediklerimize aykırı hiçbir şeyde kimseye hayır vermemiştir.»

Ebu İshak rivayet etmiştir ki: "Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'ın şöy­le dediğini duydum... " Sonra ravi yukarıdaki hadisin benzerini zikretmiştir.

2-(688) ...Musa b. Eşyem şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanındaydım. "Bir adam, Allah Az­ze ve Celle'nin kitabındaki bir âyeti sordu, İmam ona gerekli açıklamayı yaptı. Sonra bir başka adam geldi, aynı âyeti sordu. Ona da öncekinden farklı bir açıklama yaptı." İmam'm aynı âyetle ilgili olarak yaptığı bu birbiriyle çelişen açıklamalar karşısında, içimde Allah'ın dilediği düşünceler uyandı. Sanki kalbimi bıçaklarla doğruyorlardı.

Kendi kendime şunları söyledim: "Ebu Katade gibi, bir 'vav' harfinde bile yanılmayan birini Şam'da bıraktım, bunca hataları yapan şu adama geldim."Ben bu dü­şünceler içindeyken yanma başka bir adam geldi ve aynı âyetle ilgili bir soru sordu. Ona da, bana ve (iki)[83] arkadaşıma verdiği cevaptan tamamen farklı bir cevap verdi. Birden içim rahatladı ve İmam'ın bu davranışının takiyyeden kaynaklandığım anla­dım. Sonra İmam bana döndü ve bana dedi ki:

«Ey İbn Eşyem! Allah Azze ve Celle, Davud oğlu Süleyman (aleyhisselâm)’a yetki verdi ve buyurdu ki: "İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister elinde tut; he­sapsızdır. " (Sâd, 39) Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye yetki verdi ve buyurdu ki: "Resul size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa, ondan sakının." (Haşr, 7) Allah, peygamberine hangi yetkiyi vermişse, bize de aynı yetkiyi vermiştir.»[84]

3-(689) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediklerini duydum:

«Allah Azze ve Celle, kullarının işlerinin yönetimini peygamberine verdi ki, onların nasıl itaat edeceklerini görsün. Bunu söyledikten sonra şu âyeti okudular: "Resul size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 7)»

4-(690) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın Kays el-Masir'in bazı adamlarına (ashabına) şöyle dediğini duydum:

«Allah peygamberini terbiye etti ve terbiyesini güzel yaptı. Terbiyesini eksik­siz bir şekilde tamamladıktan sonra: "Şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 4) dedi. Sonra kullarını yönetsin diye din ve ümmet işlerinin idaresini ona verdi ve buyurdu ki: "Resul size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 7) Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), Rûh-ul Kudüs tarafından doğ­rultulur, başarılı kılınır ve desteklenirdi. Halkı yönetirken hiç bir şekilde sürçmezdi, yanılmazdı. O, Allah'ın edebiyle edeplenmişti.

Allah Azze ve Celle, namazları ikişer rekâttan toplam on rekât olarak farz kıl­dı. Peygamber de ikişer rekâtlık namazlara ikişer rekât ekledi, akşam namazına da bir rekât ekledi. Peygamberin eklediği bu rekâtlar da farz rekâtların dengi oldular ve terk edilmeleri, yolculuk hali dışında, caiz olmaz. Peygamber akşam namazına tek bir rekât ekledi ve bu rekâtın yolculukta da yolculuk dışında da kılınması gerekmek­tedir. Allah Azze ve Celle, peygamberin bu tasarruflarının tümünü caiz gördü. Böy­lece farz namazların rekât sayısı on yedi oldu.

Sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), nafile namazlarını öngördü. Bunlar otuz dört rekâttır ve farz namazların rekât sayısının iki katıdır. Allah Azze ve Celle, bu tasarrufların tümünü de onun için caiz gördü. Farz ve nafile namazların toplam rekât sayısı elli birdir. Yatsıdan sonra oturarak kılman iki rekât namaz vitir yerine geçer ve bir rekât sayılır. Allah, yılda bir kere ramazan ayında oruç tutmayı farz kılmıştır. Resûlullah da, Şaban ayında ve ayrıca her ayda üç gün farz oruç gibi tutulma­sını öngörmüştür. Allah bu tasarrufu da onun için caiz görmüştür.

Allah Azze ve Celle, özel olarak üzüm şarabını haram kılmıştır.

Resûlullah ise sarhoşluk veren bütün şarapları, içkileri haram kılmıştır. Allah, bu tasarrufunu da caiz görmüştür. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bazı şeylerden uzak durdu, onlardan tiksindi; ama haram kılmak suretiyle yasaklamadı. Sadece ka­çınma ve tiksinme, mekruh sayma şeklinde yasakladı. Bunların yerine getirilmeme­sine ruhsat verdi. Böylece kulların, onun öngördüğü ruhsatlara uymaları, onlar için vacip oldu. Tıpkı yasaklarına ve emirlerine uymalarının vacip olması gibi.

Ama Resûlullah, onlara haram nitelikli olarak yasakladığı ve farz nitelikli ola­rak emrettiği bir şey de onlara uymama ruhsatını vermemiştir. İçeceklerden sarhoş edicileri haram nitelikli olarak yasaklamıştır ve bunda hiç kimseye ruhsat vermemiş­tir. Ayrıca Resûlulah, hiç kimseye, kendisinin Allah'ın farz kıldığı iki rekâta eklediği iki rekât kılmama ruhsatını da vermemiştir. Bilakis bunları da kılmalarını bir zorun­luluk olarak öngörmüştür. Yolcuların dışında hiç kimseye bu hususta bir ruhsat ve­rilmemiştir. Hiç kimse de Resûlullah'ın vermediği bir ruhsatı veremez. Böylece Resûlullah'ın emri ile Allah'ın emri, Resûlullah'ın yasağı ile Allah Azze ve Celle'nin yasağı arasında uyum vardır. Kulların Allah Tebareke ve Teâlâ’ya teslim olmaları vacip olduğu gibi Resûlullah'a teslim olmaları da vaciptir.»

5-(691) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediklerini duydum:

"Allah Tebareke ve Teâlâ, kullarının işlerinin yönetimini peygamberine verdi ki, onların nasıl itaat edeceklerini görsün. Bunu söyledikten sonra şu âyeti okudular: «Resul size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 7)»

Muhammed b. Yahya, Ahmed b. Muhammed'den, o Haccal'dan, o Salebe b. Meymun'dan, o da Zurare'den benzeri bir hadis rivayet etmiştir.

6-(692) ...İshak b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Tebareke ve Teâlâ peygamberini terbiye etti. Onu irade etti­ği edep düzeyine getirince, ona şöyle dedi: "Sen pek büyük bir ahlâk üzeresin." (Ka­lem, 4) Dinini ona bırakmış ve şöyle buyurmuştur: "Resul size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 7) Allah Azze ve Celle, miras pay­laşımı ile ilgili hükümler koymuştur. Fakat dede için bir pay belirlememiştir. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) dedeye mirastan altıda bir pay ayırmıştır. Şanı yüce Allah, bütün bu tasarrufları onun için caiz görmüştür. İşte şu âyette buna işaret edili­yor: "İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister elinde tut; hesapsızdır." (Sâd, 39)»

7-(693) ...Zurare, Ebu Cafer (Mııhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) göz çıkarmanın ve adam öldürmenin kan bedeli (diyeti)'nin miktarını belirlemiştir. Hurma şarabı (nebiz) ve her türlü sar­hoşluk veren içkiyi haram kılmıştır.»

Bir adam İmam'a dedi ki: "Resûlullah bütün bu hükümleri, kendisine bir vahiy gelmeden mi koymuştur?"

İmam buyurdu ki: «Evet, Resûlullah'a itaat edenlerle ona karşı çıkanlar belli olsunlar diye.» .

8-(694) ...Muhammed b. Hasan'dan şöyle rivayet etmiştir:

Muhammed b. Sinan'ın: "Nevadir" adlı eserinde Abdullah b. Sinan'ın Ebu Ab­dullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan rivayet ettiği şu hadisi gördüm:

«Hayır, Allah'a yemin ederim ki, Allah, dininin uygulanışını ve yönetim yetki­sini Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)den ve imamlardan başka hiç kimseye ver­memiştir. Allah Azze ve Celle, bir âyette şöyle buyurmuştur: "Biz, sana kitabı hak ile indirdik. Ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin." (Nisa, 105) Bu yetki, vasiler için de geçerlidir.»[85]

9-(695) ...Muhammed b. Hasan el-Miysemî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah Azze ve Celle, peygamberini terbiye etti ve terbiyesini eksiksiz bir şe­kilde tamamladıktan sonra işleri idare etme yetkisini ona verdi ve buyurdu ki: "Re­sul size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 7)

Allah, Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye hangi yetkiyi vermişse, biz Ehl-i Beyt'e de aynı yetkiyi vermiştir.»

10-(696) ...Zeyd eş-Şahham şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a "İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister elinde tut; hesapsızdır." (Sâd; 39) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Allah, Süleyman (aleyhisselâm)'a büyük bir saltanat verdi. Sonra bu âyette işaret edilen yetkiyi Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye verdi. Hz. Pey­gamber, dilediği kimseye dilediği şeyi verebiliyor, dilediği kimseye de vermeyebili­yordu. Allah, Süleyman'a verdiğinden daha büyük bir saltanatı ona vermiş, o da şu âyetin içerdiği yetkidir: "Peygamber size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakla­dıysa ondan sakının." (Haşr, 7)»

53) İMAMLAR KONUMLARI İTİBARİYLE KİMLERE BENZERLER VE ONLARIN PEYGAMBER OLDUKLARINI İLERİ SÜRMENİN ÇİRKİNLİĞİ BABI

l-(697) ...Humran b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a dedim ki: "Âlimler (imamlar), konum itibariyle hangi düzeydedirler?"

Buyurdu ki: «Zülkarneyn'in, Süleyman'ın arkadaşı (Asaf b. Berhiya)’nın ve Mu­sa'nın arkadaşı (Hızır)’ın düzeyindedirler.»

2-(698) ...Hüseyin b. Ebu'1-A'lâ şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Bizim yetkimizin helâl ve haramları bilmek olduğunu kabul etmek gerekir. Peygamber olmamız ise kesinlikle mümkün değildir.»

3-(699) ...Eyyub b. Hür şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Şanı yüce Allah, Peygamberiniz (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin gelmesiyle bir­likte peygamberliğe son vermiştir; ondan sonra peygamber gelmeyecektir.

Kitabınızla birlikte kitaplara da son vermiştir; ondan sonra kitap gelmeyecektir. Kitabınızda her şeyin açıklamasını indirmiştir. Sizin yaratılışınızı, göklerin ve ye­rin yaratılışını, sizden öncekilerin haberlerini onda açıklamış, aranızdaki meselele­rin çözümünü 0na koymuş, sizden sonraki kuşakların haberlerini onda bildirmiştir. Cennet, cehennem meselesini ve varacağınız akıbeti izah etmiştir.»

4-(700) ...Haris b. Muğire şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) buyurdu ki: «Ali (aleyhisselâm), muhaddestir.»

Dedim ki: "Yani peygamber midir diyorsun?"

İmam, hayır anlamında elini yukarı kaldırdı, sonra şöyle dedi: «Süleyman'ın arkadaşı veya Musa'nın arkadaşı yahut Zülkarneyn gibidir. (Onlara selâm olsun.) Ali (aleyhisselâm)’ın: «Onun gibisi sizin aranızda da vardır.» sözü size ulaşmadı mı?»[86]

5-(701) ...Büreyd b. Muaviye, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'a dedim ki:

Sizin konumunuz nedir? Geçmiş kimselerden kimlere benzersiniz?

Dedi ki: «Musa (aleyhisselâm)’ın arkadaşına ve Zülkarneyn (aleyhisselâm)'a benziyoruz. Onlar âlimdiler; fakat peygamber değildiler.»

6-(702) ...Sedir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki:

"Bazıları sizin için tanrı diyorlar. Bunun kanıtı olarak da bize Kur'an'dan şu âyeti okuyorlar: "O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır." (Zuhruf, 84)

Dedi ki: «Ey Sedir, kulağım, gözüm, derim, etim, kanım ve saçım, bunu söy­leyenlerden beridir, uzaktır. Allah da onlardan uzak olsun. Bunu söyleyenler benim dinim, atalarımın dini üzerinde değildirler. Allah'a yemin ederim ki, Allah kıyamet günü beni ve onları bir araya getirmeyecektir. Bilâkis Allah, onlara gazab edecektir.» Dedim ki: Aramızda bazıları vardır ki, bunlar sizin "Resul olduğunuzu iddia ediyorlar" ve bunun kanıtı olarak da Kur'an'dan şu âyeti gösteriyorlar:

"Ey Resuller! Temiz şeylerden yiyin ve salih ameller işleyin. Ben sizin yaptıkla­rınızı bilirim." (Mü'minûn, 51)

Buyurdu ki: «Ey Sedir! Benim kulağım, gözüm, saçım, derim, etim ve kanım, bu adamlardan uzaktır, beridir. Allah ve Resulü de onlardan uzak olsun. Bunlar be­nim dinim ve atalarımın dini üzere değildirler. Allah, benimle onları kıyamet günü bir araya getirmez. Sadece onlara gazab eder.»                    

Dedim ki: Peki, siz nesiniz?

Buyurdu ki: «Biz, Allah'ın ilminin bekçileriyiz. Biz, Allah'ın emrinin müter­cimleriyiz. Biz, masum bir topluluğuz. Allah Tebareke ve Teâlâ, insanların bize itaat etmelerini emretmiş, bize karşı çıkmalarını yasaklamıştır. Biz, Allah'ın, göğün altın­daki ve yerin üstündeki mahrukatına sunduğu kanıtlarıyız.»      

7-(703) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«İmamlar Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin misyonuna sahiptirler, şu kadarı var ki, onlar nebilerden değildirler. Nebi için helâl olan kadınlar, (dört kadın­dan fazlasıyla evlenmek), onlara helâl değildir. Bunun dışında Resûlullah'ın misyonunu olduğu gibi taşırlar.»

54) İMAMLAR MUHADDES VE MÜFEHHEM KİMSELERDİR BABI

l-(704) ...Ubeyd b. Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) Zurare'ye şu haberi gönderdi: «Hakem b. Uteybe'ye:

Muhammed'in vasileri -ona ve onlara selâm olsun- muhaddestirler, de.»

2-(705) ...Hakem b. Uteybe şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Bana dedi ki: «Ey Ha­kem! Ali (aleyhisselâm)’ın kendisini öldürecek kimseyi bilmesini ve insanlara anlattı­ğı diğer büyük olayları bilmesini, hangi âyetin sağladığını biliyor musun?»

Kendi kendime dedim ki: Şimdi Ali b. Hüseyin (Zeyn'ül-Âbidin aleyhisselâm)’ın ilminin bir kısmından haberdar olacağım ve ben de bazı büyük olayları bileceğim.

Dedim ki: Hayır, Allah'a yemin ederim ki, bilmiyorum. Sonra dedim ki: Ey Resûlullah'ın oğlu! Bu âyeti bana da haber versen olmaz mı?

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki o, şu âyettir: "Biz senden önce hiç bir resul ve nebi (ve muhaddes) göndermiş olmayalım ki..."[87]   (Hac, 52)

Ali b. Ebu Talib (aleyhisselâm) muhaddesti.

Ali'nin ana bir kardeşi olan Abdullah b. Zeyd adlı bir adam dedi ki: "Subhanallah! Muhaddes mi?"

Adam bunu inkâr eder gibiydi. O mecliste bulunan Ebu Cafer (Muhammed Ba­kır aleyhisselâm) bize döndü ve şöyle dedi:

«Allah'a yemin ederim ki, ananın oğlu, bunu önceden biliyordu.»

Bunu söyleyince adam sustu. İmam devam etti: «Ebu'l-Hattab[88] da bu yüzden helak oldu. Çünkü muhaddes ile peygamberin farkını bilemedi.»

3-(706) ...Muhammed b. İsmail şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «İmamlar sadık (doğru), mufehhem[89] ve muhaddes âlimlerdir.»

4-(707) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâmy m yanında muhaddesten söz edildi. Bunun üzerine imam şöyle buyurdu: «Muhaddes meleğin sesini duyar; fakat şahsını görmez.»

Dedim ki: Sana kurban olayım! Bunun melek sözü olduğunu nasıl anlar?

Buyurdu ki: «Bu sözleri duyduktan sonra içine bir sükûnet ve vakar iner, o za­man bunun melek sözü olduğunu bilir.»

5-(708) ...Humran b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) dedi ki: «Ali (aleyhisselâm) muhaddesti.»

Bunu duyar duymaz arkadaşlarımın yanma gittim ve dedim ki: "Size çok aca­yip bir haber getirdim."

- "Nedir bu acayip haber?" diye sordular.

Dedim ki: Ebu Cafer'den, «Ali muhaddesti.» şeklinde bir söz duydum.

Dediler ki: Ona, Ali ile kimin konuştuğunu sormadıkça bir şey yapmış olmaz­sın. Döndüm ve İmam'a dedim ki: "Arkadaşlarıma bana söylediğin şeyi söyledim. Bana: "Ali ile kimin konuştuğunu sormadıkça bir şey yapmış olmazsın," dediler.

İmam bana dedi ki: «Melek, onunla konuşurdu.»

Dedim ki: Yoksa "Ali peygambermiydi demek istiyorsun?" Hayır, anlamında elini yukarı kaldırarak şöyle dedi:

«Süleyman'ın arkadaşı veya Musa'nın arkadaşı ya da Zülkarneyn gibiydi. Ali'­nin: «Sizin aranızda da onun gibisi vardır.» diyerek işaret ettiği kimse gibi.»

55) İMAMLARDA BULUNAN RUHLARLA İLGİLİ BAB

l-(709) ...Cabir el-Cû'fî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Ey Cabir! Allah Tebareke ve Teâlâ, insanları üç sınıf halinde yaratmıştır. Şu âyette buna işaret edilmiştir: "Ve siz­ler de üç sınıf olduğunuz zaman, işte o Ashâb-ı Meymene, ne kutludur o Ashâb-ı Mey­mene. Ashâb-ı Meş 'eme ne mutsuz ve uğursuzdur Ashâb-ı Meş 'eme. Yarışıp öne ge­çenler de, öne geçmiş öncülerdir. İşte mukarrebler onlardır." (Vakıa, 7-11) Öne geçen­lerden maksat, Allah'ın resulleridir. Kulları arasındaki has kullarıdır. Onlara beş ruh vermiş ve onları Rûhu'l-Kudüs ile desteklemiştir; bununla varlıkları bilip tanırlar.

Sonra onları iman ruhuyla desteklemiştir; bununla Allah'tan korkarlar. Onları kuvvet ruhuyla desteklemiştir; onunla Allah'a itaat etmeye güç yetirebilirler.

Onları şehvet ruhuyla desteklemiştir; bununla Allah'a itaat etmeyi canları çe­ker ve Allah'a isyan etmekten de tiksinirler.

Onlara hareket ruhu vermiştir; insanlar bu ruhla gidip gelebiliyorlar.

Ashâb-ı Meymene mü'mirüere, iman ruhunu bahsetmiştir; bu ruhla Allah'tan korkup sakınırlar. Onlara kuvvet'ruhunu da bahsetmiştir; bu ruh aracılığıyla Allah'a ibadet etmeye güç yetirirler. Onlarasşehvet ruhunu da bahsetmiştir; bununla da Al­lah'a itaat etmeyi canları çeker. İnsanların gidip gelmelerini sağlayan hareket ruhunu da onlara vermiştir.»[90]

2-(710) ... Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

"İmam'a, âlimin ilmi hakkında bir soru sordum."

Buyurdu ki: «Ey Cabir! Peygamberlerde ve vasilerde beş ruh vardır: Rûh-ul Kudüs, Rûh-ul İman, Rûh-ul Hayat, Rûh-ul Kuvvet ve Rûh-ul Şehvet.

Ey Cabir! Rûh-ul Kudüs ile arşın altından yerin dibine kadar olan şeyleri bilir­ler.» Sonra şöyle buyurdu: «Ey Cabir! Geride kalan dört ruha birtakım bozulmalar ve olumsuzluklar ilişir; ama Rûh-ul Kudüs oynamaz ve eğlenmez.»

3-(711) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, evinde oturmuş, üzerinde örtüsü ol­duğu halde, "imamın nasıl yeryüzünde olup bitenleri bildiğini" sordum.

Buyurdu ki: «Ey Mufaddal! Allah Tebareke ve Teâlâ, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye beş ruh vermişti. Bunlardan biri hayat ruhuydu, onunla hareket ediyor, gidip geliyordu. Biri kuvvet ruhuydu, onunla kıyam ediyor, cihada çıkıyordu.

Biri şehvet ruhuydu, onunla yiyor, içiyor ve helâl yollardan kadınlarla birleşi­yordu. Biri iman ruhuydu, onunla inanıyor ve adaleti gerçekleştiriyordu.

Biri Rûh-ul Kudüs'tü, onunla peygamberlik görevini taşıyordu.

Peygamber vefat edince Rûh-ul Kudüs imama geçti. Rûh-ul Kudüs uyumaz, gafil olmaz, oynamaz ve büyüklük taslamaz. Diğer dört ruh ise uyurlar, gafil olurlar, büyüklenebilirler, oynarlar. İmam, Rûh-ul Kudüs ile görür.»

56) ALLAH'IN, İMAMLARI DOĞRULTTUĞU RUH BABI

l-(712) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a, Allah Tebareke ve Teâlâ’nın "Ve iş­te biz emrimizle sana böylece Ruh 'u gönderdik de, vahyettik; ne kitap nedir bilirdin, ne de iman..." (Şûra, 52) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Bu âyette geçen "Ruh"tan maksat, Allah Azze ve Celle'nin ya­rattığı varlıklardan biridir ve bu varlık, Cebrail ve Mikail adlı meleklerden daha bü­yüktür. Bu Ruh, her zaman Resûlullah ile beraberdi. Ona bazı şeyleri haber verir, ona kılavuzluk ederdi. Resûlullah'dan sonra da imamlarla beraberdir.»[91]

   2-(713) ...Esbat b. Salim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında bulunduğum bir sırada Hiyt[92] halkından bir adam, ona: Allah Azze ve Celle'nin "Ve işte biz emrimizle sana böylece Ruh 'u gönderdik de vahyettik; ne kitap nedir bilirdin, ne de iman..." (Şûra, 52) âyetin­den sordu. Buyurdu ki: «Allah Azze ve Celle, bu ruhu Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye indirdiği günden beri göğe çıkmamıştır. O ruh, bizdedir.»

3-(714) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a Allah Azze ve Celle'nin "Sana Ruh' tan sorarlar. De ki: Ruh, benim Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 85) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Ruh, Cebrail ve Mikail'den daha büyük bir varlıktır. Resûlullah ile beraberdi, şimdi de imamlarla beraberdir. O, melekût âlemine mensuptur.»

4-(715) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «"Sana Ruh 'tan sorarlar. De ki: Ruh, benim Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 85) Bu âyette ge­çen ruhtan maksat, Cebrail ve Mikail adlı meleklerden büyük bir varlıktır. Geçmişte Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den başka hiç kimseyle beraber değildi. O, imamlarla beraberdir. Onlara kılavuzluk ediyor. Yoksa her isteyenle beraber olmaz.»

5-(716) ...Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhis­selâm)’a ilimle ilgili bir soru sordum ve dedim ki: "Sizin bildikleriniz, bazı insanların ağızlarından duyulup öğrenilen türden bir ilim midir yoksa yanınızda bir kitap var da onu mu okuyorsunuz ve ondan mı öğreniyorsunuz?"

Buyurdu ki: «Mesele bu dediğinden daha büyük ve gereklidir. Yoksa Allah Azze ve Celle'nin şu âyetini duymadın mı: "Ve işte biz, emrimizle sana böylece Ruh'u gönderdik de vahyettik; ne kitap nedir bilirdin, ne de iman..." (Şûra, 52)

Ardından şöyle buyurdu: «Arkadaşlarınız bu âyet hakkında ne söylüyor? «Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin iman nedir, kitap nedir, bilmeyecek bir durumda olduğunu kabul ediyorlar mı?»

Dedim ki: Sana kurban olayım! Ne söylediklerini bilmiyorum.

Bana şöyle dedi: «Evet, Peygamberimiz kitap nedir, iman nedir, bilmeyecek bir durumdaydı. Sonra Allah-u Teâlâ, kitabında da zikrettiği Ruh'u ona gönderdi. Al­lah bu Ruh'u ona vahyedince, onun aracılığıyla ilim öğrendi ve anladı. Bu Ruh'u Al­lah, dilediklerine verir. Bir kuluna bu Ruh'u bahşedince, ona anlamayı öğretir.»

6-(717) ...Sa'd el-İskafî şöyle rivayet etmiştir:

Adamın biri Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın yanma gelerek ona ruhla ilgili bir soru yönelterek "Ruh Cebrail değil midir?" dedi.

Emir'ül-Müminin ona dedi ki: «Cebrail bir melektir. Ruh ise Cebrail değildir.»

Ali (aleyhisselâm), adama bunu bir kaç kere tekrarladı.

Adam ona dedi ki: Hiç kuşkusuz büyük bir laf ettin. Hiç kimse Ruh'un Cebra­il'den başkası olduğunu iddia etmemiştir.

Emir'ül-Mü'minin ona dedi ki: «Sen, sapıksın ve sapıklık ehlinden rivayet ediyorsun. Allah-u Teâlâ, Peygamberi (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye şöyle hitap ediyor: "Allah'ın emri gelmiştir. Artık onu istemekte acele etmeyin. Allah, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. Allah kendi emriyle melekleri, Ruh ile indirir." (Nahl, 1-2)

Ruh ise meleklerden -Allah'ın Selavâti üzerlerine olsun- değildir.»

57) İMAMIN KENDİSİNDEN ÖNCEKİ İMAMIN SAHİP OLDUĞU BÜTÜN İLİMLERİ BİLDİĞİ ZAMAN İLE İLGİLİ BÂB

l-(718) ...Hakem b. Miskin, ashabımızın bazısından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselam)'a dedim ki: Son imam, önceki imamın ilmini ne zaman öğrenir? Dedi ki: «Ruhunun kalan son dakikasında öğrenir.»

2-(719) ...Hakem b. Miskin, Ubeyd b. Zurare ile birlikte yanında bulunan bir cemaatten şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle de­diğini duyduk: «Yaşayan imamdan sonra onun yerine imam olacak kişi, önceki ima­mın ilmini, ruhunun kalan son dakikasında öğrenir.»

3-(720) ...Ali b. Esbat, bir arkadaşından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki:

İmam ne zaman imam olduğunu bilir ve görev ne zaman kendisine verilir?

Buyurdu ki: «Önceki imamın hayatının kalan son dakikasında.»

58) İMAMLAR, İLİM, CESARET VE ALLAHA İTAAT ETMEDE EŞİT DÜ­ZEYDEDİRLER BABI

l-(721) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

"İman eden ve soylarından gelenler de imanda kendilerine tâbi olanlar var ya! İşte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik." (Tûr, 21) îman edenlerden maksat, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve Emir'ül-mü'minin'dir. Onun zürriyetinden maksat da imamlar ve vasilerdir.

"Onları kendilerine kattık." (Tûr, 21) ifadesiyle de demek isteniyor ki: Onların soylarından gelen imam ve vasilerin sahip olduğu hüccet, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve Ali (aleyhisselâm)’ın sundukları hüccetten eksik değildir. Onların hüccetleri de itaatleri (ibadetleri) de birdir.»

2-(722) ...Ali b. Cafer, Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam bana dedi ki: «Biz imamlar, ilim ve cesaret bakımından eşitiz; ama bağışlar da herkese emredildiği oranda verilir.»

3-(723) ...Haris b. Muğire şöyle rivayet etmiştir:  

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duydum: «Resûlullah buyurdu ki: «Biz, emretme, anlama, helâl ve haram hususunda aynı doğrultuda hareket ederiz. Fakat Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin ve Ali (aleyhisselâm)’ın bu hususta üstünlükleri vardır.»[93]

59) İMAM KENDİSİNDEN SONRAKİ İMAMI BİLİR VE "ALLAH SİZE, EMANETLERİ EHLİNE VERMENİZİ EMREDER" ÂYETİ İMAMLARLA İLGİLİDİR BABI

l-(724) ...Büreyd el-İclî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a "Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmet­tiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisa, 58) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Bu âyette Allah bizi kastediyor. Buna göre, önceki imam kendi­sinde emanet bulunan kitapları, ilmi ve silahı kendisinden sonraki imama vermelidir. "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmedin." (Nisa, 58) elinizde bu­lunan adalet ilkeleri doğrultusunda hükmedin. Sonra Allah, insanlara da şöyle hitap etmiştir: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisa, 59) Burada da sadece biz Ehl-i Beyt imamları kastedilmişiz. Bütün müminlere, kıyamet gününe kadar bize itaat etmelerini emretmiştir. Bir meseleyle il­gili olarak çekişmekten endişe ediyorsanız, onun çözümü için "Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resule ve sizden olan emir sahiplerine götü­rün." buyurmuştur. Âyet aslında (anlam olarak) bu şekilde nazil olmuştur. Allah Azze ve Celle'nin müminlerin emir sahiplerine itaat etmelerini emrettiği halde, emir sahip­lerinin çekişmelerine izin vermesi düşünülebilir mi? Dolayısıyla eğer bir meselede çekişirseniz ifadesi, emre muhatap olan müminlere yöneliktir ve onlara: "Allah'a ita­at edin, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisa, 59)»

2-(725) ...Ahmed b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a "Allah size, emaneti ehline vermenizi emreder."(Nisa, 58) âyetinin anlamını sordum.                                                                          

Buyurdu ki: «Burada kastedilenler, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlini/nin soyundan gelen imamlardır. Bunlar, yanlarında bulunan imamet emanetlerini, kendi­lerinden sonraki imama vermekle yükümlüdürler. Bu emaneti, ondan başkasına özgü kılamazlar ve imamdan da esirgeyemezler.»

3-(726) ...Muhammed b. Fudayl, Ebul-Hasan er-Rıza (aleyhisselâm)’dan "Allah size, emaneti ehline vermenizi emreder." (Nisa, 58) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Burada kastedilenler imamlardır. Yaşayan imam, emaneti kendisinden sonraki imama verir. Başkasını bu işe özgü kılamaz ve bu emaneti kendi­sinden sonraki imamdan esirgeyemez.»

4-(727) ...Muallâ b. Huneys şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’a "Allah size, emaneti ehline vermenizi emreder." (Nisa, 58) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Allah, önceki imama, yanında bulunan her şeyi kendisinden son­raki imama vermesini emretmiştir.»

5-(728) ...Abdullah b. Ebu Ya'fur, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«İmam, kendisinden sonraki imamı bilip, ona imameti vasiyet etmeden ölmez.»

6-(729) ...Muallâ b. Huneys, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«İmam kendisinden sonraki imamı bilir ve ona vasiyette bulunur.»

7-(730) ...Süleyman b. Halid, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle, kime vasiyet edeceğini bildirmeden, âlim (imam) ölmez.»

60) İMAMLIK, ALLAH'IN VERDİĞİ BİR GÖREVDİR VE BİRİNDEN DİĞERİNE GEÇER BABI

1-(73l) ...Ebu Basir şöyle aktardı:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanındaydım. İnsanlar vasilerden söz etmeye başladılar. Ben de İsmail'in adını andım.

Bana dedi ki: «Hayır, Allah'a yemin ederim ki, ey Ebu Muhammedi Bir sonraki imamı belirlemek bizim elimizde değildir. O yetki, tamamen Allah'a aittir.

Bu yetkiyi, her imam için ayrı ayrı indirir.»[94]

2-(732) ...Amr b. Eş'as şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Siz, bizden birinin imamlığı dilediği kimseye vasiyet ettiğini mi sanıyorsu­nuz? Hayır, vallahi. Bilakis bu, Allah'tan Peygamberin (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye verilen bir ahittir. Ehl-i Beyt'ten emaneti alan kişi, kendisinden sonrakine aktarmış­tır, derken emir gelip sahibini bulmuştur.»

Bu hadisin bir benzerini Hüseyin b. Muhammed, Mualla b. Muhammed'den, o Muhammed b. Cumhur'dan, o Hammad b. İsa'dan, o Minhal'den, o Amr b. Eş'as'dan, o Ebu Abdullah (aleyhisselâm)'dan rivayet etmiştir.

3-(733) ...Muaviye b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle'nin bir ahdidir imamet. Bu ahdi, isimleri belli adamlarla yapmıştır. Bir imam, bunu kendisinden sonraki imamdan saklayamaz. Allah Tebareke ve Teâlâ, Davud (aleyhisselâm)a:

"Ailenden bir vasî edin" diye vahyetti. Çünkü daha önce ilmin kapsamında, her peygamberin "mutlaka ailesinden bir vasisi olacaktır." diye bir karar verilmiştir.

Davud (aleyhisselâm)'ın bir kaç oğlu vardı. Bunların içinde biri vardı ki, annesi Davud peygamberin yanındaydı ve Davud bu kadını seviyordu. Kendisine Allah'ın bu vahyi gelince, Davud bu kadının yanına gitti.

Kadına dedi ki: "Allah Azze ve Celle, ailemden kendim için bir vasî edinme­mi emreden bir vahiy indirdi."  

Kadın: "Öyleyse, bu vasî benim oğlum olsun." dedi.

Davud: "Ben de bunu istiyorum; fakat Allah'ın değişmez, kesin ilmi kapsa­mında bu vasinin Süleyman olacağı hükme bağlanmıştır." dedi.

Allah Tebareke ve Teâlâ, Davud peygambere: "Sana emrim gelmeden, vasîyi açıklama hususunda acele etme." diye vahyetti.

Çok geçmeden bir üzüm bağına giren bir koyun sürüsü hakkında birbirlerin­den davacı olan iki adam, Davud'un yanına geldiler. Allah Azze ve Celle, Davud'a:

"Bütün oğullarını topla ve her biri bu meselenin çözümü için hüküm versin, hangisinin hükmü isabetli olursa, o, senden sonra yerine geçecek olan vasîn olacak­tır." diye vahyetti.            -   

Davud (aleyhisselâm), bütün oğullarını yanında topladı. Davacılar birbirlerin­den şikâyetçi olmaya başlayınca, Süleyman (aleyhisselâm) şöyle dedi: "Ey bağ sahibi! Bu adamın sürüsü ne zaman senin bağına girdi?"

Adam: "Geceleyin girdi." dedi.

Süleyman (aleyhisselâm) dedi ki: "Ey sürü sahibi! Koyunlarının bu yılki kuzu­larını ve yünlerini bağ sahibine vermene karar verdim."

Sonra Davud (aleyhisselâm) ona dedi ki: "Niçin koyunlarının bağ sahibine ve­rilmesi şeklinde bir hüküm vermedin? Çünkü İsrailoğulları uleması, üzümle koyun­ların aynı değerde olduklarına hükmetmişlerdir?"

Süleyman (aleyhisselâm) dedi ki: Üzüm bağı, kökünden sökülmemiştir. Ko­yunlar sadece meyvesini yemişler. Gelecek sene tekrar meyve verecektir.

Allah Azze ve Celle, Davud peygambere şöyle vahyetti: "Bu davayla ilgili isabetli hüküm[95] Süleyman'ın verdiği hükümdür, ey Davud!

Sen bir şey istedin, biz ise başka bir şey istedik."

Davud karısının yanına gitti ve: "Biz bir şey istedik. Allah da ondan başka bir şey istedi; ancak Allah Azze ve Celle'nin dilediği oldu. Biz de Allah Azze ve Celle'nin emrine razı olduk, Ona teslim olduk." Vasiler de öyle. Onlar da bu işi, sahi­binden başkasına vererek yetkilerini aşıp kendi başlarına hareket edemezler.»

4-(734) ...Amr b. Mus'ab şöyle rivayet etmişlerdir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Siz, biz­den birinin, imamlığı kendisinden sonra istediği kişiye vasiyet ettiğini mi sanıyorsu­nuz? Hayır, vallahi. Bu, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye verilmiş bir ahittir. Her kişi, kendisinden sonrakine devrederek şimdiki sahibine kadar gelmiştir.»[96]

   61) İMAMLAR, ALLAH AZZE VE CELLE'DEN BİR AHİT OLMAKSIZIN HİÇBİR ŞEY YAPMAMIŞLARDIR VE YAPMAYACAKLARDIR. ONLAR ALLAH'­IN AHDİNİN DIŞINA ÇIKMAZLAR BABI

l-(735) ...Muaz b. Kesir Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Vasiyet Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye gökten yazılı olarak inmiş­tir. Vasiyetin dışında hiçbir yazı gökten Muhammed'e mühürlü olarak inmemiştir.

Cebrail dedi ki: Ey Muhammed! Bu, senin Ehl-i Beyt'in yanında bulunup üm­metine yönelik olan vasiyetindir.

Resûlullah: «Hangi Ehl-i Beyt'im, ey Cebrail?» dedi.

Dedi ki: Allah'ın seçtiği zât, Ali ve onun soyu. Bunlar, peygamberlik ilmini senden miras alırlar. Tıpkı İbrahim'in bu ilmi miras bırakması gibi. Peygamberlik il­minin mirası, Ali'nin ve onun sulbünden gelen senin zürriyetine aittir.

Vasiyetin üzerinde mühürler vardı. Ali (aleyhisselâm) ilk mührü kaldırdı ve içinde yazılı bulunan vasiyetler doğrultusunda amel etti. Sonra Hasan (aleyhisselâm) ikinci mührü açtı ve orada yazılı bulunanlar doğrultusunda amel etti. Hasan vefat edince Hüseyin (aleyhisselâm) üçüncü mührü açtı ve orada şöyle yazıldığını gördü:

"Savaş! Öldür! Sen de öldürüleceksin. Bir topluluğu da kendinle beraber şehadete ulaşmak için götür. Onlar için seninle beraber olmalarından başka şehit düş­me imkânı yoktur."

Hüseyin (aleyhisselâm), orada yazılanları uyguladı. Kendisi şehadete ulaşma­dan, vasiyeti Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)'a verdi. Ali b. Hüseyin dördüncü mührü aç­tı ve orada şöyle yazıldığını gördü: "Sus ve gizlenen ilmi açığa vurmadan başını eğ."

O da vefat edince (vefatından önce) vasiyeti Muhammed b. Ali'ye verdi. Muhammed b. Ali beşinci mührü açınca, orda şunların yazılı olduğunu gördü:

"Allah-u Teâlâ’nın kitabını tefsir et. Babanın hareket metodunu tasdik et (onun gibi sus) ve imamlığı oğluna miras bırak. Ümmeti güzel eğit. Allah Azze ve Celle'nin hakkını, ayakta tut. Korkuda da güvende de hakkı söyle. Allah'tan başka kimse­den korkma." Burada yazılı olan vasiyetlere göre hareket etti. Sonra vasiyeti kendi­sinden sonra gelen İmama verdi.»

Dedim ki: Sana kurban olayım! O, sen misin?

Dedi ki: «Gidip, benim aleyhime rivayette bulunmandan endişe ediyorum, ey Muaz!»[97]

Dedim ki: Atalarından sonra sana bu yüce makamı bahşeden Allah'tan, senin soyundan birini de sen ölmeden önce bu makama layık görmesini diliyorum.

Buyurdu ki: «Allah bunu yaptı, ey Muaz!»

Dedim ki: Sana kurban olayım! Kimdir o?

Buyurdu ki: «Şu uyuyandır.»

-Eliyle orada uyuyan Abdussalih (Musa b. Cafer aleyhisselâm) işaret etti.-

2-(736) ...Muhammed b. Ahmed b. Abdullah el-Ömerî, babasından, o dedesin­den, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle, Nebisine vefatından önce bir yazı indirdi ve dedi ki: "Ey Muhammed! Bu, senin soyundan seçkinlere yapacağın vasiyettir."

Peygamberimiz: «Seçkinler kimlerdir, ey Cebrail?» dedi.

Dedi ki: Ali b. Ebu Tâlib ve soyu.                                 

Yazının üzerinde altından mühürler vardı. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bu vasiyeti Emir'ül-Mü'minin'e verdi. Bir mührü açmasını ve içinde yazılı bulunan­lara göre amel etmesini emretti. Emir'ül-Mü'minin, bir mührü açtı ve içinde yazılı bulunan tavsiyeler doğrultusunda hareket etti. Sonra vasiyeti oğlu Hasan'a verdi.

Hasan (aleyhisselâm) mühürlerden birini açtı ve içinde yazılı bulunan vasiyet­lere göre amel etti. Sonra Hüseyin (aleyhisselâm)'a verdi.

Hüseyin mühürlerden birini açtı ve orada şunların yazılı olduğunu gördü: "Bir topluluk ile beraber şehadete erişmek üzere harekete geç. Onlar ancak seninle birlik­te olurlarsa şehadete erişebilirler. Kendini Allah Azze ve Celle'ye ada." Hüseyin (aleyhisselâm)da bu vasiyete göre hareket etti.

Sonra vasiyeti Ali b. Hüseyin (Zeyn'ül-Âbidin aleyhisselâm)'a. verdi. Ali b. Hüse­yin mührü açtı, orada şunların yazılı olduğunu gördü: "Başını eğ, sus. Evinden çık­ma. Ve ölüm gelinceye kadar Allah'a ibadet et." O da bu vasiyetler doğrultusunda hareket etti. Sonra vasiyeti oğlu Muhammed b. Ali (aleyhisselâm)'a verdi.

O mühürlerden birini açtığında orada şöyle yazılı olduğunu gördü: "İnsanlara anlat (Onlara hadis aktar) ve fetva ver. Allah'tan başka hiç kimseden korkma. Çünkü hiç kimse senin aleyhine kullanacağı bir yol bulamaz, sana olumsuz bir şey yapa­maz." O da bu vasiyetler doğrultusunda amel etti.

Sonra vasiyeti oğlu Cafer (aleyhisselâm)’a verdi. Cafer mühürlerden birini açtı, orada şu vasiyetlerin yazılı olduğunu gördü: İnsanlara anlat (onlara hadis aktar), onlar için fetva ver. Soyunun ilimlerini yay. Salih atalarını tasdik et. Allah Azze ve Celle'den başka hiç kimseden korkma. Çünkü sen, koruma altındasın, güvencedesin." O da bu vasiyetlere göre amel etti. Sonra vasiyeti oğlu Musa (aleyhisselâm)a verdi.

Musa da kendisinden sonraki imama verecek ve bu durum Mehdi (aleyhisse­lâm)’ın ortaya çıkmasına kadar devam edecektir.»

3-(737) ...Durays el-Kunasî şöyle rivayet etmiştir:

Humran Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'a dedi ki: "Sana kurban olayım! Ali, Hasan ve Hüseyin (aleyhimusselâm) hakkında baş kaldırmaları, Allah Azze ve Celle'nin dinini ayakta tutmak için mücadele etmeleri, sonra başlarına bir takım musibetlerin gelmesi, tağutlar tarafından öldürülmeleri, ye­nilgiye uğratılmaları, öldürülüp mağlup edilmeleri hakkında ne buyurursun?"

Ebu Cafer (aleyhisselâm) dedi ki: «Ey Humran! Allah Tebareke ve Teâlâ, bü­tün bunları, onlarla ilgili olarak takdir etmişti. Kararını vermiş, yürürlüğe koymuş ve kesinleştirmişti. Sonra da uygulamıştı. Resûlullah'ın daha önce kendilerine bunu ha­ber vermiş olmasına dayanarak Ali, Hasan ve Hüseyin harekete geçmiş ve yine biz­den susanlar da kendilerine verilen bu bilgilere dayanarak susmuşlardır.»

4-(738) ...İsa b. Müstefad Ebu Musa ed-Darir şöyle rivayet etmiştir:

Bana Musa b. Cafer (aleyhisselâm) anlattı ki:

«Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a şöyle dedim: «Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm), vasiyetin kâtibi, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), vasiyeti okuyan, Cebrail ve mukarreb melekler de şahitler değiller miydi?           

Uzun süre başını eğdi, sonra şöyle dedi:

«Ey Ebu'l-Hasan! Senin dediğin gibiydi. Fakat Resûlullah vefat ederken vasi­yet, Allah katından mühürlü bir mektup olarak indi. Vasiyeti, Cebrail ve Allah Tebareke ve Teâlâ’nın melekler arasındaki eminleri tarafından indirildi.

Cebrail dedi ki: Ey Muhammed! Vasin dışındaki kimselerin dışarı çıkmalarını emret. Çünkü vasî, mektubu bizden alacak ve senin onu vasiye verdiğine bizi şahit tutacak ve kendisinin -yani Ali- de onun koruyucusu olduğuna güvence verecektir.

Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi), Ali dışındakilerin evden çıkmalarını emretti. Fatıma ise kapı ile bir perde arasında duruyordu.

Cebrail dedi ki: Ey Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor ve diyor ki: «Bu seninle yaptığım ahdi, sana koştuğum şartı içeren, senin için ona şahitlik ettiğim ve melekleri de senin için şahit gösterdiğim mektuptur. Ey Muhammedi Şahit olarak ben yeterliyim. Bunun üzerine Peygamberimizin eklemleri titredi ve:

«Ey Cebrail, dedi. Rabbimin kendisi selâmdır, selâm O'ndandır ve selâm O'na döner. Rabbim doğru söylemiş ve lütfetmiştir. Mektubu ver.»

Cebrail mektubu Ona (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye verdi ve Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talih aleyhisselâm)'a vermesini istedi ve ona dedi ki: "Oku."

Mektubu harf harf okudu ve dedi ki: «Ey Ali! Rabbim Tebareke ve Teâlâ’nın benimle yaptığı ahittir, benim üzerimdeki şartıdır ve emanetidir. Ben onu tebliğ et­tim, nasihat ettim ve görevimi yerine getirdim.»

Ali (aleyhisselâm) dedi ki: «Ben, senin tebliğ ettiğine, nasihat ettiğine şahitlik ederim, anam babam sana kurban olsun. Senin dediğini tasdik ediyorum. Kulağım, gözüm, etim ve kanım, senin lehine şahitlik eder.»

Cebrail dedi ki: Ben de bu hususta ikinizin şahidiyim.

Resûlullah buyurdu ki: «Ey Ali! Vasiyetimi aldın, onu öğrendin ve Allah için ve benim için ona bağlı kalacağını, içeriğini uygulayacağını garanti ettin mi?»

Ali dedi ki: «Evet, anam babam sana kurban olsun. Onu garanti ediyorum. Onun içeriğini yerine getirmede ve beni başarılı kılmada yardımcım Allah'tır.»

Resûlullah buyurdu ki: «Ey Ali! Kıyamet günü, bu vasiyete göre hareket etti­ğini bana haber vereceğini, şahitler huzurunda söylemeni istiyorum.»

Ali (aleyhisselâm): «Evet, şahitler huzurunda bunu kabul ediyorum.»

Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki: «Cebrail ve Mikail şu anda burada hazır bulunuyorlar. Başka gözde melekler de yanlarında var­dırlar. Burada bulunmalarının nedeni, onları senin üzerine şahit tutmamdır.»

Ali (aleyhisselâm) dedi ki: «Evet, şahit olsunlar, anam babam sana kurban ol­sun. Ben de onları şahit tutuyorum.»

Resûlullah, melekleri şahit tuttu. Resûlullah, Cebrail'in emriyle, onun da Allah Azze ve Celle'den aldığı emir gereğince, Ali'ye koştuğu şartlardan biri şudur:

«Ey Ali! Bu vasiyette yazılanlara bağlı kalacak, onları eksiksiz yerine getire­cek misin? Allah ve Resulünü veli edinenlere sen de veli olacak, Allah ve Resûlüyle ilişkilerini kesip onlara düşman olanlarla da ilişkini kesecek ve onlara düşman ola­cak mısın? Bunu yaparken sabredecek, öfkeni yutacak mısın? Bu arada hakkın elin­den alınsa, sana verilmesi gereken humus, gasp edilse ve senin saygınlığın ayaklar altına alınsa da vasiyetin içeriğini uygulayacak mısın?»

- «Evet, ya Resûlallah.» dedi.

Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm) şöyle dedi: «Çekirdeği yarana ve insanoğlu­nu yaratana yemin ederim ki, Cebrail (aleyhisselâm)’ın Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye şöyle dediğini duydum: "Ey Muhammed! Ona anlat ki, onun ayaklar altına alınacak saygınlığı, Allah'ın ve Resulünün saygınlığıdır. Sakalları, başından akan ta­ze kanlarla kıpkırmızı kesilse de bu vasiyete bağlı kalması şarttır.     

Emir'ül-Mü'minin der ki: «Emin Cibril'in bu sözlerini duyduğum zaman, birden bir çığlık attım. Sonunda yüz üstü yere düştüm. Ve dedim ki:

Evet, kabul ettim ve razı oldum. Saygınlık ayaklar altına alınsa da, sünnetler geçersiz kılınsa da, Kur'ân parçalansa da, Kâbe yıkılsa da, sakalım, başımdan akan taze kanlarla kıpkırmızı kesilse de sabredeceğim. Ebediyen hesabı Allah'a havale edeceğim ve sana kavuşuncaya kadar bu tutumumu sürdüreceğim.»

Sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), Fâtıma'yı, Hasan ve Hüseyin'i ça­ğırdı. Emir'ül-Mü'minin'e bildirdiklerini onlara da bildirdi. Onlar da Ali'nin dedikle­rini söylediler. Sonra vasiyet ateşte eritilmemiş (beşer eli değmemiş) altından mü­hürlerle mühürlendi. Ve Emir'ül-Mü'minin'e verildi.

Bunun üzerine Ebu'l-Hasan'a dedim ki: Anam babam sana kurban olsun, bu vasiyette neler olduğunu anlatabilir misin?

Buyurdu ki: «Allah'ın yasaları, peygamberinin sünnetleri vardır.» Dedim ki: "Vasiyette, Ali'nin üzerine çullanmaları, ona karşı çıkmaları da ya­zılıyor mu?"

-«Evet.» dedi. «Allah'a yemin ederim ki, teker teker ve harf harf her şey ora­da yazılıdır. Yoksa Allah Azze ve Celle'nin şu sözünü duymadın mı: "Şüphesiz ölü­leri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır."[98] (Yasin, 12) Allah'a yemin ederim ki, Resû­lullah, Ali ve Fâtıma'ya (selâm üzerlerine olsun) şöyle dedi:  

«Size sunduğum vasiyeti anlayıp kabul ettiniz mi?»

- «Evet.» dediler ve «bizi üzen, bizi öfkelendiren davranışlara karşı sabrede­ceğiz.»

el-Kâfi nüshalarından biri olan Safvanî nüshasında diğer nüshalarda yer alma­yan aşağıdaki hadis yer alır:

5-(739) ...Hariz şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki:

Sana kurban olayım! İnsanların size onca ihtiyacı varken, siz Ehl-i Beyt İmam­larının ömürleri ne kadar kısa ve yaşama süreleriniz ne kadar birbirine yakındır?

Buyurdu ki: «Her birimizin bir sahifesi vardır. Orada hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu her şey yazılıdır. Orada yazılı olup da uygulaması emredilen şeyler tüke­nince, ecelinin geldiğini anlar. Sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) yanına ge­lir ve ölüm haberini ona verir. Allah katındaki nimetleri bildirir. Hüseyin (aleyhisselâm) kendisine verilen mektubu okudu ve orada gördüklerini ölümünün yakın ol­duğuna yorumladı. Fakat o mektupta, henüz gerçekleşmemiş bazı şeylerden de söz ediliyordu. Bunun üzerine Hüseyin (aleyhisselâm) savaşmak üzere harekete geçti.

Mektupta yazılı olup ta henüz gerçekleşmeyen olay şuydu: Melekler Hüseyin­'e yardım etmek için Allah'tan izin istediler. Allah da onlara izin verdi. Melekler sa­vaşa hazırlık yaparak beklediler. Savaşın olmasını bekliyorlardı ki, Hüseyin şehid düştü ve melekler de yeryüzüne indiler. Çünkü eceli dolmuş ve öldürülmüştü.

Melekler dediler ki: "Bize inmek için izin verdin. Ona yardım etmek için bize izin verdin. Biz indik, sen onun ruhunu kabzettin."

Allah onlara şöyle vahyetti: Onu görünceye kadar kabrinin başından ayrılma­yın. Onun kabirden çıktığını gördüğünüz zaman, ona yardım edin. Şimdi onun için ve ona yardım edemediğiniz için ağlayın. Siz, ona yardım etmekle ve ona ağlamakla görevlendirildiniz.

Melekler Hüseyin'in yasını tutmak ve ona yardım edemeyişlerinin üzüntüsünü ifade etmek için ağlamaya başladılar. O, kabrinden çıkınca, onun yardımcıları ola­caklardır.» [99]

62)  İMAMIN    İMAMLIĞININ     HÜCCETLERİ    BABI

l-(740) ...İbn Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki: "İmam öldüğünde ondan sonraki, hangi özelliğiyle bilinir?" Buyurdu ki: «İmamın bazı işaretleri vardır. Bunlardan biri, babasının en büyük oğlu olması, biri de fazilet ehli olması ve kendisine vasiyette bulunulmuş olmasıdır. Öyle ki misafir bir kafile gelip, "Vefat eden imam, kimi vasiyet etti?" dediklerinde, onlara: "Falancayı vasiyet etti." denir. Bizde silah, İsrailoğullarında "tabutun" fonk­siyonuna sahiptir. Silah neredeyse imamlık da oradadır.»[100]

2-(741) ...Abdu'l-Alâ şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "İmamlığı gasp eden ve haksız yere imamlık iddiasında bulunan kimseye karşı nasıl bir kanıt ileri sürülür?"

Buyurdu ki: «Ona helâl ve haramla ilgili sorular sorulur.»[101]

Sonra bana döndü ve dedi ki: «Üç kanıt vardır ki, bunlar gerçek imam olma­yan bir kimsede bir arada bulunmazlar.

1)     Kendisinden önceki imama, insanların en yakını olması.

2)     Yanında silahın olması.

3)     Önceki imam tarafından açıkça vasiyet edilmiş olması. Öyle ki kente inip halkın genelinden ve çocuklardan dahi imamın kendisinden sonra kimi vasiyet etti­ğini sorduğunda, falancayı vasiyet etti derler.»

3-(742) ...Hafs b. Behterî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a soruldu: "İmam ne ile bilinir?" «Açıkça vasiyet edilmiş olması ve fazilet sahibi bir kimse olmasıyla bilinir.» dedi. «Hiç kimse imamın ağzı, karnı ve iffetiyle ilgili olarak ayıplayacak bir şey bu­lamaz. Örneğin: Yalancıdır, insanların malını yiyor... v.b. gibi şeyler söyleyemez.»

4-(743) ...Muaviye b. Vehb şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'a dedim ki: "Bir imamdan sonraki imamın işareti nedir?"

Buyurdu ki: «Tertemiz bir doğumla dünyaya gelmiş olması, güzel bir terbiye
görmüş olması, oyun ve eğlenceden uzak olması.»              

5-(744) ...Ahmed b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a imamlıkla görevlendirilen kişinin işaretini sordum.

Buyurdu ki: «İmamlığın işareti, yaşça büyüklük, fazilet sahibi olmak ve önce­ki imam tarafından vasiyet edilmiş olmak. Öyle ki kente bir kafile gelse ve: "İmam kendisinden sonra kimi vasiyet etti?" diye sorsalar: "Falan oğlu falanı vasiyet etti." diye cevap verilecek kadar vasiyet edilişi bilinmelidir. Siz (peygamberden kalma), si­lah ile birlikte dolaşın. Sorulara cevap vermek, imamlığın kanıtı değildir.»

6-(745) ...Hişam b. Salim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Bir ayıbı bulunmadığı sürece imamlık, büyük oğla vasiyet edilir.»

7-(746) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm)'a dedim ki:

"Sana kurban olayım! İmam hangi işaretiyle bilinir?"

Buyurdu ki: «İmamın bilinmesini sağlayan bir kaç özelliği vardır. Bunların il­ki, babasından ona bir işaret verilmiş olmasıdır. Bu, insanlar için onun imam oldu­ğunun kanıtı olur. İnsanlar ona soru sorduklarında, derhal cevap verir; eğer huzurun­da sussalar, o kendiliğinden konuşmaya başlar ve yarın olacakları anlatır. İnsanlarla her dilden konuşur.» Sonra bana şöyle dedi: «Ey Ebu Muhammed! Sen buradan kalkmadan, sana imamlığın bir işaretini daha göstereceğim.»

Çok geçmeden içeriye Horasanlı bir adam girdi. Bu adam İmamla Arapça ko­nuştu; fakat Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) ona Farsça cevap verdi.

Horasanlı adam dedi ki: Kurban olduğum. Vallahi, seninle Horasan diliyle ko­nuşmaktan beni alıkoyan şey, senin Farsça'yı iyi konuşamadığını sanmamdı.

Bunun üzerine İmam şöyle dedi: «Subhanallah! Ben sana güzel cevap veremeyeceksem, benim senden üstünlüğüm nereden kaynaklanır?»

Sonra bana dedi ki: «Ey Ebu Muhammed! İmamdan hiçbir insanın, hiçbir ku­şun, hiçbir hayvanın ve içinde ruh bulunan hiçbir varlığın konuşması gizli kalmaz. Bir kimsede bu özellikler bulunmuyorsa, o kimse imam değildir.»

63) İMAMLIK BABADAN OĞULA GEÇER, KARDEŞE, AMCAYA VEYA BAŞKA BİR AKRABAYA GEÇMEZ BABI

l-(747) ...Hüseyin b. Suveyr b. Ebu Fahite, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: 

«Hasan ve Hüseyin (aleyhimusselâm)dan sonra artık imamlık ebediyyen bir kardeşten diğer bir kardeşe geçmez. Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)'ın döneminden itibaren, Allah Tebareke ve Tealâ'nın da işaret ettiği gibi: "Akrabalar, Allah'ın kita­bına göre birbirlerine önceliklidirler." (Ahzâb, 6) Bu yüzden Ali b. Hüseyin'den sonra imamlık, ancak babadan oğla, ondan da oğluna geçer.»

2-(748) ...Yunus b. Yakub şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah, Ha­san ve Hüseyin'den sonra imamlığın, kardeşten kardeşe geçmesine razı değildir.»

3-(749) ...Muhammed b. İsmail b. Bezi' şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)dan soruldu: "İmamlık, önceki imamın amcasına veya dayısına geçer mi?"

-  «Hayır.» dedi.

Dedim ki: Peki, kardeşe geçer mi?

-   «Hayır.» dedi.                      

-   "Ya kime geçer?" diye sordum.

-   «Oğluma geçer.» dedi. İmam bunu söylerken oğlu yoktu.

4-(750) ...Hammad b. İsa Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«İmamlık, Hasan ve Hüseyin (aleyhimusselâm)'dan sonra, kardeşten

5-(751) ...İsa b. Abdullah b. Ömer b. Ali b. Ebu Tâlib şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Bir olay meydana gelirse (siz vefat ederseniz), ki Allah bana göstermesin, kime uyayım?"

Oğlu Musa (aleyhisselâm)’ı işaret etti.

Dedim ki: "Musa'ya bir şey olursa, kime uyayım?"

-«Onun oğluna.» dedi.

-"Onun oğluna da bir şey olursa ve geride de büyük kardeşi ve küçük oğlu kalmışsa, bunlardan hangisine uyayım?" dedim.

Buyurdu ki: «Onun oğluna ve her birinden sonra onun oğluna uy.»

Safvanî nüshasında bu son cümle şöyledir: «Ebediyen bu şekilde devam eder.»

64) ALLAH VE RESÛLÜ'NÜN İMAMLARI BİRER BİRER AÇIKLADIKLA­RI METİNLER BABI

l-(752) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, Allah Azze ve Celle'nin "Allah'a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahip­lerine itaat edin..." (Nisa, 59) âyetinden sordum.

Buyurdu ki: «Bu âyet, Ali b. Ebu Tâlib, Hasan ve Hüseyin hakkında inmiştir.»

Dedim ki: İnsanlar diyorlar ki: Niçin Ali'nin ve Ehl-i Beyt'inin adı Allah Azze ve Celle'nin kitabında geçmez?

Buyurdu ki: «Onlara deyiniz ki: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye namaz kılmaya ilişkin emir de inmiştir; ancak Allah, bu namazların üç rekât mı, dört rekât mı olacağını belirtmemiştir. Namazların rekât sayısını, peygamberimiz açıklamıştır. Ona zekât vermeye ilişkin emir de inmiştir; fakat insanlara bunun miktarının kırk dirhemde bir dirhem vermek olduğunu belirtmemiştir. Ta ki bunu peygamberimiz açıklamıştır. Hac ile ilgili emri de indirmiştir; ama Kâbe’nin etrafında yedi kere tavaf edin şeklinde bir açıklama getirmemiştir. Bu açıklamayı Resûlullah yapmıştır.

"Allah'a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin..." (Nisa, 59) âyeti de Ali, Hasan ve Hüseyin (aleyhimusselâm) hakkında inmiştir.

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm) ile ilgili olarak şöy­le buyurmuştur: «Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.»

Bir keresinde de şöyle buyurmuştur: «Size Allah'ın kitabını ve Ehl-i Beyt'imi tavsiye ediyorum. Çünkü ben Allah Azze ve Celle'den, havuz başında bana dönünceye kadar bu ikisini birbirinden ayırmamasını istedim, o da bu isteğimi kabul etti.»

Bir keresinde de şöyle buyurmuştur: «Ehl-i Beyt'ime bir şey öğretmeye kal­kışmayın, onlar sizden daha çok bilirler.»

Bir seferinde: «Onlar sizi hidâyet kapısından çıkarmazlar ve sizi sapıklık ka­pısından içeri sokmazlar.» buyurmuştur. Eğer Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bu açıklamayı yapmamış olsaydı, falanca oğulları ve feşmekan oğulları, emir sahibi yetkisine sahip olduklarını iddia edeceklerdi.

Fakat Allah Azze ve Celle, Peygamberi (sallallahu aleyhi ve âlihi)yi tasdik et­mek maksadıyla kitabında şöyle buyurmuştur: "Ancak ve ancak Allah, Ey! Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmek diler." (Ahzâb, 33) Ali, Hasan, Hüseyin ve Fâtıma'yı, Resûlullah, Ümmü Seleme'nin evinde bir örtünün altına koydu. Sonra şöyle buyurdu: «Allah'ım! Her pey­gamberin bir ailesi ve yakınları vardır. Benim yakınlarım ve ailem de bunlardır.»

Ümmü Seleme: "Ben senin ehlin değil miyim?" dedi.

Buyurdu ki: «Sen mutlaka hayırlı bir makama sahipsin; fakat benim ehlim ve yakınlarım bunlardır.»[102]

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince, bütün insanlar içinde imam­lık ve önderlik için en fazla hak sahibi olan kişi Ali (aleyhisselâm) idi. Çünkü Resû­lullah onunla ilgili birçok tavsiyelerde bulunmuş, onun elinden tutarak insanlar için­de belli bir makamda olduğunu göstermişti.  

Ali (aleyhisselâm) vefat ettiği zaman, oğullarından Muhammed b. Ali'yi, Abbas b. Ali'yi veya diğer bir oğlunu Peygamber'in Ehl-i Beyt'ine dâhil edemezdi. O zaman Hasan ve Hüseyin ona şöyle derlerdi:

«Allah Tebareke ve Teâlâ, senin hakkında bazı açıklamalar indirdiği gibi, bi­zim hakkımızda da indirdi. Sana itaat edilmesini emrettiği gibi, bize de itaat edilme­sini emretti. Resûlullah seni tavsiye ettiği gibi, bizi de tavsiye etti. Allah, senden gü­nah kirlerini giderdiği gibi, bizden de gidermiştir.»

Ali vefat edince, Hasan imamlık makamına en layık kimseydi. Çünkü onun yaşı daha büyüktü. Vefat ettiği zaman oğullarından birini Ehl-i Beyt'in içine dahil edemezdi. Bunu yapamazdı. "Akraba olanlar, Allah 'in kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar." (Ahzâb, 6) âyetini ileri sürerek imamlığı kendi oğullarına özgü bir görev haline getiremezdi. Aksi taktirde Hüseyin, karşısına çıkacak ve şöyle diyecekti:

«Allah, sana ve babana itaat edilmesini emrettiği gibi, bana da itaat edilmesini emretmiştir. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), senin ve babanın imamlığını tebliğ ettiği gibi benim imamlığımı da tebliğ etmiştir. Allah günah kirini senden ve baban­dan giderdiği gibi benden de gidermiştir.»

İmamlık Hüseyin'e geçtikten sonra, onun Ehl-i Beyt'inden hiç kimse, onun ba­bası ve kardeşi imamlığı ondan başkasına vermek istemeleri durumunda, babasına ve kardeşine karşı imamlık iddiasında bulunması gibi, imamlığı kendisine devretme­sini isteyemezdi. Nitekim babası ve kardeşi böyle bir şey yapmamıştır.

Nihayet imamlık, Hüseyin (aleyhisselâm)a geçtikten sonra: "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha önceliklidirler." (Ahzâb, 6) âyetinin yorumu devreye girmiş oldu. Bundan sonra imamlık, Hüseyin'in ardından Ali b. Hüseyin'e geçti. Ali b. Hüseyin'den sonra Muhammed b. Ali'ye geçti.»

İmam buyurdu ki: «Âyette giderildiğinden söz edilen kirden maksat, kuşku­dur. Allah'a yemin ederim ki, biz ebediyen Rabbimizden kuşku duymayız.»

Buna benzer bir hadisi, Muhammed b. Yahya, Ahmed b. Muhammed b. İsa'­dan, o Muhammed b. Halid ve Hüseyin b. Said'den, o Nadr b. Süveyd'den, o Yahya b. İmran el-Halebi'den, o Eyyub b. Hürr'den, o İmran b. Ali el-Halebi'den, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan rivayet etmiştir.

2-(753) ...Abdurrahim b. Revh el-Kasir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'di, "Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar." (Ahzâb, 6) âyeti kimin hakkında indi? diye sordum Buyurdu ki: «Âyet, velayet ve imamet hakkında inmiştir. Bu âyet, Hüseyin (aleyhisselâm)dan sonra, onun çocukları arasında uygulamaya konulmuştur. Dolayı­sıyla biz, imamete ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye, Muhacir ve Ensar'dan oluşan diğer Müslümanlardan daha yakınız.»

Dedim ki: Cafer'in[103] çocuklarının bunda bir payları var mıdır?

-   «Hayır.» dedi.

-   "Abbas'ın[104] çocuklarının bunda bir payları var mıdır?" diye sordum.

-   «Hayır.» dedi. "Abdulmuttalip oğullarının bütün boylarını saydım." hepsi için «hayır.» diye cevap verdi.

Bu arada Hasan (aleyhisselâm)’ın çocuklarını unuttum. Bir daha yanına girdi­ğimde: "Hasan'ın çocuklarının bunda bir payı var mıdır?" diye sordum,

-«Hayır.» dedi. «Allah'a yemin ederim ki, ey Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi'nin bunda bir payı yoktur.»

3-(754) ...Ahmed b. İsa, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan, "Sizin ve­lîniz, ancak Allah, Resulü ve iman edenlerdir..." (Mâide, 55) âyetiyle ilgili olarak şöy­le rivayet etmiştir:

«Size en layık olan ve sizin işlerinizi, kendinizi ve mallarınızı yö­netmeye en fazla hak sahibi olanlar Allah, Resulü ve iman edenlerdir.

Burada geçen "iman edenler"den maksat, Ali ve onun soyundan kıyamet gü­nüne kadar gelecek olan imamlardır.

Sonra Allah, onları vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur: "...Onlar namaz kılarlar, rukûda iken zekât verirler." (Mâide, 55) Emir'ül-mü'minin (aleyhisselâm) bir gün öğ­len namazını kılarken, ikinci rekâtta rükû halinde iken, üzerinde bin dinar değerinde bir aba vardı. Bu abayı, Necaşi peygamberimize hediye etmiş, peygamberimiz de Ali'ye giydirmişti. Bir dilenci geldi ve şöyle dedi: "Esselâmualeyke, ey Allah'ın veli­si ve ey mü'minlere canlarından daha yakın olan kimse. Şu miskine bir sadaka ver."

Ali (aleyhisselâm), abayı üzerinden aşağı doğru kaydırdı ve adama alıp giyme­sini işaret etti. Bunun üzerine onun hakkında bu âyet indi.

Allah Azze ve Celle, onun çocuklarının verdikleri sadakaları da onun sadaka­sına kattı ve hepsini bir saydı. Bu yüzden onun soyundan imamlık makamına erişen biri, onun gibi bu niteliğe sahip olur. Böylece bütün imamlar, rükû halinde sadaka vermiş olurlar. Emir'ül-Mü'minin'den sadaka isteyen dilenci, bir melekti. Onun so­yundan gelen imamlardan sadaka isteyen dilenciler de meleklerden olurlar.»[105]

4-(755) ...Zurare, Fudayl b. Yesar, Bukeyr b. A'yen, Muhammed b. Muslini Bureyd b. Muaviye ve Ebu'l-Carud, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Allah Azze ve Celle, Resulüne, Ali'nin velayetini emretti ve ona şu âyeti in­dirdi: "Sizin velîniz, ancak Allah, Resulü ve iman edenlerdir. Onlar ki namazı kılarlar ve rükûda iken zekât verirler." (Mâide, 55) Ayrıca emir sahibinin velayetini farz kıldı. Fakat Müslümanlar bunun ne demek olduğunu anlayamadılar. Bunun üzerine yüce Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye, namazı, zekâtı, orucu ve haccı açık­ladığı gibi velayeti de onlara açıklamasını emretti. Bu emir, Allah tarafından gelin­ce, Resûlullah'ın göğsü, bu emir karşısında daraldı. Bunu duyan bazı kimselerin din­lerinden dönmelerinden ve kendisini yalanlamalarından endişe etti. Göğsü bu endi­şeyle sıkıntılıyken Rabbine müracaat etti. Allah Azze ve Celle ona şu âyeti variyetti: "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliği­ni yerine getirmemiş olursun. Allah insanlardan seni koruyacaktır." (Mâide, 67)

Bunun üzerine peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi), Allah'u Teâlâ’nın em­rini apaçık bir şekilde duyurdu. "Gadir-i Hum" gününde Ali'nin velayetini ilan etti. Bu amaçla insanları cemaat namazına çağırdı ve hazır bulunanların orada bulunmayanlara bunu duyurmasını emretti.

Ömer b. Uzeyne der ki: "Ebu Carud dışındakiler dediler ki: "Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) şöyle dedi: «Farzlar birbirlerinin ardınca nazil oluyorlardı Velayet, farzların en sonuncusudur. Allah Azze ve Celle şu âyeti indirdi: "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirelim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım." (Maide, 3)

Ebu Cafer der ki: «Allah, bu âyette bize şunları söylüyor: Bundan sonra üzeri­nize herhangi bir farz inmeyecektir. Artık sizin için farzları kemâle erdirdim.»[106]

5-(756) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanında oturuyordum. Bir adara ona dedi ki: "Bana Ali'nin velayetini anlat.

Bu yetkiyi ona Allah mı verdi, yoksa Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) mi?"

İmam öfkelendi, sonra adama şöyle dedi:

«Yazıklar olsun sana! Resûlullah, Allah'ın kendisine emretmediği bir şeyi söy­lemekten, herkesten daha çok korkardı. Bilakis, namazı, zekâtı, orucu ve haccı farz kıldığı gibi Ali (alevhisselâm)’ın velayetini de Allah farz kılmıştır.»

6-(757) ...Ebu'l-Carud şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğim duydum: «Allah Azze ve Celle, beş şeyi kullarına farz kıl­mıştır. Kullar bunların dördünü aldılar, birini terk ettiler.»

Dedim ki: Bunları bana teker teker sayar mısın, kurban olduğum?

Buyurdu ki: «Biri namazdır. İnsanlar nasıl namaz kılacaklarını bilmezlerdi. Cebrail indi ve dedi ki: "Ey Muhammed! Onlara namazlarının vakitlerini haber ver."

Sonra zekât verilmesini emreden âyet indi. Cebrail dedi ki: "Ey Muhammed! Onlara namazla ilgili açıklamalarda bulunduğun gibi, zekâtla ilgili olarak da açıkla­mada bulun."

Sonra orucun farz kılındığına ilişkin açıklamayı indirdi. Muharrem'in onuncu günü gelince, Resûlullah, çevredeki yerleşim birimlerine o gün oruç tutmaları için haber gönderirdi. Onlar da o gün oruç tutarlardı. Sonra Şaban ve Şevval aylarının arasında yer alan Ramazan ayında oruç tutulmasının farz olduğuna ilişkin emir indi.

Sonra hac emri indi. Cebrail indi ve Resûlullah'a dedi ki: "Onlara namazları, zekâtları ve haclarıyla ilgili açıklamalarda bulunduğun gibi hac ibadetleriyle ilgili açıklamalarda da bulun."

Sonra velayetle ilgili emir indi. Cebrail bu emri cuma günü Arafat'ta getirdi. Allah Azze ve Celle şu âyeti indirdi: "Bu gün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve sizin üzerinizdeki nimetimi (velayeti) tamamladım." (Mâide, 3) Din, Ali b. Ebu Tâlib'in velâyetiyle kemale ermişti. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle dedi: «Benim ümmetim, henüz cahiliyeden uzaklaşmıştır. Eğer amcam oğluyla ilgili bu hususu açıklasam, ileri geri konuşacaklardır, kendi içimde söyleyeyim.[107] Derhal Allah Azze ve Celle'den kesin bir emir geldi ve bu hususu tebliğ etmemem duru­munda beni azaba çarptıracağı tehdidinde bulundu. Ve şu âyeti indirdi: "Ey Resul! Bildir, sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen Allah 'in elçiliği­ni yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola iletmez." (Mâide, 67)

Bunun üzerine Resûlullah Ali'nin elini tuttu ve şöyle dedi:

«Ey insanlar! Benden önce gönderilen hiçbir peygamber yoktur ki, Allah ona belli bir ömür belirlemiş olmasın. Bu ömrü tamamlayınca Allah onları çağırır, onlar da Allah'ın çağrışma uymuşlardır. Beni çağırması ve benim de bu çağrıya icabet et­mem yakındır. Ben sorumluyum, siz de sorumlusunuz. Siz ne söyleyeceksiniz?»

Dediler ki: Şahitlik ederiz ki, sen Allah'ın dinini tebliğ ettin, bize öğüt verdin ve üzerindeki emaneti yerine ulaştırdın. Allah, seni Resullere verilen ödülün en güzeliyle ödüllendirsin.

Peygamberimiz buyurdu ki: «Allah'ım, şahit ol.» -Bunu üç kere söyledi-

Sonra şöyle dedi: «Ey Müslümanlar topluluğu! Bu, benden sonra sizin velinizdir. Burada bulunanlar, bunu, burada bulunmayanlara tebliğ etsinler.»[108]

Ebu Cafer (aleyhisselâm) dedi ki: «Allah'a yemin ederim ki, Ali (aleyhisselâm), Allah'ın kulları arasında, onun gaybının ve razı olduğu dininin eminiydi.»

Sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat ederken Ali'yi çağırdı ve ona şöyle dedi: «Ey Ali! Allah'ın bana emanet ettiği gaybını, ilmini, kullarını ve razı ol­duğu dinini, sana emanet etmek istiyorum.»

İmam Bakır (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, ey Ziyad! Hiç kimse bu hususlarda Ali'ye ortak değildir.»

Sonra Ali (aleyhisselâm) vefat etmek üzereyken oğullarım çağırdı. Bunlar on iki taneydiler. Onlara dedi ki: «Ey oğullarım! Allah, Yakub'un uyguladığı bir gelene­ği benim için de yürürlüğe koymuştur. Yakub (aleyhisselâm) on iki tane oğlunu çağır­dı ve onlara kimin önderlik edeceğini haber verdi. Şimdi ben de size önderinizi açık­layacağım. Haberiniz olsun! Bu ikisi, Hasan ve Hüseyin, Resûlullah'ın oğullarıdır. Onları dinleyin ve onlara itaat edin. Onları destekleyin. Ben, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin bana emanet ettiği şeyleri, onlara emanet ediyorum.»

Allah, Resûlullah'a kullarını, gaybını ve razı olduğu dinini emanet etmişti.

   Böylece Allah, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) aracılığıyla Ali için gerek­li kıldığı yükümlülüğü, Ali aracılığıyla onlar için gerekli kıldı. Yaş farkından başka bu ikisinin birbirlerinden üstünlükleri söz konusu değildi.

Bir meclise Hasan geldiği zaman Hüseyin, o kalkmadan konuşmazdı. Sonra Hasan (aleyhisselâm) vefat etmek üzereyken bu emaneti Hüseyin'e teslim etti.

   Sonra Hüseyin (aleyhisselâm) vefat etmek üzereyken büyük kızı Fâtıma binti Hüseyin'i çağırdı ve durulmuş bir mektubu ve açık bir vasiyeti ona verdi. Ali b. Hü­seyin şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı ve insanlar, o halinden başka bir şey görmüyorlardı. Fâtıma mektubu Ali b. Hüseyin'e teslim etti. Sonra Allah'a yemin ederim ki, bu mektup bize ulaştı.»

Benzeri bir hadisi, Hüseyin b. Muhammed, Mualla b. Muhammed'den, o Muhammed b. Cumhur'dan, o Muhammed b. İsmail b. Bezi'den, o Mansur b. Yunus'tan, o Ebu'l-Carud'dan, o da Ebu Cafer (aleyhisselâm) 'dan rivayet etmiştir.

7-(758) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a dedim ki: "Muhtariye taifesinden bir adamla karşılaştım ve bu adam, Muhammed b. Hanefiyye’nin[109] imam olduğunu söyledi."

Ebu Cafer (aleyhisselâm) öfkelendi ve: «Ona bir şey söylemedin mi?»

-"Allah'a yemin ederim ki, ona ne söyleyeceğimi bilemedim." dedim.

Buyurdu ki: «Ona deseydin ya. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) imamlığı Ali'ye, Hasan'a ve Hüseyin'e (alevhimusselâm) vasiyet etti. Ali vefat edince Hasan ve Hüseyin'e vasiyet etti. Eğer vefat ettiğinde bu görevi onlardan esirgeseydi -ki böyle bir şey yapmazdı- mutlaka ona şöyle diyeceklerdi: «Biz de senin gibi vasiyiz.»

Hasan da Hüseyin'e vasiyet etti. Eğer vefat ettiğinde bu görevi ondan esirge­seydi -ki böyle bir şey yapmazdı- Hüseyin mutlaka ona şöyle derdi: «Ben de senin gibi Resûlullah tarafından ve babam tarafından vasî olarak tayin edildim.»

Allah şöyle buyurmuştur: "Akrabalar birbirlerine daha önceliklidirler." (Ahzâb, 6) Bu âyet bizim ve bizim evlâdımız hakkında inmiştir.»

65) EMİR'UL-MÜ'MİNİN'E İŞARET EDEN NASSLAR BABI

l-(759) ...Zeyd b. Cehm el-Hilalî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Ali b. Ebu Talib'in velayetine ilişkin âyet inip, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'de: «Ali'ye Emir'ül-Mü'minin diye selâm verin.» dediğinde, ikisinin aleyhine olmak üzere bunu pekiştiren bir olay şöyle gelişti: Ey Zeyd: Resûlullah ikisine:

«Ali'ye, Emir'ül-Mü'minin olarak selâm verin.» dedi.

Dediler ki: Bu emir, Allah'tan mıdır, yoksa Allah'ın Resulünden midir, ya Re­sûlullah?

Resûlullah, onlara dedi ki: «Allah'tan ve Resulünden.»

Bunun üzerine şu âyet indi: "Allah'ı üzerinize şahit tutarak pekiştirdikten son­ra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir." (Nahl, 91) Burada Resûlullah'ın onlara söylediği, onların da: "Bu emir Allah'tan mıdır, yoksa Allah'ın Resulünden midir?" diye karşılık verdikleri konuşma kastediliyor.

"Bir toplum, diğer bir toplumdan (bir tarafın imamları diğer tarafın önderlerinden) daha çok (daha temiz)[110] olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipli­ğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan kadın gibi olmayın." (Nahl, 92)

Dedim ki: Ümmet yerine imamlar mı okudunuz?

-«Evet, Allah'a yemin ederim ki, imamlar...»

Dedim ki: "Fakat biz, Erba... şeklinde okuyoruz."

Buyurdu ki: «Erba ne demek?» -Sonra eliyle bir kenara itermiş gibi yaptı ve âyetin devamını okudu- "Allah bunun­la sizi imtihan etmektedir." (Nahl, 92) «Yani Ali (aleyhisselâm) ile...

"Hakkında ihtilâfa düşmekte olduğunuz şeyi kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır. Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptı­rır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız Yeminlerinizi aranızda fesada araç edinmeyin, aksi halde sebat etmişken ayağınız ka­yar." (Nahl, 92-93) Yani Resûlullah'ın Ali ile ilgili açıklamalarından sonra, "Allah yo­lundan alıkoymanız, sebebiyle kötülüğü tadarsınız." (Nahl, 94) Allah'ın yolundan mak­sat, Ali (aleyhisselâm)dır. "Sizin için büyük bir azap vardır." (Nahl, 94)»

2-(760) ...Ebu Hamza es-Sumalî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselam)’ın şöyle dediğini duydum: «Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) peygamberliğini tamamladığı ve günle­rini doldurduğu zaman, Allah-u Tealâ ona şöyle vahyetti:

"Ey Muhammed! Şüphesiz nübüvvet görevini yerine getirdin ve günlerim ta­mamladın. Sahip olduğun ilmi, imanı, "ism-i ekber / en büyük ismi " ve nübüvvet il­minin mirasını ve sonuçlarını, Ehl-i Beyt'ine teslim et. Ali b. Ebu Tâlib'e ver. Çünkü ben, ilmin, imanın, en büyük ismin, nübüvvet ilminin mirasını ve sonuçlarını senin soyundan koparmayacağım. Tıpkı diğer nebilerin soyundan koparmadığım gibi.»

3-(761) ...Abdulhamid b. Ebu Deylem, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Musa, Yuşa b. Nun'a vasiyet etti. Yuşa b. Nun, Harun'un çocuğuna vasiyet etti, kendi çocuğuna ve Musa'nın çocuğuna değil. Bu hususta tercih ve seçme yetkisi Allah-u Teâlâ’ya aittir. Hangi sülaleden kimi isterse onu vasilik için seçer. Musa ve Yuşa, Mesih'i müjdelediler. Allah Azze ve Celle Mesih'i gönderince, Mesîh onlara dedi ki: "Benden sonra, İsmail'in soyundan adı Ahmed olan bir nebi gelecektir. Bu Nebi beni ve sizi tasdik eden, beni ve sizi mazur gösteren bir kitap getirecektir.

İsa'dan sonra vasiyet, kitabı korumakla görevlendirilen havarilere geçti. Al­lah-u Teâlâ’nın "koruyucular" olarak isimlendirmesinin nedeni, en büyük ismi koru­makla görevlendirilmiş olmalarıdır. En büyük isim ise bir "kitaptır." O öyle bir ki­taptır ki, onunla her şeye ilişkin ilim bilinir. Bu kitap, nebilerle beraberdir. Allah-u Tealâ bu hususta şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki biz Resullerimizi, apaçık deliller­le gönderdik ve onlarla beraber de kitap ve mizam indirdik.." (Hadîd, 25) Kitap en bü­yük isimdir. Kitap ismiyle, Tevrat, İncil ve Furkan (Kur'ân) ünlenmiştir. Ama bu ki­tapta Nuh'un kitabı vardır. Salih, Şuayb ve İbrahim'e indirilen kitaplar yer alır. Al­lah, bize bunu şu şekilde haber vermiştir: ''Şüphe yok ki bu vardı, elbette daha önceki sahîfelerde, İbrahim'in ve Musa'nın sahîfelerinde." (A'lâ, 18-19) Nerede şimdi İbra­him'in suhufu? İbrahim'in suhufu en büyük isimdir. Musa'nın suhufu en büyük isim­dir. Vasiyet peygamberler devrinden itibaren bir âlimden diğerine geçerek Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye teslim edilinceye kadar gelmiştir.

Allah Azze ve Celle, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi nebi olarak görevlendirince, vasiyetin en son koruyucuları olan âlimler onu tasdik edip Müslüman oldular; fakat İsrailoğulları onu inkâr etti. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) insanları Allah Azze ve Celle'ye kulluk etmeye, Onun yolunda cihad etmeye çağırdı. Sonra yüce Allah, vasisinin faziletini, üstünlüğünü anlatmasını vahyetti.

Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) dedi ki: «Ya Rabbi! Araplar kaba bir ka­vimdir. Bu güne kadar bir kitapları olmadığı gibi, kendilerine bir nebi de gönderil­miş değildir. Nübüvvetin faziletinden ve üstünlüğünden habersizdirler. Eğer ben, Ehl-i Beyt'imin faziletini, üstünlüğünü onlara haber versem, bana inanmayacaklardır.»

Bunun üzerine Allah Celle zikruhu ona şöyle dedi: "Onlardan dolayı üzülme." (Nahl, 127) ve "Selâm, de. İleride bileceklerdir." (Zuhruf, 89)

Bunun üzerine Peygamberimiz vasisinin faziletlerini anlattı. O zaman Arapla­rın yüreklerine nifak girdi. Resûlullah bunu ve söylenenleri haber aldı.

Allah dedi ki: "Ey Muhammed! "Söylediklerinden dolayı göğsünün daraldığı­nı biliyoruz." (Nahl, 97) "Onlar seni yalanlamıyorlar, ancak zâlimler Allah'ın âyetleri­ni inkâr ediyorlar." (En'âm, 33) Fakat bir kanıtları olmadan inkâr ediyorlar.

Resûlullah, onlarla sürekli sıcak ilişkiler kuruyor ve bazılarını diğer bazısının yardımcıları yaparak gönüllerini hoş tutmaya çalışıyordu. Bu arada onlara vasisinin faziletine ilişkin sözler de söylüyordu. İnşirah suresi inince, ölümünün yaklaştığını ve kendisine bu yönde bir mesaj verildiğini anladığı zaman, onlara karşı vasisinin faziletini belirtip onu savunma gereğini duydu. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Boş kal­dın mı hemen işe koyul ve ancak Rabbinden iste, O'na doğrul." (İnşirah, 7-8) Burada Allah şöyle buyuruyor: "Boş kaldın mı, görevini tamamladın mı, bayrağını dik ve vasinin kim olduğunu ilan et. Onun faziletini açık bir şekilde kavmine bildir."

Bu mesajı aldıktan sonra Resûlullah Gadir-i Hum'da şöyle dedi: «Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım! Onu velî edinene, sen de veli ol. 0-na düşman olana, sen de düşman ol.» -bunu üç kere tekrarladı- Sonra Hayber Kale­sinin fethi esnasında şöyle dedi: «Öyle birini göndereceğim ki, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu severler. O, düşmana arkasını dönüp kaçan biri değil­dir.»[111] Ayrıca Nebi şöyle buyurmuştur: «Ali, mü'minlerin efendisidir.»

Bir keresinde: «Ali, dinin direğidir.» buyurmuştur. Bir diğer seferde: «Bu, ben­den sonra hak uğruna kılıçla insanların boynunu vuracaktır.» buyurmuştur. Yine onun hakkında: «Ali ne tarafa meylederse, hak onunla beraberdir.» buyurmuştur.

Bir başka yerde: «Ben sizin aranızda iki şey bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece sapıklığa düşmezsiniz. Biri Allah'ın kitabı, biri de Ehl-i Beyt'im ıtretim (so­yum)'dur. Ey İnsanlar! Dinleyin! Hiç kuşkusuz, Allah'ın mesajını tebliğ ettim. Sizler cennetteki havuzun başında yanıma geleceksiniz. Ben, sekaleyn[112] hakkında nasıl bir tavır takındığınızı soracağım. Sekaleyn; yüce Allah'ın kitabı ve benim Ehli Beyt'imdir. Sakın onların önüne geçmeyin, onları kulak ardı etmeyin, yoksa helak olursu­nuz. Onlara öğretmeye de kalkışmayın; çünkü onlar sizden daha çok bilirler.»

Böylece Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin sözü ve insanların okudukları kitap aracılığıyla kanıt, ortaya konulmuş oldu. Nebi her zaman konuşmalarıyla Ehl-i Beyt'inin faziletlerini açıklıyor ve Kur'ân âyetleriyle beyan ediyordu. "Ancak ve ancak Allah ey Ehl-i Bey t, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmek diler." (Ahzâb, 33) "İyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte biri, Allah'ın, Resûlü'nün ve yakınların." (Enfâl, 41) "Akrabaya...hak­kını ver." (İsrâ, 26) Burada kastedilen Ali'dir. Onun hakkı da ona verilen vasiliktir. En büyük isim, ilim mirası, peygamberlik ilminin sonuçlarıdır. "De ki: sizden, tebli­ğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir..." (Şûra, 23) "Diri diri gömülen kıza, sorulunca, hangi suç yüzünden öldürüldün diye." (Tekvir, 8-9) Burada yüce Allah, "size indirdiğimiz Ehl-i Beyt sevgisini soracağım. Peygambe­rin akrabalarının sevgisini. Onları hangi günahlarından dolayı öldürdünüz?" diye.

"Sorun bilmiyorsanız, zikir ehline." (Nahl, 43) Zikirden maksat, kitaptır. Ki­tap, yani Kur'ân'm ehli de Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin Ehl-i Beyti'dir. Allah, insanlara bilmediklerini onlara sormalarını emretmiştir; cahillere sormalarını değil. Allah, Kur'ân-ı zikir olarak nitelemiştir. "Sana zikri indirdik ki, insanlara, ken­dilerine indirileni açıklayasın. Umulur ki düşünürler."[113] (Nahl, 44) "Ve şüphe yok ki o, sana ve kavmine zikirdir ve pek yakında sorguya çekileceksiniz" (Zuhruf, 44) "Allah'a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisa, 59) Ve Allah Azze ve Celle buyurmuştur: "Hâlbuki Peygambere ve içlerinden emre selâhiyeti olan­lara başvursalardı..." (Nisa, 83) Böylece insanların yönetim işi, onlardan olan emir sahiplerine bırakılmıştır ki, Allah, insanların onlara itaat etmelerini ve meselelerinin çözümü için onlara başvurmalarım emretmiştir.

Resûlullah veda haccından dönerken Cebrail indi ve ona şöyle dedi: "Ey Re­sul! Bildir sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen O'nun elçili­ğini yapmamış olursun ve Allah, seni insanlardan korur. Şüphe yok ki Allah, kâfir olan kavme, doğru yola gitmek hususunda başarı vermez-" (Maide, 67) Bunun üzerine Nebi (sallallahu aleyhi ve alihi) insanlara seslendi ve toplanmalarını istedi. Mugaylan ağaçlarının dikenlerini temizleyerek üzerlerine oturup etrafında bir halka oluşturma­larını istedi. Sonra şunları söyledi:

«Ey insanlar! Sizin velîniz ve sizin için nefsinizden daha önce gelen kimdir?»

Dediler ki: Allah ve Resulüdür.

Bunun üzerine şöyle buyurdu: «Ben kimin mevlâsı[114] isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu velî edineni sen de velî edin, ona düşman olana sen de düşman ol.» -bunu üç kere tekrarladı-

Bunun üzerine bazılarının kalbine nifak dikeni girdi ve dediler ki:

"Allah, Muhammed'e böyle bir şeyi kesinlikle indirmemiştir. O, böyle yap­makla, amcasının oğlunun pazusunu yükseltmekten, onu yüksek bir konuma getir­mekten başka bir şey istemiyor."

Peygamberimiz Medine'ye geldiği zaman, Ensar topluluğu, onu karşılamaya geldiler ve şunları söylediler: "Ya Resûlallah! Yüce Allah bize büyük bir iyilikte bu­lunmuş, bizi, seninle ve aramıza gelip yerleşmiş olmanla onurlandırmıştır. Allah bu­nunla, dostlarımızı sevindirmiş ve düşmanlarımızın kıskançlıktan başlarını önlerine eğmiştir. Şimdi ise seni görmek için gelip giden heyetlerin sayısı arttı. Buna karşılık onlara verebileceğin bir yiyeceğinin de olmadığını görüyoruz. Bu da düşmanların senin hakkında ileri geri konuşup şamata etmelerine neden oluyor. Bunun için mal­larımızın üçte birini almanı istiyoruz ki, Mekke heyeti seninle görüşmeye geldiğinde onlara bir şeyler yedirebilesin."

Resûlullah onlara herhangi bir cevap vermedi, Rabbinden gelecek cevabı bek­ledi. Bir süre sonra Cebrail indi ve şu âyeti vahyetti: "De ki: sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir..." (Şûra, 23)

Bunun üzerine Resûlullah onların mallarını kabul etmedi. Münafıklar şöyle demeye başladılar: Allah, Muhammed'e böyle bir şey indirmemiştir. O sadece amca­sının oğlunun pazusunu yükseltmek ve Ehl-i Beyt'ini başımıza getirmek istiyor.

Dün: «Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlasıdır.» diyordu, bu gün de:

"De ki: sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakın­larıma sevgidir..." (Şûra, 23) diyor.

Sonra Allah, humus âyetini indirdi. Bu sefer münafıklar şöyle dediler:

"Ehl-i Beyt'ine mallarımızı ve ganimetlerimizi vermemizi istiyor."

Sonra Cebrail indi ve şöyle dedi:

"Ey Muhammed! Şüphesiz sen, peygamberlik görevini yerine getirdin ve gün­lerini tamamladın. En büyük ismi, ilmin mirasını ve nübüvvet ilminin sonuçlarını Ali'ye teslim et. Çünkü ben, yeryüzünü velîsiz bırakmam. Bir âlim her zaman yeryü­zünde velî olur. Onun aracılığıyla bana nasıl itaat edileceği bilinir, benim velayetim, onun aracılığıyla tanınır. Bir nebinin vefatı ile diğer nebinin gönderilişi arasındaki zaman diliminde doğan insanlar üzerindeki hüccetim bu âlim olur."

Bunun üzerine Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali'ye en büyük ismi, ilim mirasını ve nübüvet ilminin sonuçlarını vasiyet etti. Ona bin kelime ve bin bölüm halinde vasiyet etti. Her kelime ve her bölüm de bin kelimeye ve bin bölüme açılır.»

4-(762) ...Beşir ed-Dehhan, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefatla sonuçlanan hastalığın­da şöyle buyurdu: «Bana halilimi (dostumu) çağırın.»

İki eşi[115] babalarım[116] çağırdılar. Resûlullah, onları görünce yüzünü onlardan çe­virdi. Sonra şöyle dedi: «Bana halilimi çağırın.»

Bunun üzerine Ali (aleyhisselâm) çağırıldı. Resûlullah, onu görünce ona yöneldi ve onunla konuşmaya başladı. Ali oradan çıkınca Ebu Bekir ve Ömer ile karşılaştı.

Dediler ki: Dostun sana ne anlattı?

Dedi ki: «Bana bin bölüm söz söyledi; her bir bölüm bin bölüme açılıyor.»

5-(763) Ebu Bekr el-Hadramî, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm)'a bin harf öğretti. Bu harflerin her biri bin harfe açılıyor.»

6-(764) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin kılıcının kabzasının bir ucuna asılı bir kesenin içinde küçük bir sayfa saklıydı.»

Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’a dedim ki: "Bu sayfada ne yazıyordu?" Buyurdu ki: «Burada bazı harfler yazılıydı ki, bu harflerin her biri bin bölüme açılırdı.»

Ebu Basir der ki: Ebu Abdullah (aleyhisselâm) devamla şunları söyledi: «Şu ana kadar, bu harflerden iki tanesi dahi ortaya çıkmış değildir.»

7-(765) ...Fudayl b. Sukkera şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki: "Sana kurban olayım! Ölünün yıkanmasında kullanılan suyun belli bir miktarı var mıdır?"

Buyurdu ki: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm)'a dedi ki: .   Ben öldüğüm zaman, Gars kuyusundan altı kırba su çıkar. Beni yıka, kefenimi sar ve üzerime koku sür. Beni yıkamayı ve kefenlemeyi tamamladığın zaman, kefe­nimin uçlarından tut ve beni oturt. Sonra bana istediğin şeyi sor. Allah'a yemin ede­rim ki, o zaman bana sorduğun her şeye cevap veririm.»

8-(766) ...Eban b. Tağlib, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edeceği sırada Ali (aleyhis­selâm) eve girdi. Resûlullah, onun başını örtünün altına soktu, sonra:

«Ey Ali.» dedi. «Ben, öldüğüm zaman beni yıka ve kefenimi sar. Sonra beni oturt. Ardından bana soru sor ve sözlerimi yaz.»

9-(767) ...Yunus b. Ribat şöyle rivayet etmiştir:

Ben ve Kâmil et-Tammar Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın huzuruna girdik. Kâmil ona dedi ki: "Sana kur­ban olayım. Falan adamın rivayet ettiği hadis hakkında ne buyurursunuz?"

Dedi ki: «Sözünü ettiğin hadisi anlat.»

Kâmil dedi ki: «Bana şöyle anlattı: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat ettiği gün, Ali (aleyhisselâm)'a bin bölüm konuştu. Bu bölümlerin her biri bin bölüme açılır. Bu da bir milyon bölüm eder.»

Dedi ki: «Söylediği gibidir.»

Ben dedim ki: Sana kurban olayım, bu söylediğiniz Şiîleriniz ve dostlarınız için açığa çıkmış mıdır?

Buyurdu ki: «Ey Kâmil! Bir veya iki bölüm kadar açığa çıkmıştır.»

Bunun üzerine ona dedim ki: "Sana kurban olayım, o zaman bu bir milyon bölümden, sizin üstünlüklerinize ilişkin olarak bir veya iki bölümden başka bir şey rivayet edilmemiş midir?"

Buyurdu ki: «Siz, bizim üstünlüklerimizle ilgili olarak ne kadar rivayet etme­yi bekliyordunuz? Bizim üstünlüklerimizle ilgili olarak, o da birbiriyle bağlantılı ol­mayan bir milyon bölümden sadece binini rivayet edebilirsiniz.»

66) HASAN B. ALİ ALEYHİSSELAM'A YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

l-(768) ...Süleym b. Kays şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm) oğlu Hasan (aleyhisselâm)'a vasiyet ettiği zaman yanındaydım. İmam Ali, oğullan Hüseyin (aleyhisselâm) ve Muhammed b. Hanefıye'yi diğer bütün oğullarını, Şiâsının ileri gelenlerini ve ailesini vasiyetine şahit tuttu. Sonra Hasan (aleyhisselâm)a kitabı, ve silahı verdi.

Ardından oğlu Hasan'a şöyle dedi: «Ey Oğulcuğum! Resûlullah bana, imamlı­ğı sana vasiyet etmemi, kitaplarımı ve silahlarımı sana vermemi emretti. Tıpkı Resû­lullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin bana imamlığı vasiyet etmesi, kitaplarını ve sila­hını bana vermesi gibi. Ayrıca bana, senin de ölmek üzere olduğun zaman bunları kardeşin Hüseyin'e vermeni tavsiye etmemi emretti.»

Ardından Ali (aleyhisselâm) oğlu Hüseyin (aleyhisselâm)'a yöneldi ve dedi ki: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bunları, şu oğluna vermeni emretti.» Sonra Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’nin elini tuttu ve ona dedi ki: «Resûlullah, senin de bu emanetleri oğlun Muhammed b. Ali'ye vermeni em­retti. Ona Resûlullah'dan ve benden selâm söyle.»   

2-(769) ...Ebu'l-Carud, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm) vefat edeceği zaman oğlu Hasan (aleyhisselâm)’a dedi ki:

«Yaklaş bana. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin bana gizlice söylediği­ni, sana gizlice söyleyeyim ve bana emanet ettiğini sana emanet edeyim.»

Hasan babasına yaklaştı ve o da dediğini yaptı.»

3-(770) ...Şehr b. Havşeb şöyle anlattı:

«Ali (aleyhisselâm) Kûfe'ye hareket edince, kitaplarını ve vasiyeti Ümmü Seleme'ye emanet etti. Hasan (aleyhisselâm) Medine'ye döndüğünde Ümmü Seleme bu emanetleri ona verdi.»

Safvanî nüshasında şöyle bir hadis yer alır.

4-(771) ...Ebu Bekr, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ali (aleyhisselâm) Kûfe'ye hareket ettiği zaman Ümmü Seleme'ye kitapları­nı ve vasiyeti emanet etti. Hasan geri döndüğünde Ümmü Seleme bu emanetleri ona verdi.»

5-(772) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm) oğlu Hasan'a vasiyet etti ve vasiyetine Hüseyin (aleyhisselâm) ve Muhammed b. Hanefıye'yi, diğer bütün oğullarını, Şiâsının ileri gelenlerini ve ailesini şahit tuttu. Sonra Hasan (aleyhisselâm)'a kitabı ve silahı verdi. Ardından oğlu Hasan'a şöyle dedi:

«Ey Oğulcuğum! Resûlullah, bana imamlığı sana vasiyet etmemi, kitaplarımı ve silahımı sana vermemi emretti. Tıpkı Resûlullah'ın bana imamlığı vasiyet etmesi, kitaplarını ve silahını bana vermesi gibi. Ayrıca bana, senin de ölmek üzere olduğun zaman bunları kardeşin Hüseyin'e vermeni, emretmemi emretti.»

Ardından Ali (aleyhisselâm) oğlu Hüseyin (aleyhisselâm/a. yöneldi ve dedi ki: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bunları şu oğluna vermeni emretti.» Sonra oğlunun oğlu Ali b. Hüseyin (Zeynu'l-Abidin aleyhisselâm)’ın elini tuttu ve Ali b. Hüseyin'e dedi ki: «Resûlullah, senin de bu emanetleri oğlun Muhammed b. Ali'ye vermeni emretti. Ona Resûlullah'tan ve benden selâm söyle.»

Sonra oğlu Hasan'a yöneldi ve dedi ki: «Ey oğulcuğum! Veliyyül-Emr ve kan sahibi sensin. Eğer (İbn Mülcem)'i affedersen, buna hakkın vardır. Şayet öldüreceksen, bana vurduğu bir darbeye karşılık sen de bir darbe vur ve günaha girme.»

6-(773) ...İbrahim b. İshak el-Ahmerî, merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) vurulduğu zaman, ziyaretçiler etrafını sardılar. Ona denildi ki: "Ey Mü'minlerin Emiri! Bize vasiyet et."

Buyurdu ki: «Bir yastık getirin.»[117] Şunları söyledi: «Şanına yaraşır bir şekilde bütün övgüler Allah'a özgüdür. Biz, daima O'nun emrine uyarız. O'na, O'nun istediği gibi hamd ederim. Kendisini tanımladığı gibi, hiç kimseye muhtaç olmayan, tek ve bir olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Ey İnsanlar! Her kişi, kaçarken kaçtığı şeyle karşılaşır. Nefeslerin koşuşturması ecele yöneliktir. Ölümden kaçış ölümle noktala­nır. Nice günleri bu gizli şeyi araştırmakla geçirdim. Fakat yüce Allah, onu hep ben­den gizledi. Heyhat! Bu, gizli bir ilimdir. Vasiyetime gelince: Ulu Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin de sünnetini zayi etmeyin. Bu iki direği dikin ve bu iki meşaleyi yakın. Ta ki dağılıp parçalanmayasınız ve yer­gilerden kurullasınız. Herkese gücü oranında yükümlülük verilmiştir. Bunun yanın­da cahillerin yükü hafifletilmiştir. Rahim bir Rabbiniz, bilgin bir imamınız ve sapa­sağlam bir dininiz vardır. Dün sizin arkadaşınız idim, bu gün sizin için bir ibret der­siyim. Yarın da sizden ayrılacağım. Eğer bu kaygan zemine sağlam ayak basarsam[118] sizin istediğiniz gerçekleşmiş olur. Şayet bu kaygan zeminde ayak kayarsa[119] biliniz ki, biz ağaçların dallarının gölgelerinde, rüzgârların savurduğu zerreciklerde havada birbirine girmiş ve izleri yerde yok olmuş bulut katmanlarının gölgelerinde yaşaya­cağız. Sizin komşunuzdum ki, bedenim bir kaç gün sizinle komşuluk etti. Benden geriye size cansız bir ceset kalacak. Hareketten sonra sakin, konuşmaktan sonra yut­kunmuş bir ceset... Sessizliğim, organlarımın hareketsizliği ve gözlerimin kapanmış­lığı size ibret dersi versin diye. Benim bu hâlim, size nice usta konuşmacılardan da­ha çok öğüt verecektir. Yeniden buluşmak ümidiyle size veda ediyorum. Yarın be­nim günlerimin[120] değerini anlayacaksınız. Allah Azze ve Celle, yaptığım işlerin geri­sindeki sırları ortaya çıkaracaktır. Yerimi boşalttıktan ve başkası benim yerime geçtikten[121] sonra beni tanıyacaksınız.[122] Eğer sağ kalırsam, kanımın sahibi benim. Eğer ölürsem, ölüm benim miâdımdır. Eğer affedersem, bu af benim için yakınlık sebebi, sizin için de güzelliktir. Affedin, hoşgörün. Yoksa Allah'ın sizi bağışlamasını istemi­yor musunuz? Vahlar olsun o kimseye ki, ömrü onun aleyhine bir kanıttır veya yaşa­dığı günler onu bir bedbahtlığa doğru sürükler. Allah Azze ve Celle bizi ve sizi, hiç­bir arzunun Allah'a itaat hususunda kusur işlemeye yöneltemediği ve ölümden sonra da azaba çarptırılmasına neden olamadığı kimselerden eylesin. Bizler Allah'ın kulla­rıyız ve varlığımız Ona bağlıdır.»

Sonra oğlu Hasan (aleyhisselâm)a döndü ve şöyle dedi: «Ey oğulcuğum! Bir darbeye karşılık bir darbe vurmaya hakkın var. Bunun ötesine geçip günaha girme.»

7-(774) ...Ali b. İbrahim el-Akilî, merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

İbn Mülcem, Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm)’a vurduğu za­man, yaralı haldeyken Hasan (aleyhisselâm)'a dedi ki: «Ey oğulcuğum! Ben ölürsem, İbn Mülcem'i öldür ve Künase denilen yerde onun için bir çukur aç ve onu bu çuku­ra at; çünkü orası cehennem vadilerinden bir vadidir.»

67) HÜSEYİN B. ALİ ALEYHİSSELÂM'A YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BÂBI

l-(775) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:                           

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duydum: «Hasan b. Ali (aleyhisselâm) vefat edeceği sırada Hüseyin (aleyhisselâm)’a dedi ki: «Ey kardeşim! Ben sana bir vasiyette bulunacağım, bu vasiyetimi iyi koru. Öl­düğüm zaman, beni yıka, kefenle ve güzel kokular sürerek defne hazırla. Sonra beni Resûlullah'ın yanına götür, ki onunla ahdimi tazeleyeyim. Sonra annemin tarafına çevir. Sonra beni getir ve el-Baki mezarlığında defnet. Şunu bil ki, Aişe'den bana bir olumsuzluk ilişecektir. Allah ve insanlar, onun neler yaptığını, Allah'a ve Resulüne karşı ne hatalar işlediğini ve biz Ehl-i Beyt'e yönelik düşmanlığını bilirler.»

Hasan (aleyhisselâm) vefat edince, bir tabuta konuldu, ardından Resûlullah'ın cenaze namazlarını kıldığı musallanın bulunduğu yere götürüldü. Namazını Hüseyin (aleyhisselâm) kıldı. Sonra oradan alındı. Resûlullah'ın kabrine götürüldü. Kabrin ba­şında beklenirken, bir casus gizlice Aişe'ye gitti ve ona şöyle dedi: "Hasan'ı, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin yanına defnetmek üzereler."

Derhal evinden çıkıp üzerinde eğeri bulunan bir katıra bindi -İslâm'da üzerin­de eğeri bulunan bir katıra binen ilk kadın Aişe'dir- ve şöyle bağırdı:

"Oğlunuzu evimden uzaklaştırın. O benim evime defnedilemez. Resûlullah'ın hicabını kirletmesine müsaade etmem."

Hüseyin (aleyhisselâm) ona dedi ki: «Geçmişte sen ve baban Resûlullah'ın hi­cabını (onun yanına izinsiz defnedilmesini sağlamakla) kirlettiniz ve sen onun yakınların­dan olmasını istemediği kimseyi evine aldın (Ebu Bekir ve Ömer'in Mescid'de Nebi'nin kabrinin yanına defnedilmelerini sağladın). Allah bunları sana soracaktır, ey Aişe !»[123]

2-(776) ...Mufaddal b. Ömer Fbu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hasan b. Ali (alcylıisselâm) vefat edeceği sırada dedi ki: «Ey Kanber! Bak bakalım, kapının arkasında Âl-i Muhammed'den başka bir mümin var mıdır?»

Kanber dedi ki: Allah, Resulü ve Resulünün oğlu bunu benden daha iyi bilirler

İmam Hasan dedi ki: «Bana Muhammed b. Ali'yi çağır.»

Derhal Muhammed b. Ali (Muhammed Hanefiye)’yi çağırmaya gittim. Evine girdiğimde bana: "Umarım hayırdan başka bir şey olmamıştır" dedi.

Dedim ki: Ebu Muhammed seni çağırıyor, onun çağrışına uy.

Bunu duyar duymaz, ayakkabılarının bağlarını bağlamadan acele ile benimle birlikte koşarak evden çıktı. Hasan'ın huzuruna gelince, ona selâm verdi.

Hasan b. Ali ona dedi ki: «Otur! Çünkü senin gibi bir adamın, ölülerin diril­mesine ve dirilerin ölmesine sebep olacak (kadar önemli olan) bu sözü dinlememesi olmaz. İlmin hazineleri ve hidâyetin aydınlatıcı çıraları olun. Çünkü gündüzün ışık­larının bir kısmı bir kısmından daha parlak olur. Allah'ın İbrahim (aleyhisselâm)’ın oğullarını imamlar yaptığını ve bazısını bazısından üstün kıldığını, Davud'a da Ze­bur'u verdiğini bilmiyor musun? Hem sen. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin hangi özellikleriyle seçkin kılındığını da bilirsin.

Ey Muhammed b. Ali! Senin için kıskançlıktan endişe ediyorum.[124]

Çünkü Allah Azze ve Celle kâfirleri bu nitelikle vasfetmiştir. "Hakikat kendi­lerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınız­dan vazgeçirip küfre döndürmek istediler." (Bakara, 109) Hiç kuşkusuz Allah Azze ve Celle, Şeytana senin üzerinde bir etkinlik kurma gücü vermemiştir. Ey Muhammed b. Ali. Babandan seninle ilgili olarak duyduğum sözleri aktarayım mı?»

- "Evet." dedi.

Buyurdu ki: «Basra günü[125] şöyle diyordu: Kim dünya ve ahiret'te bana iyilik etmek istiyorsa, oğlum Muhammed'e iyilik etsin. Ey Muhammed b. Ali! Eğer iste­sem, sen daha babanın sulbünde iken olanları sana haber verebilirim.

Ey Muhammed b. Ali! Bilmez misin ki, Hüseyin b. Ali ölümümden ve ruhumun bedenimden ayrılmasından sonra, benden sonraki imamdır. Onun adı Allah ka­tındaki kitapta imam olarak yazılıdır. Bu nebiden kalan bir mirastır. Allah, babasının ve anasının mirasına bunu da kattı. Allah, sizin yarattıklarının en hayırlıları olduğunuzu bildi ve sizin aranızdan Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'yi seçti. Muham­med, Ali'yi ve Ali de imam olarak beni seçti. Ben de Hüseyin'i seçtim.»

Muhammed b. Ali ona dedi ki: "Sen imamsın, sen benimle Muhammed (sal­lallahu aleyhi ve âlihi) arasındaki vesilesin. Allah'a yemin ederim ki, senden bu sözleri duymaktansa ölmeyi isterim. Kafamın içinde sizinle ilgili öyle sözler vardır ki, bu derin sözleri hiç bir kabın alıp yukarı çıkarması mümkün değildir. Rüzgârın nağme­leri onu değiştiremez.[126] Onlar bir mühre kazınmış yazı gibidir ki, süslü ve nakışlıdır. Bunları açığa vurmak istiyorum, fakat Allah'ın indirilmiş kitabının veya önceki re­sullere indirilmiş kitapların benden önce davrandıklarını görüyorum. Bu sözler öyle­sine ağır ve değerlidirler ki, söyleyenlerin dilleri ve yazanların elleri bunları gereği gibi aktarmaktan aciz kalırlar. Bütün kalemler getirilse ve bütün kâğıtlar karalansa yine de sizin faziletleriniz tükenmez. Allah ihsan sahiplerini işte böyle ödüllendirir. Allah'ın dışında hiç bir kuvvet yoktur.

Hüseyin bizim en âlimimiz, en ağırbaşlımız ve akrabalık açısından Resûlullah'a en yakın olanımızdır. O yaratılmadan önce derin ilme sahipti.[127] O, konuşmaya baş­lamadan önce ilâhî vahyi okumuştur. Eğer Allah, daha hayırlı olan birinin olduğunu bilseydi, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'yi seçmezdi. Allah, Muhammed'i seç­ti, Muhammed, Ali'yi seçti ve Ali, imam olarak seni ve sen de Hüseyin'i seçtiğinize göre, bize, bu seçime teslim olmak ve razı olmak düşer. Ondan başkasına razı olacak kimmiş? Ondan başka ağır meselelerimizin çözümü için kime başvuracakmışız?»

3-(777) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Hasan b. Ali (aleyhisselâm), vefat edeceği sırada Hüseyin (aleyhisselâm)'a dedi ki: «Ey kardeşim! Ben sana bir vasiyette bulunacağım, bu vasiyetimi iyi koru. Öldü­ğüm zaman, beni yıka, kefenle ve güzel kokular sürerek defne hazırla. Sonra beni Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin yanma götür ki onunla ahdimi tazeleyeyim. Sonra annemin tarafına çevir. Sonra beni getir ve el-Baki mezarlığında defnet.

Şunu bil ki, Humeyra'dan bana bir olumsuzluk ilişecektir. Allah ve insanlar, onun neler yaptığını, Allah'a ve Resulüne karşı ne hatalar işlediğini ve biz Ehl-i Beyt 'e yönelik düşmanlığını bilirler.»

Hasan (aleyhisselâm) vefat edince bir tabuta konuldu, ardından Resûlullah (sal­lallahu aleyhi ve âlihi)’nin cenaze namazlarını kıldığı musallanın bulunduğu yere gö­türüldü. Namazını Hüseyin (aleyhisselâm) kıldı. Sonra oradan alındı Peygamberin mescidine götürüldü. Kabrin başında beklenirken, biri Aişe'ye haber verdi ve dedi ki: "Hasan'ı Resûlullah'ın yanına defnetmek üzere getirdiler."

Derhal evinden çıkıp üzerinde eğeri bulunan bir katıra bindi -İslâm'da üze­rinde eğeri bulunan bir katıra binen ilk kadın Aişe'dir- ve şöyle bağırdı:

"Oğlunuzu evimden uzaklaştırın. Bu eve kimse defnedilemez. Resûlullah'ın hicabını kirletmesine müsaade etmem."

Hüseyin (aleyhisselâm) ona dedi ki: «Geçmişte sen ve baban Resûlullah'ın (onun yanına izinsiz girmesini sağlayarak) hicabını kirlettiniz ve sen onun yakınlarından olmasını istemediği kimseyi evine aldın (Ebu Bekir ve Ömer'in Mescidde peygamberin kabrinin yanına defnedilmelerini sağladın.) Allah bunları sana soracaktır, ey Aişe! Kar­deşim, bana, kendisini babası Resûlullah'a yaklaştırmamı ve onunla ahdini tazeleme­sini sağlamamı emretti. Şunu bil ki: kardeşim, insanlar içinde Allah'ı ve Resulünü en iyi bilen kimsedir. Allah'ın kitabını herkesten daha iyi te'vil ederdi. Bu yüzden onun Resûlullah'ın hicabını kirletmesi mümkün değildir. Çünkü Allah Tebareke ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Size izin verilmedikçe peygamberin evlerine girmeyin" (Ahzâb,53) Ama sen, Resûlullah'ın evine onun izni olmadan başkalarım al­dın. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Seslerinizi peygambe­rin sesinin üstüne yükseltmeyin." (Hucurât, 2) Ömrüme andolsun ki, sen, baban ve Fa­ruk (Ömer) için Resûlullah'ın kulağının dibinde yere kazmalar vurdun. Hâlbuki Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "Allah'ın elçisinin yanında seslerini alçaltanlar, o kişilerdir ki Allah onların gönüllerini, çekinmeyle sınamıştır; onlaradır yarlığanma ve pek büyük mükâfat." (Hucurât, 3) Ömrüme andolsun ki, senin baban ve onun Faruk'u Resûlullah'a eziyet verecek ve onun hakkını çiğneyecek şekilde kabrinin yanına defnedilmelerini sağlamak suretiyle ona eziyet ettiler, onun hakkını gözetmediler, Al­lah'ın, Peygamberin diliyle kendilerine emrettiğini gözetmediler. Çünkü Allah'ın mü­minlere sağlıklarında haram kıldığı bir şey ölmeleri durumunda da haramdır.

Ey Aişe! Allah'a yemin ederim ki, Eğer Hasan'ın, babası Resûlullah'ın yanına defnedilmesi; bu çirkin gördüğün şey, bizim nazarımızda, Allah katında caiz görül­seydi, senin razı olmamana rağmen, onu oraya defnederdik.

Sonra Muhammed b. Hanefıye konuştu ve dedi ki: "Ey Aişe! Haşim oğulları­na duyduğun düşmanlık yüzünden, bir gün katırın sırtında, bir gün devenin[128] sırtında­sın. Ne kendine hâkim olabiliyorsun, ne de bir yerde durabiliyorsun!"

Aişe ona döndü ve dedi ki: "Ey Hanefiye'nin oğlu! Bunlar, Fâtıma'nın çocuk­larıdır. O yüzden konuşuyorlar. Sana ne oluyor?"

Hüseyin ona şu cevabı verdi: «Muhammed'i Fâtıma'nın oğullarından uzaklaş­tıramazsın. Allah'a yemin ederim ki, onu üç Fâtıma doğurmuş. Biri, Mahzum oğlu Amr oğlu Aiz oğlu İmran kızı Fâtıma, biri Haşim oğlu Esed kızı Fâtıma ve biri de Amir oğlu, Abdumais oğlu Hicr oğlu Revaha oğlu Esam oğlu Zaide kızı Fâtıma'dır.»

Bunun üzerine Aişe, Hüseyin'e şöyle dedi: "Oğlunuzu uzaklaştırın ve buradan götürün. Siz düşmanlık isteyen bir kavimsiniz."

Sonra Hüseyin (aleyhisselâm) annesinin kabrine yöneldi. Sonra Hasan (aleyhisselâm)’ın cenazesini çıkarıp el-Bâki mezarlığına defnetti.»

68) ALİ B. HÜSEYİN -SALAVATULLAHİ ALEYHİMA- YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

l-(778) ...Ebu'l-Carud, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm) vefat edeceği sırada, en büyük kızı Fâtıma binti Hüseyin'i çağırdı ve ona durulmuş bir mektubu, bir de açık bir vasiyeti verdi. Çünkü Ali b. Hüseyin şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı ve ölmek üzere olduğunu düşünüyorlardı. Fâtıma mektubu Ali b. Hüseyin (Zeynu'l-Abidin aleyhisselâm)'a verdi. Sonra, Allah'a yemin ederim ki, bu mektup bize kadar geldi, ey Ziyad!»

Dedim ki: Allah beni sana feda etsin, bu mektupta ne yazıyor?

Buyurdu ki: «Allah'ın Âdem'i yarattığı günden, dünyanın tümden yok olacağı güne kadar Âdem oğullarının ihtiyaç duyacağı her şey vardır. Allah'a yemin ederim ki, bu mektupta bütün suçların cezaları vardır. Hatta birini tırmalamanın cezası dahi mevcuttur.»

2-(779) ...Ebu'l-Carud, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Hüseyin (aleyhisselâm), vefat edeceği sırada vasiyetini, herkese açık bir şekilde kızı Fâtıma'ya, durulmuş bir mektup şeklinde verdi.

Hüseyin (aleyhisselâm)’ın başına bildiğimiz olaylar gelince, Fâtıma bu vasiyeti Ali b. Hüseyin (Zeynu'l-Abidin aleyhisselâm)'a verdi.

Dedim ki: Allah, Azze ve Celle sana rahmet etsin, mektupta ne yazıyordu?

Buyurdu ki: «Dünya kurulduğundan yok olacağı güne kadar Âdemoğullarının ihtiyaç duydukları her şey.»

3-(780) ...Ebu Beki- el-Hadramî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hüseyin (aleyhisselâm) Irak'a gidince, kitapları ve vasiyeti Ümmü Seleme'ye emanet etti. Ali b. Hüseyin (Zeynu'l-Abidin aleyhisselâm) dönünce Ümmü Seleme, bu emanetleri ona geri verdi.»

Aşağıdaki hadis, Kitabın Safvanî nüshasında yer alır:

4-(781) ...Fuleyh b. Ebu Bekr eş-Şeybanî şöyle rivayet etmiştir:

"Allah'a yemin ederim ki, bir gün ben Ali b. Hüseyin'in yanında oturuyordum. Yanında çocukları da bulunuyordu. Bu sırada Cabir b. Abdullah el-Ensarî geldi ve ona selâm verdi. Sonra Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın elini tuttu ve onunla bir süre yalnız kaldı. Ona dedi ki: «Resûlullah bana dedi ki: Sen benim Ehl-i Beyt'imden Muhammed b. Ali adında ve Ebu Cafer künyesiyle anılan biriyle karşıla­şacaksın. Onunla karşılaştığın zaman, benden ona selâm söyle.»

Sonra Cabir oradan ayrıldı, Ebu Cafer geri döndü, babası Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın ve kardeşlerinin yanına oturdu. Akşam namazını kılınca Ali b. Hüseyin Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a dedi ki: «Cabir b. Abdullah el-Ensarî sana ne anlattı?»

Ebu Cafer (aleyhisselâm) şöyle dedi: «Resûlullah bana dedi ki: Sen benim Ehl-i Beyt'imden Muhammed b. Ali adında ve Ebu Cafer künyesiyle anılan biriyle karşıla­şacaksın. Onunla karşılaştığın zaman, benden ona selâm söyle.»

Babası ona şöyle dedi: «Ey oğulcuğum! Allah'ın Resulü (sallallahu aleyhi ve âlihi) aracılığıyla, onun Eh-i Beyt'i arasında sana özgü kıldığı bu mübarek makam­dan dolayı seni tebrik ederim. Bunu kardeşlerine anlatma. Yoksa kardeşlerinin Yu­suf (aleyhisselâm)’a yaptıkları gibi, onlar da sana bir tuzak kurabilirler.»

69) EBU CAFER (MUHAMMED BAKIR ALEYHİSSELAM)'A YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

1-(782) ...İsmail b. Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Hüseyin'den, o Ebu Ca­fer (Muhammed Bakır aleyhisselâm/dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat edeceği sırada bir zenbil veya sandık çı­kardı ve dedi ki: «Ey Muhammed! Bu sandığı götür.» Dört kişi sandığı taşıdılar.

Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat edince. Muhammed'in kardeşleri gelip san­dıkta bulunanları istediler ve dediler ki: "Sandıktan bizim payımıza düşeni ver."

-Bunun üzerine dedi ki: «Onda sizin payınıza düşen bir şey yoktur. Eğer size düşen bir şey olsaydı, onu bana vermezdi.» Sandıkta Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin silahı ve kitapları bulunuyordu.»

2-(783) ...İsa b. Abdullah, babasından, o dedesinden şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Hüseyin (Zeynu'l-Abidin aleyhisselâm) -ölüm döşeğindeyken- başında toplanan oğullarına baktı, sonra Muhammed b. Ali'ye döndü ve şöyle dedi: «Ey Muhammed! Bu sandığı evine götür.» Sonra şunları söyledi: «Haberiniz olsun ki, onda dinar veya dirhem yoktur, ama ilimle doludur.»

3-(784) ...Hüseyin b. Ebu'1-Alâ şöyle rivayet etmiştir:               

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Halife Ömer b. Abdul'aziz, Medine valisi İbn Hazm'dan, Ali, Ömer ve Os­man zamanında tutulan sadaka ve vakıf defterlerinin kendisine göndermesini istedi. Bunun üzerine İbn Hazm, Ali'nin çocuklarının en büyüğü olan Zeyd b. Hasan'a biri­ni gönderdi ve sadaka defterlerini istedi.                       

Zeyd dedi ki: Ali'den sonra Hasan, imam oldu, Hasan'dan sonra Hüseyin oldu, Hüseyin'den sonra Ali b. Hüseyin, Ali b. Hüseyin'den sonra Muhammed b. Ali oldu.

Bunun üzerine İbn Hazm bir adamı babamın yanına gönderdi. Babam da beni bir kitapla birlikte gönderdi ve ben de bunu İbn Hazm'a teslim ettim."

Aramızda bulunan biri dedi ki: Hasan'ın soyundan gelenler bunu biliyorlar mı?

Buyurdu ki: «Şu anda gece olduğunu bildikleri gibi, biliyorlar. Ancak kıs­kançlık onların hareketlerine yön veriyor. Eğer hakkı hak yollardan talep etselerdi, bu, onlar için daha iyi olurdu. Ama onlar dünyayı istiyorlar.»

4-(785) ...İbn Ebu Yafur şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Ömer b. Abdul'aziz İbn Hazm'a şöyle bir mektup yazdı. -İmam yukarıdaki hadisin aynısını tekrarladı, fakat burada şunu da eklemiştir-

İbn Hazm, Zeyd b. Hasan'a bir adam gönderdi. Çünkü o babamdan büyüktü.» Buna benzen bir rivayeti bizim ashabımızdan bazıları, Ahmed b. Muhammed'den, o da el-Veşşa'dan rivayet etmiştir.

70) EBU ABDULLAH CAFER B. MUHAMMED ES-SADIK -SALAVATULLAHİ ALEYHİMA- YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

1-(786) ...Ebu Sabbah el-Kinanî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) yürümekte olan Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a baktı ve dedi ki: «Şunu görüyor musun? O, Allah Azze ve Celle'nin haklarında: "Ve bizse yeryüzünde zayıf bir hâle getirilmesi istenenlere lûtfetmeyi, onları imamlar kılmayı ve yeryüzüne onları miras bırakmayı dilemedeydik..."[129] (Kasas, 5) dediği kimselerdendir.»

2-(787) ...Hişam b. Salim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Babam vefat edeceği sırada buyurdu ki:

«Ey Cafer! Ashabıma iyi davranmanı tavsiye ederim.»

Dedim ki: «Sana kurban olayım, Allah'a yemin ederim ki, onları ilimde öyle bir düzeye getireceğim ki, her biri bulunduğu şehirde kimseye bir hususta soru sor­ma gereğini duymayacaktır.»

3-(788) ...Sedir es-Sayrafî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Bir insan için en büyük mutluluklardan biri, kendi yaratılışına, ahlâkına ve görünümüne sahip bir oğlunun bulunduğunu bilmesidir. Ben şu oğlumun yaratılış, ahlâk ve görünüm itibariyle bana benzediğini biliyorum.» Yani, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm).

4-(789) ...Ali b. Hakem, Tahir'den şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum. O sıra­da Cafer (aleyhisselâm) çıkageldi. Ebu Cafer dedi ki: «Bu, insanların en hayırlısıdır.»

5-(790) ...Yunus b. Yakub, Tahir'den şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum, o sırada Cafer çıkageldi. Ebu Cafer dedi ki: «Bu, insanların en hayırlısıdır.»

6-(791) ...Fudayl b. Osman, Tahir'den şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanında oturuyordum. Cafer (aley­hisselâm) çıkageldi. Ebu Cafer buyurdu ki: «Bu, insanların en hayırlısıdır.»

7-(792) ...Cabir b. Yezid el-Cu'fî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a (Allah'ın emriyle) Kâim İmam (aleyhisselâm)'ın kim olduğu soruldu. Elini Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın sırtına vurdu ve dedi ki: «Allah'a yemin ederim ki, bu, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ehl-i Beyt'inden, (Allah'ın emriyle), Kâim İmamdır.»

Anbese der ki: "Ebu Cafer (aleyhisselâm) vefat edince, Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın yanına geldim ve bunları ona haber verdim.

Buyurdu ki: «Cabir doğru söylemiştir.»

Ardından şunları söyledi: «Bilmez misiniz ki, her imam, kendisinden önceki imamdan sonra, Allah'ın emriyle Kâim imam olur?»

8-(793) ...Abdu'l-Alâ Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Babam oradaki emanetleri[130] bana verdi. Vefat etmek üzereyken bana şöyle dedi: «Bana, şahitlik edecek bir kaç kişi çağır.»

Ben de Kureyş'ten dört kişiyi çağırdım. -Bunlar arasında Abdullah b. Ömer'in azatlısı Nafi de vardı-

Sonra buyurdu ki: «Yaz! Bu Yakub'un oğullarına yaptığı vasiyettir:

"...Oğullarım! Allah sizin için şüphesiz bir din seçti, siz de artık ancak Müslüman olarak ölün." (Bakara, 132) Bunu Muhammed b. Ali de Cafer b. Muhammed'e vasiyet etti ve ona cuma namazını kılarken giydiği hırkasıyla kefenlemesini, sarığını başına sarmasını, kabrini dört köşe yapmasını, yerden dört parmak yüksek tutmasını ve defnedilirken kefene bağlanan ipleri çözmesini emretti.»

Sonra şahitlere dedi ki: «Gidebilirsiniz, Allah size merhamet etsin.»

Şahitler gittikten sonra babama dedim ki: «Bunda bunları şahit bulundurmanı gerektiren şey ne oldu?»

Bana şunları söyledi: «Ey oğulcuğum! Yenilgiye uğratılmam ve imamlık va­siyet edilmemiştir denilmesini istemediğim için böyle yaptım. Böylece senin için bir kanıt ortaya koymuş oldum.»

71) EBUL-HASAN MUSA ALEYHİSSELAM'A YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

l-(794) ...Feyz b. Muhtar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a dedim ki: "Elimden tutup ateşten kurtar; senden sonra kim imamımız olacak?" O sırada Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) içeri girdi. -O zaman henüz bir çocuktu-

Buyurdu ki: «İşte sizin imamınız budur. Ona sarılın.»

2-(795) ...Muaz b. Kesir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki:

"Bu makam için babana senin gibisini bahşeden Allah'tan, senin ölümünden önce senin soyundan gelen birini, bu makam için sana bahşetmesini dilerim."

Buyurdu ki: «Allah bunu yapmıştır.»

Dedim ki: Kimdir o, sana kurban olayım?

Orada uyumakta olan Abdussâlih'i işaret ederek: «İşte şu uyuyandır.» dedi. O zaman henüz bir çocuktu.

3-(796) Aynı rivayet zinciriyle...

Ebu Ali er-Recanî el-Farisî, Abdurrahman b. Haccac'dan şöyle anlattı: Abdurrahman'a, Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’ın yakalandığı sene sordum ve dedim ki: "Bu adam şunun[131] eline geçti. Sonunun ne olacağını bilmiyoruz. Oğullarından biriyle ilgili olarak sana bir bilgi ulaştı mı?"

Bana dedi ki: «Bir kimsenin bu meseleyle ilgili olarak bana bir soru soracağı­nı sanmıyordum. Cafer b. Muhammed'in evine gittim. Evinin bir odasında kendisi için mescid edindiği bir mekânda dua ediyordu. Sağında da oğlu Musa b. Cafer du­ruyordu, Onun duasına amin diyordu.»

Dedim ki: Allah beni sana kurban etsin, biliyorsun ki, ben bütün vaktimi size ayırdım ve kendimi size hizmet etmeye adadım. Senden sonra, insanlara kim imam­lık edecektir?

Buyurdu ki: «Musa imamlık zırhını giydi ve zırh ona tam uydu.»

Dedim ki: Bu açıklama bana yeter.

4-(797) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanındayken, henüz bir ço­cuk olan Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) geldi.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Bununla ilgili vasiyetimi kabul et ve güvendiğin arkadaşlarına onun imam olduğunu haber ver.»

5-(798) ...İshak b. Cafer anlattı:

Bir gün babamın yanındaydım. Ali b. Ömerb. Ali ona bir soru sordu ve dedi ki: "Kurban olduğum! Biz ve diğer insanlar senden sonra kimi imam kabul edip sığınacağız."

Buyurdu ki: «İki sarı elbisenin ve iki püskülün sahibi. O birazdan bu kapıdan çıkıp gelecek. Kapının iki kanadını eliyle sonuna kadar açacak.»

Çok geçmeden iki avucun kapının iki kanadını tutup açtığını gördük. Sonra Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) yanımıza geldi.

6-(799) ...Mansur b. Hazım, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a dedi ki:

"Anam babam sana kurban olsun. Ölüm sabah ve akşam insanların başucundadır. Sen Ölecek olursan, imam kim olacaktır?"

Ebu Abdullah buyurdu ki: «Böyle bir şey olursa, imamınız odur.» dedi ve elini Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın omzuna vurdu, -bildiğim kadarıyla sağ omzuna elini vurdu- Ebu'l-Hasan o sırada beş yaşındaydı. Abdullah b. Cafer de yanımızda oturuyordu.[132]  

7-(800) ...İsa b. Abdullah b. Muhammed b. Ömer b. Ali b. Ebu Tâlib şöyle ri­vayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Musa'nın başına bir şey gelirse[133] kime tabi olalım?"

-   «Oğluna.» buyurdu.

-   "Eğer oğluna bir şey olursa, onun da geri de yaşça büyük bir kardeşi ve yaş­ça daha küçük bir oğlu kalırsa, bunlardan hangisini imam edinelim?"

Buyurdu ki: «Oğluna tabi olun.»

Sonra şunları söyledi: «Bu sonsuza dek böyle olacaktır.»

Dedim ki: Eğer onu tanımazsam ve yerini de bilmezsem, ne yapmam gerekir?

Buyurdu ki: «O zaman şöyle dersin: Allah'ım! Ben geçmiş İmam'ın soyundan gelen hüccetlerinden şu anda yaşayan İmam'a tâbiyim ve onu dost ediniyorum. Bun­dan dolayı inşallah, sevaba nail olursun.»

8-(801) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) -o sırada küçük bir çocuk olan- Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâmf 'dan söz etti ve dedi ki: «Bu çocuk gibi, doğumu bi­zim Şiâmız için bereketli olan başka bir çocuk biz Ehl-i Beyt'ten, doğmuş değildir.»

Sonra bana dedi ki: İsmail'e cefa etmeyin.»[134]

9-(802) ...Feyz b. Muhtar, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) ile ilgili uzun bir hadiste Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın kendisine şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«İşte, senin hakkında soru sorduğun imamın budur. Hemen yanma git ve onun yetki­sini tanı.» Bunun üzerine kalktım, başını ve elini öptüm, onun için Allah'a dua ettim.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Bunu senden önce bir kimseye an­latmamıza izin verilmemiştir.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Ben birine bunu haber verebilir miyim?

-«Evet.» dedi. «Ailene ve çocuklarına haber verebilirsin.»

O sırada ailem ve çocuklarım da bulunuyordu. Arkadaşlarım da bulunuyorlar­dı. Yunus b. Zebyan arkadaşlarım arasında yer alıyordu. Bunu onlara açıkladığım za­man, Allah'a hamd ettiler.

Yunus dedi ki: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, bunu İmam'dan bizzat duy­madıkça tatmin olmam." Acelesi vardı. Yola çıktı. Ben de peşinden gittim. İmam Sadık (aleyhisselâm)’ın kapısına vardığım zaman -benden önce oraya varan Yunus'a- şunları söylediğini duydum: «Ey Yunus! Mesele Feyz'in sana haber verdiği gibidir.»

-Yunus: Duydum, uydum.

Sonra Ebu Abdullah bana dedi ki: «Ey Feyz, onu yanından ayırma.»[135]

10-(803) ...Tahir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bir gün oğlu Abdullah'ı kınıyor, azar­lıyor ve nasihatler ediyordu. Diyordu ki:

«Neden kardeşin[136] gibi olamıyorsun? Seni bundan alıkoyan nedir? Allah'a ye­min ederim ki, onun yüzünde bir nur görüyorum.»

Abdullah şöyle dedi: «Neden? Benim babamla onun babası bir değil mi? Be­nim annemle onun annesi bir değil mi?»

Ebu Abdullah ona dedi ki: «O bendendir, sense benim oğlumsun?»

11-(804) ...Yakub es-Serrac şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına vardığımda, onu, beşikteki Ebu'l-Hasan Musa'nın başucunda durmuş gördüm. Ona uzun süre gizli sırlar anlattı. Ben de bir kenarda, onun konuşmasının bitmesini beklemek üzere otur­dum. Gizli konuşması bitince yanına gittim.

Bana dedi ki: «Velîne (imamına) yaklaş ve ona selâm ver.»

Selâm verdim, anlaşılır bir dille bana selâm verdi ve bana dedi ki: «Git ve kı­zına dün koyduğun ismi değiştir. Çünkü bu, Allah'ın öfkelendiği bir isimdir.»

Bir kızım olmuştu, adını da Hümeyra koymuştum.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Onun dediklerine göre hareket et ki doğruyu bulasın.» Bunun üzerine kızımın adını değiştirdim.

12-(805) ...Süleyman b. Halid şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) Ebu'l-Hasan'ı yanına çağırdı, biz de oradaydık.

Sonra bize dedi ki: «Buna dikkat edin ve ondan ayrılmayın. Çünkü Allah'a ye­min ederim ki, o benden sonra sizin imamınızdır.»

13-(806) ...Ebu Eyyub en-Nahvî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer el-Mansur gecenin bir yarısında beni çağırdı. Yanma gittiğimde bir kürsünün üzerinde oturuyordu. Önünde bir mum yanıyordu ve elinde de bir mektup vardı. Ona selâm verdiğimde mektubu bana attı ve ağlamaya başladı.

Bana dedi ki: Bu, Muhammed b. Süleyman'ın mektubudur. Bize, "Cafer b. Muhammed'in öldüğünü" haber veriyor.

-Üç kere üst üste- "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun /Biz Allah'tan geldik ve Ona döneceğiz." (Bakara, 156) dedikten sonra, "Cafer gibisini nereden buluruz?" dedi.

Sonra bana: "Yaz." dedi. Mektubun giriş kısmını yazdım.

Sonra dedi ki: "Yaz! Eğer imamlığı belli bir kişiye vasiyet etmişse onu getir ve boynunu vur."

Cevap geldi ki: Beş kişiye vasiyet etmiştir. Bunlardan biri Ebu Cafer el-Mansur'dur. Diğerleri ise, Muhammed b. Süleyman, Abdullah, Musa ve Hamide'dir.[137]

14-(807) ...Nadr b. Süveyd buna benzer bir hadis rivayet etmiştir:

Ancak bu ri­vayette İmam'ın, Cafer b. Mansur'a, Abdullah'a, Musa'ya ve Ebu Abdullah'ın azatlı­larından Muhammed b. Cafer'e vasiyet ettiğinden söz ediliyor. Bunun üzerine Ebu Cafer Mansur (Halife) dedi ki: "Bunları, öldürmenin gerekçesi yoktur."

15-(808) ...Safvan el-Cemmal şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a, Bu işin sahibi kimdir? diye sordum.

Buyurdu ki: «Bu işin sahibi oynamaz eğlenmez biridir.»

Sonra yanındaki Mekke cinsi bir oğlakla gelen ve oğlağa «Rabbine secde et.» diyen çocuk Ebu'l-Hasan Musa (b. Cafer aleyhisselâm) çıkageldi. Ebu Abdullah (aley­hisselâm) onu tuttu ve bağrına bastı. Sonra şöyle dedi:

«Oynamayan ve eğlenmeyen kimseye anam babam feda olsun.»

16-(809) ...Feyz b. Muhtar anlatmış:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında bulunduğum bir sırada, he­nüz çocuk yaştaki Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm) geldi. Onu tutup öptüm.

Ebu Abdullah buyurdu ki: «Siz gemisiniz, bu da o geminin kaptanıdır.»

Ertesi yıl hacca gittim. Yanımda iki bin dinar vardı. Bin dinarı Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’a, bin dinarı da ona gönderdim. Sonra Ebu Abdullah'ın yanına geldi­ğimde bana dedi ki: «Ey Feyz! Onu benimle eşit mi tuttun?»

Dedim ki: Allah'a yemin ederim ki, bunu sizin sözünüzden dolayı yaptım.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, bunu ben yapmadım, bilâkis Allah onu bu göreve getirdi.»

72) EBU'L-HASAN ER-RIZA (ALEYHİSSELAM)'A YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

l-(810) ...Nuaym es-Sahhaf şöyle rivayet etmiştir:

Ben, Hişam b. Hakem ve Ali b. Yaktin Bağdat'taydık. Ali b. Yaktin dedi ki:

"Abdussâlih (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’ın yanında oturuyordum. Yanına oğlu Ali geldi. Bana dedi ki: «Ey Ali b. Yaktin! Bu Ali, benim çocuklarımın efendisidir. Ben künyemi; (Ebul-Hasan) ona bağışladım.»

Hişam b. Hakem elinin içiyle onun alnına vurdu ve dedi ki: "Vay sana! Neler söylüyorsun sen?"

Ali b. Yaktin dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, ondan duyduklarımı söyledim.

Bunun üzerine Hişam dedi ki: İmam, kendisinden sonra imamlık yetkisinin onda olduğunu sana haber vermiş.

Ahmed b. Mihran, Muhammed b. Ali'den, o Hüseyin b. Naim es-Sahhaftan şöyle rivayet etmiştir: Abdussâlih (aleyhisselâm)ın yanındaydım

Safvanî nüshasında ise ifade şöyledir. Dedi ki:

«Ben... idim...» ve ardından yukarıdaki sözlerin aynısını aktarmıştır.

2-(811) ...Nuaym el-K.abusî, Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Oğlum Ali, çocuklarımın en büyüğüdür. Benim katımda onların en iyisidir. İçlerinde en çok onu severim. O benimle birlikte Cifr'e bakar. Ona bir ne­bi veya vasiden başkası bakamaz.»

3-(812) ...Davud er-Rakkî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’a dedim ki: "Sana kurban olayım! Artık yaşım iyice ilerledi. Elimden tutup beni ateşten kurtar." [138]

Bunun üzerine oğlu Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ı işaret etti ve bu­yurdu ki: «Benden sonraki imamınız budur.»

4-(813) ...Muhammed b. İshak b. Ammar şöyle rivayet etmiştir:

Musa b. Cafer (aleyhisselâm)a dedim ki: "Dinimi öğreneceğim birini bana gösterir misin?"

Buyurdu ki: «Oğlum Ali'dir.»

Babam benim elimden tuttu ve beni Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrinin başına götürdü ve dedi ki: «Ey oğulcuğum! Allah Azze ve Celle buyurmuş­tur ki: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." (Bakara, 30) Hiç kuşkusuz Allah, bir söz söyledi mi, onu yerine getirir.»

5-(814) ...Davud er-Rakkî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan Musa (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’a dedim ki: "Yaşım iyice ilerledi, kemiklerim inceldi. Ben daha önce babana sormuştum, bana seni göstermişti. Sen de bana, senden sonraki imamın kim olacağım haber ver." Buyurdu ki: «Benden sonraki imam şu: Ebul-Hasan er-Rıza (aleyhisselâm)’dır.»

6-(815) ...Ziyad b. Mervan el-Gandî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’ın yanına gittiğimde, oğlu Ebu'l-Ha­san (Ali b. Musa aleyhisselâm)da oradaydı.

Bana dedi ki: «Ey Ziyad! Bu oğlum falandır. Onun yazdığı benim yazım, onun sözü benim sözüm, onun elçisi benim elçim hükmündedir. Ne dediyse, söz onundur.»

7-(816) ...Muhammed b. Fudayl şöyle rivayet etmiştir:

Annesi Cafer b. Ebu Tâlib'in soyundan gelen el-Mahzumî bana şöyle anlattı:

"Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm) bizi çağırdı ve yanında topladı, sonra bize dedi ki: «Sizi niçin çağırdığımı biliyor musunuz?»

- "Hayır." dedi.

Buyurdu ki: «Şahit olun ki, şu oğlum benim vasîmdir, benim emrimle kâimdir ve benden sonraki halîfemdir. Kimin benden bir alacağı varsa, şu oğlumdan alsın, ki­me bir söz vermişsem, bu sözün yerine getirilmesini ondan istesin. Benimle karşılaş­ması kaçınılmaz olanlar, ancak onun yazısı aracılığıyla buluşabilirler.»

8-(817) ...Hüseyin b. Muhtar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) hapiste iken, bize levhalar gönderdi ki: «En büyük oğlum, şunu şunu yapsın, ben gelinceye veya Allah Azze ve Celle ölümüme hükmedinceye kadar falana bir şey vermesin.»

9-(818) ...Hüseyin b. Muhtar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) Basra'da bulunduğu sırada üzerinde arz mahiyetinde şöyle bir yazı bulunan levhalar gönderdi:

«En büyük oğluma yetki veriyorum ki, falana şunu versin, falana da şunu ver­sin. Ve ben gelinceye veya Allah Azze ve Celle ölümüme hükmedinceye kadar fala­na da bir şey vermesin. "Şüphesiz Allah dilediğini yapar." (Hac, 18)»

10-(819) ...Ali b. Yaktin şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) hapisteyken bana şöyle bir mektup yazdı: «Falan oğlum, benim çocuklarımın efendisidir ve ben künyemi ona bağışladım.»

11-(820) ...Davud b. Süleyman şöyle rivayet etmiştir:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)'a dedim ki: Bir olay olur da seninle karşılaşamam diye korkuyo­rum. Bana, senden sonraki imamın kim olduğunu haber ver.

Buyurdu ki: «Oğlum falan yani Ebul-Hasan (Ali b.Musa aleyhisselâm) imamdır.»

12-(821) ...Nadr b. Kâbus şöyle rivayet etmiştir:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)'a dedim ki:

Senin babana, senden sonraki imam kimdir?" diye sordum, bana "senin imam olduğunu söyledi. Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) vefat edince, insanlar sağa sola dağılmaya başladılar. Fakat ben ve arkadaşlarım sana bağlı kalmaya devam et­tik. Sen de, senden sonra çocuklarından kimin imam olduğunu bana haber ver.

Buyurdu ki: «Oğlum falan imamdır.»

13-(822) ...Davud b. Zurbi şöyle rivayet etmiştir:

Bir miktar malı Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’a getirdim. Bu malın bir kısmını aldı, bir kısmını da bı­raktı. Dedim ki: "Allah seni salih kılsın, niçin bunu bende bırakıyorsun?"

Buyurdu ki: «İmamlık makamının sahibi, onu senden ister.» İmam'ın ölüm haberi gelince, oğlu Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) bana bir haber gönderdi ve o malı benden istedi, ben de malı ona geri verdim.

14-(823) ...Yezid b. Selit aktardı ki:

Umreye gitmek üzere yola çıktığımız bir sırada Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) ile karşılaştık.

Dedim ki: Sana feda olayım, şu anda bulunduğumuz bu yeri hatırlıyor musun?

-   «Evet.» dedi.

-   «Sen de hatırlıyor musun?»

Dedim ki: "Evet, ben ve babam burada seninle karşılaşmıştık. Sen o zaman Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) ile beraberdin. Kardeşlerin de yanındaydı.

Babam ona demişti ki: Anam babam sana kurban olsun, hiç kuşkusuz, hepi­niz, tertemiz imamlarsınız. Ama ölümden de hiç kimse kurtulamıyor. Bana bir açık­lamada bulun ki, benim yerime geçecek olanlara bunu açıklayayım ki, yollarını şaşırmasınlar.

- «Evet, ey Ebu Abdullah! Bunlar benim çocuklarım ve bu da -Seni işaret ederek- onların efendisidir.» demişti.

Ve demişti ki: «Ona hüküm, anlama, cömertlik ve insanların ihtiyaç duydukla­rı dünyevi ve dinsel meseleler hakkında ihtilâfa düştükleri hususlarla ilgili bilgi öğ­retilmiştir. Onda güzel ahlâk vardır. Onun verdiği cevaplar güzeldir. O, Allah'ın kapı­larından biridir. Onun bütün bunlardan daha üstün olan bir diğer özelliği daha var.»

Babam ona demişti ki: Nedir bu özelliği, anam babam sana kurban olsun?

Buyurmuştu ki: «Allah bu ümmetin yardımcısını, sığınağını, nurunu ve hik­meti (Ali b. Musa aleyhisselâm)ı onun soyundan gönderir. O zamanının en iyi çocuğu ve en iyi delikanlısıdır. Allah onun aracılığıyla kan dökülmesini ortadan kaldırır, onunla insanların arasını buldurur. Dağılmışları bir araya getirir, gedikleri kapatır, çıplakları giydirir, açları doyurur, korkanlara güvenlik verir. Allah onun sayesinde yağmur yağdırır, kullarına merhamet eder. Yaşlıların ve gençlerin en hayırlısıdır. Onun sözü hükümdür, suskunluğu bilgidir. İnsanlara, ihtilâf edegeldikleri şeyleri açık­lar. Ergenlik çağına erişmeden önce ailesine önderlik eder.»

Babam ona demişti ki: "Anam babam sana kurban olsun, o, şu anda doğmuş mudur?"

- «Evet, bir kaç yıl oluyor.» demişti.

Yezid der ki: O sırada, yanında rahat konuşamayacağımız biri geldi. Ebu İbra­him (aleyhisselâm)a dedim ki: "Sen de bana, babanın bana haber verdiği gibi anlat."

-«Evet.» dedi. «Babam öyle bir zamanda yaşadı ki, bizim yaşadığımız bu za­mandan tamamen farklıydı.»[139]

Dedim ki: Cevabın bu kadarına razı olana Allah lanet etsin.

Ebu İbrahim bu cevap karşısında uzun süre gülmekten kendini alamadı. Sonra bana dedi ki: «Sana anlatacağım, ey Ebu Umare! Ben evimden çıktığım zaman, falan oğluma vasiyette bulundum, zahiren diğer kardeşlerini de bu vasiyete ortak ettim. Ama gizlice ona vasiyetimi yaptım. Sadece onu diğerlerinden ayırdım. Eğer benim elimde olsaydı, imamlığı oğlum Kâsım'a verirdim. Çünkü onu severim ve ona karşı çok şefkatliyim. Ancak bu Allah Azze ve Celle'nin elindedir. Onu dilediğine verir. Bunun haberini bana (rüyada) Resûlullah verdi. Benden sonra imam olacak kimseyi ve onun taraftarlarını bana gösterdi. Zaten bizden birine, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den ve dedem Ali (aleyhisselâm)dan haber gelmeden, vasiyette bulunulmaz.

Rüyada Resûlullah'ın yanında bir yüzük, bir kılıç, bir asâ, bir kitap ve sarık gördüm.

Dedim ki: «Bu nedir, ya Resûlallah?»

Bana dedi ki: «Sarık, Allah'ın egemenliğidir. Kılıç, Allah'ın izzetidir. Kitap, Allah'ın nurudur. Asâ, Allah'ın kuvvetidir. Yüzük ise, bunların tümünü sembolize eden bir işarettir.»

Sonra bana şöyle dedi: «İmamlık yetkisi senden çıkmış, başkasına geçmiştir.»

Dedim ki: «Ya Resûlallah, onu bana göster, onlardan hangisi olduğunu göre­yim.

Bunun üzerine Resûlallah buyurdu ki: «Senin kadar, imamlıktan ayrılmak için acele eden birini daha görmedim. Eğer imamlık sevgiyle olan bir şey olsaydı, baban İsmail'i senden daha çok severdi,[140] fakat bu, Allah Azze ve Celle'nin elindedir.»

: Ebu İbrahim, sonra dedi ki: «Sağ-ölü bütün çocuklarımı gördüm. Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib) bana: «Bu, onların efendisidir.» dedi -Oğlum Ali'yi göstere­rek- «Bu bendendir, ben de ondanım. Allah iyilik yapanlarla beraberdir.»

Yezid der ki: "Sonra Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) devamla şunları söyledi: "Ey Yezid! Bu, sen de bir sır, bir emanet olarak kalsın. Onu akıllı veya doğ­ruluğundan emin olduğun kimselerden başkasına haber verme. Eğer senden tanık is­tense, Allah'ın şu sözlerini tanık göster: ''Allah size, emanetleri ehline vermenizi em­reder." (Nisa, 58) Yine bize şöyle hitap etmiştir: "Yanındaki Allah'ın şahitliğini giz­leyenden daha zâlim kim vardır?" (Bakara, 140)

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) dedi ki: «Ben Resûlullah (sallallahı aleyhi ve âlihi)’ye döndüm ve dedim ki: «Anam babam sana kurban olsun. Bütün ço­cuklarımı benim yanımda topladım Peki, bunların hangisi imamdır?»

Buyurdu ki: «Bunların içinde Allah'ın nuruyla bakan, O'nun anlayışıyla dinle­yen, O'nun hikmetiyle konuşan, doğru davranan ve hata etmeyen, bilen, cahillik et­meyen. Hikmet ve ilim öğretilen imamdır. İşte imam budur.» dedi ve oğlum Ali'nin elini tuttu.

-Sonra şöyle buyurdu: «Onunla beraberliğin ne kadar az olacak! Yolculuktan döndüğün zaman, vasiyetini yap, işlerini düzene koy. İstediğin işlerden de geri dur. Çünkü sen onlardan ayrılıp başka bir diyarda onlardan başkalarına komşuluk ede­ceksin. Vasiyet etmek istediğin zaman, Ali'yi çağır, seni yıkasın, kefenini sarsın. Çünkü onun yıkaması seni arındırır. Bundan başkası da doğru olmaz. Bu, geçmişler­den kalma bir gelenektir. Öleceğin zaman onun önünde uzan, kardeşleri ve amcaları da onun arkasında saf tutsunlar. Senin üzerinde dokuz defa tekbir getirsin. Çünkü sen henüz hayattayken ona yönelik vasiyet gerçekleşmiş ve senin görevlerini üstlen­miş olur. Daha sonra onun ardından gelen oğullarını topla ve onları onun imamlığı­na şahit tut. Allah'ı da şahit göster. Şahit olarak Allah yeter.» Yezid der ki: "Sonra Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) bana dedi ki:

«Ben bu sene vefat ederim. İmamlık oğlum Ali'ye geçer. Daha önceki imam­lardan iki Ali'nin adaşıdır. Birinci Ali: Ali b. Ebu Tâlib'dir. İkinci Ali ise Ali b. Hüseyin'dir. Ona, birinci Ali (aleyhisselâm)’ın kavrayışı, yumuşaklığı, zaferi, sevgisi, di­ni, çektiği eziyetlerin benzeri, ikinci Ali (aleyhisselâm)’ın da çektiği eziyetlerin ben­zeri, istenmeyen şeyler karşısındaki sabrı verilmiştir. Halife Harun'un ölümünün üze­rinden dört yıl geçmeden konuşmasına izin verilmemiştir.»

Sonra bana dedi ki: «Ey Yezid! Bu yere bir daha gelip onunla karşılaştığın za­man -ki karşılaşacaksın- ona; güvenilir, güvencede ve bereketli bir oğlunun olacağı­nı müjdele. O, sana, burada benimle karşılaştığını haber verecektir. O zaman sen ona, bu çocuğun doğacağı cariyenin, Resûlullah'ın cariyesi ve İbrahim'in annesi Mariye'nin sülâlesine mensup olacağını söyle. Eğer o cariyeyle de karşılaşma imkânını bulursan, ona da selâmımı ilet.»

Yezid der ki: "Ebu İbrahim (aleyhisselâmj'm vefatından sonra Ali (aleyhisselâm) ile karşılaştım. Ben daha konuşmadan o konuşmaya başladı ve bana dedi ki: «Ey Yezid! Umre hakkında ne dersin?»

Dedim ki: Anam babam sana kurban olsun! Bu sana kalmış. Ayrıca benim de bu yolculukta harcayacak param yoktur.

Buyurdu ki: «Subhanallah! Biz, senin giderlerini üstlenmeden, sana bir görev verir miyiz?»

Böylece yola çıktık ve derken söz konusu yere geldik. Yine o önce söze başla­dı ve dedi ki: «Ey Yezid! Burada çok kere komşularınla ve amcalarınla karşılaştın.»[141]

- "Evet." dedim, sonra ona hikâyeyi anlattım.

Bana dedi ki: «Henüz o cariye gelmiş değildir. Eğer gelirse onun selâmını ona iletirim.»

Mekke'ye doğru yürümeye başladık. Orada o yıl adı geçen cariyeyi satın aldı. Çok geçmeden cariye hamile kaldı ve adı geçen erkek çocuğunu dünyaya getirdi.

Yezid der ki: "Ali'nin kardeşleri, ona mirasçı olmayı arzu ediyorlardı. Bu yüz­den kardeşleri, hiç bir günahım yokken bana düşman oldular." [142]

İshak b. Cafer onlara dedi ki: Ben, Yezid'in, Ebu İbrahim (aleyhisselâm)’ın meclisinde öyle bir yerde oturduğunu gördüm ki, ben kendim orada oturamazdım.

15-(824) ...Yezid b. Selid anlatmış:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) vasiyet edince, bu vasiyete aşağıda isimleri bulunan şahısları şahit tuttu: İbrahim b. Muhammed el-Caferî, İshak b. Mu­hammed el-Caferî, İshak b. Cafer b. Muhammed, Cafer b. Salih, Muaviye el-Caferî, Yahya b. Hüseyin b. Zeyd b. Ali, Sad b. İmran el-Ensarî, Muhammed b. Haris el-En-sarî, Yezid b. Selit el-Ensarî ve Muhammed b. Cafer b. Sa'd el-Eslemî -bu zat aynı zamanda ilk vasiyeti yazan kâtiptir- isimleri geçen bu kişileri şuna şahit tuttu ki:

«Allah'tan başka ilâh yoktur. O, tek ve ortaksızdır. Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür. Kıyamet gününün geleceğinden kuşku yoktur. Allah, kabirlerde olanları diriltecektir. Ölümden sonra diriliş haktır. Cennet vaadi haktır. Kıyamet günü hesap­laşma haktır. Ahirette ilâhî yargının gerçekleşmesi haktır. Allah'ın huzurunda top­lanma haktır. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin getirdiği din haktır. Emin Ruh'un indirdiği ilâhi mesaj haktır. Ben bu ikrar üzere yaşadım ve bu ikrar üzere ölüyorum, inşallah bunun üzerine diriltileceğim.»

Onları şuna da şahit tuttu: «Bu, benim kendi el yazımla kaleme aldığım vasi-yetimdir. Bundan önce dedem Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)’ın ve Muhammed b. Ali (aleyhisselâm)’ın vasiyetini de yazmıştım. "Harfi harfine" istinsah (kopya) etmiş­tim. Cafer b. Muhammed'in vasiyeti de bunun gibidir. Ben oğlum Ali'ye vasiyet edi­yorum. Diğer oğullarım da onunla beraberdir. Eğer isterse ve onlarda bir olgunluk görüp onların davranışlarını onaylarsa. Bu, onun elindedir. Eğer onlardan hoşlan­mazsa ve onları çıkarmak isterse, bu da onun elindedir. Ona rağmen diğerlerinin bir yetkisi yoktur. Ona, çocuklarım İbrahim, Abbas, Kasım, İsmail ve Ahmed'e, ayrıca Ümmü Ahmed'e sadaka olarak dağıtılacak mallarımı, diğer mallarımı, kölelerimi, benden geride kalan küçüklerimi vasiyet ediyorum. Kadınlarımı ise, sadece Ali'ye vasiyet ediyorum, onlara değil. Babamın sadaka olarak verilmesi gereken mallarını ve benim üçte birlik payımı da. Bunları uygun gördüğü şekilde kullanabilir, bir mal sahibinin, malları üzerindeki bütün tasarruflarını gerçekleştirebilir. İsterse satar, is­terse hibe eder veya terk eder yahut adlarını verdiğim kimselere veya adını vermedi­ğim kimselere sadaka verebilir. Bu onun elindedir. Vasiyetim, malım, ailem ve ço­cuklarım hususunda benim bütün yetkilerime sahiptir. İsterse bu yazıda isimlerini zikrettiğim kardeşlerini yanında tutabilir, istemezse onları çıkarabilir. Bundan dolayı kınanamaz ve verdiği karar reddedilemez. Eğer benim onlardan ayrıldığım zamanki durumlarından farklı bir durum üzere olduklarını fark ederse ve ayrıca isterse, onları tekrar velayeti altına alabilir. Bu, onun yetkisi dâhilindedir.

Onlardan biri kız kardeşini evlendirmek isterse, bunu yapamaz. Onun izni ve emri olmadan diğerleri kız kardeşlerini evlendiremezler. Çünkü o, ailesinin evlilik işlerini herkesten daha iyi bilir. Şu yazımda belirttiğim hususlardan birini uygulama­sına engel olan veya bunları yapmaması için çaba sarf eden bir sultan olursa eğer, o, Allah'tan ve Resulünden beridir ve Allah ve Resulü de ondan beridir. Allah'ın laneti ve gazabı onun üzerine olsun. İşi lanet etmek olanların, gözde meleklerin, nebilerin, resullerin ve mü'minler topluluğunun laneti de onun üzerine olsun. Sultanlardan hiç kimse, onun bu şeylerden birini yapmasına engel olamaz. Benim onda bir alacağım olmadığı gibi, onu herhangi bir hususta da sorumlu tutamam. Oğullarımın da benden kalan malları onun yanında yoktur. O, her ne söylüyorsa, doğru söylüyordur. Eğer azaltırsa kendisi daha iyi bilir ve eğer çoğaltırsa o doğrudur. Diğer oğullarımı onunla birlikte zikretmemin nedeni, onların isimlerine verdiğim değerdir ve onları onunla birlikte zikredilme onuruna eriştirmek istedim.

Çocuklarımın annelerinden kim evinde oturup hicabının içinde kalırsa ben ha­yattayken kendisine uygulanan hükümler olduğu gibi geçerlidir. -Şayet İmam uygun görürse- onlardan kim de evlenmek üzere evimden ayrılırsa, artık benim haremime gelemez. Ali'nin başka bir görüşte olması başka. Benim kızlarım da eşlerimle aynı uygulamaya tabidirler. Oğullarımdan herhangi birisi kız kardeşlerini veya analarını Ali'nin görüşünü almadan, onunla danışmadan evlendiremez. Ne bir sultan ve ne de amcaları. Eğer bu vasiyetimden farklı hareket ederlerse, hiç kuşkusuz Allah'a ve Re­sulüne muhalefet etmiş olurlar, mülkünde O'na karşı savaş açmış olurlar. Çünkü Ali, ailesinin evlilik işlerini herkesten daha iyi bilir. Eğer evlendirmek isterse, evlendirir, şayet evlendirmezse evlendirmez. Ben ailemin kadınlarına, burada yazdığım gibi vasiyet ettim. Allah'ı onlara şahit tuttum. Ali ve Ümmü Ahmed de buna şahittir.

Hiç kimse, bu vasiyetimi zikredip adlandırdığımın dışında açıklayamaz, yaya­maz. Kim bir kötülük yaparsa, bu, onun aleyhinedir, kim de iyilik yaparsa kendi le­hine iyilik yapmış olur. Rabbin kullarına zulmedici değildir. Allah'ın salâtı Muhammed'in ve âlinin üzerine olsun. Hiç bir sultan, ne de bir başkası, sonunu mühürlediğim bu vasiyetimi yırtamaz. Kim böyle yaparsa, Allah'ın laneti ve gazabı onun üze­rine olsun. İşi lanet etmek olanların, gözde meleklerin, Resuller topluluğunun, Müslümanlar içindeki mü'minler topluluğunun laneti bu vasiyetimi yırtanların üzerine olsun.»

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) yazdı ve mühürledi, şahitler de. Al­lah'ın salât ve selâmı Muhammed'in ve onun soyunun üzerine olsun.

Ebu'l-Hakem der ki: "Bana Abdullah b. Âdem el-Caferî, Yezid b. Selit'ten naklen anlattı ki: Ebu İmran et-Talhi Medine kadısıydı. Musa b. Cafer vefat edince, sekizinci İmam'ın kardeşleri, onu kadı et-Talhi'nin mahkemesine götürdüler.

Abbas b. Musa dedi ki: "Allah seni Islah etsin, hayırlarla ödüllendirsin. Bu va­siyetin içinde yazılanlar, bir hazine ve mücevher değerindedir. Fakat kardeşimiz bu­nu bizden gizlemek ve bizi ondan yoksun bırakmak istiyor. Babamız da -Allah rahmet etsin- her şeyi ona bırakmış, bizi yoksun bırakmış. Eğer kendimi tutmasaydım sana insanların huzurunda önemli bir şey söyleyecektim." [143]

Bunun üzerine İbrahim b. Muhammed ileri atıldı ve dedi ki: "Öyle bir durum­da, Allah'a yemin ederim ki, bizim senden asla kabul etmeyeceğimiz ve kesinlikle seni doğrulamayacağımız bir şey haber vermiş olursun. Sonra sen bizim yanımızda kınanan ve tiksinti duyulan biri olursun. Biz seni çocukluğunda da büyüklüğünde de yalancı biri olarak tanıyoruz. Baban seni herkesten daha iyi bilirdi. Eğer sende bir hayır olsaydı, kuşkusuz baban senin dışını da içini de bilirdi. Nitekim sana iki tane hurmayı dahi emanet etmezdi."

Sonra amcası İshak b. Cafer atıldı ve iki yakasından tutarak ona şöyle dedi:

"Sen kıt akıllının, zayıf iradelinin ve ahmağın birisin. Bu gün yaptığın, dün yaptığının aynısıdır."

Orada bulunanların hepsi bu tepkiyi onaylayıp onun karşısında birbirlerine yardımcı oldular.

Kadı Ebu İmran, Ali'ye dedi ki: "Kalk, ey Ebu'l-Hasan! (Ali b. Musa aleyhisselâm) Bu gün babandan bana ulaşan lanet yeter. Baban sana geniş yetkiler tanımış.

Hayır, Allah'a yemin ederim ki, bir çocuğu babasından daha iyi hiç kimse ta­nıyamaz. Hayır, Allah'a yemin ederim ki, baban, bizim nezdimizde kıt akıllı ve zayıf görüşlü biri olarak bilinmiyordu."

Abbas kadıya dedi ki: "Allah seni salih kılsın. Vasiyetnameyi yırt ve içinde neler yazıldığını oku."

Ebu İmran dedi ki: "Onu yırtamam. Babandan bu gün bana ulaşan bunca lanet yeter."

Abbas: "O halde ben yırtacağım" dedi.

Kadı: "Sen bilirsin." dedi.                                                 

Abbas vasiyetnamenin üzerindeki mührü yırttı. Gördü ki, vasiyette kendileri dışarı tutulmuşlar ve tek yetkili olarak Ali belirlenmiştir. Kendileri de isteseler de is­temeseler de Ali'nin velayeti altına alınmışlardır. Sadakalar ve başka gelirler üzerin­deki tasarruf yetkisi kendilerinden alınmıştır. Böylece vasiyetnamenin açılması ken­dileri için bir utanç ve zillet, Ali (aleyhisselâm) için de bir hayır vesilesi olmuştu.

Abbas'ın açtığı vasiyetnamenin altında şahit olarak şunların isimleri yazılıydı:

İbrahim b. Muhammed. İshak b. Cafer. Cafer b. Salih. Said b. İmran. Ümmü Ahmed'in de yüzünü, Kadı'nın meclisinde açtılar. Çünkü gelen kadının o olmayabi­leceğini, dolayısıyla yüzünün açılıp kimliğinin açıkça ortaya çıkmasını istediler.

Ümmü Ahmed bu olay üzerine şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, efendim bunu bana haber vermişti: «Sen zorla evinden çıkarılacak ve meclislere götürülecek­sin.» diye.

İshak b. Cafer onu tartakladı ve dedi ki: "Sus! Çünkü kadınlar zayıftırlar. Onun böyle bir şey söylediğini sanmıyorum."

Sonra Ali (aleyhisselâm), Abbas'a döndü ve dedi ki:                 

«Ey kardeşim! Sizi böyle davranmaya iten şeyin üzerinizdeki borçlar olduğu­nu biliyorum. Ey Said, git ve onların ne kadar borcu varsa, hepsini tesbit et ve benim malımdan öde. Hayır, Allah'a yemin ederim ki, ben yeryüzünde yürüdüğüm sürece size eşlik etmekten ve size iyilik etmekten ayrılmayacağım. İstediğinizi söyleyin.»

Abbas dedi ki: "Sen bize, mallarımızın fazlalık kısmından başka bir şey ver­miyorsun. Bizimse, sendeki mallarımız bundan fazladır."

Bunun üzerine dedi ki: «İstediğinizi söyleyebilirsiniz. Benim onurum, sizin o-nurunuzdur. Eğer iyilik yaparsanız, bu, Allah katında sizin lehinize olacaktır. Eğer kö­tülük yaparsanız, biliniz ki, Allah bağışlayandır, merhamet edendir. Allah'a yemin e-derim ki, bugün çocuklarımın ve sizden başka vârislerimin olmadığını biliyorsunuz. Eğer sizden bir şey sakladığımı ve size vermediğimi sanıyorsanız, bu, sizindir ve ile­ride size dönecektir. Allah'a yemin ederim ki, babanızın vefatından bu yana hiçbir malı kendime ayırmış değilim ve sizin uygun gördüğünüz şekilde harcama yaptım.»

Abbas ileri atıldı ve dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, böyle değildir. Allah senin görüşünün bizim üzerimizde etkin olmasını istememiştir. Fakat babamız bizi kıskandı ve öyle bir şey istedi ki, Allah bunu, ne ona ne de sana nasip etmeyecektir. Biliyorsun ki, ben, Kûfe'li kumaş satıcısı Safvan b. Yahya'yı tanıyorum. Eğer sağ ka­lırsam, sen de onun yamndayken, onun yakasına yapışacağım."

Ali (aleyhisselâm) dedi ki: «La havle ve la guvvete illa billâh-il aliyy-il azim / Yüce ve büyük Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur.

Ben, ey kardeşlerim! Kardeşlerinin mutluluğuna düşkün bir kimseyim. Allah bunu biliyor. Allah'ım, eğer onların iyiliğini istediğimi, onlara karşı iyilik yapma amacında olduğumu, onlarla akrabalık bağlarımı sürdürdüğümü, onlara karşı şefkatli olduğumu, gece ve gündüz onların işleriyle ilgilendiğimi biliyorsan, bundan dolayı beni hayırla ödüllendir. Eğer bunun aksi bir tavır üzereysem -ki sen bütün gaybı en çok bilensin- o zaman da beni hak ettiğim şeyle cezalandır, hayırsa hayırla, serse şer­le karşılık ver. Allah'ım, onları ıslah et, onların işlerini de ıslah et. Şeytanı bizden ve onlardan uzaklaştır. Sana yönelik itaatlerinde onlara yardım et. Sana doğru yol alma­ları hususunda onları başarılı kıl. Bana gelince, ey Kardeşim! Sizin mutluluğunuza düşkünüm, sizin ıslâhınız için çaba sarf edeceğim. Allah söylediklerimize vekildir.»

Abbas dedi ki: "Senin ne tatlı dilli biri olduğunu bilirim! Senin küreğinin bel­leyeceği balçık yoktur yanımda"[144] Topluluk bu sözlerden sonra dağıldı. Allah'ın salâtı Muhammed'in ve Âl-i'nin (Ehl-i Beyt'inin) üzerine olsun.

16-(825) ...İbn Sinan şöyle rivayet etmişlerdir:

Irak'a gelmesinden bir yıl önce Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm)’ın yanına git­tim. Oğlu Ali de önünde oturuyordu. Bana baktı ve dedi ki:

«Ey Muhammedi Bu sene bir hareketlilik olacak. Bundan dolayı telaşlanma.»

Dedim ki: Ne olacak, kurban olduğum? Sözün benim kanımı dondurdu?

Buyurdu ki: «Tağutların[145] bulunduğu yere gideceğim. Fakat ondan ve ondan sonraki halifeden[146] bana bir kötülük gelmeyecektir.»

Dedim ki: Peki, ne olacak, kurban olduğum?

Buyurdu ki: «Allah zâlimleri saptırır ve dilediğini yapar.»

Dedim ki: Ne olacak, kurban olduğum?

Buyurdu ki: «Şu oğluma zulmeden ve benden sonra onun imamlığını inkâr eden kimse, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den sonra Ali b. Ebu Tâlib'e zulme­den, onun hakkını inkâr eden kimse gibidir.»

Dedim ki: Allah'a yemin ederim ki, eğer Allah bana ömür verirse ben onun hakkını mutlaka teslim ederim ve onun imamlığını kesinlikle kabul ederim.

Dedi ki: «Doğru söyledin, ey Muhammed! Allah sana ömür verecek ve sen onun hakkını teslim edecek, hem onun, hem de ondan sonraki İmam'ın imamlığını kabul edeceksin.»

Dedim ki: Ondan sonraki imam kimdir?

Buyurdu ki: «Oğlu Muhammed'dir.»

Dedim ki: Ona da razı oluyor ve teslim oluyorum.

73) EBU CAFER ES-SANİ (MUHAMMED B. ALİ (ALEYHİSSELAM)'A YÖ­NELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

1-(826) ...Yahya b. Habib ez-Zeyyat şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın yanında oturan bir kimse ba­na haber verdi: Mecliste bulunanlar dağılmak üzere kalktıkları zaman, İmam onlara dedi ki: «Ebu Cafer ile karşılaşın, ona selâm verin ve onunla ahdinizi yenileyin.» Herkes gittikten sonra bana döndü ve şöyle buyurdu: «Allah Mufaddal'a rahmet etsin, o bundan daha azıyla bile ikna olur.»

2-(827) ...Muammer b. Hallad şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın bir şeyden söz ettiğini ve bu meyânda şunları söylediğini duydum:

«Sizin buna ne ihtiyacınız olacak? Bu Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisseşam)’dır. Onu meclisime oturttum, ona yerimi verdim.»

Devamla şunları söyledi: «Bizim soyumuzun öyle bir özelliği vardır ki, kü­çüklerimiz büyüklerimizden kılı kılına her şeyi mîras alır.»

3-(828) ...Muhammed b. İsa şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Bazı konularla ilgi­li olarak benimle fikir alışverişinde bulundu ve bana dedi ki:

«Ey Ebu Ali! Benim imamlığımla ilgili olarak bütün kuşkular ortadan kalk­mıştır; çünkü babamın benden başka oğlu yoktur.»

4-(829) ...Hüseyin b. Beşşar şöyle rivayet etmiştir:

İbn Kiyama,[147] Ebu'l-Hasan er-Rıza (aleyhisselâm)’a bir mektup yazdı. Mektu­bunda şöyle diyordu: "Sen nasıl imam olabilirsin ki, çocuğun yoktur?"

Ebu'l-Hasan er-Rıza (aleyhisselâm) -öfkeli bir ifadeyle- ona şu cevabı verdi:

«Benim çocuğumun olmayacağını nereden biliyorsun? Allah'a yemin ederim ki, günler ve geceler geçmeden Allah, bana bir erkek çocuk bahşedecek ve bu ço­cuk, hak ile bâtılı birbirinden ayıracaktır.»

5-(830) ...İbn Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

İbn Necaşi bana dedi ki: "İmamından sonraki imam kimdir? Bunu öğrenmem için gidip ona sormanı istiyorum?"

Bunun üzerine İmam Rıza (aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve bunları ona anlat­tım. Bana dedi ki: «İmam benim oğlum olacaktır.» Sonra şunları söyledi:

«Çocuğu olmayan bir kimse, oğlum demeye cesaret edebilir mi?»

6-(831) ...Muammer b. Hallad şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm) doğduktan sonra, Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın yanında bir meseleyi müzâkere ediyorduk.

Buyurdu ki: «Buna ne ihtiyacınız var. İşte Ebu Cafer buradadır. Onu meclisi­me oturtmuş ve yerimi ona vermişim.»

7-(832) ...İbn Kiyama el-Vasitî şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Musa (aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve ona dedim ki: İki imam aynı zamanda olabilir mi?

- «Hayır, ancak bunlardan birinin[148] susması durumunda olabilir.»

Dedim ki: "Şu anda seninle birlikte sessiz durup ta senden sonra yerine geçe­cek biri yoktur." -O sırada henüz Ebu Cafer (aleyhisselâm) doğmamıştı-

Bana dedi ki: «Allah'a yemin ederim ki, Allah benden, hakkı ve hak ehlini destekleyip pekiştiren, bâtılı ve ehlini ortadan kaldıran bir çocuğu mutlaka dünyaya getirecektir.»

Bir sene sonra Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm) dünyaya geldi. İbn Kiyama da Vakıfî mezhebine mensuptu.

8-(833) ...Hasan b. Cehm şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) ile birlikte oturduğumuz bir sırada, kü­çük oğlunu çağırdı ve onu benim kucağıma oturttu. 

Bana dedi ki: «Onu soy ve gömleğini çıkar.» Ben dediğini yaptım, çocuğun gömleğini çıkardım. Sonra bana dedi ki: «Omuzlarının arasına bak.»

Baktım, omuzlarından birinin üzerinde mühür benzeri bir şey gördüm. Etinin içine geçmişti. Sonra bana dedi ki:

«Bunu görüyor musun? Buna benzer bir işaret babamda da vardı.»

9-(834) ...Ebu Yahya es-San'anî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın yanındaydım. Bir ara henüz küçük bir çocuk olan oğlu Ebu Cafer getirildi.

Dedi ki: «Bu öyle bir çocuktur ki, bunun gibi, Şiâmız için büyük bir bereket kaynağı olan başka bir çocuk dünyaya gelmiş değildir.»

10-(835) ...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a dedim ki: "Allah henüz sana Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ı bağışlamamışken sana, bu hususta sorular sorar ve sen de bize:

«Allah bana bir erkek çocuk bağışlayacaktır.» derdin. Gerçekten Allah sana bir erkek çocuk verdi de bizim gözlerimizi aydınlattı. Allah bize o günleri gösterme­sin; ama emri hak vaki olursa, imam olarak kime tabi olacağız?"  

Önünde duran Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ı işaret etti.

Dedim ki: Sana kurban olayım, o henüz üç yaşında bir çocuk?

Buyurdu ki: «Bunun bir zararı yoktur. Nitekim İsa (aleyhisselâm) da hüccet gö­revini yaparken henüz üç yaşındaydı.»                                                                                                              

11-(836) ...Muammer b. Hallad şöyle rivayet etmiştir:

İsmail b. İbrahim'in İmam Rıza (aleyhisselâm)’a şöyle dediğini duydum: "Be­nim oğlumun dilinde tutukluk ve ağırlık vardır, konuşma zorluğu çekiyor. Yarın onu sana göndereyim, başını meshet ve onun için dua et. Çünkü o sizin hizmetçinizdir."

Buyurdu ki: «O, Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın hizmetçisidir, yarın ona gönder.»

12-(837) ...Muhammed b. Hasan b. Ammar şöyle rivayet etmiştir:

Medine'de Ali b. Cafer b. Muhammed'in yanında oturuyordum. Onun yanında yıllarca kalmıştım ve kardeşinden Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)dan duyduk­larını bana söyler, ben de yazardım. O sırada Ebu Cafer Muhammed b. Ali er-Rıza (aleyhisselâm) mescide, Peygamberimizin mescidine onun yanma geldi. Ali b. Cafer a-yakkabısmı ve hırkasını giymeden koştu onun elini öptü ve ona büyük saygı gösterdi Ebu Cafer ona dedi ki: «Ey Amcacığım! Otur, Allah sana rahmet etsin.» Dedi ki: Ey efendim! Sen ayaktayken, ben nasıl oturabilirim? Ali b. Cafer tekrar meclisine geri dönünce, arkadaşları bu yaptıklarını kınadı­lar ve dediler ki: "Sen onun babasının amcası olduğun halde, nasıl oluyor da ona karşı bu şekilde davranıyorsun?"

Dedi ki: "Susun! -Sakalını kavrayarak- Allah Azze ve Celle bu yaşlı insanı imamlığa layık görmeyip o delikanlıyı imamlığa layık görmüşse onu bu ulu makama yerleştiraıişse, ben kalkıp onun faziletini inkâr eder miyim? Sizin dediklerinizden Allah'a sığınırım. Tam tersine, ben onun kuluyum (kölesiyim, bendesiyim)."

13-(838) Hüseyin b. Muhammed, el-Hayranî'den, o babasından şöyle rivayet etmiştir:

Horasan'da Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın önünde duruyordum. Biri gelip dedi ki:

"Ey Efendim! Eğer size bir şey olursa, kime imam olarak tâbi olacağız?" Buyurdu ki: «Oğlum Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a tâbi olacaksınız.» Adam Ebu Cafer'in yaşını küçük görmüş olacak ki, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Allah Meryem Oğlu İsa'yı Resul, Nebi ve şeriat sahibi olarak gönderdi. O bu göreve başlarken Ebu Cafer (Muhammed b. Ali)’den çok daha küçük yaştaydı.»

14-(839) ...Zekeriyya b. Yahya b. Numan es-Sayrafî şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Cafer'in, Hasan b. Hüseyin b. Ali b. Hüseyin ile konuştuğunu ve şöyle dediğini duydum: "Allah'a yemin ederim ki, Allah Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a yardım etmiştir."

Hasan ona: Evet, kurban olduğum, Allah'a yemin ederim ki, kardeşleri ona karşı çıkmışlardı.

Ali b. Cafer dedi ki: Evet, Allah'a yemin ederim ki, biz amcaları da, ona karşı çıktık.

Hasan ona dedi ki: Sana kurban olayım, ne yapmıştınız? Çünkü ben orada de­ğildim?

Dedi ki: Kardeşleri ve biz amcaları dedik ki: Aramızda rengi değişik bir imam hiçbir zaman çıkmadı.[149]

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) buyurdu ki: «O, benim oğlumdur.»

Dediler ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) nesep uzmanlarının görüşleri­ne başvurarak onların değerlendirmeleri ışığında hüküm vermiştir. Biz de seninle bu tartışmamızın çözümü için nesep uzmanlarına başvuralım."

Dedi ki: «Siz kendiniz onlara başvurun. Ben böyle bir başvuruda bulunmam. Onları niçin çağırdığınızı da söylemeyin ve ayrıca sizin evlerinize gelsinler.»

Nesep uzmanları gelince, bizi bahçede oturttular. Amcaları, kardeşleri ve kız kardeşleri oraya dizildiler. Er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ı tutup, ona yün bir cübbe ve keçeden bir şapka giydirdiler, omzuna da bir kürek koyarak, "bahçeye gir ve orada çalışıyormuş gibi yap."

Sonra Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ı getirdiler ve dediler ki: "Bu çocuğun babasını belirleyin."     

Dediler ki: "Burada onun babası olacak biri yoktur. Fakat şu, onun babasının amcası, bu babasının amcası, bu, onun amcası, şu da onun halasıdır. Eğer burada ba­bası olacak biri varsa o da şu bahçıvandır. Çünkü onun ayaklarıyla bunun ayakları birdir."

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) döndüğünde: "Çocuğun babası budur" dediler.

Ali b. Cafer dedi ki: "Ayağa kalktım ve Ebu Cafer'in dudaklarından ağzının ıslaklığını emecek şekilde öptüm ve dedim ki: "Şahitlik ederim ki, sen Allah katında benim imamımsın."

İmam Rıza (aleyhisselâm) ağladı, sonra şunları söyledi: «Ey Amca! Babamın şu sözlerini duymadın mı?» Diyordu ki: «Resûlullah şöyle buyurdu:

«Babam kurban olsun Nobalı[150] cariyenin oğluna. Ağzı hoş kokulu ve rahmi seçkinler doğuran türdendir. Abbas oğullarına ve zürriyetlerine yazıklar olsun, lanet olsun. Fitne zamanının imamı, senelerce, aylarca ve günlerce onlarla savaşır. Onlara zilleti tattırır. Acı bir kâseden içirir. Odur kovulmuş, uzaklaştırılmış kişi. Onun ba­bası ve dedesi öldürülmüştür. Gaybın sahibidir. İnsanlar onun hakkında şöyle derler: Öldü mü, helak oldu mu? Kimse bilmez? Nereye gitti bilinmez? Ey amcacığım! Böy­le bir çocuk benim soyumdan başka birinden gelebilir mi?»

Dedim ki: Doğru söyledin, sana kurban olayım.

74) EBU'L-HASAN ES-SALİS (ALİ B. MUHAMMED ALEYHİSSELAM)'A YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

1-(840) ...İsmail b. Mihran şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm) iki kere Medine'den Bağdat'a gitti. Bu gidişlerinin ilkinde ona dedim ki:

"Sana kurban olayım! Ben bu taraftan gelebilecek tehlikeler dolayısıyla sizin için endişe ediyorum. Senden sonra imamet kime intikal edecek?" Tebessüm ederek bana döndü ve şöyle dedi: «Senin sandığın "kayboluş" bu sene gerçekleşmeyecektir.» Onu ikinci kez Medine'den çıkarıp Mu'tasım'ın yanına götürdüklerinde yanma gittim ve dedim ki: "Sana kurban olayım! Sen buradan çıkıyorsun, senden sonra kim imam olacaktır?"

İmam sakalları ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra bana döndü ve dedi ki: «Bu se­fer, benim akıbetimden endişe etmelisiniz. Benden sonra imam oğlum Ali'dir.»

2-(841) Hüseyin b. Muhammed, el-Hayranî'den, o babasından şöyle rivayet etmiştir:

İmam Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın kapısında bir hizmet için görevlendirilmişti. Ahmed b. Muhammed b. İsa her gecenin sabahında gelir ve Ebu Cafer'in hastalığıyla ilgili bilgiler edinirdi. Ebu Cafer ile babam arasında gidip gelen elçi geldiği zaman Ahmed oradan gider, babamla elçi baş başa kalırlardı.

Bir gün dışarı çıktım, Ahmed de meclisten ayrıldı. Babamla elçi baş başa kal­dılar. Ahmed evin etrafında döndü, sonunda onların konuşmalarını duyabileceği bir yerde durdu. Elçi babama dedi ki: "Dostun sana selâm söylüyor ve diyor ki:

«Ben öleceğim. İmamlık oğlum Ali'ye geçecektir. Babamdan sonra benim si­zin üzerinizde sahip olduğum hak ve yetkilere benden sonra o da sahiptir.»

Sonra elçi gitti. Ahmed yerine geri döndü ve babama dedi ki: Sana ne söyledi?

Babam: "Hayırlı bir şey söyledi." dedi.

- "Ne dediğini duydum, niçin saklıyorsun?" dedi ve duyduklarını orada tek­rarladı.

Bunun üzerine babam ona dedi ki: "Bu yaptığını Allah sana haram kılmıştır. Çünkü Allah bir âyette şöyle buyurmuştur: "Tecessüs etmeyin. Başkalarının gizledik­leri şeyleri ortaya çıkarmaya çalışmayın." (Hucurât, 12) Bununla beraber bu duyduk­larını ve şahit olduğun bu olayı kimseye anlatma, bir gün senin şahitliğine ihtiyaç duyabiliriz. Ve sakın vakti gelmeden bunu açıklama."

Sabah olunca babam, mektubun nüshasını on yere yazdı ve bunları mühürle-yip Şiâ'nm önde gelen on şahsiyetine verdi.

Ardından şunları söyledi: "Eğer bunları sizden istemeden önce ölecek olur­sam, bu mektupları açın ve içinde yazılanları insanlara duyurun."

Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm) vefat ettikten sonra babam anlattı:

Kendisi henüz evinden çıkmamıştı ki, yaklaşık dört yüz kişi Ali en-Naki (aleyhisselâm)’ın imamlığını kabul ederek yanında toplanmışlardı. Şiâ'nın önde gelenleri Muhammed b. Farac'ın yanında toplanmış ve imamlık meselesi ile ilgili olarak görüş alış verişinde bulunuyorlardı. Muhammed b. Farac, babama bir mektup göndererek Şiâ'nın önde gelenlerinin yanında toplanmış olduklarını haber verdi.

Bu mektubunda ayrıca şunu bildirdi ki, eğer şöhret (sebebiyle konunun yayılma) korkusu olmasaydı, ben onlarla birlikte senin yanma gelip davet ederdim.

Babam atma bindi ve yanma gitti. İnsanların onun yanında toplanmış oldukla­rını gördü.

Babama dediler ki: "İmamlık meselesiyle ilgili olarak ne düşünüyorsun?"

Babam, mektupları verdiği kimselere dedi ki: "Bana o mektupları getirin."

Adamlar da mektupları getirdiler. Babam toplantıya katılanlara dedi ki: "İşte bana emredilen budur."

Bazıları şöyle demeye başladılar:

"Bu hususta başka şahitlerinin de olmasını isteriz."

Babam onlara şu karşılığı verdi: "Allah size bu şahidi de getirmiştir. Bu şahit Ebu Cafer el-Eş'arî'dir. Bana iletilen bu mesaj hakkında şahitlik edecektir."

Sonra Ebu Cafer'den kendisi için şahitlikte bulunmasını istedi. Fakat Ahmed bu hususta bir şey duyduğunu inkâr etti.

Bunun üzerine babam onu mübahaleye (lânetleşmeye) davet etti.    

Mübahale[151] nin aleyhine olacağını anlayınca dedi ki: Ben bu mesajı duymuştum.

Bu, bir onurdur ki, Arap biri yerine Acem birinin ona sahip olmasını istemiyordum. Çok geçmeden orada bulunanların tümü gerçeği kabul ettiler.

Safvanî Nüshası'nda şöyle rivayet edilir:

3-(842) ...Muhammed b. Hüseyin el-Vasıtî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer'in kendisini bu yazılan mektuba şahit gösterdiğini Ahmed b. Ebu Halid'den duydum.

Ebu Cafer'in mevlâsı (azadlısı) Ahmed b. Ebu Halit şahitlik etti ki: Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Musa b. Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Tâlib (aleyhimusselâm) beni şahit tuttu ki, kendisinin ve kız kardeşlerinin işlerinin yö­netimini, yürütülmesini oğlum Ali'ye vasiyet ediyorum. Ona yetişecek olursa, Musa­'nın işlerini de. Abdullah b. Musavir'i terekemin, mallarımın, nafakalarımın ve hiz­metçilerimin başına memur ediyorum. Ali b. Muhammed buluğ çağma erinceye ka­dar bunların yönetimi onun elindedir. Ali buluğ çağma erince, Abdullah b. Müşavir bunların tümünü ona geri verecektir. Artık kendisi işlerinin, kız kardeşlerinin işlerini yönetir. Musa'nın velayeti de ona geçer. O da babasının ve İbni Musavir'in ölümün­den sonra buluğ çağma erinceye kadar Ali'nin velayetinde kalır. Sonra atalarının şar­tına bağlı olarak sadaka verir. Tarih 220 senesinin zilhicce ayının üçüne tekabül eden pazar gününü gösteriyordu.

Ahmed b. Ebu Halid şehadetnamesini kendi elleriyle yazdı ve Cevvanî laka­bıyla bilinen Hasan b. Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)ı buna şahit gösterdi. Tıpkı bu bölümün başında zikredilen Ahmed b. Ebu Halid'in şahitliği gibi, o da şahitliğini kendi elleriyle yazdı. Sonra Hizmetçi Nasr'ı şahit tuttu ve o da şahitliğini kendi elleriyle yazdı.

75) EBU MUHAMMED (HASAN B. ALİ ALEYHİSSELÂM)'A YÖNELİK İŞARET VE NASSLAR BABI

1-(843) ...Yahya b. Yesar el-Kanberî şöyle rivayet etmiştir:

Ebul-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) vefatından dört ay önce oğlu Hasan (aleyhisselâm’a vasiyet etti ve beni hizmetçilerden oluşan bir grupla birlikte bu vasiyete şahit gösterdi.

2-(844) ...Ali b. Ömer en-Nevfelî şöyle rivayet etmiştir:

Evinin avlusunda Ebul-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) ile birlikteydim. Oğlu Muhammed yanımıza geldi. Ebul-Hasan (aleyhisselâm)'a dedim ki:

"Sana kurban olayım, senden sonra sahibimiz (imamımız) bu mudur?" «Hayır.» dedi. «Benden sonraki imamınız Hasan'dır.»

3-(845) ...Abdullah b. Muhammed el-İsfahanî rivayet etmiştir ki, Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) şöyle demiştir:

«Benden sonra sizin imamınız, benim cenaze namazımı kılacak kimsedir.» Biz o güne kadar Ebu Muhammed (İmam Hasan Askerî)yi tanımazdık. O gün bulunduğu yerden çıktı ve İmam'ın cenaze namazını kıldı.

4-(846) ...Ali b. Cafer şöyle rivayet etmiştir:

Oğlu Muhammed öldüğü zaman İmam Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)’ın yanındaydım. Hasan (aleyhisselâm)'a dedi ki:

«Ey Oğlum! Allah'a şükret, çünkü sana büyük bir lütufta bulundu.»[152]

5-(847) ...Ahmed b. Muhammed b. Abdullah b. Mervan el-Enbarî şöyle riva­yet etmiştir:

Ebu Cafer Muhammed b. Ali vefat ederken onun yanındaydım. Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)geldi, oturması için bir kürsü getirdiler. Kürsünün üze­rine oturdu, ailesinin fertleri de etrafında kümelendiler. Ebu Muhammed (aleyhisse­lâm) yanında ayakta duruyordu. Ebu Cafer'in tekfin ve teçhizini tamamlayınca Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'a döndü ve şöyle dedi:

«Ey oğlum! Allah'a şükret, çünkü senin için büyük bir lütufta bulundu.»

6-(848) ...Ali b. Mehziyar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)'a dedim ki: "Eğer size bir şey olursa -ki bundan Allah'a sığınırız- kime imam olarak uyacağız?" Buyurdu ki: «İmamlık ahdim, en büyük oğlumladır.»

7-(849) ...Ali b. Amr el-Attar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan el-Askerî (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Oğlu Ebu Cafer yaşıyordu. Ben onun imam olacağını sandım. İmam'a dedim ki:

"Sana kurban olayım. Oğullarından hangisini imam olarak benimseyeyim?"

Dedi ki: «Benim emrim size ulaşıncaya kadar hiç birini şimdilik imam olarak belirlemeyin.»

Daha sonra İmam'a bir mektup yazdım: "İmam kim olacak?" diye sordum.

Bana yazdı ki: «En büyük oğlum imam olacaktır.»

Ebu Muhammed, Cafer'den daha büyüktü.

8-(850) ...Sa'd b. Abdullah, aralarında Hasan b. Hasan el-Eftas'ın da bulunduğu Haşimoğullarına mensup bir gruptan şöyle rivayet etmiştir:

Bunlar, Muhammed b. Ali b. Muhammed'in vefat ettiği gün, Ebu'l-Hasan'ın kapısına gelmişlerdi. Evin avlusunda onun için bir sergi sermişlerdi ve insanlar etra­fında kümelenip oturmuşlardı. Bu adamlar demişler ki: Etrafında Ebu Tâlib oğulla­rından, Haşimoğullarından ve Kureyş'ten beş yüz kişinin toplanmış olduğunu tahmin ettik. Hizmetçileri ve başka insanları bundan hariç tutuyoruz.

O sırada İmam gelmekte olan ve yakası yırtılmış bulunan ve gelip sağ tarafın­da duran oğlu Hasan b. Ali'ye baktı. Biz onu tanımıyorduk. Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) bir saate yakın ona baktı ve dedi ki:   

«Ey oğlum Allah'a şükret, çünkü sana büyük bir lütuf bahşetti.»

Delikanlı ağladı ve Allah'a hamdetti. "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun"/Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz." (Bakara, 156) dedi ve ardından şöyle buyurdu: «Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun. Allah'tan senin aracılığınla bizim üzeri­mizdeki nimetini tamamlamasını diliyorum. Biz Allah 'tan geldik ve Ona döneceğiz.»

Bu delikanlının kim olduğunu sorduk. İmam'ın oğlu Hasan olduğunu, söyledi­ler. O zaman yirmi yaşında veya yirminin biraz üzerinde olduğunu tahmin ettik. Onu o gün tanıdık ve anladık ki, İmam, ona kendisinden sonra imam olacağını, onu yeri­ne geçirdiğini işaret etmişti.                        

9-(851) ...Muhammed b. Yahya b. Deryab şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer'in vefatından sonra Ebul-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve ona başsağlığı diledim. O sırada Ebu Muhammed de yanındaydı.

Ebu Muhammed (aleyhisselâm) ağladı, Ebu'l-Hasan ona yöneldi ve dedi ki: «Allah, onun yerine seni bana halef kıldı. Öyleyse Allah'a hamd et.»

10-(852) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:               

Oğlu Ebu Cafer'in ölmesinden sonraki bir zamanda Ebul-Hasan (Ali b. Mu­hammed aleyhisselâm)’ın yanındaydım. İçimden şunu söylemek geçiyordu:

"Ebu Cafer ve Ebu Muhammed, bu zamanda Cafer b. Muhammed (aleyhisselâm)’ın oğulları Ebul-Hasan'ı (Musa b. Cafer aleyhisselâm) ve İsmail'i andırıyorlar. Bunların hikâyesi onlarınkine benziyor. Çünkü Ebu Cafer'den sonra Ebu Muhammed'in imamlığı beklenmektedir."

Ben bunları düşünürken ve bir şey söylememişken Ebul-Hasan (Ali b. Muham­med aleyhisselâm) bana döndü ve şöyle dedi: «Evet, ey Ebu Haşim! Ebu Cafer'den sonra, Allah Ebu Muhammed ile ilgili, daha önce bilinmeyen bir karar verdi. Tıpkı İsmail'den sonra Musa (aleyhisselâm) için böyle bir karar vermesi gibi. Çünkü İsmail­'in halinde bir durum meydana gelmiş ve imamlığın Musa'ya geçmesi öngörülmüş­tür. Dolayısıyla bu mesele, senin düşündüğün gibidir. Bâtıl taraftarları bundan hoşlanmasalar da. Oğlum Ebu Muhammed, benden sonra yerime geçecektir. İnsanların ihtiyaç duydukları şeylerle ilgili bilgiler ondadır ve imamlık yetkisi onun elindedir.»

11-(853) ...Ebu Bekr el-Fehfekî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) bana şöyle yazdı: «Oğlum Ebu Muhammed, karakter olarak Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin soyunun en hayırseveridir. Kanıt olarak en sağlamları ve benim çocuklarımın en büyüğüdür. Benden sonra yerime o geçecektir, imamlık kulpu ve hükümleri onun elindedir. Benden sorduğun şeyleri bundan böyle ondan sor. Çünkü onun yanında ihtiyaç duyulan bilgiler vardır.»

12-(854) ...Şaheveyh b. Abdullah el-Cellab şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) bana şöyle bir yazı gönderdi: «Ebu Cafer'den sonra kimin imam olacağını sormak istiyordun ve bu hususta bir takım sıkıntılar çekiyordun, artık üzülme, çünkü Allah Azze ve Celle: "Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri apaçık bildirinceye dek tekrar onları sapıklığa terketmez..." (Tevbe, 115) Benden sonra senin imamın, oğlum Ebu Muhammed'dir. İnsanların ihtiyaç duydukları bilgiler onun yanındadır. Allah dilediğini öne alır, dilediğini erteler. "Bir âyetin hükmünü değiştirir yahut geri bıra­kırsak ya ondan hayırlısını getiririz yahut onun eşitini." (Bakara, 106) Bu mektupta uyanık akla sahip olanları ikna edecek açık bilgiler verdim.»

13-(855) ...Davud b. Kasım şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Benden sonra benim yerime imam olarak geçecek kişi Hasan'dır. Haleften sonraki halefe gelince haliniz nice olacak?» Dedim ki: "Niçin, kurban olduğum?" Buyurdu ki: «Çünkü siz onun şahsını görmeyeceksiniz ve onu adıyla anmanızda size helâl olmayacaktır.»

- "O halde onu nasıl anacağız?" dedim.

Buyurdu ki: «Ona Muhammed aleyhimusselâm'ın soyundan bir hüccet deyin.»

76) HANE[153] SAHİBİ (MEHDİ ALEYHİSSELÂM)’A YÖNELİK İŞARETLER VE NASSLAR BABI

1-(856)...Muhammed b. Ali b. Bilal şöyle rivayet etmiştir:

Vefatından iki yıl önce Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’dan bana kendisinden sonraki imamı bildiren bir mesaj geldi. Sonra ölümünden üç gün önce, kendisinden sonra yerine geçecek imamı bildiren bir mesaj geldi.

2-(857) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’a dedim ki:

Heybetin, sana bir soru sormama engel oluyor. İzin ver, sana bir soru sorayım.

-   «Sor.» dedi.

-   Dedim ki: Efendim, senin çocuğun var mı?

-   «Evet.» dedi.

-   "Sana bir şey olursa, onu nereden sorayım?" dedim.

-   «Medine'den.» dedi.

3-(858) ...Amr el-Ahvazî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) bize oğlunu gösterdi ve:

«Benden sonra sizin sahibiniz (imamınız) budur.» dedi.

4-(859) ...Hamdan Kalanisî şöyle rivayet etmiştir:

Amri'ye[154] Ebu Muhammed (aleyhisselâm) vefat etti, fakat yerine geçecek birini bırakmadı? Dedim.

Bana dedi ki: "Vefat etti, ama sizin için bir de halef bıraktı -eliyle gösterdi- gerdanı da şu kadardır."[155]

5-(860) ...Ahmed b. Muhammed b. Abdullah şöyle rivayet etmiştir:

Zübeyrî'nin -Allah'ın laneti üzerine olsun- öldürüldüğü sırada Ebu Muham­med (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'dan bana şöyle bir mesaj geldi:

«Allah'ın velîlerine zulmederek Allah'a karşı küstahlık edenlerin cezası budur. O, beni öldüreceğini ve neslimi kurutacağını iddia ediyordu. Şimdi Allah'ın kudreti­ni görmüş müdür?»

İki yüz elli altı senesinde İmam'ın bir oğlu oldu adını "Mim, Ha. Mim. Dal" koydu.[156]

6-(861) ...Ed-Dav'i b. Ali el-Icli, adını andığı Fars halkından birinden şöyle ri­vayet etmiştir:

Samarra'ya geldim ve Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın kapısında beklemeye başladım. Beni içeri çağırdı. İçeri girdim ve selâm verdim.

Bana dedi ki: «Buraya geliş sebebin nedir?»

- "Sana hizmet etme arzusu beni buraya getirdi" dedim.

Buyurdu ki: «Öyleyse kapıcımız ol.»

Böylece evde hizmetçilerle birlikte kalmaya başladım. Bazen çarşıya gider, ihtiyaç duydukları şeyleri satın alırdım. Evde erkekler olduğu zaman, izinsiz içeri gi­rerdim. Bir gün İmam'ın, evin erkeklere ait bölümünde bulunduğu bir sırada yanına girdim. Evde bir hareket sesini duydum. Bana seslendi: "Yerinde dur, hareket etme." Artık içeri girmeye veya dışarı çıkmaya cesaret edemedim. Bu sırada beraberinde üzeri örtülü bir şey bulunan bir cariye yanıma geldi. Sonra İmam bana: «İçeri gir.» diye seslendi. İçeri girdim, sonra cariyeyi çağırdı, o da İmam'ın yanına geri döndü.

Cariyeye dedi ki: «Yanında bulunanı göster.» Cariye beyaz tenli ve güzel yüz­lü bir çocuğu bize gösterdi. Sonra İmam çocuğun karnını açtı. Baktım, boğazından göbeğine kadar siyah olmayan yeşil tüyler bitmiş.

İmam buyurdu ki: «İşte bu, sizin imamınızdır.»

Sonra cariyeye onu götürmesini emretti. Bu çocuğu, Ebu Muhammed (aleyhisselâm) vefat edinceye kadar bir daha görmedim.

77) ONU (MEHDİ ALEYHİSSELÂM) GÖRENLERİN İSİMLERİ BABI

1-(862) ...Abdullah b. Cafer el-Himyerî şöyle rivayet etmiştir:

Ben ve Şeyh Ebu Amr -Allah rahmet etsin- Ahmed b. İshak'ın yanında bir araya gelmiştik. Ahmed b. İshale bana kaş göz işaretleri yaparak, ona İmam'ın yerine kimin geçtiğini sormamı istedi.

Dedim ki: "Ey Ebu Amr! Sana bir şey sormak istiyorum. Ama sana sormak is­tediğim mesele hakkında her hangi bir kuşkum yoktur. Çünkü ben inanıyorum ki ve dinim de öyle öngörüyor ki, yeryüzü hiçbir zaman hüccetsiz kalmaz. Ancak kıya­metten kırk gün önce yeryüzü hüccetsiz kalacaktır. Kıyamete kırk gün kalınca hüc­cet yeryüzünden kaldırılır ve tevbe kapısı kapatılır: "...Rabbinin bazı delilleri geldiği gün hiç kimseye, önceden iman etmemişse yahut inancından bir hayır kazanmamışsa o günkü inanması fayda etmez…” [157] (En'am, 158) Bunlar, Allah'ın yarattığı varlıkların en kötüleridir. Kıyamet onların başına kopar. Ama benim istediğim, kesin inancımın biraz daha pekişmesidir. Nitekim İbrahim (aleyhisselâm) da Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini istemişti: "Allah, inanmıyor musun demişti de İbrahim, evet, inanıyorum amma kalbim tam yatışsın, iyice anlayayım demişti." (Bakara, 260)

Bana Ebu Ali Ahmed b. İshak, Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etti: Ona sordum ve dedim ki: "Kiminle muamele edeyim veya dinimin hükümlerini kimden öğreneyim yahut kimin sözlerini kabul edeyim?"

İmam bana şu karşılığı verdi: «el-Amri benim güvenilir adamımdır. Benden sana ne getirirse, o bendendir ve benim iznimle size getirmiştir. Benden naklederek sana bir şey söylerse, benden söylüyordur. Onu dinle ve itaat et. Çünkü güvenilir, sağlam bir kimsedir.»

Bana Ebu Ali de benzeri bir soruyu Ebu Muhammed (aleyhisselâm)’a sorduğu­nu ve onun kendisine şöyle dediğini nakletti: «el-Amri ve oğlu iki güvenilir insandır. Benim adıma sana bir haber ulaştırıyorlarsa, benden ulaştırıyorlardır. Sana benim adıma bir şey söylerlerse, benden söylüyorlardır. Onları dinle ve onlara itaat et. Çün­kü o ikisi, sağlam ve güvenilir iki insandır.» Bu, vefat eden iki imamın seninle ilgili sözleridir.»

Ebu Amr secdeye kapandı ve ağlamaya başladı. Sonra şunları söyledi: "Bil­mek istediğin şeyi sor."

Dedim ki: "Sen, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)dan sonra onun yerine geçecek İmam'ı gördün mü?"

-"Evet, Allah'a yemin ederim ki, gördüm ve onun gerdanı şöyleydi" -elleriyle sağlam ve güçlü olduğunu ifade etti—

Dedim ki: "Sormak istediğim bir soru daha var."

-"Söyle." dedi.

Dedim ki: İsmi nedir?

Dedi ki: "Bunu sormanız size haramdır ve ben de kendiliğimden bunu söyle­yemem. Benim bir şeyi helâl veya haram kılma yetkim yoktur, sadece ondan öğren­diklerimi söylerim. Çünkü sultana[158] göre, Ebu Muhammed vefat etmiş ve geride yeri­ne geçecek bir evlat bırakmamıştır. Mirasını da bu hususta hak sahibi olmayan biri[159] paylaştırmış ve almıştır. Çoluk çocuğu perişan bir halde diyar diyar dolaşmaktadır. Kimse onları tanımaya ve onlara bir şey vermeye cesaret edememektedir. Eğer ismi­ni söylersem, peşine düşerler. Öyleyse Allah'tan korkun ve bundan sakının."

Kuleynî -Allah ona rahmet etsin- der ki: Bizim ashabımızdan yaşlıca bir adam -Adını hatırlamıyorum- Ebu Amri'nin Ahmed b. İshak'a bu şekilde soru sor­duğunu ve onun da ona bu şekilde cevap verdiğini, bana anlattı.

2-(863) ...Muhammed b. İsmail b. Musa b. Cafer -ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin soyunun Irak'taki en yaşlısıydı- şöyle rivayet etmiştir:

Mehdî (aleyhisselâm)ı iki mescid[160] arasında gördüm. Onu gördüğümde henüz buluğ çağma ermemiş bir çocuktu.

3-(864) ...Hüseyin b. Rızkullah Ebu Abdullah, şöyle rivayet etmiştir:

Bana Musa b. Muhammed b. Kasım b. Hamza b. Musa b. Cafer anlattı ki: Muhammed b. Ali (aleyhisselâm)'m kızı Hakime -ki Mehdî (aleyhisselâm)’ın babasının halasıdır- bana dedi ki: "Mehdî (aleyhisselâm)’ı doğduğu gece gördüğüm gibi, daha sonra bir kaç kere daha gördüm."

4-(865) ...Hamdan el-Kalanisî şöyle rivayet etmiştir:

el-Amrî'ye dedim ki: "Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) vefat etti!" Dedi ki: "O vefat etti, fakat yerine birini bıraktı ki, gerdanı şu kadardır." -Eliyle güçlü ve sağlam biri olduğunu gösterdi.-

5-(866) Ali b. Muhammed, Zurarî'nin hizmetçisi Fetih'den şöyle rivayet eder:

"Ebu Ali b. Mutahhar'ın, Mehdî (aleyhisselâm)’ı gördüğünü" anlattığını ve bo­yunu posunu vasfettiğini duydum.

6-(867) ...Muhammed b. Sazan b. Nuaym, İbrahim b. Abede en-Neysaburî'nin cariyesinin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"İbrahim ile beraber Safâ'da duruyordum. Mehdî (aleyhisselâm) geldi ve İbra­him'in yanıbaşında durdu. Menâsik[161] kitabını eline aldı ve ona bazı şeyler anlattı.

7-(868) ...Ebu Abdullah b. Salih, Onu (Mehdi aleyhisselâm) Hacer-ul Esved'in yanında gördüğünü, insanların orada itişip kakıştıklarını görüp:

«Böyle yapmaları emredilmemiştir.» dediğini rivayet etmiştir.

8-(869) ...Ebu Ali Ahmed b. İbrahim b. İdris, babasından şöyle rivayet etmiş­tir:

"İmam Mehdî (aleyhisselâm) Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın vefa­tından sonra gördüm. O sırada buluğ çağına ermişti. Elini ve başını öptüm."

9-(870) ...Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın hizmetçilerinden el-Kanberî'den -Büyük Kanber'in soyundan bir adam- şöyle rivayet etmişlerdir:

Cafer b. Ali'den söz edildi, onu yerdiler.

Ben de dedim ki: "Ondan başka İmam'ın soyundan gelen kimse yoktur. Yok­sa sen İmam'ın soyundan gelen birini gördün mü?"

Dedi ki: Ben görmedim, ama başkası görmüş.

Dedim ki: Kim görmüş.

Dedi ki: Cafer onu iki kere görmüş ve onunla ilgili olarak bir olay da yaşamış.

10-(871) ...Ebu Muhammed el-Vecnanî, Mehdî (aleyhisselâm)’ı gören birinden şunları rivayet etmiştir:

İmam Mehdî (aleyhisselâm) on birinci İmam'ın vefatından on gün önce evden çıkarken şunları söylüyordu:

«Allah'ım, eğer beni buradan kovmasalardı, Samarra'nın yeryüzünde en çok sevdiğim yer olduğunu biliyorsun.» Veya bu anlamda sözler söyledi.

11-(872) ...Ali b. Kays, Irak bekçilerinden birinden şöyle rivayet etmiştir:

İmam Askerî (aleyhisselâm)'ın vefatından çok kısa bir süre sonra "Sima"yı İmam'ın evinin kapısını kırarken gördüm. On ikinci İmam (Mehdi aleyhisselâm) elin­de bir balta olduğu halde dışarı çıktı ve: «Evimde ne işin var?» dedi.

Sima: "Cafer, senin babanın geride bir evlât bırakmadan öldüğünü söylüyor. Eğer ev seninse, ben buradan uzaklaşıyorum." dedi. Sonra evden çıktı.

Ali b. Kays dedi ki: Bu sırada evde bulunan hizmetçilerden biri yanımıza gel­di, ona bu olayı sordum.

Bana dedi ki: Bunu sana kim anlattı?

Dedim ki: Iraklı bir bekçi anlattı.

- "İnsanlardan da bir şey saklanmıyor." dedi.

12-(873) ...Amr el-Ahvazî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) bana İmam Mehdî (aleyhisselâm)’ı gösterdi ve: «Sizin benden sonraki imamınız budur.» dedi.

13-(874) ...Muhammed b. Yahya, Hasan b. Ali en-Nisaburî'den, o İbrahim b. Muhammed b. Abdullah b. Musa b. Cafer'den, o hizmetçi Nasr ez-Zariften,

O’nu (Mehdi aleyhisselâm)ı gördüğünü rivayet etmiştir.

14-(875) ...Ali b. Muhammed, Ali b. İbrahim'in oğulları Muhammed ve Hasan'ın onunla iki yüz yetmiş dokuz senesinde konuştuklarını kendisine anlattıkların­dan söz eder. Muhammed b. Abdurrahman el-Abdi, Dav'i b. Ali el-İclîden, onun da Fars halkından adını verdiği bir kimsenin, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisse­lâm)'’ın onu (Mehdi aleyhisselâm)'ı kendisine gösterdiğini rivayet etmiştir.

15-(876) ...Ebu Ahmed b. Raşid, Medainli birinden şöyle rivayet ermişin: Bir arkadaşımla birlikte hacca gitmiştim. Arafat'ta vakfeye durduğumuz za­man, orada oturan bir genç gördük. Üzerinde bir hırka ve izar vardı. Ayağına iki sarı nalın giymişti. İzar ve hırkanın fiyatını yüz elli dinar olarak tahmin ettim. Üzerinde yolculuk belirtisi görülmüyordu. Bir dilenci bize yaklaştı, fakat biz ona bir şey ver­meden geri çevirdik. O da sözünü ettiğimiz gence yaklaştı ve ondan istedi.

O da yerden bir şey aldı, ona verdi. Dilenci ona içten dua etti ve uzun uzun duasını sürdürdü. Genç yerinden kalktı ve gözlerden kayboldu. Dilenciye yaklaştık ve ona dedik ki: "Sana hayret ediyoruz doğrusu. Ne verdi sana?" Adam bize tane ta­ne altın çakıllar gösterdi. Bunların değerinin yirmi miskal olduğunu tahmin ettik. Arkadaşıma dedim ki: "Efendimiz yanımızdaymış, biz farkında değilmişiz." Sonra onu aramaya çıktık. Bütün Arafat'ı dolaştık, fakat hiçbir yerde ona rastlayamadık. Arafat'ta bulunan bütün Mekkelilere ve Medinelilere onu sorduk. Dediler ki: Sözünü ettiğiniz kişi Alevî[162] bir gençtir. Her yıl yaya olarak hacca gelir.

78) İSMİNİ ANMANIN YASAK OLUŞU BABI

l-(877) ...Davud b. Kasım el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Ebul-Hasan el-Askerî (Ali b.Muhammed aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Benden sonra imam olacak kişi Hasan Askerî'dir. Onun yerine geçecek imamın dö­nemi geldiğinde, haliniz nice olacak.»

Dedim ki: Niçin, Allah beni sana kurban etsin?

Buyurdu ki: «Çünkü onun şahsını göremeyeceksiniz ve adını zikretmek, size helâl olmayacak.»

Dedim ki: Peki, onu nasıl anacağız?

Dedi ki: «Muhammed'in -salavatullahi aleyhi ve selâmuhu- soyundan bir hüccet, deyin»     

2-(878) ...Ebu Abdullah es-Sâlihî şöyle rivayet etmiştir:

Ashabımızdan bazı kimseler, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın ve­fatından sonra, benden on ikinci imamın ismini ve bulunduğu yeri sormamı istediler.

Bana cevap geldi ki: «Eğer onlara ismi söylerseniz, yayarlar. Yeri bilirlerse, başkalarına gösterirler.»[163]

3-(879) ...Reyyan b. Salt şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın Kâim (Mehdi aleyhisselâm) ile ilgili olarak sorulan bir soruya cevap verirken, şöyle dediğini duydum: «Onun cismi görülmez ve ismi de zikredilmez.»

4-(880) ...İbn Riâb, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Kâfirden başkası, Mehdi (aleyhisselâm)’ın adını zikretmez. »

79) GAYBET İLE İLGİLİ NADİR OLAYLAR BABI

l-(881) ...Mufaddal b. Ömer, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Kulların yüce Allah'a en yakın oldukları ve Allah'ın onlardan en çok razı olduğu zaman, Allah Celle ve Azze'nin hüccetinin aralarından ayrılıp kay­bolduğu, açıkça göremedikleri, yerini de bilemedikleri, buna rağmen yüce Allah'ın hüccetinin ve mîsakının geçersiz olmadığını, iptal edilmediğini bildikleri zamandır. O vakit, sabah-akşam kurtuluş beklentisi içinde olun.

Çünkü Allah'ın düşmanlarına en çok öfke duyduğu zaman, hüccetinin ortadan kaybolduğu ve kendilerine görünmediği, bununla beraber dostlarının, bu hususta hiç bir kuşkuya kapılmadıklarını bildiği zamandır. Eğer onların kuşkuya düşeceklerini bilirse, hüccetini bir göz açıp kapama anı kadar dahi kaybettirmez. İmam'ın ortaya çıkışı, ancak en kötü insanların zamanında gerçekleşir.»

2-(882) ...Ammar es-Sabbatî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: Bunlardan hangisi daha üstündür. "Bâtıl bir devletin egemenliği altında kendini gizlemek durumunda kalan Ehl-i Beyt'ten bir imamla beraber gizlice yerine getirilen ibadet mi?

Ehl-i Beyt'ten bir imamla birlikte hakkın ve hakka dayalı devletin açık olduğu bir zamanda yapılan ibadet mi?"

Buyurdu ki: «Ey Ammar! Gizlice verilen sadaka, Allah'a yemin ederim ki, açıktan verilen sadakadan daha hayırlıdır. Aynı şekilde, Allah'a yemin ederim ki, bâ­tıl bir devletin egemenliği altında, bâtıl devletin temsil ettiği düşmanlarınızdan kork­tuğunuz suskunluk döneminde, kendini gizlemek durumunda kalan imamınızla bera­ber gizlice yaptığınız ibadet, hak esasına dayalı devletin egemenliği altında, hakkın ve hak imamın açık olduğu bir dönemde, Allah'a yönelik olarak yerine getirilen iba­detten daha üstündür. Biliniz ki, sizden kim, düşmanından gizlendiği halde, farz bir namazı, vaktinde cemaatle kılsa ve bu namazı tamamlasa, Allah Azze ve Celle ona, cemaatle kılınan elli namazın sevabını yazar. Sizden kim, farz bir namazı, düşma­nından gizlenerek vaktinde kılıp tamamlasa, Allah ona, tek başına kılınan yirmi beş namazın sevabını yazar. Sizden kim, nafile bir namazı vaktinde kılsa ve tamamlasa Allah ona, on nafile namazın sevabını yazar. Sizden kim, bir iyilik yapsa, Allah Azze ve Celle, buna karşılık ona yirmi iyiliğin sevabını yazar. Allah Azze ve Celle, sizden mü'min olan birini, amellerini en güzel bir şekilde yerine getirdiği, imamı, dini ve canı hususunda takiyye ilkesini hayatına egemen kıldığı, diline hâkim olduğu sürece, onun ödülünü katbekat arttırır. Çünkü Allah Azze ve Celle cömerttir.»

Dedim ki: "Sana kurban olayım! Bende amel etme arzusunu uyandırdın ve be­ni ibadet etmeye teşvik ettin. Fakat şunu öğrenmek istiyorum. Aynı din üzere oldu­ğumuz halde, nasıl oluyor da bizler bu gün, işlediğimiz ameller itibariyle, Ehl-i Beyt­'ten zahir bir imamın yanında, hak esaslı devletin egemenliği altında amel edenler­den daha üstün olabiliyoruz?"     

Buyurdu ki: «Siz, gizlenmek durumunda kalan imamınızla beraber, düşman­larınızdan gizlenerek Allah'ın dinine girme, namaz kılma, oruç tutma, hacca gitme, her türlü hayrı işleme, dinde derin kavrayışa sahip olma ve Allah'a kulluk etmede, onları geçtiniz; imamınıza itaat ettiniz, onunla beraber zorluklara karşı sabrettiniz, hak ilkesine dayalı devletin beklentisi içine girdiniz, imamınız ve canınız hususunda zalim sultanlardan korktunuz. İmamınızın hakkının ve kendi haklarınızın zalimlerin elinde olduğunu gördünüz. Bütün bunlar, sizin için birer engeldir ve sizi zorunlu ola­rak ziraat yapmaya ve geçiminizi sağlamaya zorlamıştır. Bunun yanında dininize uy­ma, ibadetinizi yerine getirme ve imamınıza itaat etme hususunda, düşmanınızdan korktuğunuz halde büyük sabır gösterdiniz. Bu yüzden Allah Azze ve Celle, ödülü­nüzü katlayarak arttırdı. Ne mutlu size!»

Dedim ki: "Sana kurban olayım. Öyleyse, bugün senin imamlığının egemen­liği altında ve sana itaat ettiğimiz için, hak ve adaletin egemen olduğu devletin zamanında yaşayanlardan amel itibariyle üstün olduğumuz için, hakkın zahir olduğu zaman ortaya çıkan Kâim İmam'ın ashabından olmamızı istemez misin?"

Buyurdu ki: «Subhanallah! Allah Tebareke ve Tealâ'nın ülkelerde hak ve ada­leti üstün kılmasını, Müslümanları birleştirmesini, dağılan kalpleri kaynaştırmasını, dolayısıyla, Allah Azze ve Celle'nin arzında Allah Azze ve Celle'ye isyan edilme­yen, O'nun kulları için koyduğu sınırların gözetildiği bir düzenin kurulmasını sağla­masını istemez misiniz? Hakkın hak sahibine geri verildiği, hak ve hak ehlinin apa­çık ortaya çıktığı, hiç kimsenin hak hususunda hiçbir kuldan çekinmediği bir döne­min gelmesini arzu etmez misiniz? Allah'a yemin ederim ki, ey Ammar! Sizden, içinde bulunduğunuz bu hal üzere ölen hiç kimse yoktur ki, Allah katında Bedir ve Uhud şehitlerinin birçoğundan daha üstün olmasın. O halde, müjdeler olsun size!»

3-(883) ...Ebu Ishak şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın arkadaşlarından güvenilir bir kaç kişi, onun bir hutbesinde şöyle dediğini bana bildirdiler: «Allah'ım! Ben bili­yorum ki, ilmin bütünüyle kuşatılması ve temellerinin ortadan kaldırılması mümkün değildir.[164] Sen yeryüzünü, kullarına yol gösterecek hüccetten yoksun bırakmazsın. Bu hüccet ister açık; ama itaat edilmeyen, ister gizli ve hayatına kastedilmesinden dola­yı korkan bir durumda olsun. Ki senin hüccetin geçersiz olmasın ve hidayete erdir­dikten sonra dostların tekrar sapıklığa dönmesin. Fakat onlar, şimdi nerededirler ve kaç kişidirler? Onlar sayıca azdırlar; ama yüce Allah katında değerleri büyüktür. Din önderlerine ve hidâyet imamlarına tabi olurlar. Onların adablarıyla adablanır, onla­rın hareket metodlarını esas alan bir hayat tarzını sürdürürler.

Bundandır ki ilim, onları iman gerçekliğine iletir. Ruhları, ilim önderlerine olumlu karşılık verir. Başkalarına ağır gelen sözleri, onların kalplerini yumuşatır. Yalanlayanların ürktüğü ve aşırı gidenlerin burun kıvırdığı gerçeklere, onlar eğilim gösterirler. İşte onlar, âlimlerin yaranlarıdır. Allah Tebareke ve Teâlâ’ya itaat ve Al­lah'ın dostlarına uymak için dünya ehline eşlik ederler. Dinleri için ve düşmanlarının kötülüğünden korunmak için takiyye ilkesine uyarlar. Ruhları, yüceler âlemine asılı­dır. Onların âlimleri ve tabileri, zalimler devletinde dilsiz ve suskun olurlar. Hak esaslı devletin beklentisi içinde olurlar. Allah, yakında hakkı, sözleriyle gerçekleşti­recek ve bâtılı da ortadan kaldıracaktır.

"Peh! Peh! Ne mutlu onlara! Dinleri uğruna sabrettikleri için. Barış dönemin­de dinlerine dört elle sarıldıkları için. Devletleri kurulduğu zaman yüzlerini saran mutluluk çehresine iştiyak duymamak elde değildir. Yakında Allah, bizi ve onları, "Adn" cennetlerinde bir araya getirecektir. Babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanları da.»

80) GAYBET (Kayboluş) HAKKINDA BÂB

l-(884) ...Yeman b. Temmar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında oturuyorduk. Bize dedi ki:

«Bu işin sahibi (Mehdî aleyhisselâm), ortadan kaybolacaktır. O sırada bir kim­senin dinine sarılması, geven ağacını çıplak elle yolması kadar acı verir.»

Sonra, «İşte böyle.» dedi -İmam bu sırada eliyle manzarayı canlandırdı-: «Hanginiz geven ağacının dikenlerini elleriyle yolabilir?»

Ardından bir süre başını önüne eğdi, bir şeyden söz etmedi.

Sonra şöyle buyurdu: «Bu işin (imamet) sahibi, ortadan kaybolacaktır. Her kul, Allah'tan korksun ve dinine sarılsın.»

2-(885) ...Ali b. Cafer, kardeşi Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Yedincinin[165] beşinci oğlu[166] kaybolduğu zaman, Allah için dininize sarılın, hiç kimse sizi ondan ayırmayı başaramasın.

Oğulcuğum! Bu işin sahibi, mutlaka ortadan kaybolacaktır. Öyle ki, imamlık kurumuna inananlar bile bu inançlarından döneceklerdir. Bilin ki, İmam'ın kaybol­ması, bir sınama aracıdır. Allah Azze ve Celle, bununla kullarını sınar. Eğer babala­rınız ve atalarınız bundan daha doğru bir din bilselerdi, mutlaka ona uyarlardı.»

Dedim ki: Efendim, yedincinin beşinci oğlu kimdir?

Buyurdu ki: «Oğulcuğum! Akıllarınız bunu anlama hususunda yetersiz kalır, düşleriniz bunu taşıyamayacak kadar dar ve sınırlıdır. Fakat yaşarsanız, ona yetişir­siniz.»

3-(886) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«İfşa"[167] etmekten sakının. Allah'a yemin ederim ki, imamınız, şu dünyanızın za­manında yıllarca kaybolacaktır. Hatta insanlar, onun için:

"Öldü. Öldürüldü. Kim bilir hangi vadiye atıldı?" diyecekler.

Mü'minlerin gözleri, onun için yaş dökecektir. Sizler, denizde dalgalara tutul­muş gemiler gibi çalkalanıp duracaksınız. Allah'ın kendisinden mîsak aldığı, kalbine iman yazdığı ve kendinden bir ruhla desteklediği kimselerden başkası, bu dalgalar­dan selâmetle kurtulamayacaktır.

On iki bayrak dalgalanacaktır ki, bunlar birbirlerine o kadar benzeyeceklerdir ki, hangi bayrak kimin olduğu bilinmeyecektir.»

Bunun üzerine ağladım ve dedim ki: "Peki, ne yapalım?"

İmam avluya vuran güneşe baktı, sonra şöyle buyurdu: «Ey Ebu Abdullah! Şu güneşi görüyor musun?»

-"Evet" dedim.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, biz Ehl-i Beyt'in durumu, şu güneşten daha parlaktır.»

4-(887) ...Sedir es-Sayrafi şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Bu işin sahibi bir yönden Yusuf (aleyhisselâm)’a benzer.» Dedim ki: "Bana öyle geliyor ki sen, Yusuf un hayatını veya ortadan kaybolu­şunu hatırlatıyorsun."

Bana dedi ki: «Bu ümmetin domuz karakterlileri,[168] bunu nasıl inkâr edebilir­ler? Yusuf’un kardeşleri, peygamberlerin torunları ve oğullarıydılar. Yusuf’la birlikte ticaret yapıyor, alış veriş ediyorlardı. Onunla konuşuyorlardı. Onlar onun, o da onla­rın kardeşiydi. Buna rağmen: "Ben Yusuf’um, bu da benim kardeşimdir." (Yusuf, 90) demedikçe, onu tanıyamadılar. Ya şu lânetli ümmet,[169] Allah Azze ve Celle'nin, Yu­suf’a yaptığını, herhangi bir zamanda hüccetine yapmış olmasını neden inkâr ediyor? O Mısır'ın kralıydı. Onunla babası arasında on sekiz günlük bir mesafe vardı. Eğer yerini babasına bildirmek isteseydi, bunu yapabilirdi.

Yakub (aleyhisselâm) ve çocukları, Yusuf (aleyhisselâm)’ın müjdesini aldıktan sonra, çöldeki yerleşim birimlerinden Mısır'a, dokuz günde geldiler. Peki, şu ümmet, Allah'ın Yusuf (aleyhisselâm) yaptığı gibi, hüccetinin, çarşılarında gezdirmesini, ser­gilerinin üzerinde dolaştırmasını, bununla beraber onu tanıtmamasını, Yusuf (aley­hisselâm)’a izin vermedikçe kendini tanıtmaması gibi, onun da Allah'ın izni gelme­den kendini tanıtmamasını neden inkâr ediyorlar? Nitekim kardeşleri: "Yoksa dedi­ler, sen Yusuf musun? O: "Ben," dedi, "Yusuf'um." (Yûsuf, 90) demişti.»

5-(888) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «O genç, kıyam etmeden önce, ortadan kaybolacaktır.»

Dedim ki: Niçin?

Buyurdu ki: «Korkar.» -Sonra eliyle karnını gösterdi- «Karnını deşmelerin­den korkar.» Ardından şunları söyledi: "Ey Zurare! O, beklenendir. O, doğumundan kuşku duyulandır.

Kimileri: "Babası geride bir evlat bırakmadan öldü." diyecek;

Kimileri: "Babası vefat ederken anasının karnındaydı."

Kimisi de: "O, babasının ölümünden iki sene önce doğdu." diyeceklerdir.

Ve o, beklenendir. Fakat Allah Azze ve Celle, Şiîleri sınamak istemektedir. İşte bu noktada bâtıl taraftarları, kuşkuya düşerler, ey Zurare!»

Dedim ki: Kurban olduğum, eğer bu zamana yetişirsem, nasıl amel edeyim?

Buyurdu ki: «Ey Zurare! O zamana yetişirsen şöyle dua et: «Allah'ım! Bana kendini tanıt. Çünkü bana kendini tanıtmazsan, nebini tanıyamam. Allah'ım! Bana resulünü tanıt. Eğer resulünü bana tanıtmazsan, hüccetini tanıyamam. Allah'ım! Ba­na hüccetini tanıt. Eğer hüccetini bana tanıtmazsan, dinimden saparım.»

Sonra şöyle dedi: «Ey Zurare! Gencin Medine'de öldürülmesi kaçınılmazdır.»

Dedim ki: Onu Süryanîler ordusu öldürmeyecek midir?

Buyurdu ki: «Hayır. Fakat onu falan oğulları ordusu öldürecektir. Bunlar ge­lip Medine'ye girecek ve o genci yakalayıp öldüreceklerdir. Onu düşmanca ve hak­sız yere öldürmelerinden dolayı da kendilerine artık mühlet verilmeyecektir. İşte o zaman, kurtuluş umudu belirecektir inşaallah.»

6-(889) ...Ubeyd b. Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «İnsanlar, imamlarını kaybedeceklerdir. İmam, hac mevsiminde hazır buluna­cak, insanları görecek; ama onlar İmam'ı göremeyeceklerdir.»

7-(890) ...Esbağ b. Nübate şöyle rivayet etmiş:

Bir ara Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın yanına geldim, gör­düm ki İmam düşüncelidir ve toprağa bir şeyler çiziktiriyor.

Dedim ki: "Ya Emir'ül-Mü'minin! Seni düşünceli görüyorum toprağa bir şey­ler çiziktiriyorsun, bunun sebebi nedir? Yoksa dünya halifeliğini mi arzuluyorsun?"

Buyurdu ki: «Hayır, vallahi. Ne dünya halifeliğini arzuluyorum, ne de dünyayı bir tek gün istedim. Fakat on birinci kuşaktan, benim soyumdan gelecek oğlumu dü­şünüyorum. O, zulüm ve zorbalıkla dolan dünyayı hak ve adaletle dolduracak olan Mehdî'dir. Onun, hayreti ve gaybeti olacaktır.[170] O zamanki insanların bir kısmı sapa­cak, bir kısmı da hidâyete ereceklerdir.»

Dedim ki: Ey Emir'ül-Mü'minin! Onun, hayret ve gaybet süresi ne kadar ola­caktır?

Buyurdu ki: «Altı gün veya altı ay yâda altı sene... (ya da daha fazla).»

Dedim ki: Bunlar olacak mı?

Buyurdu ki: «Evet, onun yaratılmış olması kesin olduğu gibi, gaybet ve hay­reti de kesindir. Fakat ey Esbağ, bundan sana ne? Onlar, peygamber sülalesinin en iyileriyle beraber olan, bu ümmetin en hayırlılarıdır.»

Dedim ki: Bundan sonra ne olacak?

Buyurdu ki: «Sonra Allah, dilediğini yapar. Allah, hükümlerinde değişiklikler yapar, irade eder, hedefler ve nihayetler öngörür.»

8-(891) ...Maruf b. Harrabuz, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Biz, gökteki yıldızlar gibiyiz. Bir yıldız battığında bir başkası doğar. Ne zaman ki İmam'ı parmaklarınızla gösterip kafanızla işaret ettiniz, o zaman Allah, yıldızınızı batırır. Abdulmuttalip oğulları, eşit hale gelirler. Kimin imam ol­duğu, kimin de olmadığı bilinemez. Yıldızınız doğduğu zaman, Allah'a hamd edin.»

9-(892) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Kâim (Mehdî aleyhisselâm) ortaya çıkmadan önce, ortadan kaybolacaktır.»

- "Niçin?" dedim.                                                             

Buyurdu ki: «Korkacaktır -eliyle karnını göstererek- öldürülmekten korka­caktır.»

10-(893) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Eğer bu işin sahibi (Mehdî aleyhisselâm)’ın kaybolduğuyla ilgili bir haber size gelirse, inkâr etmeyin.»

11-(894) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum. Evde onunla beraber başka insanlarda vardı. Öyle ki, konuşmasının başkalarına yönelik olduğunu sandım.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, bu işin sahibi, aranızdan kaybolacak, adı sanı duyulmayacak. Öyle ki onun için: "Öldü, Helak oldu. Kim bilir nerededir?" denecek. Denizde dalgaların çalkaladığı gemilere döneceksiniz. Allah'ın mîsak aldı­ğı, kalbine imanı yazdığı ve kendinden bir ruhla desteklediği kimselerin dışında hiç kimse, kurtulamayacaktır.

Birbirine benzeyen on iki bayrak dalgalanacak. Hiçbiri diğerinden ayırt edilemeyecektir.» Bunun üzerine ağladım.

Bana dedi ki: «Niye ağlıyorsun, ey Ebu Abdullah?»

Dedim ki: "Nasıl ağlamayayım? Sen diyorsun ki, on iki bayrak dalgalanacak ve bunların hiç biri diğerinden ayırt edilemeyecektir." İmam'ın meclisinin tavanında bir delik vardı ve oradan içeriye, güneşin ışıkları sızıyordu.

Buyurdu ki: «Bu güneş açık mıdır?»

-   "Evet" dedim.

-   «Bizim imamlığımız, bu güneş gibi aşikârdır.» dedi.

12-(895) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Kâim (Mehdi aleyhisselâm) iki defa kaybolacaktır. Bu kayboluşların birinde (gaybeti kübra) hacda bulunur. İnsanları görür; ama insanlar onu göremez.»[171]

13-(896) ...Ebu İshak es-Sebi'î, Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselam)’ın güvenilir arkadaşlarından birinden, Emir'ül-Mü'minin'in Küfe minberinden şu sözleri söylediğini ve onun da bu sözleri ezberlediğini rivayet etmiştir:

«Allah'ım! Senin arzında, hüccetlerinin olması kaçınılmazdır. Bu hüccetler, birbiri ardında kullarına gelirler. Onları senin dinine iletir, ilmini onlara öğretirler. Ki senin dostlarına, velîlerine uyanlar dağılmasınlar. Açık; fakat itaat edilmeyen ve­ya gizli ve gelmesi beklenen velîlerine... Şayet bu velîlerinin şahısları barış zamanında kaybolmuş olsa da, köklü ve yaygın ilimleri insanlar arasında kaybolmaya­caktır. Onların adapları, mü'minlerin kalplerine kök salmıştır. Onlar, bu adaplara gö­re amel ederler.»

Başka bir yerde, bu hutbenin devamı olarak, Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm) şöyle demiştir: «Ancak, onların adaplarına göre amel etme alışkanlığı ne kadar az insan tarafından uygulanmaktadır. Bu yüzden ilmin taşıyıcıları ve koruyucuları ol­mayınca, âlimleri dinleyenler bulunmayınca ve âlimlerin söylediklerini tasdik eden kimse olmayınca, ilim tamamen ortadan kalkar.

Fakat Allah'ım! Ben biliyorum ki ilmin bütünüyle kuşatılması ve temellerinin ortadan kaldırılması mümkün değildir. Sen yeryüzünü, kullarına yol gösterecek hüc­cetten yoksun bırakmazsın. Bu hüccet, ister açık; ama itaat edilmeyen, ister gizli ve hayatına kastedilmesinden dolayı korkan bir durumda olsun. Ki senin hüccetin, ge­çersiz olmasın ve hidayete erdirdikten sonra, dostların tekrar sapıklığa dönmesin. Fakat onlar, şimdi nerededirler ve kaç kişidirler? Onlar sayıca azdırlar; ama Allah katında değerleri büyüktür.[172]»

14-(897) ...Ali b. Cafer, kardeşi Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’dan "De ki: Su­yunuz çekiliverirse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" (Mülk, 30) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«İmamınız kaybolduğu zaman, size kim yeni bir imam getirecektir?»

15-(898) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «İmamını­zın kaybolduğuna ilişkin bir haber size iletilirse, bunu inkâr etmeyin.»

16-(899) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Bu işin sahibi (Mehdî aleyhisselâm)’ın kaybolması kaçınılmazdır. Kayboluşu sırasında, bir köşeye çekilmesi kaçınılmazdır. Köşesine çekildiği menzil, ne güzel bir yerdir. Otuz kişinin arasında olmak, yalnızlık değildir.»[173]

17-(900) ...Eban b. Tağlib'den şöyle rivayet edilmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:

«İki Mescid[174] arasında şiddetli bir olay meydana geldiği zaman, ilim; deliğine çekilen bir yılan gibi gizlendiği, Şiîler; ihtilaf edip birbirlerini yalancılıkla suçladık­ları, birbirlerinin yüzüne tükürdükleri zaman, halin nice olacak.»

Dedim ki: Sana kurban olayım, bunda bir hayır yoktur.

Bana dedi ki: «Bu bütünüyle hayırdır.»[175] Bu sözü üç kere tekrarladı.

18-(901) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Mehdî (aleyhisselâm), kâim olmadan kaybolacaktır. Çünkü korkacaktır.» İmam eliyle karnını göstererek, onun öldürülmekten korkacağını gösterdi.

19-(902) ...İshak b. Ammar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Kâim (aleyhisselâm), iki defa kaybolacaktır. Bunlardan biri, kısa sürecektir. Diğeri ise uzun sürecektir. Birinci kayboluşunda nerede olduğunu, Şia'sından bazı özel kimselerden başkası bilemeye­cektir. Diğerinde ise çok özel dostlarından başka hiç kimse yerini bilemeyecektir.»

20-(903) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Bu işin sahibi, iki defa kaybolacaktır. Birincisinde, tekrar ailesine geri döne­cek, diğerinde ise: "Helak oldu Kim bilir hangi vadiye gitti?" denecektir.» Dedim ki: "Bu olay meydana geldiği zaman, nasıl yapalım?" Buyurdu ki: «Biri çıkıp Kâim Mehdî (aleyhisselâm) olduğunu iddia ederse, ona bazı sorular sorun, eğer onun gibi cevap veremezse, yalancıdır.»

21-(904) ...Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve ona dedim ki:

"Bu işin sahibi (Mehdî aleyhisselâm), sen misin?"

-   «Hayır.» dedi.

-   "Oğlun mu?" dedim.

-   «Hayır.» dedi.

-   "Oğlunun oğlu mu?" diye sordum.

-   «Hayır.» dedi.

-   "Oğlunun oğlunun oğlu mu?" dedim.

-   «Hayır.» dedi.

-   Peki, kimdir?

Dedi ki: «Zulüm ve zorbalıkla dolan dünyayı, adaletle dolduracak ve imamla­rın ardmm kesildiği bir zamanda ortaya çıkacak kimsedir. Tıpkı Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Resullerin arkasının kesildiği bir dönemde ortaya çıkmış olma­sı gibi.»

22-(905) ...Ümmihanî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer Muhammed b. Ali (aleyhisselâm)’dan "Artık andolsun dönüp kaybolan, doğup yürüyen ve burçlarına gi­ren yıldızlara. " (Tekvir, 15-16) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«İmam, iki yüz altmış tarihinde kaybolur, sonra parlak bir yıldız gibi ortaya çı­kar ve koyu karanlık geceyi aydınlatır. Onun zamanına yetişirsen, gözün aydın olur.»

23-(906) ...Hasan b. Rebi el-Hemdanî şöyle rivayet etmiştir:

Bize Muhammed b. İshak anlattı, ona Useyd b. Salebe anlatmış, o da Ümmühani'nin şöyle dediğini duymuş: Ebu Cafer Muhammed b. Ali (aleyhisselâm)'la karşılaştım ve ona: "Artık and olsun dönüp kaybolan, doğup yürüyen ve burçlarına giren yıldızlara..." (Tekvir, 15-16) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Batıp giden yıldızlardan maksat, İmam'dır. Zamanındaki insan­lar, iki yüz altmış tarihinden itibaren onu kaybederler, sonra karanlık bir gecede par­layan bir yıldız gibi ortaya çıkar. Onun zamanına yetişirsen, gözün aydın olur.»

24-(907) ...Eyyüb b. Nuh, Ebu'l-Hasan es-Salis (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Önderiniz aranızdan kaldırıldığı zaman, ayaklarınızın al­tından bir çıkış yolunu, kurtuluşu bekleyiniz.»[176]

25-(908) ...Eyyüb b. Nuh şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki: "Ben, sizin emir sa­hibi olacağınızı ve Allah'ın bu yetkiyi, kılıç kullanmadan size vereceğini umuyorum. Çünkü şu anda sana bîat edilmiş[177] senin adına para basılmıştır."

Buyurdu ki: «Biz Ehl-i Beyt'ten hiçbir imam yoktur ki, onun hakkında yazış­malar olsun, insanlar onu parmaklarıyla göstersin, ona sorular sorulsun ve ona mal­lar (humus vs) verilsin de, ona bir suikast düzenlenmesin veya yatağında (zehirlenerek) ölmesin. Derken Allah, biz Ehl-i Beyt'ten bir genç gönderecektir de, onun doğumu ve büyüdüğü yer, gizli tutulacaktır. Ancak nesebi gizli olmayacaktır.»

26-(909) ...Abdullah b. Ata şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhamed Bakır Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: Irak'ta senin taraftarın olan insanlar çoktur. Allah'a yemin ederim ki, Ehl-i Beyt'ten senin gibi taraftarı çok olan başka bir imam yoktur. Böyleyken niçin mevcut yönetime isyan etmiyorsun?

Buyurdu ki: «Ey Abdullah b. Ata! Sen kulaklarını akılsızların sözlerine açı­yorsun. Evet, vallahi ben sizin arkadaşınız (beklediğiniz Mehdi) değilim.»

Dedim ki: Öyleyse bizim arkadaşımız kimdir?

Buyurdu ki: «Doğumu insanlarca bilinmeyeni bekleyin. Odur sizin (beklenen) imamınız. Çünkü biz Ehl-i Beyt'ten parmakla gösterilen, insanların diline düşen hiç kimse yoktur ki, kinle öldürülmüş olmasın veya burnu yere sürtülerek öldürülmesin»

27-(910) ...Hişam b. Salim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Kâim İmam ortaya çıktığı zaman, hiç kimsenin onun boynunda bir ahdi, bir akdi ve biati olmaz.»

28-(911) ...Mansur, kendisine anlatan birinden şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Bir günün sabahında ve­ya akşamında uyacağım bir imam bulamadığım zaman ne yapayım?"

Buyurdu ki: «Kimi seviyorsan onu sevmeye ve kime buğzediyorsan ona da buğzetmeye devam et.[178] Ta ki Allah Azze ve Celle, imam'ı zahir edinceye kadar.»

29-(912) ...Zurare b. A'yen anlatmış ki:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle buyurdu: «Genç imamın kaybolması kaçınılmazdır.»

- "Niçin?" dedim.                                              

Buyurdu ki: «Korkar -karnını göstererek- o, beklenen imamdır. O, insanların doğup doğmadığından kuşku duydukları kimsedir.

Bazıları, "Annesi ona hamileyken babası ölmüş." derler.

Bazısı, "Babası öldüğünde geride evlat bırakmadı." derler.

Bazısı ise "Babasının ölümünden iki yıl önce doğdu." derler.»

Dedim ki: O zamana yetişirsem, nasıl davranmamı emredersin?

Buyurdu ki: «Allah'a şöyle dua et: Allah'ım! Bana kendini tanıt. Eğer bana kendini tanıtmazsan, seni tanıyamam. Allah'ım! Bana nebini tanıt. Eğer bana nebini tanıtmazsan, onu hiçbir zaman tanıyamam. Allah'ım! Bana hüccetini tanıt, eğer bana hüccetini tanıtmazsan, dinimden saparım.»

Ravilerden Ahmed b. Hilal der ki: Bu hadisi Mehdi (aleyhisselâm)’ın doğumun­dan elli altı sene önce duymuştum.

30-(913) ...Mufaddal b. Ömer, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan "Sur'a üfürüldüğü zaman." (Müddessir, 8) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Biz Ehl-i Beyt'ten muzaffer ve gizli bir imam çıkacaktır. Allah, onun ortaya çıkmasını dilediği zaman, onun kalbine ilham verir. Bunun üzerine ortaya çıkar ve Allah Tebareke ve Tealâ'nın emriyle imamlık emanet ve tebliğini üstlenir.»

3 l-(914) ...Muhammed b. Farac şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) bana şöyle yazdı: «Allah Tebareke ve Teâlâ, kullarına gazablandığı zaman, biz Ehl-i Beyt'i onlardan uzaklaştırır.»[179]

81) İMAMLIK İDDİALARININ GERÇEĞİNİ SAHTESİNDEN AYIRAN KRİ­TER BABI

1-(915) ...Muhammed b. Ali, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Talha ve Zübeyr, Abdulkays kabilesine mensup, Hidaş isimli bir adamı elçi olarak Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)'a gönderdiler. Adamı gön­dermeden önce ona dediler ki: "Seni öyle bir adama gönderiyoruz ki, uzun yıllardan beri, onun ve ailesinin sihir ve kehanetle uğraştıklarını biliyoruz. Sen, çevremizde bulunan kimseler içinde, onun bu özelliğinin etkisine girmeme hususunda en çok güvendiğimiz bir kimsesin. Bu hususta, kendimizden bile daha fazla sana güveniyoruz.

Bu nedenle, bizim adımıza onunla tartış. Gerçeği ortaya çıkarıncaya kadar ayak diret. Bil ki, onun iddiaları herkesinkinden fazladır. Sakın iddiaları senin diren­cini kırmasın. İnsanları aldatmak için kullandığı yöntemler arasında, yedirme içirme, bal ve yağ ısmarlama ve insanlarla baş başa kalma yer alır. Yiyeceğinden yeme, içe­ceğinden içme, balına ve yağma el uzatma, onunla baş başa kalma. Onun bu tür öneri­lerinin tümünden sakın ve Allah'ın bereketi üzere yol al. Onu gördüğün zaman "suhre" (A'raf, 54) âyetini oku. Onun hilesinden ve şeytanın tuzağından Allah'a sığın. Ya­nına oturduğun zaman, gözlerini bütünüyle onun üzerine dikme, onunla kaynaşma.

Sonra ona deki: Dinde kardeşlerin ve akrabalıkta amca çocukların, seni ye­mine veriyorlar ki, akrabalık bağlarını kesmeyesin ve sana diyorlar ki: Bilmez misin ki, biz senin lehine olmak üzere insanları terk ettik, sırf senin yanında yer aldığımız için aşiretlerimize ters düştük. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin vefat ettiği andan itibaren senin yanında yer aldık. Ama şimdi sen, küçük bir makamı elde ettin diye, bizim saygınlığımızı zayi ettin ve ümidimizi kırdın. Ayrıca senden uzak olma­mıza ve senin egemen olduğun şehirlerin genişliğine rağmen, bizim yaptıklarımızı ve senin karşındaki gücümüzü de gözlemledin. Seni bizden ve bizim akrabalık bağ­larımızdan uzaklaştıran kimselerin, sana dokundurdukları fayda, bizim sana yönelik faydamızdan daha azdır. Artık iki gözü olanlar için, sabah apaçık ortadadır.

Duyduğumuz kadarıyla bizim onurumuza dil uzatmış, bize beddua etmişsin.


Bunu niçin yaptın? Biz seni Arapların en yiğitlerinden bilirdik. Yoksa sen, bize lanet etmeyi kendin için bir din mi edindin? Böyle davranmakla direncimizi kıracağını mı düşünüyorsun?"

Hidaş, Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın yanına geldiği za­man, Talha ve Zübeyr'in tenbih ettikleri gibi hareket etti.

Ali (aleyhisselâm), onun kendi kendine bir şeyler söylediğini görünce güldü ve kendisine yakın bir yeri göstererek, «Ey Abdulkays'ın kardeşi! Şuraya otur.» dedi.

Adam: "Yer geniştir." dedi. "Sana bir mesaj iletmek istiyorum."

Ali (aleyhisselâm) dedi ki: «Bir şeyler ye, iç, giysiler giyin, yağ sürün. Sonra mesajını iletirsin. Kalk ey Kanber! Onun yerleşmesine yardımcı ol.»

Adam dedi ki: "Senin bu söylediklerine ihtiyacım yoktur."

Ali (aleyhisselâm): «Seninle yalnız kalalım.» dedi.

Adam: "Her sır, benim için açıktır." dedi.

Ali (aleyhisselâm) dedi ki: «Sana, kendinden daha yakın olan, seninle kalbin arasına giren, gözlerin hainliğini ve göğüslerin hangi düşünceleri sakladığını bilen Allah adına seni yemine veriyorum, sana yaptığım bu önerileri daha önce Zübeyr sa­na söylemedi mi?»                                                       

Adam dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki evet, söylediğin gibi oldu."

Ali (aleyhisselâm) dedi ki: «Sana sorduklarıma doğru cevap vermezsen, gözü­nü açıp kapayamayasın. Seni Allah adına yemine veriyorum. Zübeyr, bana geldiğin zaman söylemen için sana bazı sözler öğretti mi?»

-   "Evet." dedi.

-   «Suhre âyetini mi?» diye sordu. Adam: "Evet." dedi.

Ali (aleyhisselâm): «Oku.» dedi.

Adam okudu imam Ali'de tekrarladı. Bir yandan adamın baştan okumasını sağ­lıyor, bir yandan da yanlışlarını düzeltiyordu. Böylece, yetmiş[180] kere okumuş oldu.

Adam dedi ki: Hayret! Emir'ül-müminin, bu âyeti neden yetmiş kere okudu?

Ali (aleyhisselâm): «Kalbinin mutmain olduğunu hissediyor musun?» dedi.

Adam: "Evet." dedi. "Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, öy­ledir."

-«Sana ne söylediler?» diye sordu. Adam, onların söylediklerini anlattı.

-Ali (aleyhisselâm) dedi ki: «Onlara de ki: Aleyhinize kanıt olarak sizin söyle­dikleriniz kâfidir. Ne var ki, Allah, zâlimleri doğru yola iletmez. Benim, dinde kar­deşlerim ve soyda amcamın çocukları olduklarınızı iddia ediyorsunuz. Soy birliği­mizi inkâr edecek değilim -gerçi Allah'ın İslâm'la birleştirdiği bağların dışındaki ak­rabalık bağlarının tümü koparılmıştır- "Dinde kardeşlerim" olduğunuza ilişkin sözü­nüze gelince, eğer doğru söylüyorsanız, şunu bilin ki, Allah Azze ve Celle'nin kita­bından ayrıldınız. Dinde kardeşiniz olan bana karşı yaptığınız işlerle, Allah'ın emri­ne isyan etmiş oldunuz. Aksi takdirde yalan söylemiş, benim, dinde kardeşlerim olduğunuza ilişkin sözleriniz bir iftira olarak belirginleşmiş olur.

Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin vefatından itibaren, insanlardan ay­rıldığınıza gelince, eğer bu davranışınız hak ise o zaman, sonunda benden ayrılmış olmakla bu hakka aykırı hareket etmiş oldunuz. Yok eğer onlardan bâtıl üzere ayrıldıysanız, bu sefer yaptığınız olayın sorumluluğu ile birlikte bâtılın vebali de sizin omuzlarınızdadır. Kaldı ki, bana biat edip diğer insanlara muhalefet etmeniz de ta­mamen sizin de belirttiğiniz gibi dünya çıkarma yönelik beklentilerinizden kaynak­lanıyordu. Kendiniz söylüyorsunuz: "ümidimizi kırdın" diye. Allah'a hamd olsun, di­nimden dolayı her hangi bir hususta beni ayıplayamıyorsunuz. Şimdi beni, sizinle bağlarımı kesmeye iten sebebe gelelim. Sizi haktan uzaklaştırıp, tıpkı serkeş bir hay­vanın dizginini parçalaması gibi onu boynunuzdan çıkarmanız, benim sizinle bağla­rımı koparmama neden oldu. Allah, benim Rabbimdir ve Ona hiçbir şeyi ortak koş­mam. Bu yüzden sakın, daha az yarar sağlayan ve savunma bakımından daha zayıf olan birilerini bize tercih ettin şeklinde ifadeler kullanmayın.

O zaman münafıklık niteliğiyle beraber şirk niteliğini de haketmiş olursunuz. Şimdi benim, Arapların en cesur savaşçılarından biri olmama ve sizin, benim lane­timden ve bedduamdan kaçmanız meselesine gelelim. Her makama uygun bir davra­nış şekli vardır. Mızraklar dört bir yandan vızır vızır uçuşurlarken, atların yeleleri dalga dalga kıvrılırken, sizinse ciğerleriniz korkudan şişerken, ben, Allah'ın bahşetti­ği sarsılmaz kalbimle, bütün bunlara göğüs gerdim. Eğer benim size beddua etmem, sizi rahatsız ediyorsa, endişe etmenize gerek yok; çünkü sonuçta sizin iddia ettiğiniz gibi büyücü bir aileden gelen büyücü bir adam, beddua etmiş oluyor. Allah'ım! Eğer Talha ve Zübeyr bana haksızlık ettilerse, bana iftira attılarsa, şahitliklerini gizleyip, benim hakkımda sana ve Resulüne muhalefet ettilerse, Zübeyr'i öldürülmenin en kö­tüsüyle öldür, kanının sapıklık üzere dökülmesini sağla. Talha'ya alçaklığı, zilleti tattır. Ahirette ise bunlardan daha ağır bir azabı hazırla. Âmin, de.» Hidaş: "Âmin." dedi.

Sonra Hidaş, kendi kendine şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, kendisine karşı yapılan yanlışlıkları, seninkinden daha açık bir şekilde yansıtan bir başka sakal görmedim bu güne kadar. Ben, şu anda bir kısmı bir kısmını çürüten bir mesajın taşıyıcısıyım. Allah, böyle bir mesajın doğru tarafının olmadığını göstermiştir. Ben, onlardan uzaklaşıp Allah'a sığınıyorum."

İmam Ali ona dedi ki: «Onların yanına git ve bu sözlerimi onlara bildir.»

-Adam: "Hayır." dedi. "Allah'a, beni en kısa zamanda sana geri döndürmesi ve rızasını kazanmaya muvaffak etmesi için dua etmediğin sürece gitmem."

İmam Ali onun için dua etti. Çok geçmeden adam geri döndü ve Cemel sava­şında İmam Ali'nin ordusunun saflarında çarpışırken öldürüldü. Allah rahmet etsin.»


2-(916) ...Rafi' b. Seleme şöyle rivayet etmiştir:

Nehrevan savaşında Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)’ın yanında oturuyordum. O sırada bir atlı geldi ve: "Esselâmu aleyke ya Ali." dedi.

Ali (aleyhisselâm): «Ve aleykesselâm. Ne oldu sana? -Anan yasını tutasıca- Niçin bana Emir'ül-Mü'minin diye selâm vermedin ki?»

Adam dedi ki: "Bunun sebebini sana anlatacağım. Sen hak üzereyken, "Sıffın" de seninle beraberdim. Sen hakem olayını kabul edince, seninle her türlü dostluk bağlarımı kestim ve seni müşrik olarak nitelendirdim. Artık velayetin kimde olduğu­nu, kimi "veli" edineceğimi bilemez oldum. Allah'a yemin ederim ki, senin sapıklık üzere olmandansa hidâyet üzere olmanı bilmek, benim için bütün dünyadan ve için­deki her şeyden daha değerlidir."

-Ali (aleyhisselâm), ona dedi ki: «Anan yasını tutasıca. Az dur yanımda. Sana, sapıklık" alâmetleriyle hidâyet alâmetlerinin neler olduklarını göstereyim.»

Adam orada, Ali (aleyhisselâm)’a yakın bir yerde durdu. Öylece dururken bir­den bir atlı hızla yaklaştı. Ali (aleyhisselâm)’ın yanına gelince:

"Ey Mü'minlerin Emiri! Sana fethi müjdeliyorum. Allah gözünü aydın etsin. Allah'a yemin ederim ki, düşmanların tümü öldürüldü."

Ali (aleyhisselâm): «Nehrin aşağısında mı yoksa öte tarafında mı?» diye sordu.

Adam: "Aşağısında" deyince,                       

Ali (aleyhisselâm): «Yalan söylüyorsun. "Tane"yi yaran ve canlıları yaratan Allah'a yemin ederim ki, onlar nehri geçmeden öldürüleceklerdir.»

Adam: "İmam Ali'yi daha bir dikkatle izleme gereğini duydum." diye içinden geçirdi. Sonra bir adam daha atının sırtında hızla geldi ve buna benzer bir şey söyle­di ve Emir'ül-Mü'minin, önceki adama verdiği cevabın aynısıyla onu da geri çevirdi.

Kuşkular içinde bocalayan adam, dedi ki: "Bu olay karşısında İmam Ali'ye bir hamle yapıp başını koparmak istedim."

Sonra iki atlı hızla geldiler. Atları ter içinde kalmıştı. Dediler ki: "Allah, göz­lerini aydın etsin. Ey Mü'minlerin Emiri! Sana zaferi müjdeliyoruz. Allah'a yemin ederiz ki, düşmanın tümü öldürüldü."

İmam Ali: «Nehrin karşı tarafında mı yoksa aşağısında mı?» diye sordu.

Onlar: "Hayır, karşısında. Onlar atlarını Nehrevan'ı geçmek üzere sürdüler. Fakat su, atlarının yelelerine kadar yükselince, geri dönmek zorunda kaldılar ve bu­nun sonucunda, ağır yenilgiyi tattılar.

Emir'ül-Mü'minin dedi ki: «Doğru söylüyorsunuz.»

Bunu duyan kuşkucu adam, atından indi ve Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın ellerini ve ayaklarını öpmeye başladı.

Ali (aleyhisselâm) ona dedi ki: «İşte bu, senin için bir işarettir.»

3-(917) ...Hababe el-Valibiyye şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm)'ı bir grup öncü askerin bulun­duğu yerde gördüm. Elinde, iki başlı bir kırbaç vardı. Onunla, pulsuz balık, yılanbalığı ve zimar balığı satanları kırbaçlıyordu. Bir yandan da şöyle diyordu: «Ey İsrailoğullarından ve Mervan oğulları askerlerinden meshedilen balıkları satanlar!»

Furat b. Ahnef, atıldı ve dedi ki: "Ey Emir'ül-Mü'minin, Mervan oğulları as­kerleri, ne demek?"

Ali (aleyhisselâm) ona dedi ki: «Bunlar, sakallarını kazıtıp bıyıklarını buran bir kavimdir. Allah da onları bu balıklara dönüştürdü.»

Ondan daha güzel konuşan birini görmemiştim. Sonra onu hep izledim. Dur­madan arkasından gittim. Sonra beni, mescidin geniş alanında oturttu. Ona dedim ki:

"Ey Mü'minlerin Emiri, Allah sana rahmet etsin. İmamlığın kanıtı nedir?"

Buyurdu ki -Çakıl taşlarını göstererek- «Şu çakıl taşlarını getir.»

Çakılları getirdim. Bunlara mühür bastı. Sonra bana dedi ki: «Ey Hababe! Bir kimse imamlık iddiasında bulunduğu zaman, eğer gördüğün gibi bu taşlara mühür basabiliyorsa, bil ki o, itaat edilmesi zorunlu olan imamdır. Çünkü imam olan bir kimseye, istediği bir şey gizli kalmaz.»

Oradan ayrıldım. Sonra Ali (aleyhisselâm) vefat edince Hasan (aleyhisselâm)’ın yanına geldim. Hasan (aleyhisselâm), Emir'ül-Mü'minin'in mescidinde oturuyordu ve insanlar ona bir şeyler soruyorlardı.

Dedi ki: «Ey Valibiyeli Hababe!»

-"Buyur" dedim, "efendim!"

-«Yanında olan şeyi getir.» dedi.

Çakıl taşlarını getirdim, Emir'ül-Mü'minin'in yaptığı gibi onlara mühür bastı. Daha sonra onları, Hüseyin (aleyhisselâm)’ın yanına götürdüm. Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve âlihi) mescidinde oturuyordu. Beni yanına çağırdı ve «Hoş geldin.» dedi.

Sonra bana dedi ki: «İmamlığın kanıtları arasında, senin istediğin şey de var­dır. İmamlığın kanıtını istiyor musun?»

-   "Evet, efendim" dedim.

-   «Öyleyse yanındakini getir.» dedi.

Çakıl taşlarını ona verdim. Benim için onların üzerine mühür bastı. Daha son­ra Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın yanına geldim. O zaman yaşım, epey ilerlemişti. Yaşlılıktan titriyordum. Yüz on üç yaşındaydım. Onu rukûda, secdede, ibadetle meş­gulken gördüm. Bu yüzden imamlığın kanıtını göremeyeceğim diye, karamsarlığa düştüm. Bana parmağıyla işaret ederek, durmamı istedi. Adeta gençleştim.

Dedim ki: Efendim, dünyanın ömrü ne kadar geçmiş ve ne kadarı kalmıştır?

Buyurdu ki: «Geçen ömrünü söylemek mümkündür; fakat kalan ömrünü kimse söyleyemez.»

Sonra bana dedi ki: «Yanındakini getir.»

Ona çakıl taşlarını verdim. Onlara mühür bastı. Daha sonra Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a getirdim, onlara mühür bastı. Ardından Ebu Abdullah (aleyhisselam)'a getir­dim, onlara mühür bastı. Ondan sonra Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm)’a getirdim, o da benim için onlara mühür bastı. Sonra İmam Rıza (aleyhisselâm)’ın yanına getirdim ve o da benim için bu çakıl taşlarına mühür bastı. Muhammed b. Hişam'ın anlattığı­na göre Hababe, bundan sonra dokuz ay daha yaşadı.

4-(918) ...Ebu Haşim Davud b. Kasım el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın yanındaydım. Yemenli bir ada­mın içeri girmesi için, izin istendi. Şişman, uzun boylu ve iri yarı bir adam içeri gir­di. Velayet niteliğini anarak İmam'a selam verdi:

"Esselâmu aleyke ya velîyyallah." dedi.

İmam da selâmını alarak karşılık verdi ve oturmasını istedi.

Adam, bana yapışık bir şekilde oturdu. Kendi kendime dedim ki: "Keşke bu­nun, kim olduğunu bilseydim."

Ebu Muhammed (aleyhisselâm) dedi ki: «Bu, atalarımın mühürlerini basarak mühürledikleri çakıl taşlarının sahibi olan, bedevinin soyundan gelen bir adamdır. Şimdi bu çakıl taşlarını beraberinde getirmiş, onları benim mühürlememi istemekte­dir.» Sonra adama döndü ve: «Onları getir bakalım.» dedi.

Adam çakıl taşlarını çıkardı. Bir tarafları boştu. Ebu Muhammed (aleyhisse­lâm), onları aldı, mührünü çıkardı ve üzerlerine bastı. Böylece boş tarafları da mühür­lenmiş oldu. Şu anda İmam'ın bastığı mührü görür gibiyim. (Mühür:) "Hasan b. Ali."

Yemenli adama dedim ki: "Sen bundan önce İmam'ı görmüş müydün?"

Dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, onu hiç görmemiştim. Uzun süreden beri onu görmek istiyordum. Ta ki bir saat öncesine kadar."

Bir genç, bana geldi ve: "Kalk, içeri gir." dedi.

"Ben de içeri girdim."

Sonra Yemenli adam kalktı. Bir yandan da şunları söylüyordu: "Allah'ın rah­meti ve bereketi üzerinize olsun, ey Ehl-i Beyt. Bazınız, bazınızın soyundan gelmiş­siniz. Allah'a şahitlik ederim ki, sizin hakkınızı gözetmek, tıpkı Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’ın ve ondan sonraki bütün İmamların hakları gibi farzdır."

Sonra gitti, onu bir daha hiç görmedim.

İshak der ki: Ebu Haşim el-Caferî şöyle dedi: "Ben, Yemenli adamın adını sordum. Bana, adının Mehca' b. Salt b. Ukbe b. Sem'an b. Ganim b. Ümmü Ganim olduğunu söyledi.

"Ümmü Ganim, Yemenli bedevi bir kadındı. Ali (aleyhisselâm)’a ve Ebu'l Ha­san (aleyhisselâm)'a gelinceye kadar torunlarının mühürleye geldikleri çakıl taşlarının sahibi kadın, budur.

5-(919) ...Ebu Ubeyde ve Zurare, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Hüseyin (aleyhisselâm) öldürülünce Muhammed b. Hanefıye, Ali b. Hüseyin'e haber gönderdi ve onunla baş başa kalıp, ona şunları söyledi:

"Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), ken­disinden sonra imamlığı ve vasiliği Emir'ül-Mü'minin'e, sonra Hasan'a, ardından Hüseyin'e (aleyhimusselâm) vasiyet etmiştir. Baban -Allah ondan razı olsun ve Allah­'ın salâtı ruhunun üzerine olsun- öldürüldü; ama kimseye vasiyet etmedi. Ben, senin amcanım, babanla aynı kökten geliyorum. Ali (aleyhisselâm)’ın çocuğuyum. Yaşım ve deneyimim itibariyle senden daha çok imamlığa hak sahibiyim. Çünkü sen, he­nüz çok gençsin. İmamlık hususunda benimle çekişme, bana karşı çıkma."

Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) ona dedi ki: «Ey Amca! Allah'tan kork ve hakkın olmayan bir şeyi iddia etme. Cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.

Ey amca! Babam, Irak'a gitmeden önce bana vasiyet etti. Şehid düşmeden bir saat önce, imamlık hususunda benimle ahitleşti. İşte bu, Resûlullah'ın kılıcıdır ve be­nim yanımdadır. Buna karşı çıkanlardan olma. Çünkü ömrünün kısa ve halinin peri­şan olmasından korkuyorum. Hiç kuşkusuz Allah Azze ve Celle, imamlığı ve vasili­ği Hüseyin'in soyuna vermiştir. Eğer bunu bilmek istiyorsan, beraber "Hacer-ul Esved"e gidelim, onun hakemliğine başvuralım, bu meseleyi ondan soralım.»

Ebu Cafer (aleyhisselâm) dedi ki: «Aralarındaki bu konuşma Mekke'de geçi­yordu.» Böylece Hacer-ul Esved'in yanına geldiler. 

Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Hanefıye'ye dedi ki: «Sen başla. Allah'a yalvar, Hacer-ul Esved'i senin için dile getirsin. Sonra da ona, meselenin çözümünü sor.»

Muhammed dua etti, Allah'tan istediğini kabul etmesini istedi. Sonra taşa ses­lendi. Ama taş ona cevap vermedi.

Ali b. Hüseyin (Zeyn'ül-Âbidin aleyhisselâm) dedi ki: «Ey Amca! Eğer sen, vasî ve imam olsaydın, taş sana cevap verirdi.»

Muhammed b. Hanefıye ona: "Sen, Allah'a dua et ve Hacer-ul Esved'e sor." dedi.

Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm), Allah'a isteğinin kabul edilmesi için dua etti. Sonra şöyle dedi: «Nebilerin, vasilerin ve bütün insanların mîsakını sende hükme bağlayan Allah'ım, senden istiyorum ki, Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm)'dan sonra, imam ve vasinin kim olduğunu bize haber ver.»

Derken taş hareketlendi, yerinden çıkacak gibi oldu. Sonra Allah Azze ve Celle, onu açık ve anlaşılır bir Arapçayla konuşturdu.

Hacer-ul Esved şunları söyledi: "Allah'a yemin olsun ki, Hüseyin b. Ali'den sonra, vasiyet ve imamlık, Resûlullah'ın kızı Fâtıma'nın ve Ebu Tâlib'in oğlu Ali'nin oğlu Hüseyin'in oğlu Ali'ye verilmiştir."

Bunun üzerine Muhammed b. Ali geri döndü ve Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın velayetini kabul ederek yaşamını sürdürdü.»

Benzeri bir rivayeti, Ali b. İbrahim, babasından, o Hammad b. İsa'dan, o Cerir'den, o Zurare'den, o da Ebu Cafer (aleyhisselâm)'dan aktarmıştır.

6-(920) ...Sema'e b. Mihran dedi ki:

Bana, Kelbi kabilesinin ünlü neseb uzmanı, şöyle anlattı: "Bir gün Medine'ye gittim. O sırada imamlık meselesi hakkında herhangi bir şey bilmiyordum. Mescide geldim. Kureyş'ten bir grupla karşılaştım. Onlara dedim ki: "Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ehl-i Beyt'inin âliminin kim olduğunu bana haber verin."

Dediler ki: Abdullah b. Hasan'dır.

Abdullah b. Hasan'ın evine geldim ve girmek için izin istedim. Yanıma, hiz­metçisi olduğunu sandığım bir adam geldi. Ona dedim ki: "Efendinden benim için izin iste" Adam içeri girdi, sonra tekrar çıktı ve: "İçeri gir." dedi. İçeri girdim.

Kendini var gücüyle ibadete vermiş bir ihtiyar gördüm. Selam verdim.

Bana: «Kimsin?» dedi.

Dedim ki: Ben, Kelbi kabilesinin neseb uzmanıyım. Dedi ki: «Ne istiyorsun?»

-   "Sana bazı sorular sormak için geldim?" dedim.

-   «Oğlum Muhammed'e uğradın mı?» dedi.

-   "İlk sana geldim." dedim.

-   «Sor.» dedi.

Dedim ki: Karısına, "gökteki yıldızlar sayısınca boşsun" diyen adamın, hük­münü bana anlat.

Dedi ki: «İkizler burcunun başında, karısı üç talakla boş olur.[181] Geri kalan yıl­dızların sayısı, onun omuzlarında vebal ve cezadır.»

Kendi kendime dedim ki: "Bu bir."

Sonra dedim ki: "Şeyh, mest üzerine meshetme hususunda ne buyurur?"

Dedi ki: «Salih olan bir topluluk, mest üzerine mesh etmiştir. Fakat biz, Ehl-i Beyt, mest üzerine mesh etmeyiz.»

Kendi kendime: "Bu iki" dedim.

Dedim ki: "Pulsuz balık hakkında ne dersiniz? Helâl midir, haram mıdır?"

Dedi ki: «Helâldir. Fakat biz Ehl-i Beyt, yemeyiz.»

Kendi kendime: "Bu üç" dedim.

-  "Nebiz için ne dersiniz?" diye sordum.

Dedi ki: «Helâldir; ama biz Ehl-i Beyt, içmeyiz.»

Bunun üzerine yanından ayrıldım. Bir yandan da şunları söylüyordum: "Beni bu adama gönderen topluluk, Ehl-i Beyt'e karşı yalan söylüyorlar.[182]

Sonra Mescide girdim ve Kureyş'ten ve başka insanlardan oluşan topluluğa baktım. Onlara selam verdim, sonra onlara dedim ki:" Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ehl-i Beyt'inin âlimi kimdir?"

-"Abdullah b. Hasan'dır." dediler.

Dedim ki: "Onun yanına gittim. Fakat onda bir şey bulamadım."

Bir adam başını kaldırdı ve: "Cafer b. Muhammed (aleyhisselâm)’ın yanına git. O, Ehl-i Beyt'in en bilginidir." dedi. Orada bulunanların bazısı, bu sözlerinden dola­yı onu, kınadılar.

Dedim ki: Demek ki bu topluluk, daha önce kıskançlıktan dolayı onun adını bana vermemiş.

Ona dedim ki: Vah sana! İşte ben, onu arıyorum.

Derhal onun evine gittim ve kapıyı çaldım. Hizmetçisi dışarı çıktı ve: "Ey Kelbliler'in kardeşi, içeri gir."

Allah Azze ve Celle'ye yemin ederim ki, hizmetçinin bu sözleri beni dehşete düşürdü. Sıkıntılı bir şekilde içeri girdim. Etrafıma baktım. Bir ihtiyar adam, yasla­nacak bir şey ve bir sergi olmaksızın namazgâhında oturmuş duruyor. Kendisine se­lam verdikten sonra, söze o başladı ve bana dedi ki: «Kimsin sen?»

Kendi kendime dedim ki: "Subhanallah! Ne iştir bu?" Hizmetçisi, kapıda bana: "Ey Kelbliler'in kardeşi, içeri gir." diyor. Efendisi bana: "Kimsin sen?" diyor.

Dedim ki: Ben, Kelb kabilesinin ünlü neseb uzmanıyım.

Elini alnına vurdu ve dedi ki: «Allah'a eşler koşanlar, yalan söylüyorlar. Onlar koyu bir sapıklık içine girdiler. Apaçık bir hüsrana uğradılar. Ey Kelbliler'in kardeşi! Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor: "Ad'ı da helak ettik Semûd'u da Ress ashabını da ve bunların arasında birçok soyları da." (Furkan, 38) Bunların neseplerini sayabilir misin?»

-"Hayır, kurban olduğum." dedim.                                             

-Bana dedi ki: «Peki, kendi nesebini sayabilir misin?»

-"Evet" dedim. "Ben falan oğlu falan oğlu falanım." Böylece dedelerimi yu­karı doğru sayıyordum ki, bana: «Orada dur.» dedi. «Senin soyun, söylediğin tarafa doğru gitmiyor. Vahlar olsun sana! Deden olduğunu söylediğin falan oğlu falanın, kim olduğunu biliyor musun?»

-"Evet" dedim. "Falan oğlu falandır o."

Dedi ki: «Falan oğlu falan, Kürt bir çobanın oğludur. Deden olan falan, falan oğullarının dağında çobanlık yapan, bir Kürt çobanıydı. Bir gün koyunlarını güttüğü dağın başından, falancanın karısının yanına indi. Kadın ona bir şeyler yedirdi. Sonra Kürt çoban, kadınla beraber oldu. Ondan, falan adam doğdu. Falan oğlu falan, bu kadının ve falan oğlu falanın oğludur.»

Sonra bana dedi ki: «Bu isimleri biliyor musun?»

Dedim ki: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki bilmiyorum, kurban olduğum. İs­tersen bu konuyu bırakalım."

Dedi ki: «Sen söyledin, ben de söyledim.»

-   "Bir daha tekrarlamayacağım." dedim.

-   «Öyleyse bir daha bu konuya dönmeyelim.» dedi.

-   «Şimdi gelmene sebep olan soruyu sor.»

Ona dedim ki: "Karısına, gökteki yıldızların sayısınca boşsun diyen adamın hükmü nedir?"

Dedi ki: «Talak suresini okumadın mı?»

-   "Okudum" dedim.                                                 

-   «Oku.» dedi.

"Kadınları boşayacağınız zaman temiz oldukları vakit boşayın ve müddetlerini sayın."(Talak, 1) âyetini okudum.                                                                               

- «Burada gökteki yıldızlardan söz ediliyor mu?»

"Hayır" dedim.

Dedim ki: Peki, bir adam karısına üç kere sen boşsun dese, onun hükmü nedir?

Buyurdu ki: «Allah'ın kitabına ve Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin sünnetine göre hareket edilir.»[183]

Sonra dedi ki: «Kadın, ancak hayızdan temizlenmiş halde boşanabilir. Bu ara­da cinsel birleşmeye girilmemiş olması da şarttır. Boşama esnasında da iki âdil şahit bulunmalıdır.»

Kendi kendime: "Bu bir" dedim.

-«Sor.» dedi.

Dedim ki: "Mest üzerine meshetmeye ne dersin?"

Gülümsedi, sonra şöyle buyurdu: «Kıyamet günü gelince Allah, her şeyi ait olduğu yere gönderince, mest olarak kullanılan deri de koyuna geri gittiği zaman, mest üzerine mesh edenlerin abdestleri ne olacak acaba?»

Kendi kendime dedim ki: "Bu iki "

Sonra bana döndü ve: «Sor.» dedi.

Dedim ki: Yılan balığının hükmünü söyler misin?

Buyurdu ki: «Allah, İsrailoğullarından bir grubu başka canlılara dönüştürdü. Bunların bir kısmını deniz aldı. İşte onlar yılan balığı, zimar balığı[184] ve benzerleridir. Bir kısmı da karada kaldılar. Maymun, domuz ve sincap vb. canlılar bunlar arasında yer alır.»

Kendi kendime dedim ki: "Bu oldu üç "

Sonra bana döndü ve dedi ki: «Sorunu sor ve kalk.»

Bunun üzerine dedim ki: "Nebiz[185] hakkındaki görüşünüz nedir?"

- «Helâldir.» dedi.

Dedim ki: "Biz, bazen bunun içine yağ tortusu ve benzeri şeyler döküyor, son­ra da içiyoruz."

Buyurdu ki: «Ah! Ah! Bu dediğiniz, kokuşmuş şarabın ta kendisidir.»

Dedim ki: Kurban olduğum, peki sen, hangi nebizin helâl olduğunu söyledin? Dedi ki: «Medineliler, Resûlullah'a sularının değişmesini ve mizaçlarının bozulması­nı şikâyet ettiler. Resûlullah, nebiz yapmalarını emretti. Bunun üzerine herkes, hiz­metçisine nebiz yapmasını emretti. Böylece bir avuç hurma alıp, bir tulum suyun içi­ne atıyorlardı. Bu sudan içiyor ve bu sudan abdest gibi temizliklerini yapıyorlardı.»

Dedim ki: Avuçtaki hurmalar kaç tane olurdu?

-«Artık avuç, kaç tane alabiliyorsa.» buyurdu.

-"Bir avuç mu, iki mi?" dedim.                        

-«Bazen bir, bazen de iki olurdu.» dedi.

Dedim ki: "Tulumun kapasitesi ne kadar olurdu?"

-«Kırktan seksene kadar olurdu.» dedi.

Dedim ki: "Kırk veya seksen ritil mi?"

-«Evet, Irak ritili.»[186] dedi. Sema'e der ki: el-Kelbi şöyle dedi: «Sonra İmam kalktı, ben de kalkıp oradan ayrıldım. Ellerimi birbirine vuruyor, bir yandan da şunları söylüyordum:

"Eğer bir şey varsa, o da budur." O günden sonra el-Kelbi, Ehl-i Beyt sevgisi esasına dayalı olarak Allah'a ibadet etti, ölünceye kadar da böyle kaldı.

7-(921) ...Hişam b. Salim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın vefatından sonra Medine'deydik. Ben ve Sahibut-Tak[187] başta olmak üzere bir grup insan, babasından sonra Abdullah b. Cafer'in etrafında toplanmış, onun imamlığına karar vermiştik. Ben ve Sahibut-Tak, içeri girdiğimiz zaman, insanların onun yanında toplandıklarını gördük.

Çünkü, Ebu Abdullah (aleyhisselâm)dan, «Bir kusuru olmadığı sürece imam­lık, en büyük oğula aittir.» şeklinde bir hadis rivayet ediliyordu.

İçeri girdik. Amacımız, daha önce babasına sorduğumuz bazı sorulan, ona sormaktı. Dedik ki: "Zekâtın vacip olduğu miktar ne kadardır?"

«İki yüzde beştir.» dedi.

Dedik ki: "Yüzde kaçtır?"

«Yüzde iki buçuktur.» dedi.

Dedik ki: "Mürcie bile böyle söylemiyor."

Ellerini havaya kaldırdı ve: «Allah'a yemin ederim ki, Mürcie'nin ne dediğini bilmiyorum.» dedi.

Yanından, şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir halde ayrıldık. Nereye gidece­ğimizi bilemiyorduk. Ben ve Ebu Cafer el-Ahvel, ağlayarak, nereye gideceğini, ki­me başvuracağını bilmez bir halde Medine sokaklarından birinde bir yere oturduk.

Bir yandan da diyorduk ki: "Mürcie'ye mi gitsek, Kaderiyye'ye mi? Zeydiyye'ye mi başvursak, Mu'tezile'ye mi? Yoksa Haricilere mi gitsek?" Biz böyle oturmuş­ken, tanımadığım yaşlı bir adam, çıkageldi ve eliyle bana işaret etti. Halife Mansur'un casuslarından biri olmasından korktum. Halifenin Medine'de casusları vardı ve bunlar, Cafer (aleyhisselâm)’ın Şiâsının, ondan sonra kimin imamlığında birleştikleri­ni tesbit edip, boynunu vurmak için seferber olmuşlardı. Bu yüzden yaşlı adamın da onlardan biri olmasından korktum ve el-Ahvel'e dedim ki: "Benden uzak dur. Ken­dim ve senin adına endişeliyim. Bu adam beni istiyor, seni değil. Benden uzak dur, kendini tehlikeye atma. Böylece kendine yardımın dokunmuş olur."

Bunun üzerine benden uzaklaştı. Bende yaşlı adamın peşine takıldım. Çünkü onun elinden kurtulabileceğimi sanmıyordum. Durmadan peşinden gittim. Kendimi ölüme hazırlamıştım. Derken beni, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)'ın kapısına getirdi. Sonra beni, orada yalnız bıraktı ve çekip gitti. Kapıda bir hizmetçi vardı.

Bana: "İçeri gir, Allah sana rahmet etsin." dedi.

İçeri girdim. Baktım, Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm) oradadır. Ben bir şey söylemeden söze başladı: «Hayır, ne Mürcie'ye, ne Kaderiyye'ye, ne Zeydiyye'ye, ne Mutezile'ye ve ne de Haricilere gidin. Bana gelin, bana.»            .

Dedim ki: Kurban olduğum. Babanız vefat etti mi?

-«Evet.» dedi.

-   "Vefat mı etti?" (yoksa öldürüldü mü?) dedim.

-   «Evet, vefat etti.» dedi.

- "Ondan sonra imamımız kimdir?" dedim.

Buyurdu ki: «Allah, sana doğruyu göstermek isterse gösterir.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Abdullah, babasından sonra imam olduğunu ileri sürüyor.

Buyurdu ki: «Abdullah, Allah'a ibadet edilmesin istiyor.»

Dedim ki: Kurban olduğum. Babandan sonra, kimdir imamımız?

Buyurdu ki: «Allah sana doğruyu göstermek isterse gösterir.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Yoksa imam sen misin?

Buyurdu ki: «Hayır, bunu söyleyemem.»

Kendi kendime dedim ki: "Soruyu sorma üslubum doğru değildir." Ardından şu şekilde sordum: "Sana kurban olayım. Senin tâbi olduğun bir imamın var mıdır?"

- «Hayır.» dedi.[188]

O zaman, onun büyüklüğü ve heybeti karşısında içime öyle bir coşku aktı ki, Allah Azze ve Celle'den başka hiç kimse bunu bilemez. Ve bu, babasının huzurunda hissettiğim coşkudan çok daha etkileyiciydi. Ardından şöyle dedim: Kurban olayım. Babana sorduğum gibi sana da sorabilir miyim?

- «Sor, haberdar ol; ama yayma. Eğer yayarsan, bunun sonucu, boynumun vu­rulmasıdır.»

Bazı sorular sormaya başladım. Baktım ki, uçsuz bucaksız bir deryadır.

Dedim ki: Sana kurban olayım. Senin ve babanın Şiâsı, şu anda şaşkındır. Ben onlarla karşılaşıp onları sana davet etmek istiyorum; ama benden de sessiz kalmam yönünde söz aldın.

Dedi ki: «Doğru ve olgun olduğunu düşündüklerine söyle ve onlardan da bunu gizlemeleri yönünde söz al. Eğer yayarlarsa, sonucu, kılıçtan geçirilmedir.» -Bunu söylerken eliyle boğazını gösterdi-

Yanından çıktım, yolda Ebu Cafer el-Ahvel'le karşılaştım.

Bana dedi ki: Neler oldu?

Dedim ki: Hidâyetle karşılaştım. Sonra hikâyeyi ona anlattım. Sonra Fudayl ve Ebu Basir'le karşılaştık. Onlar da İmam'ın yanına gittiler, sözlerini dinlediler, ona bazı sorular sordular. Sonunda onun imam olduğuna kesin kanaat getirdiler.

Sonra bir grup insanla karşılaştık. Onun huzuruna her giren kimse, imamlığı­na kesin kanaat getirerek çıkıyordu. Sadece Ammar ve arkadaşlarından oluşan grup, bu genel katılımın dışında kaldı. Abdullah, yanına pek fazla insanın gidip gelmediği bir duruma düştü. Bu durumu görünce: "İnsanlara ne oluyor?" diye sordu.

- Ona: "Hişam, insanların sana gelmelerine engel oluyor." denildi.

Hişam der ki: "Abdullah, Medine'de bir kaç adamı, beni dövsünler diye görevlendirmişti."

8-(922) ...Muhammed b. Fulan el-Vakıfî şöyle rivayet etmiştir:

Hasan b. Abdullah adında bir amcamın oğlu vardı. Zahit bir adamdı. Zamanı­nın en çok ibadetle meşgul olanlarından biriydi. Sultan, dindeki ciddiyeti ve çabası, içtihadı yüzünden ondan sakınırdı. Zaman zaman sultana sert sözler söyler, ona öğüt verir, marufu emreder ve münkerden de sakındırırdı. Sultan da sâlih ve yapıcı bir in­san olduğunu gördüğü için bu tavırlarına tahammül ederdi. Bu durum, uzun süre böy­le devam etti. Bir gün mesciddeyken, Ebul-Hasan Musa (aleyhisselâm) geldi. Onu orada gördü, işaret ederek yanma gelmesini istedi, o da geldi.

Ona dedi ki: «Ey Ebu Ali! Senin tavrın, hoşuma gidiyor. Fakat senin bilgin yoktur. Bilgi öğrenmeye çalış.»

Dedi ki: Kurban olduğum. Hangi bilgiyi kastediyorsun?

-   «Dinde derin kavrayış (fıkıh) ve hadis öğren.» dedi.

-   "Kimden öğreneyim?" dedi.

-   «Medine fıkıh bilginlerinden.» dedi. «Sonra da öğrendiğin hadisleri bana göster.»

Bunun üzerine gitti ve öğrendiği hadisleri yazıp geldi. Bu hadisleri İmam'a okudu. O da bunların hepsini geçersiz saydı, yanlışlıklarını ortaya koydu. Ardından ona dedi ki: «Git ve bilgi öğren.»

Adam, dinine önem veren biriydi. Bu yüzden sürekli olarak, bir gün Ebu'l-Hasan'dan yararlanma fırsatını gözetliyordu. Bir gün, yolda tarlasına gitmekte olan Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’la karşılaştı.

Dedi ki: "Sana kurban olayım. Ben, Allah'ın huzurunda senden ısrarla istiyo­rum. Bana bilgiyi göster."

Bunun üzerine Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) ona Emir'ül-Mü'minin (aleyhisse­lâm) ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den sonra olanları anlattı. Sonra ona, ilk iki halifenin durumunu haber verdi. Bütün bunları kabul etti.

Ardından Ebu'l-Hasan'a dedi ki: "Emir'ül-Mü'minin'den sonra imam kimdi?" - «Hasan.» dedi. «Sonra Hüseyin imam oldu.» Böylece kendisine gelinceye kadar bütün imamları saydı. Orada durdu.

Adam dedi ki: Sana kurban olayım. Bu gün kimdir imam?

Dedi ki: «Söylesem kabul eder misin?»

-"Evet." dedi. "Sana kurban olayım."

Buyurdu ki: «O, benim.»

Dedi ki: "Benim için kanıt olacak bir şey gösterebilir misin?"

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Şu ağacın yanma git. -Bu arada eliyle "ümmi ğaylan" ağacını gösterdi- Ona de ki: Musa b. Cafer, gelmeni istiyor»

Adam dedi ki: "Ağacın yanına gittim. Onun toprağı yara yara İmam'ın önüne gelip durduğunu gördüm. Sonra eliyle ona gitmesini işaret etti ve ağaç yerine geri döndü." Böylece adam, onun imamlığını kabul etti. O günden itibaren sessizliğe gö­müldü ve kendini tamamen ibadete verdi. Bir daha konuştuğunu gören olmadı.

Muhammed b. Yahya ve Ahmed b. Muhammed, Muhammed b. Hasan'dan, İbrahim b. Haşim'den benzeri bir hadis rivayet etmiştir.

9-(923) ...Muhammed b. Ebu'1-A'lâ şöyle rivayet etmiştir:

Yahya b. Eksem'in -Samarra kadısı olmuştu ve ben onunla sık sık görüşür, tartışırdım. Münazara ederdik. İlişkilerimi sürdürür, Âl-i Muhammed ilimleri hak­kında ona sorular sorardım- şöyle dediğini duydum:

"Bir gün, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrini tavaf etmek üzere içeri girdiğimde, Muhammed b. Ali er-Rıza'nın da kabri tavaf ettiğini gördüm. Ak­lımda olan bazı soruları sordum, hepsine de cevap verdi. Ona dedim ki: "Allah'a ye­min ederim ki, sana bir tek soru sormak istiyorum. Fakat utanıyorum."

Bana dedi ki: «Sen sormadan önce ben sana söyleyeyim. Sen, imamlık mese­lesiyle ilgili olarak bir soru sormak istiyorsun.»

Dedim ki: "Evet, Allah'a yemin ederim ki, bunu sormak istiyordum."

-   «İmam benim.» dedi.

-   "Kanıtı nedir?" dedim.

Elinde bir asâ vardı. Birden asâ dile geldi ve dedi ki: «Efendim, bu zamanın imamıdır ve o, hüccettir.»

10-(924) ...Hüseyin b. Ömer b. Yezid şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın yanma gittim. O sıralar Vakıfi mezhebine mensuptum.[189] Babam, onun babasına yedi soru sormuş, bunların altısına cevap vermiş; ama "kıyametin zamanı"na ilişkin yedinci soruya cevap vermemişti.

Dedim ki: "Vallahi, babamın, babasına sorduğu soruları, ben de ona soraca­ğım. Eğer babası gibi cevaplandırırsa bu, onun imamlığının alâmeti olur.

"Soruları sordum, babasının babama verdiği cevabın aynısını, altı soruyla ilgi­li olarak verdi. Bundan fazla da söylemedi. Bir tek harf eklemedi. Kıyametin kopa­cağı zamanla ilgili bir şey söylemekten kaçındı.

Babam, onun babasına demişti ki: "Kıyamet günü, Allah Azze ve Celle huzu­runda, senden davacı olacağım. Çünkü sen, Abdullah'ın İmam olmadığını ileri sürü­yorsun."

Bunun üzerine elini boynuna koymuş, sonra ona şöyle demişti: «Evet, Allah huzurunda, bu meseleyle ilgili olarak benden davacı ol. Eğer bunun bir günahı varsa, benim boynumadır.»

Ona veda ettiğim zaman dedi ki: «Bizim Şiâmızdan hiç kimse yoktur ki, bir musibetle karşılaştığında veya bir şikâyeti olduğunda, sabretmesi durumunda, Allah ona bir şehidin sevabını yazmış olmasın.»

Kendi kendime dedim ki: "Allah'a yemin ederim ki, bu hususla ilgili herhan­gi bir konuşma geçmedi." Oradan ayrılıp biraz yol aldıktan sonra ayağımda bir çıban çıktı. Bana büyük acılar verdi bu çıban. Ertesi yıl hacca geldiğim zaman, onun yanı­na gittim. Ayağımda hala ağrılar vardı. Şikâyette bulundum ve dedim ki: "Sana kur­ban olayım, ayağım için musibet savıcı dua et" Sonra ayağımı uzattım.

Bana dedi ki: «Bu ayağının bir şeyi yok. Sen, bana sağlam olan ayağını gös­ter.» Ayağımı uzattım. Musibet savıcı dua okudu. Sonra oradan ayrıldım. Çok geç­meden ayağımda bir çıban çıktı; ama çıbanın verdiği acı hafifti.

11-(925) ...İbn Kıyama el-Vasıtî -Vakıfıye mezhebine mensuptu- şöyle riva­yet etmiştir:

Ali b. Musa er-Rıza (aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve dedim ki:

"İki imam bir arada olur mu?"

-«Hayır.» dedi. «Ancak birisinin susması başka.» dedi.

-Dedim ki: "Sen şu anda imamsın; ama senin zamanında suskun kalan bir başkası yoktur." Bu sırada henüz oğlu Ebu Cafer (aleyhisselâm) dünyaya gelmemişti.

Bana dedi ki: «Allah'a yemin ederim ki, Allah, bana bir çocuk verecektir ki, onunla hakkı ve hak ehlini sabitleştirecek, bâtılı ve bâtıl ehlini de yok edecektir.»

Bir sene sonra oğlu Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm) dünyaya geldi. İbn Kıyama'ya denildi: "Bu kanıt seni ikna etti mi?"

Dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, bu, büyük bir kanıttır. Fakat Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın oğlu hakkında söylediği sözü ne yapacağım?"

12-(926) ...el-Veşşa şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara Horasan'a gittim. -Vakıfıye mezhebine mensuptum- Yanımda bazı eşyalar da götürmüştüm. Eşyalarım arasında, bohçalardan birinde nakışlı bir giysi de vardı. Aslında ben, bunun farkında değildim ve hangi bohçada olduğunu da bilmi­yordum. Merv kentine geldim ve bir menzilde konakladım. Daha yeni konaklamış­tım ki, Medine'de doğmuş, Medineli bir adam geldi ve bana dedi ki: "Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm), yanındaki nakışlı elbiseyi bana gönder diyor."

Dedim ki: "Benim geldiğimi kim haber verdi Ebu'l-Hasan'a? Ben az önce gel­dim. Üstelik yanımda da nakışlı elbise yoktur."

Adam Ebu'l-Hasan'ın yanına geri döndü ve tekrar yanıma geldi, dedi ki: Diyor ki: «Nakışlı elbise, falan yükün içinde ve falan bohçadadır.» Dediği yeri araştırdım. Nakışlı giysiyi bohçanın dibinde buldum. Sonra da ona gönderdim.

13-(927) ...Abdullah b. Muğire rivayet etmiştir:

Vakıfî mezhebine mensuptum ve bu inanca bağlı olarak hacca gittim. Mekke'­ye vardığımız zaman, mezhebimle ilgili olarak içimde bir takım sıkıntılar baş gösterdi. Bunun üzerine Mültezem'e[190] yapıştım ve dedim ki:   

"Allah'ım! Ne istediğimi, ne arzu ettiğimi biliyorsun. Bana dinlerin en iyisini göster." O sırada içimde İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a gitme isteği uyandı. Medine'ye gittim. İmam Rıza'nın kapısında durdum ve hizmetçiye dedim ki: "Efen­dine, Iraklı bir adamın kapıda olduğunu söyle." İçeriden İmam'ın sesini duydum.

- «İçeri gir, ey Abdullah b. Muğire.» diyordu. İçeri girdim, bana bakınca şöy­le dedi: «Allah, senin duanı kabul etti ve sana dinini gösterdi.»

Bunun üzerine dedim ki: Şahitlik ederim ki, sen Allah'ın hücceti ve kulları arasındaki emmisin.

14-(928) ...Ahmed b. Muhammed b. Abdullah şöyle rivayet etmiştir:

Abdullah b. Huleyl, Abdullah'ın[191] imam olduğuna inanıyordu. Bir gün Samarra'ya gitti. O günden sonra bu görüşünden vazgeçti. Bu dönüşünün sebebini sordum.

Dedi ki: "Ben, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’dan bu meseleyi sormayı düşünüyorken, daracık bir yolda onunla karşılaştım. Bana doğru yönelerek hizama gelince, ağ­zından bir şey çıktı ve göğsüme düştü. Elime aldığımda bir kâğıt parçası olduğunu gördüm. Üzerinde şu yazı vardı:

«O (Abdullah), bu makamda değildi ve böyle bir hakkı da yoktu.»[192]

15-(929) ...Musa b. Muhammed b. İsmail b. Abdullah b. Abbas b. Ali b. Ebu Tâlib anlattı ki:

Bana Cafer b. Zeyd b. Musa, babasından, o da atalarından naklen aktardı ki: Ümmü Eşlem, bir gün, Ümmü Seleme'nin evinde olan Resûlullah'ın yanı­na geldi ve "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin nerede olduğunu sordu.

Ümmü Seleme: "Bir iş için çıktı, bir saat sonra gelir." dedi.

Ümmü Eşlem, Ümmü Seleme'nin yanında, Resûlullah'ın gelişini bekledi.

Resûlullah gelince, Ümmü Eşlem dedi ki: "Anam babam sana kurban olsun, ya Resûlullah! Ben, birçok kitap okudum, bütün nebileri ve vasileri öğrendim. Mu­sa hayattayken onun bir vasisi vardı, ölümünden sonra da bir vasisi vardı. İsa da öy­le. Senin vasîn kimdir, ya Resûlullah?"

-Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) ona dedi ki: «Ey Ümmü Eşlem! Benim haya­tımdaki ve ölümümden sonraki vasim bir tanedir.» Sonra ona şunları söyledi:

«Ey Ümmü Eşlem! Şu hareketimi yapan benim vasîmdir.» Sonra peygamberimiz eliyle yerdeki çakıl taşlarına vurdu, onları parmaklarıyla toz haline getirdi. Ardından yoğurup hamur yaptı ve sonra üzerine mührünü bastı.

Ardından şunları söyledi: «İşte bu hareketimi yapan, benim hayattaki ve ölü­mümden sonraki vasîmdir.»

Ümmü Eşlem der ki: "Bunun üzerine oradan ayrıldım ve Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’ın yanma geldim ve dedim ki: "Anam babam sana kurban olsun, sen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin vasisi misin?"

-«Evet, ey Ümmü Eşlem.» dedi.                       

Sonra eliyle yerdeki çakıl taşlarına vurdu, onları toz haline getirdi, ardından hamur gibi yoğurarak üzerine mührünü bastı. Ardından şöyle dedi:

«Ey Ümmü Eşlem! Kim benim bu hareketimi yaparsa, o benim vasîmdir.»

Sonra, henüz bir delikanlı olan Hasan (aleyhisselâm)’ın yanına geldim ve ona dedim ki: "Efendim! Sen babanın vasisi misin?"

-«Evet, ey Ümmü Eşlem.» dedi.

Sonra elleriyle vurup yerden çakıl taşlarını aldı, peygamberimizin ve Ali'nin yaptığını yaptı. Onun yanından çıktım. Hüseyin'e geldim -yaşını epey küçük görü­yordum- dedim ki: "Anam babam sana kurban olsun. Sen kardeşinin vasîsi misin?"

-«Evet, ey Ümmü Eşlem.» dedi. «Bana çakıl taşı getir.»

Sonra öncekilerin yaptığı işlemin aynısını yaptı.

Ümmü Eşlem, uzun yıllar daha yaşadı. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın öldürülme­sinden sonra, Medine'ye geri dönen Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) ile karşılaştı.

Ümmü Eşlem der ki: Ona dedim ki: "Sen babanın vasîsi misin?"

-«Evet.» dedi.

Ardından öncekilerin (selâm üzerlerine olsun) yaptığı işlemin aynısını yaptı.

16-(930) ...Musa b. Bekr b. Dâb, kendisine anlatan birinden şöyle rivayet et­miştir:

Zeyd b. Ali b. Hüseyin, Ebu Cafer Muhammed b. Ali (aleyhisselâm)’ın yanına girdi. Beraberinde Kûfelilere ait mektuplar vardı. Mektuplarda, kendilerine gelmesi­ni, toplanıp kendisini beklediklerini, dolayısıyla kıyam etmesini istiyorlardı.

Ebu Cafer Muhammed b. Ali, onlara dedi ki: «Bu mektupları, onlar kendilik­lerinden mi yazdılar, yoksa senin onlara yazdığın ve onlara sunduğun davete cevap olarak mı yazılmışlardır?»

Dedi ki: Hayır, onlar kendiliklerinden yazmışlar. Çünkü bizim hakkımızı ka­bul ediyorlar, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye olan yakınlığımızı önemsiyor­lar. Ayrıca, Allah Azze ve Celle'nin kitabında bizi sevmenin gerekliliğine, bize itaat etmenin farzlığına dair âyetler okuyorlar. İçinde bulunduğumuz sıkıntının, darlığın ve musibetin de farkındadırlar.

Ebu Cafer (aleyhisselâm), ona dedi ki: «İtaat, Allah Azze ve Celle tarafından koyulmuş bir farz ve önceki kuşaklarda yürürlüğe koyduğu bir yasadır. Bunu, son­raki kuşaklar için de geçerli kılmıştır. İtaat, sadece bizden bir kişiye yönelik olarak farzdır, buna karşılık bizim tümümüzü sevmek gerekmektedir. Allah'ın emri velîleri için geçerlidir. Bu, kesintisiz bir hüküm, ayrıntılı olarak açıklanmış bir karar, kesin­liğe kavuşturulup yürürlüğe konulmuş bir uygulamadır. Tasarlanmış bir plandır. Bel­li bir vakte kadar tayin edilmiş, adı konmuş bir eceldir (süredir). Sakın, kesin inanca sahip olmayanlar, seni çarçabuk harekete geçirmesinler. Onlar, Allah'tan gelecek bir musibeti, senden savamazlar. Acele etme. Çünkü Allah, kullar acele ediyor diye ace­le etmez. Allah'ın önüne geçmeye çalışma. O zaman Allah, seni musibetlerle aciz bı­rakır ve seni yere yıkar.»

Bunun üzerine Zeyd, öfkelendi ve dedi ki: "Bizden imam olan, evinde oturup perdeyi üzerine çeken, cihaddan geri kalan kimse değildir. Bizden olan imam, çevre­sini savunan, Allah yolunda hakkıyla cihad eden, izleyicilerini müdafaa eden, düş­manlarını hareminden uzaklaştıran kimsedir."

Ebu Cafer (aleyhisselâm) dedi ki: «Ey Kardeşim! Kendine nispet ettiğin şeyle ilgili olarak, Allah'ın kitabından bir kanıt veya Peygamber'in sünnetinden bir belge veya somut bir örnek gösterebilir misin? Çünkü Allah Azze ve Celle, helâli helâl ve haramı da haram kılmıştır. Farzları koymuş, insanlara örnekler vermiştir. Bunun ya­nında yasalar koyup sünnetleştirmiştir. Emriyle kâim olsun diye belirlediği imama yönelik itaatle ilgili olarak bir şüphe bırakmamıştır ve zamanı gelmeden emrinin önüne geçmesini veya gerekli şartlar oluşmadan cihada çıkmasını öngörmemiştir.

Nitekim Allah Azze ve Celle, av ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Siz ih­ramdayken, av hayvanını öldürmeyin."(Maide, 95) Acaba, bir av hayvanını öldürmek, Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmekten daha mı büyük bir vebaldir? Sonra Allah Azze ve Celle, her şey için bir vakit belirlemiş ve buyurmuştur ki: "İhramdan çıktığınızda artık avlanın." (Mâide, 2) Bir âyette de şöyle buyurmuştur: "Allah'ın şi­arlarını ve haram ayların hürmetini çiğnemeyin." (Maide, 2) Ayları da belli bir sayıda öngörmüştür. Bunlardan dördünü haram (dokunulmaz) saymıştır. Ve buyurmuştur ki: "Yeryüzünde dört ay daha dolaşın ve bilin ki, siz Allah'ı aciz bir hâle getiremezsi­niz... " (Tevbe, 2) Sonra bir âyette de şöyle buyurmuştur: "Haram aylar çıkınca, müş­rikleri nerde bulursanız öldürün..." (Tevbe, 5) Dolayısıyla, müşriklerle savaşmak için de uygun bir zaman öngörmüştür. Sonra şöyle buyurmuştur: "Farz olan müddet geç­medikçe nikâh bağını bağlamaya kalkışmayın..." (Bakara, 235) Böylece, her şeyin bir müddetinin ve yazılı bir vâdesinin olduğunu vurgulamıştır.

Şimdi sen, eğer karar verdiğin işle ilgili olarak Rabbinden sunulan bir belge­ye sahipsen, kesin bir inanç taşıyorsan ve sence kapalı olan hiç bir husus söz konusu değilse, sen bilirsin. Ama hakkında tereddütler taşıdığın, kuşkular beslediğin bir işin peşine düşme. Henüz yiyeceği tükenmemiş, müddeti sona ermemiş ve belirlenen süresi dolmamış bir saltanatın elden gitmesinden dolayı ayaklanma. Kesin hüküm verilmiştir. Hak esasına dayalı düzen, kesintisiz olarak işlemektedir. Allah, (bâtıl devletin) önderine ve tâbilerine zillet ve küçüklük hükmünü vermiştir. Neyin ne za­man yapılacağını bilmeyen, vaktini şaşıran imamdan Allah'a sığınırım.

Ey kardeşim! Yoksa sen, Allah'ın âyetlerini inkâr eden, Resulüne isyan eden, Allah'tan bir hidâyet olmaksızın kendi nevalarına tabi olan, Allah'tan bir ahit ve pey­gamberinden bir söz olmadan kendileri için hilâfet iddia eden bir kavmin dinini ihya etmeyi mi istiyorsun? Kardeşim! Seni Allah'a ısmarlıyorum. Yarın çöplükte asılmış olmandan endişe ediyorum.»

Sonra başını kaldırdı, gözlerinden yaşlar akıyordu. Ardından şunları söyledi: «Bizimle perdemizi yırtan, hakkımızı inkâr eden, sırrımızı ifşa eden, bizi dedemiz­den başkasına nisbet eden, bizim kendimizle ilgili olarak söylemediğimiz şeyleri söyleyen kimseler arasında, Allah hakemdir.»

17-(931) ...Abdullah b. İbrahim b. Muhammed el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Hatice Binti Ömer b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Tâlib'in yanına gittik ve kı­zının oğlunun ölümünden dolayı başsağlığı diledik. Musa b. Abdullah b. Hasan da oradaydı. Kadınlara yakın bir yerde oturmuştu. Biz kadınlara başsağlığı diledik. Son­ra Musa'ya döndük. Gördük ki, mersiye okuyan Ebu Yeşkur'un kızına:

"Oku." diyor. Kadın şu mersiyeyi okudu: "Say Resûlullah'ı, say ondan sonra/ Allah'ın aslanı (Hamza) ve üçüncü olarak Abbas'ı say. / İyiliksever Ali'yi say, say Cafer'i / Ondan sonra Akil'i say ki hepsi de liderdi."

Adam dedi ki: Çok güzel söyledin, yüreğimizi titrettin. Daha da söyle.

Kadın da mersiyeye devam etti ve şunları söyledi: "Muttakilerin önderi Muhammed bizdendir / Peygamberin atlı bahadırı pak İmam / Damadı ve amcasının oğlu Ali bizdendir. / Bizdendir Hamza ve tertemiz Cafer.

Orada uzun süre kaldık. Neredeyse gece olacaktı. Hatice dedi ki: "Amcam Muhammed b. Ali (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Kadının yas tutarken gözyaşlarını dökmesi için mersiye söylenmesine ihtiyacı vardır. Ama kötü söz söy­lemesi, doğru olmaz. Fakat gece gelince, mersiyelerinizle melekleri incitmeyin.»

Sonra oradan çıktık. Ertesi sabah tekrar geldik ve onun yanında, evini Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed (aleyhisselâm)’ın evinden ayırmış olmasından söz ettik.

Ravi der ki: Buna "hırsızlık evi" (Dar'us-Sirkah) denirdi.

Hatice dedi ki: "Burayı, Mehdimiz -İmam Mücteba'nın torunu Muhammed b. Abdullah b. Hasan'ı kastediyor- seçti. -Bu sözleriyle onunla alay ediyordu-

Musa b. Abdullah dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, şimdi size ilginç bir olayı anlatacağım. Babam -Allah rahmet etsin- Muhammed b. Abdullah için biat toplama­ya ve onun dostlarıyla buluşmaya karar verirken şöyle dedi: "Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed" (aleyhisselâm) ile karşılaşmadan, bu işin istikrara kavuşacağını sanmıyo­rum." Sonra yola koyuldu. Fakat babam, zayıf ve güçsüz olduğu için de bana yasla­nıyordu. Böylece Ebu Abdullah'ın yanına gelinceye kadar beraber yürüdük. Onunla evinin dışında mescide giderken karşılaştık. Babam onu durdurdu ve onunla konuştu.

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm), babama dedi ki: «Burası, bu mesele­nin konuşulacağı yer değildir. İnşaallah başka zaman buluşalım.»

Babam sevinçli bir halde geri döndü.[193] Sonra bekledi. Ertesi gün veya bir gün sonra, tekrar yürüdük ve İmam'ın yanına geldik. Babam yanma girdi, ben de beraberindeydim. İlk önce babam söze başladı, söylediği sözler arasında şunlar vardı: "Sa­na kurban olayım. Biliyorsun ki, benim yaşım seninkinden fazladır. Sonra senin kav­min arasında da senden daha yaşlı kimseler vardır. Fakat Allah Azze ve Celle, sana büyük bir lütuf bahsetmiştir. Kavmin arasında hiç kimsede yoktur bu fazilet. Senin iyi biri olduğuna güvenerek sana geldim. Bil ki -sana kurban olayım- sen bana olum­lu karşılık verdiğin zaman, arkadaşlarından hiç kimse bana karşı çıkmayacak, Kureyş'e mensup olsun veya olmasın, iki insan dahi bana karşı hareket etmeyecektir."

-Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm), ona dedi ki: «Benden daha çok sana itaat edecek birini bulabilirsin. Bana ihtiyacın yoktur. Biliyorsun ki, çöle gitmek is­terim veya buna karar veririm; ancak ağır kalırım, bunu göze alacak takat bulamam kendimde. Veya hacca gitmek isterim; ancak büyük bir yorgunluk, çaba ve meşak­katten sonra bunu gerçekleştirebilirim. Dolayısıyla benden başkasını ara, bunu on­dan iste. Bana geldiğini de onlara söyleme.»

-Babam ona dedi ki: "İnsanlar, boyunlarını uzatıp sana bakıyorlar. Eğer bana olumlu karşılık verirsen, kimse bana karşı çıkmaz. Sen de savaşmak veya istemedi­ğin bir hareketle karşılaşmak durumunda kalmazsın."

O sırada içeri bir grup insan girdi ve konuşmamızı yarıda kestiler.

Babam dedi ki: "Kurban olduğum, ne diyorsun buna?"

Dedi ki: «Sonra görüşelim, inşallah.»

Babam dedi ki: Benim istediğim gibi değil mi?

Dedi ki: «Senin istediğin gibi, seni ıslah edecek şekilde olacak inşallah.»

Sonra babam eve döndü ve Cüheyne[194] dağında bulunan Muhammed'e[195] bir elçi gönderdi. İsteğini gerçekleştirme hususunda başarıya ulaştığını müjdeledi. Üç gün sonra geri döndü. Ben ve babam İmam'ın kapısında bekledik. Daha önce geldiğimiz­de içeri alınma hususunda bekletilmezdik. Ama bu sefer, içeri girmek için izin iste­meye giden elçi gecikti. Sonra bize izin verildi. İmam'ın huzuruna girdik. Ben oda­nın bir köşesine oturdum. Babam ona yaklaştı ve başını öptü.

Sonra dedi ki: "Sana kurban olayım. Bir kez daha ve umutlu olarak yanma geldim. Umudum, arzum geniştir ve ben istediğime kavuşacağımı umuyorum."

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) ona dedi ki: «Ey amcamın oğlu! Sa­bah akşam düşündüğün bu işe kalkışmaktan Allah'a sığınmanı dilerim. Bunun, sana kötülük kazandırmasından korkuyorum.»

Aralarında bu minval üzere konuşma devam etti. Konuşma, babamın isteme­diği bir noktaya geldi. Hatta bu esnada bir de şöyle bir söz söyledi: "Neden Hüseyin­'in (soyu) imamlık hususunda Hasan'ın (soyun) dan daha çok hak sahibi olsun ki?"

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) dedi ki: «Allah, Hasan'a ve Hüseyin'e rahmet et­sin. Nasıl böyle söz söyleyebildin?»

Dedi ki: "Çünkü eğer Hüseyin adalete uygun hareket etseydi, imamlığı Ha­san'ın çocuklarından en büyüğüne bırakırdı.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah Tebareke ve Teâlâ, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye vahyettiği zaman, ona istediği şeyi vahyetti. Kulla­rından hiç kimseye danışmadı. Sonra Muhammed'e, Ali'yi vasî kılması için istediği gibi emretti. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) de kendisine emredileni yaptı. Biz, Ali hakkında Resûlullah'ın ululamasından ve doğrulamasından başka bir şey söylemiyoruz. Eğer Hüseyin (aleyhisselâm)’ın imamlığı kendisi ile Hasan (aleyhisse­lâm)’ın çocuklarından en büyüğüne vermesini emretseydi, Hüseyin, kesinlikle bunu yapardı. Biz, Hüseyin (aleyhisselâm)'ı, imamlığı kendi çocukları için zaptetti şeklinde suçlamıyoruz. Hüseyin (aleyhisselâm) bu dünyadan göçerken, imamlığı emredildiği gibi vasiyet etti. O, hem senin dedendir,[196] hem de amcandır.[197] Eğer hayır söylersen, bu, sana ne de çok yaraşır. Şayet kötü söz söylersen, Allah, seni affetsin. Bana itaat et, ey amcamın oğlu ve benim sözlerimi dinle. Kendisinden başka ilâh olmayan Al­lah'a yemin ederim ki, sana öğüt vermekten ve iyiliğini istemekten geri durmayaca­ğım. Seni olumlu davranırken görmediğim zaman, sana öğüt vermekten geri durur muyum? Allah'ın emrini geri çevirmek mümkün değildir.»

Babam bu sözlerden dolayı sevindi. Bunun üzerine Ebu Abdullah, ona dedi ki:

«Allah'a yemin ederim sen biliyorsun ki -o şaşı ve alnındaki saçları dökülmüş kara biridir- Eşca kabilesinin kapısında, vadinin tam ortasında öldürülecektir.»

Babam dedi ki: "O, bu değildir. Allah'a yemin ederim ki o, bir güne karşılık bir gün, bir saate karşılık bir saat ve bir seneye karşılık bir sene savaşacaktır. Ebu Tâlib, oğullarının tüm intikamlarını alacaktır."

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm), ona dedi ki: «Allah seni affetsin. Bu beyit adeta arkadaşımız (senin oğlun) için söylenmiş gibi: "Nefsin, yalnızken sana, yalan / Ve gerçekleşmesi mümkün olmayan vaatlerde bulunmuştur."

Hayır, Allah'a yemin ederim ki, Medine'nin duvarlarından öte bir şeye sahip değildir. Onun etkinliği, gücü, Medine'nin dört duvarıyla sınırlıdır. Kendini yorsa da etkinliği, gücü, Taife ulaşamaz. Bu iş, bir gün mutlaka gerçekleşecektir. Allah'tan kork, kendine ve babanın çocuklarına acı. Allah'a yemin ederim ki, ben onu, erkek­lerin sulblerinden kadınların rahimlerine akan nutfelerin en uğursuzu olarak görü­yorum. Allah'a yemin ederim ki o, Eşca kabilesinin kapısında, evlerinin arasında öl­dürülecektir. Şu anda onu, çıplak olarak yere atılmış ve ayaklarının arasında bir tuğ­la varmış gibi görüyorum. Bu çocuğun da duydukları ona bir fayda vermez. -Musa b. Abdullah, "Beni kastediyordu." der- Bu da onunla beraber başkaldıracak ve yenilgiye uğrayacaktır, arkadaşı da (Muhammed) öldürülecektir. Sonra devam edecek ve başka bir bayrak altında isyan edecektir. O hareketin de komutam öldürülecek ve askerleri dağılacaktır. Eğer beni dinlerse, bu esnada Abbas oğullarından "eman" dilesin. Ta ki Allah, bir çıkış kapısı açıncaya kadar. Ben biliyorum ki, bu iş sonuçlanmayacak, sen de bunu biliyorsun. Biliyoruz ki, senin şaşı, alnındaki saçları dökülmüş kara oğlun, Eşca kabilesinin kapısında, evlerinin arasında, vadinin ortasında öldürülecektir.»

Babam kalktı, bir yandan da şunları söylüyordu: "Bilakis, Allah beni sana muhtaç etmesin. Mutlaka sen bu görüşünden vazgeçeceksin veya Allah, senin başka­larının görüşlerine dönmeni sağlayacaktır. Sen, bu sözlerinle sadece başkalarını biz­den uzaklaştırmayı amaçlıyorsun, sen onların bize arkalarını dönüp sana boyunlarını bükmelerine neden oluyorsun."

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) dedi ki: «Allah bilir ki, sadece sana öğüt vermeyi ve sana doğruyu göstermeyi amaçlıyorum. Benim elimden de çaba sarf etmekten baş­ka bir şey gelmez.»

Babam yerinden kalktı. O kadar öfkeliydi ki, elbiseleri yerde sürünüyordu.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm), ona yetişti ve dedi ki: «Sana amcandan -ki aynı zamanda senin dayındır- duyduğum bir şeyi haber vereyim. Diyordu ki: "Sen ve babanın oğulları öldürüleceksiniz. Eğer bana uymayı kabul edip en güzel şekilde sa­vunmaya geçersen, yap. Kendisinden başka ilâh bulunmayan, gaybı ve gözlemlenen âlemi bilen, rahman, rahîm, büyük, yarattıkları üzerinde yüce olan Allah'a yemin ederim ki, ben bütün çocuklarımı, en çok sevdiğimi ve ailem içinde en çok sevdiğini sana feda etmeyi isterim. Benim yanımda senin değerine ulaşacak hiçbir şey yoktur. Sakın sana karşı iki yüzlülük ettiğimi düşünme.»

Babam, onun yanından öfkeli ve üzüntülü olarak ayrıldı. Bu olay üzerinden çok geçmeden -yirmi gece veya buna yakın bir süre- Halife Ebu Cafer'in elçileri geldiler ve babamı, amcalarım: Süleyman b. Hasan, Hasan b. Hasan, İbrahim b. Hasan, Davud b. Hasan, Ali b. Hasan, Süleyman b. Davud b. Hasan, Ali b. İbrahim b. Hasan, Hasan b. Cafer b. Hasan, Tabataba İbrahim b. İsmail b. Hasan, Abdullah b. Davud'u yakaladılar. Sonra, içinde sergi bulunmayan üstü açık tahterevallilerle taşı­yıp, insanlar onu kınasın diye genel namazgâhın önüne koydular. Fakat insanlar on­ları azarlamalı, serzenişte bulunmalı gibi bir tavır içine girmediler, içinde bulunduk­ları duruma acıdılar. Sonra onları götürüp Resûlullah'ın mescidinin kapısına koydular

Abdullah b. İbrahim el-Caferî dedi ki: Bize Hatice binti Ömer b. Ali şöyle an­lattı: Onları mescidin kapısında -Buna Cebrail kapısı denirdi- durdukları zaman, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) oradan çıktı. Öfkesinden bütün abasını yere at­mıştı. Sonra mescidin kapısından çıkageldi ve dedi ki: «Allah size lanet etsin, ey Ensar topluluğu! -Bunu üç kere tekrarladı- Siz, böyle davranmak üzere Resûlullah ile sözleşmemiştiniz, ona böyle bir tavır sergilemek üzere bîat etmemiştiniz. Allah'a ye­min ederim ki, ben öğüt vermekten geri durmadım. Fakat sözümü dinletemedim. Al­lah'ın takdirini geri savmak mümkün değildir.»

Sonra ayağa kalktı, nalınlarından birini alıp ayağına giydi, öbürünü eline aldı. Abasının bütün etekleri yerde sürünüyordu. Sonra evine girdi.

Yirmi gece boyunca sıtmaya tutuldu. Gece gündüz ağlıyordu. Öyle ki, ona bir şey olacak diye korktuk. -Bunlar Hatice'nin sözleriydi.-

el-Caferî dedi ki: Bize, Musa b. Abdullah b. Hasan şöyle anlattı: Halifenin adamları tarafından yakalanıp getirilenlerin içinde bulundukları tahterevalliler görü­nünce, Ebu Abdullah mescidden kalktı, sonra Abdullah b. Hasan'ın bulunduğu tahte­revalliye yöneldi. Maksadı onunla konuşmaktı. Bir bekçi ona doğru hareket etti ve geri iterek şöyle dedi: «Bu adamdan uzak dur. Allah, sana ve başkalarına kâfidir.»

Sonra onları sokaklarda dolaştırdılar. Ebu Abdullah (aleyhisselâm), evine geri döndü. Onlar, el-Baki bölgesine henüz ulaşmışlardı ki, bekçi ağır bir musibetle kar­şılaştı. Devesi, bir çifte vurarak uyluk kemiğini kırdı. O darbe üzerine öldü. Onları götürdüler. Biz de bir süre bekledik. Sonra Muhammed b. Abdullah b. Hasan geldi. Babasının ve amcalarının öldürüldüğünü -Halife Ebu Cafer'in onları öldürdüğünü-haber verdi. Yalnızca Hasan b. Cafer, Tabataba, Ali b. İbrahim, Süleyman b. Davud, Davud b. Hasan, Abdullah b. Davud sağ bırakılmıştı. O sırada Muhammed b. Ab­dullah ortaya çıktı ve halkı kendisine bîat etmeye çağırdı. Ben, ona bîat edenlerin üçüncüsüydüm. Bütün halk, ona bîat etmek üzere etrafında toplandı. Kureyş'ten, Ensar'dan ve diğer Araplardan, ona bîat etmekten kaçman kimse çıkmadı. İsa b. Zeyd ile müşavere etti. İsa, güvendiği kimselerin başında geliyordu ve onun askerlerinin komutanıydı. Kavminin ileri gelenlerine bîat etmeleri için haber gönderme hususunda görüşünü sordu. İsa b. Zeyd ona dedi ki: "Onları yumuşak bir üslupla bîat etmeye çağırırsan, bunun yararı olmaz, sana icabet etmezler. Onlara kar­şı sert bir tutum sergilemek gerekir. Sen onları bana bırak."

Muhammed ona dedi ki: "Onlardan istediğine gidebilirsin."

Dedi ki: "Liderleri ve büyükleri, Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed'in yanına adam gönder. Çünkü ona karşı sert bir tutum takındığın zaman diğerleri, Ebu Abdul­lah'ı getirdiğin yola, kendilerinin de getirileceğini bilirler."

Çok geçmeden, Ebu Abdullah (aleyhisselâm) huzuruna getirildi.

İsa b. Zeyd ona: "Eslim teslem[198] / Teslim ol güvende olursun dedi.

Ebu Abdullah ona şöyle dedi: «Yoksa sen, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den sonra yeni bir peygamberlik mi getirdin?»

Muhammed ona şöyle dedi: Hayır; ama bîat edersen, canın, malın ve çocukla­rın güvencede olur, demek istiyoruz. Ayrıca savaşa katılma zorunluluğun da olmaz.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm), ona şu karşılığı verdi: «Ben, savaşacak, vuruşa­cak durumda değilim. Ben, babana da tavsiyede bulundum. Başına gelen olumsuz­luklardan, onu önceden sakındırdım. Fakat sakındırmanın kadere bir etkisi olmaz. Ey kardeşimin oğlu! Gençlerden yararlanmaya bak, yaşlıları bırak.»

Muhammed ona dedi ki: "Benim yaşımla senin yaşın, birbirine çok yakındır."[199]

Ebu Abdullah ona şöyle dedi: «Ben sana karşı koyacak değilim. Seni yolun­dan alıkoymak için gelmedim.»

Muhammed dedi ki: Hayır, Allah'a yemin ederim ki, bîat etmek zorundasın.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) ona şöyle dedi: «Ey kardeşimin oğlu! Bende bir istek yok. Savaşmak gibi niyetim de yoktur. Çöle gitmek de istemiyorum. Beni alı­koyan budur. Ailemle ilgili olarak defalarca benimle konuşman, bana ağır geliyor. Beni alıkoyan şey, zayıflıktır. Seni, Allah ve akrabalık adına yemine veriyorum ki, bizden yüz çevirmeyesin ve senden dolayı bedbaht olmayalım.»

Dedi ki: "Ey Ebu Abdullah! Allah'a yemin ederim ki, Ebud-Devanik[200] yani Ebu Cafer öldü."

Ebu Abdullah ona dedi ki: «O öldüğüne göre, bana ne yapacaksın?»

Dedi ki: Senin aracılığınla itibar kazanmak istiyorum.

Buyurdu ki: «İstediğini elde etmene imkân yoktur. Hayır, Allah'a yemin ede­rim ki, Ebu'd-Devamk ölmemiştir. Olsa olsa uyku ölümüne dalmıştır.»

Dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, ya gönüllü olarak bana bîat edeceksin ya da zorla bîat edeceksin, o zaman da bîat ettin diye övülmeyeceksin.

İmam, sert bir tavırla ondan yüz çevirdi.    

Muhammed, İmam'ın hapis edilmesini emretti.

İsa b. Zeyd dedi ki: "Eğer onu, şimdi hapse atarsak, hapishane yıkık ve kapı­sında da kilit olmadığı için oradan kaçmasından endişe ediyoruz."

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) güldü, sonra şöyle dedi: «Yüce, büyük Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur. Sen, beni hapse atabileceğini mi düşünüyorsun?»

-"Evet." dedi, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'yi peygamberlikle onur­landıran Allah'a yemin ederim ki, mutlaka seni hapse atacağım ve sana sert davrana­cağım."               

İsa b. Zeyd dedi ki: "Onu mahzende hapsedin." -O gün Reyta'nın eviydi -

Bunun üzerine Ebu Abdullah şöyle dedi: «Allah'a yemin ederim ki, ben konu­şacağım, sözlerimi tasdik etmek durumunda kalacaksınız.»


İsa b. Zeyd dedi ki: "Eğer konuşursan ağzını kırarım."

Ebu Abdullah, ona şu karşılığı verdi: «Allah'a yemin ederim ki, ey perçemi dökülmüş ve ey yeşil gözlü adam! Bana öyle geliyor ki sen, kendin için, içine gire­ceğin delik arıyorsun. Ama sen, savaş günü sözü edilmeye değmezsin. Sanıyorum ki, arkanda bir el çırpma sesi duysan, ürkmüş deve kuşu gibi sıçrayıp uçarsın.»

Muhammed sert ve öfke dolu bir ifadeyle emretti: "Hapse at, onu, sıkıca bağla ve sert davran."

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) ona dedi ki: «Allah'a yemin ederim ki, sanki şu anda görüyor gibiyim. Eşcaoğullarının yurdundan vadiye çıkmış gibisin. Elinde yarı­sı siyah, yarısı beyaz bir mızrak bulunan ve doru bir ata binmiş, işaretli bir süvari, sa­na doğru hamle yapıyor; ama sana bir şey yapamıyor. Sen atının burnuna vuruyorsun ve onu yere düşürüyorsun. Sonra Al-i Ebu Ammar ed-Dueliyyin'in sokaklarından fırlayan pala bıyıklı, saçları iki örük halinde uzanan bir diğer adam çıkıveriyor. Al­lah'a yemin ederim ki, seni öldürecek olan kişi, bu adamdır. Allah onu affetmesin.»

Muhammed dedi ki: "Ey Ebu Abdullah! Bir hesap yaptın; ama yanıldın."

Sonra Süraki b. Salh el-Hut, İmam'a doğru hareket etti ve onu sırtından iterek zindana attı. Ardından İmam'ın malları ve Muhammed ile birlikte ayaklanmayan ya­kınlarının mallarına el kondu. Sonra İsmail b. Abdullah b. Cafer b. Ebu Tâlib'i çağır­dılar. Zayıf ve yaşlı bir adamdı. Bir gözü görmüyordu. Ayakları da tutmuyordu. Ya­kınları onu sırtlarında taşırlardı. Muhammed onu bîat etmeye davet etti.

Dedi ki: Ey kardeşimin oğlu! Ben, yaşlı ve zayıf bir adamım. Daha çok senin iyiliğine ve yardımına muhtacım.

Muhammed ona şöyle dedi: Bana bîat etmek zorundasın.

Dedi ki: Benim biatımın sana ne faydası olacak? Vallahi eğer benim adımı, sana bîat edenlerin listesine yazarsan, bir adamın yerini daraltmaktan başka bir işe yaramayacak."

Dedi ki: "Bîat etmek zorundasın." Bu arada sert ve kaba sözler söyledi.

İsmail ona dedi ki: "Bana Cafer b. Muhammed'i çağır. Belki hep beraber bîat ederiz. "Cafer (aleyhisselâm)'ı çağırdılar.

İsmail ona dedi ki: "Sana kurban olayım. Eğer buna, bazı hususları açıklamayı uygun görürsen yap. Bakarsın Allah, onu başımızdan savar."

Dedi ki: Onunla konuşmamaya karar verdim. Benim hakkımda istediği gibi hareket etsin.

Bunun üzerine İsmail, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedi ki: Se­ni, Allah adına yemine veriyorum. Hatırlıyor musun ki, baban Muhammed b. Ali (aleyhisselâm)’ın huzuruna gelmiştim. Üzerimde sarı iki hırka vardı. Bana uzun uzun baktı, sonra ağladı. Ona dedim ki: "Seni ağlatan nedir?"

Bana dedi ki: «Senin yaşının ilerlediği bir sırada boşu boşuna öldürülecek ol­man beni ağlatıyor. Üstelik iki keçi bile senin kanın için boynuz sallamayacak.»[201]

Dedim ki: "Bu ne zaman olacak?"

Dedi ki: «Bâtıl bir davaya davet edilip de bu çağrıya uymadığın zaman. Hasan (aleyhisselâm)’ın soyundan uğursuz şaşı birinin, kavminin önüne geçip Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin minberine oturarak, insanları kendisine uymaya çağırdı­ğı ve aslında sahip olmadığı (Mehdi ve Nefs-i zekiye) isimlerle anıldığını gördüğün za­man, verdiğin sözleri tutup ahitlerini tazele ve vasiyetini yaz. Çünkü hemen o gün veya ertesi gün öldürüleceksin.»

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Evet, hatırlıyorum. Kâbe’nin Rabbine andolsun. Bu adam, Ramazan ayının çok az bir kısmında oruç tutabilecek­tir. Seni Allah'a emanet ediyorum, ey Ebu'l-Hasan! Allah senden dolayı ecrimizi ar­tırsın. Senden dolayı kalanlar arasında güzel bir hayat üzere olmamızı nasip etsin. "Hiç şüphesiz biz, Allah 'tan geldik ve yine O'na döneceğiz." (Bakara, 156)»

Sonra İsmail'i omuzladılar ve İmam Cafer (aleyhisselâm)da zindana geri götü­rüldü. Allah'a yemin ederim ki, daha akşam olmadan, kardeşinin oğulları, yani Muaviye b. Abdullah b. Cafer'in oğulları yanına gelerek öldürünceye kadar tekmeleyerek ezdiler. Muhammed b. Abdullah, birini göndererek Cafer (aleyhisselâm)'ı serbest bı­raktı. Ramazan ayı girinceye kadar orada kaldık. Derken İsa b. Musa'nın baş kaldıra­rak Medine'ye doğru hareket ettiğini haber aldık.

Muhammed b. Abdullah öne geçti. Ordusunun öncüsü Yezid b. Muaviye b. Abdullah b. Cafer'di.

İsa b. Musa'nın askerlerinin başında ise Hasan b. Zeyd b. Hasan b. Hasan'ın oğulları ile Kasım ve Muhammed b. Zeyd, Hasan b. Zeyd'in oğulları, Ali ve İbrahim bulunuyordu.

Sonunda Yezid b. Muaviye yenilgiye uğradı. İsa b. Musa Medine'ye doğru ilerledi. Savaş, Medine'de kızıştı. Ardından İsa, Zubab dağına karargâh kurdu. Si­yahlar giymiş askerler, arkadan bize doğru geldiler. Muhammed, arkadaşlarıyla bir­likte çarşıya geldi. Onları buraya ulaştırdıktan sonra kendisi devam etti. Sonra Havvamin mescidine kadar onların peşine düştü. Orada siyahlar giyinmiş askerlerin (Ab­basi ordusu) ve beyazlar giyinmiş askerlerin (Muhammed'in askerleri) bulunmadığı boş bir meydanla karşılaştı. Şi'b-ı Fazare'ye varıncaya kadar yoluna devam etti. Ardından Huzeyl kabilesinin bölgesine girdi. Oradan Eşca Bölgesi'ne gitti. Orada, Ebu Abdul­lah (aleyhisselâm)’ın sözünü ettiği atlı Huzeyl Bölgesi'nden ve arkasından ona yaklaş­tı. Ve ona saldırdı. Ama bir şey yapamadı. Ardından kendisi atlıya saldırdı. Atının burnuna kılıçla vurdu. Atlı bir kez daha ona mızrakla saldırdı. Mızrak zırhı deldi. Muhammed ona yöneldi, bir darbe indirerek onu yaraladı. O, atlıya doğru yönelmiş­ken, Ammariler'in bucağından Humeyd b. Kahtaba, ona doğru bir hamle yaptı. Mız­rağı bedenine battı. Mızrak kırıldı. Ardından kendisi Humeyd'e doğru hamle yaptı. Humeyd kırık mızrağının demir ucuyla bir kez daha ona bir darbe indirdi ve onu ye­re serdi. Sonra üzerine atladı. Yaralayıncaya, öldürünceye kadar vurmaya başladı. Sonra kesik başını aldı. İsa'nın askerleri, dört bir yandan Medine'ye girdiler. Medi­ne'yi zaptettiler. Bizi de sürgün ederek dört bir yana gönderdiler.

Musa b. Abdullah der ki: Yola koyuldum, gidip İbrahim b. Abdullah'a yetiş­tim. İsa b. Zeyd'in, onun yanında saklandığını gördüm. Ona, hazırladığı planın kötülüğünü anlattım. Onunla birlikte dışarı çıktık. Derken onu da öldürdüler. Allah rah­met etsin.

Sonra el-Eşter'in kardeşinin oğlu Abdullah b. Muhammed b. Abdullah b. Ha­san ile birlikte yürüdük. Onu da Sind'de öldürdüler. Ben, derbeder, avare bir halde geri döndüm. Barınacak bir yerim yoktu. Hiçbir şehirde kalamıyor, daraldıkça daralıyordum. Dünya iyice daralıp korkum gittikçe şiddetlenince, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın dediklerini hatırladım. Halife el-Mehdî'nin yanma gittim. Hac ziyaretinde bulunuyordu. O sırada Kâbe’nin gölgesinde, halka hitap ediyordu. Beni fark etmesine fırsat vermeden, birden minberin önünde belirdim.

Dedim ki: Bana eman ver, ey Emir'ül-Mü'minin! Eğer bana eman verirsen, yanımdaki bir bilgiyi sana bildiririm.

Dedi ki: Tamam, nedir bu bilgi?

Dedim ki: Sana Musa b. Abdullah b. Hasan'ın nerede olduğunu söylerim.

Dedi ki: Tamam, sana eman veriyorum.

Dedim ki: Bana kesin söz ver. Can güvenliği garantisini ver.

Ondan tatmin edici sözler, ahitler aldım. Sonra dedim ki:

"Musa b. Abdullah benim."

Bana dedi ki: Bu durumda saygı görecek ve sana ikramda bulunulacaktır.

Dedim ki: Beni ailenden birine teslim et. Senin katında benimle, o ilgilensin.

Dedi ki: İstediğini seç.

"Amcan Abbas b. Muhammed" dedim.

Abbas: "Sana ihtiyacım yok." dedi.

Dedim ki: "Fakat benini sana ihtiyacım var. Emir'ül-Mü'minin hakkı için be­ni kabul etmeni istiyorum." İster istemez beni kabul etti.

el-Mehdî dedi ki: "Seni kim tanıyor?" O sırada etrafında arkadaşlarımızdan birçok kimse bulunuyordu.

Dedim ki: "Şu, Hasan b. Zeyd'dir, o beni tanır. Bu Musa b. Cafer'dir, o da be­ni tanır. Şu da Hasan b. Abdullah b. Abbas'dır. O da beni tanır."

Dediler ki: Evet ey Emir'ül-Mü'minin! Sanki hiç ortalıktan kaybolmamış gibi Sonra Mehdî'ye dedim ki: "Ey Emir'ül-Mü'minin! Bu sahneyi ve gelişmeleri şu ada­mın -Musa b. Cafer'i işaret ederek- babası bana haber vermişti."

Musa b. Abdullah der ki: O sırada İmam Cafer es-Sadık (aleyhisselâm) adına
bir de yalan söyledim ve dedim ki: "Sana selâmını iletmemi emretti. Ve dedi ki: "O,
âdil ve cömert bir imamdır."           

el-Mehdî, Musa b. Cafer'e beş bin dinar verilmesini emretti.

Musa, iki bin dinarın bana verilmesini emretti. Bütün arkadaşlarıyla dostluk bağlarını sürdürdü. Benimle de güzel ilişkiler kurdu.

Sonuç olarak Muhammed b. Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın çocukları anıldığı zaman, Allah'ın, meleklerinin ve arşı taşıyanların -Kirâmen kâtibin- salâtı ve selâmı onların üzerine olsun deyin. Bunlar arasında Ebu Abdullah'ı, en temiz duygularla, en üstün esenlik dilekleriyle anın. Allah, bana yaptığı iyilikten dolayı Musa b. Cafer'e en güzel ödülü versin. Çünkü ben, Allah'tan sonra onların kölesiyim (bendesiyim.)"

18-(932) ...Abdullah b. Cafer b. İbrahim el-Caferî'den şöyle rivayet etmiştir:

Bize, Abdullah b. Cafer b. Ebu Tâlib'in mevlâsı Abdullah b. Mufaddal anlattı.

Maktul Hüseyin b. Ali, Fah bölgesinde baş kaldırıp Medine'yi ele geçirdiği zaman, Musa b. Cafer'i kendisine bîat etmeye çağırdı.

Musa b. Cafer (aleyhisselâm), onun yanına geldi ve şöyle dedi: «Ey amcamın oğlu! Senin amcaoğlunun, amcan Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ı zorladığı gibi beni zorlama, o zaman istemediğim bir şeyi sana söylemek durumunda kalırım.»

Hüseyin ona dedi ki: "Sana bir isteğimi arz ettim. Eğer istersen bu isteğe uyar­sın. İstemezsen seni buna zorlamam. Yardım Allah'tan dilenir."

Sonra veda edip ayrıldı.

Veda ederken Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer ona şunları söyledi: «Ey amcamın oğlu! Sen öldürüleceksin. O halde sıkı savaş. Çünkü bu toplum fâsıktır. Mü'min gö­rünürler; ama içlerinde şirki gizlerler. "Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz" (Ba­kara, 156) Sizin uğradığınız musibetin, Allah katında ödüle dönüşmesini dilerim.» Sonra Hüseyin çıktı ve olanlar oldu. İmam'ın söylediği gibi hepsi de öldürüldüler.

19-(933) ...Abdullah b. İbrahim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Yahya b. Ab­dullah b. Hasan, Musa b. Cafer (aleyhisselâm)a şöyle bir mektup yazdı:

"İmdi... Ben, nefsime Allah'tan korkmayı tavsiye ediyorum. Aynını sana da tav­siye ediyorum. Çünkü bu, Allah'ın ilk kuşaklara ve son kuşaklara yönelik tavsiyesidir Allah'ın dinini yayın. Ona itaat edilmesi için çabalayan Allah dostlarından bana ha­ber verdi ki, öldürüleceğim diye bana acıyormuşsun, bununla beraber yardım etmek istemiyor musun? Ben insanları, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin soyundan herkesin razı olacağı birine bîat etmek üzere davet etme hususunda sana danıştım; ama sen bundan kaçındın. Senden önce baban da kaçınmıştı. Eskiden beri, size ait olmayan bir yetkiye sahip olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Arzularınızı, Allah'ın size vermediği makamlara kadar genişlettiniz. Böylece nevanızın peşine düştünüz. Dola­yısıyla saptınız. Ben, Allah'ın insanları sakındırdığı azabından seni sakındırıyorum."

Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer (aleyhisselâm) ona şu cevabı yazdı:

«Ebu Abdullah Cafer'in ve Ali'nin oğlu, bu ikisi, Allah karşısında zelîl olma ve Ona itaat hususunda ortaktır. Musa'dan Yahya b. Abdullah b. Hasan'a.

Şimdi... Ben seni ve nefsini Allah'tan sakındırırım. O'nun elem verici azabını, şiddetli cezasını, eksiksiz karşılığını bildiririm. Sana ve kendime Allah'tan korkmayı tavsiye ederim. Çünkü takva, konuşmanın süsü ve nimetlerin kalıcılığının sebebidir. Mektubun bana geldi. Orada benim ve babamın daha önce makam ve mevki iddia­sında bulunduğumuzu belirtiyorsun. Oysa benden böyle bir şey duymuş değilsin. "Onların şahitlikleri yazılacak ve bundan sorumlu tutulacaklardır." (Zuhraf, 19) Dün­ya hırsı ve dünyevi ihtiraslar, dünya ehlinin uhrevi arzuların peşine düşmesine engel olur. Daha dünyadayken uhrevi hedefleri ifsad olur. Benim, senin elindeki makamı istediğim için, insanları sana uymaktan alıkoyduğumdan söz ediyorsun.

Eğer benim, senin sevdiğin yola eğilimim olsaydı, hiç kuşkusuz, yöntemle il­gili zayıflık ve kanıta ilişkin yetersiz gözlem, beni bundan alıkoyamazdı.[202] Allah, in­sanları çeşitli etkenlerin karışımından oluşan bir hamurdan yaratmış, garip duygulara ve çeşitli karakter yapılarına sahip kılmıştır. Sana iki kelimenin ne olduğunu soraca­ğım. Bedeninde bulunan el-Atref ve insanda bulunan es-Suhlec[203] nedir? Bunun ceva­bını daha sonra bana yaz. Sana tavsiyem, halifeye baş kaldırmaktan kaçın. Ona iyilik etmeni, ona itaat etmeni tavsiye ederim. Pençeler seni tutmadan, sıkboğaz edilme­den, nefes alamayacak, bir çıkış yolu bulamayacak hale düşmeden kendin için ondan "eman" dilemeni tavsiye ederim. Belki Allah, halifenin iyiliği, lütfü ve şefkati aracı­lığıyla sana iyilikte bulunur. Sana eman verir, sana acır ve senin aracılığınla Resûlullah'ın akrabalarını korumuş olur. "Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerinedir. Bize vahyedildi ki azap, yalanlayıp yüz çevirenlerin üzerinedir." (Tâ-Hâ, 47-48)

el-Caferî der ki: Duydum ki, Musa b. Cafer (aleyhisselâm)’ın bu mektubu Hali­fe Harun'un eline geçmiş. Halife mektubu okuyunca şöyle demiş:

"İnsanlar, beni Musa b. Cafer aleyhine kışkırtıyorlardı. Hâlbuki o, kendisine yöneltilen suçlamalardan beridir."

82) VAKİT TAYİN ETMENİN MEKRUH OLUŞU BABI

l-(934) ...Ebu Hamza es-Sumalî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Ey Sabit! Allah Tebareke ve Tealâ bu işin[204] vaktini yetmiş (hicretten veya bi'setten başlayarak) belirlemişti; fakat Hüseyin (aleyhisselâm) öldürülünce Allah'ın, dün­ya halkına yönelik gazabı arttı ve bunun vaktini yüz kırk yılma erteledi. Fakat biz bunu size anlattık. Siz bunu yazdınız, üzerindeki perdeyi kaldırdınız. Bundan dolayı Allah, bizim katımızda bu iş için bir vakit belirlemedi. "Allah dilediğini siler ve ye­rinde bırakır. Kitabın aslı, O'nun kalındadır." (Ra'd, 39)»

Ebu Hamza der ki: Bunu, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a anlattım.

O da «Böyle oldu.» dedi.

2-(935) ...Abdurrahman b. Kesir şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum. O sırada Mihzem içeri girdi ve dedi ki: "Sana kurban olayım. Bana, beklediğimi, bu işin ne zaman gerçekleşeceğini haber ver."

Buyurdu ki: «Ey Mihzem! Vakit bildirenler yalan söylüyorlar. Acele edenler helak oldular; teslimiyet gösterenler kurtuldular.»

3-(936) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a, Kâim (aleyhisselâm)’ı sordum. Buyurdu ki: «Kâim İmam'ın, zuhur ediş vaktini belirleyenler yalan söylüyor­lar. Biz Ehl-i Beyt vakit belirtmiyoruz.»

4-(937) Ahmed, kendi rivayet zinciriyle şöyle der:

İmam buyurdu ki: «Allah, mutlaka vakit belirtenlerin belirttiği vakte muhalefet eder.»[205]

5-(938) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a dedim ki: "Bu işin bir vakti var mıdır?"

Buyurdu ki: «Vakit belirtenler yalan söylüyorlar. Vakit belirtenler yalan söy­lüyorlar. Vakit belirtenler yalan söylüyorlar. Musa (aleyhisselâm), Rabbi ile buluş­mak üzere kavminden ayrılıp yola çıkınca, onlara otuz gün süre verdi. Allah, bu otuz güne on gün ekleyince kavmi: "Musa bize verdiği sözü tutmadı."dedi.

Bunun üzerine yaptıklarını yaptılar.[206] Biz size bir şeyden söz ettiysek ve bizim söylediğimiz şekilde geliştiyse "Allah doğru söyledi." deyin.

Şayet size bir şeyden söz ettiysek, buna karşın buna aykırı bir durum gerçekleşirse: "Allah doğru söyledi." deyin. O zaman iki defa ödüllendirilirsiniz.»

6-(939) ...Ali b. Yaktin şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) bana dedi ki: «Şiîler, iki yüz seneden beri arzularla terbiye ediliyorlar.»

Ravi der ki: "Yaktin, oğlu Ali b. Yaktin'e dedi ki: "Niçin bizim için söylenen­ler gerçekleşirken,[207] sizin için söylenenler[208] gerçekleşmiyor?"

Ali ona dedi ki: "Sizin için söylenenler ile bizim için söylenenler aynı kay­naktan geliyor. Şu kadarı var ki, size söylenenlerin vakti gelmiş ve halis bir şekilde size bahşedilmiştir ve size söylendiği gibi gerçekleşmiştir. Ama bize söylenenlerin vakti henüz gelmemiştir. Bu yüzden temennilerle avunuyoruz.

Eğer bize: "Bu iş iki yüz veya üç yüz seneden önce gerçekleşmez" denilse, kalpler katılaşır ve insanların çoğunluğu İslâm'dan döner. Fakat bize:

"Ne çabuk gerçekleşecek ne de vakti bu kadar yakındır." denilmiştir.

Böyle söylenmesinin nedeni, insanların kalplerinin yumuşatılması ve kurtuluş gününün yakın olduğuna ilişkin bir ümidin uyandırılmasıdır."

7-(940) ...İbrahim b. Mihzem, babasından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdul­lah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında falan oğulları (Abbasi) sultanlarını andık.

Buyurdu ki: «İnsanlar, bu işin (Mehdî aleyhisselâm'ın zuhuru, hak devletinin) bir an önce gerçekleşmesini istedikleri için helak oldular. Allah, insanlar acele ediyorlar diye acele etmez. Bu işin bir vakti vardır. O gün gelince, bir saat öne alınmaz, bir sa­at ertelenmez.»

83) DENEME VE SINAMA BABI

1-(941) ...Ali b. Riâb, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle riva­yet etmiştir:

"Osman'ın öldürülmesinden sonra Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)'a bi­at edildiği zaman, minbere çıktı, halka hitab etti. İmam Sadık bu hutbeyi de zikretti. Bu kapsamda şunları söyledi: «Haberiniz olsun, sınama amaçlı musibetiniz geri dön­dü. Tıpkı, Allah'ın Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)'yi gönderdiği ilk günkü gibi.

Onu hak ile elçi olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, değişik görüş ve vesveseler ortaya atacak, elenip ayıklanacaksınız. Öyle ki, en aşağılarınız en yüksek­leriniz ve en yüksekleriniz en aşağılarınız olacaklardır.[209] Daha önce geri duranlar, öne geçmek için yarışacaklar. Daha önce geçenlerse, geri duracaklardır.[210]

Allah'a yemin ederim ki, hakkın hiçbir belirtisi benden gizlenmiş değildir. Hiç­bir zaman yalan da söylemiş değilim. Bana bu ortam ve bu gün haber verilmişti.»

2-(942) ...İbn Ebu Ya'fur şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Yaklaş­makta olan işten (Mehdi aleyhisselâm'ın zuhuru) dolayı, Arap tağutlarının vay haline.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Araplardan kaç kişi, İmam Mehdî aleyhisse­lâm ile beraber olacak?

-«Az sayıda bir grup.» dedi.            

Dedim ki: Allah'a yemin ederim ki, onlardan Mehdî inancını dile getirenlerin sayısı oldukça fazladır.

Buyurdu ki: «İnsanların denenmeleri, ayrışmaları ve elenmeleri kaçınılmaz­dır. O zaman halkın çoğu, elekten aşağı düşer.»

3-(943) ...Mansur şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki:

«Ey Mansur! Bu iş (Mehdî aleyhisselâm'in zuhuru), her tarafı ümitsizlik kapla­madan gerçekleşmez. Hayır, vallahi, birbirinizden ayrışmadan. Hayır, vallahi, iyice ayıklanmadan. Hayır, vallahi, bedbahtlar bedbaht ve mutlular mutlu olmadan olmaz.»

4-(944) ...Muammer b. Hallad şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar sınavdan geçirilmeden "inandık" demekle bırakılacaklarını mı sandı­lar? (Ankebût, 1-2)» âyetini okudu, sonra bana şöyle dedi: «Fitne nedir?»

Dedim ki: Sana kurban olayım, bize göre bundan maksat, din uğruna eziyet çekmektir.

Buyurdu ki: «Altının daha saf olması için ateşte eritilmesi gibi sınavdan geçi­rilirler. Altının arındırılması gibi arındırılırlar.»

5-(945)...Süleyman b. Salih, merfu olarak Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Sizin bu sözünüz,[211] insanların kalplerini ürkütür, nefret ettirir. Bu inancı kabul eden birine daha fazlasını anlatın. Bu inancı inkâr ede­ni ise kendi haline bırakın. Sınama amaçlı musibetlerin (fitne) olması kaçınılmazdır. Ki insanların içindeki bütün sırlar ve gizli duygular dökülsün. Kılı kırk yaran kim­seler ayıklansın. Böylece bizden ve Şiâmızdan başkası kalmasın.»

6-(946) ...Muhammed b. Mansur ve es-Saykal, babasından şöyle rivayet et­miştir:

Ben, Haris b. Muğire ve bizim arkadaşlarımızdan bir grup, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında oturmuş aramızda konuşuyorduk. İmam, bizim sözlerimizi dinliyordu. Bize dedi ki:

«Ne ile uğraşıyorsunuz? Heyhat! Heyhat! Hayır, Allah'a yemin ederim ki, si­zin gözlerinizi diktiğiniz şey gerçekleşmez, siz elenmedikçe. Hayır, Vallahi, sizin gözlerinizi diktiğiniz şey gerçekleşmez siz ayıklanmadıkça. Hayır, Vallahi sizin göz­lerinizi diktiğiniz şey gerçekleşmez siz ayrışmadıkça. Hayır, Vallahi sizin gözlerini­zi diktiğiniz şey gerçekleşmez iyice ümitsizliğe düşmedikçe. Hayır, Allah'a yemin ederim ki, sizin gözlerinizi diktiğiniz şey gerçekleşmez, bedbaht olan bedbaht ve mutlu olan mutlu olmadıkça.»

84) İMAMI TANIYAN KİMSEYE, ZUHURUN ERKEN VEYA GEÇ OLMASI ZARAR VERMEZ BABI

l-(947) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Sen imamını tanı. Hak devletinin ortaya çıkışının erken veya geç olması, senin açından fark etmez.»

2-(948) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a "Her topluluğu imamıyla birlikte ça­ğırdığımız gün..." (İsra, 71) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Ey Fudayl! İmamını tanı. Sen imamını bilirsen, bu işin erken veya geç olması senin açından fark etmez. Bir kimse imamını bilirse, bununla bera­ber Mehdî (aleyhisselâm)’ın zuhurundan önce ölürse, onun ordusunun içindeymiş gibi olur. Daha doğrusu onun sancağının altında oturmuş gibi olur.»

Bu sırada İmam (aleyhisselâm)’ın ashabından biri şöyle dedi: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) zamanında şehit düşen birinin derecesinde olur."

3-(949) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisse­lâm)’a dedim ki: "Sana kurban olayım, kurtuluş, çıkış yolu ne zaman görülecek?"

Buyurdu ki: «Ey Ebu Basir! Yoksa sende mi dünyevi iktidarı isteyenlerden­sin? Bu işi bilen kimse, beklediği için zaten kurtuluşa ermiştir.»

4-(950) ...İsmail b. Muhammed el-Huzaî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a benim de duyacağım şekilde şu soruyu yöneltti: "Sence ben Mehdi (aleyhisselâm)’ın zuhuru zamanına yetişecek miyim?" Buyurdu ki: «Ey Ebu Basir! Yoksa sen imamını tanımıyor musun?» Ebu Basir: "Vallahi tanıyorum ve sen osun." İmam'ın elini tuttu. İmam buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, ey Ebu Basir! Kâim (Mehdi aley­hisselâm)’ın otağının gölgesinde, kılıcına yaslanmamışsın diye üzülme.»[212]

5-(951) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Öldüğünde imamı olmayan kimse, bir tür cahiliyye ölümüyle ölmüştür. Öl­düğünde imamını bilen kimseye, bu işin[213] erken veya geç gerçekleşmesi zarar ver­mez. Öldüğünde imamını bilen kimse, Kâim (aleyhisselâm)’ın otağında, onunla bera­ber olan birinin derecesindedir.»

6-(952) ...Ali b. Haşim, babasından, o Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisse­lâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Bizim zaferimizin beklentisi içinde olan bir kimse­ye, Mehdi (aleyhisselâm)’ın otağında, askerlerinin arasında ölmemesi zarar vermez.»

7-(953) ...Ömer b. Eban şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «İmamlığın işaretlerini bil. İşaretleri bilirsen, bu işin erken veya geç olması senin açından fark etmez. Allah: "Her topluluğu imamıyla birlikte çağırdığımız gün." (İsra, 71) buyurmuştur. İmamını bilen kimse, beklenen Mehdî (aleyhisselâm)’ın ota­ğında bulunan kimse gibidir.»[214]

85) EHİL OLMADIKLARI HALDE İMAMLIK İDDİASINDA BULUNAN KİMSELER, İMAMLARI VEYA BAZISINI İNKÂR EDENLER, EHİL OLMAYAN KİM­SELERİN İMAMLIĞINI SAVUNANLAR BABI

l-(954) ...Sevre b. Kuleyb şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a "Kıyamet günü, Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerinin karardığını görürsün." (Zümer, 60) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Burada imam olmadığı halde "ben imamım" diyen kimse kaste­dilmiştir.»

Dedim ki: İmamlık iddiasında bulunan kimse, Alevî olsa da mı?

-«Alevî olsa da.» buyurdu.

Dedim ki: Yani Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)in soyundan olsa da mı?

-«Öyle olsa da.» dedi.

2-(955) ...Fudayl, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«İmamete ehil olmadığı halde imamlık iddiasında bulunan kimse kâfirdir.»

3-(956) ...Hüseyin b. Muhtar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a dedim ki:

"Sana kurban olayım. "Kıyamet günü, Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüz­lerinin karardığını görürsün" (Zümer, 60) âyetiyle ne kastedilmiştir?"

Buyurdu ki: «İmam olmadığı halde imamlık iddiasında bulunan herkes kast edilmiştir.»

Dedim ki: Fatımî-Alevî biri olsa da mı?

- «Fatımî ve Alevî olsa da.» buyurdu.

4-(957) ...İbn Ebu Ya'fur, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'ın şunları söylediğini duydum: «Allah kıyamet günü, şu üç ki­şi ile konuşmaz, onları arındırmaz ve onlar için acıklı bir azab vardır.

1)     Böyle bir yetkisi olmadığı halde imamlık iddiasında bulunan kimse.

2)  Allah tarafından belirlenen imamı inkâr eden kimse.

3)  Bu ikisinin İslâm'da yerinin olduğuna inanan kimse.»

5-(958) ...Velîdb. Sabih şöyle rivayet etmiştir:   

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Bu ima­met işini iddia eden kimse, gerçek imam değilse, Allah onun ömrünü keser.»

6-(959) ...Talha b. Zeyd, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Bir kimse, Allah tarafından imam tayin edilen bir kimseye, Allah tarafından imam tayin edilmeyen bir kimseyi imamlıkta ortak ederse, Allah'a ortak koşmuş olur.»

7-(960) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: Adamın biri bana şöyle dedi: "Sen son imamı bil, ilk imamı bilmemenin sana bir zararı olmaz."

Bunun üzerine şöyle buyurdu:

«Allah, o adama lanet etsin. Ben ona buğzediyorum ve onu tanımıyorum. İlk imamı tanımadan son imamı tanımak mümkün olabilir mi?»

8-(961) ...İbn Muskan şöyle rivayet etmiştir:

Şeyhe[215] İmamlar hakkında bir soru sordum.

Buyurdu ki: «Yaşayan imamlardan birini inkâr eden kimse, ölen imamları da inkâr etmiş olur.»

9-(962) ...Muhammed b. Mansur şöyle rivayet etmiştir:

İmam (aleyhisselâm)’a "Çirkin bir hayasızlık işledikleri zaman: Biz babalarımızı bunun üzerinde bulduk. Al­lah bize bunu emretti derler." De ki: "Allah çirkin hayâsızlığı emretmez- Allah hak­kında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" (A'raf, 28) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Herhangi bir kimsenin, Allah'ın, zina yapmayı veya içki içmeyi yahut buna benzer bir haram işlemeyi emrettiğini iddia ettiğini gördün mü?»

- "Hayır" dedim.

Dedi ki: «Öyleyse Allah'ın kendilerine emrettiğini iddia ettikleri bu çirkin hayâsızlıktan maksat nedir?»

- "Allah ve velîsi daha iyi bilir." dedim.

Buyurdu ki: «Bu âyet, imameti gasp eden zorbalık önderleriyle ilgilidir. İn­sanlar, Allah'ın bunlara uymayı emrettiğini iddia ederler; ancak Allah böyle bir emir vermemiştir. İşte Allah, burada onların iddialarını reddediyor ve Allah hakkında ya­lan söylediklerini haber veriyor ve onların bu yaklaşımını çirkin, hayâsızlık olarak isimlendiriyor.»[216]

10-(963) ...Muhammed b. Mansur şöyle rivayet etmiştir:

Salih bir kul (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’dan, "De ki: Rabbim, çirkin hayasızlı­ğın açığını da gizlisini de haram kılmıştır" (A'raf, 33) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Kur'ân'ın bir zahiri, bir de bâtıni vardır.

Allah'ın Kur'ân'da haram kıldığı şeylerin tümü "açık / zâhir"dir. Bunlardan "gizli / bâtın" olanı zorbalık imamlarıdır. Allah'ın kitapta helâl kıldığı şeylerin tama­mı da açıktır. Bunlardan gizli olanı ise hak imamlardır.»[217]

11-(964) ...Cabir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a "İnsanlardan kimi de Allah'ı bir yana bırakarak bir takım eşler edinir. Onları, Allah 'ı sever gibi severler." (Bakara, 165) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin olsun ki, burada kastedilenler, falan ile falanın bağlıları, dostlarıdır. Bunlar, Allah'ın insanlara imam olarak belirlediği kişiyi bıraka­rak, falanı ve falanı imam edindiler. Bu yüzden Allah şöyle buyurmuştur:

"Keşke zalimler, azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi. Uyanlar şöyle derler: Ah! Keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar." (Baka­ra, 165-167) Ardından Ebu Cafer (aleyhisselâm) şöyle dedi:

Onlar, Allah'a yemin ederim ki, ey Cabir zulüm imamları ve taraftarlarıdır.»

12-(965) ...İbn Ebu Ya'fur şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah kıyamet günü şu üç kişinin yüzüne bakmaz, onları arındırmaz ve onlar için elem verici bir azap vardır. "Kendisine böyle bir yetki verilmediği halde imamlık iddiasında bulunan kimse.

Allah'ın tayin ettiği imamı inkâr eden kimse.

Bu ikisinin İslâm'da yeri olduğuna inanan kimse."»

86) ALLAH TARAFINDAN BİR İMAMA UYMAKSIZIN ALLAH'A İBADET EDEN KİMSENİN DURUMU BABI

l-(966) ...İbn Ebu Nasr, Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan "Allah'tan bir hidâyet olmadan kendi hevâsına uyan kimseden daha sapık kim olabilir." (Kasas, 50) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Hevasını (kendi kişisel görüşünü) dini haline getirip hidâyet imam­larından birine uymayan kimse kastedilmiştir.»[218]

2-(967) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (MuhammedBakır aleyhisselâm)'dan duydum ki: «Allah'ın belirlediği bir imamı olmaksızın kendini yorarak Allah'a ibadet eden kimsenin bu çabası kabul edilmez. O, sapıktır, şaşkındır. Allah onun amellerini beğenmez. O, çobanından ve sürüsünden ayrılıp kaybolan bir koyuna benzer. Gününü oraya buraya koşup dur­makla, gidip gelmekle geçirir. Akşam olunca, çobanına ait olmayan bir sürü görür. O, sürüye yönelir, onunla aldanır. Gecesini bu sürünün ağılında geçirir. Çoban sürü­sünü gütmek istediğinde, çobanı ve sürüyü tanımaz. Çobanını ve sürüsünü bulmak amacıyla şaşkın bir şekilde etrafa saldırır. Derken başında çobanı bulunan koyunlar görür. Ona yönelir ve onlarla aldanır. Çoban ona seslenir: "Kendi çobanına ve sürüne katıl. Çünkü sen yitiksin. Çobanından ve süründen ayrılmış bir şaşkınsın."

Adı geçen koyun, aynı şekilde şaşkın ve yalnız olarak koşturup durur. Mera­sına götürecek veya ona yöneltecek bir çobanı olmaksızın gider gelir. O böyle dola­şıp dururken kurt, bu şekilde kayboluşunu ganimet bilip onu yer.

İşte böyle, Allah'a yemin ederim ki, ey Muhammed! Bu ümmetten, Allah Celle ve Azze tarafından tayin edilen açık ve âdil bir imamı olmayan kimse sapıktır, yo­lunu yitirmiştir. Eğer bu hal üzere ölürse bir tür küfür ve münafıklık hali üzere öl­müş olur. Bil ki ey Muhammed! Zorba imamlar ve bağlıları, Allah'ın dininden so­yutlanmışlardır. Kendileri saptıkları gibi başkalarını da saptırmışlardır. "İşledikleri ameller, fırtınalı bir günde esen şiddetli bir rüzgâr önündeki küller gibidir. Kazandıkla­rı hiçbir şeyi elde tutmaya güç yetiremezler. İşte derin sapıklık budur." (İbrahim, 18)»

3-(968) ...Abdullah b. Ebu Ya'fur şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)a dedim ki:

"Ben insanların arasına karışıyorum. Bazı insanlar karşısında hayretim, her gün biraz daha artıyor. Bunlar sizin velayetinizi kabul etmez, falanın ve falanın vela­yetine inanırlar. Buna karşılık son derece güvenilir, doğru sözlü ve sözünde duran kimselerdir. Bazı insanlar da sizin velayetinizi kabul ettikleri halde onlar kadar gü­venilir, sözünde duran ve doğru sözlü değildirler."

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) oturduğu yerde doğruldu ve bana öfkelenmiş gibi baktı, sonra şöyle dedi: «Allah tarafından tayin edilmeyen, zorba bir imamın önderli­ğinde Allah'a kulluk eden kimsenin dini yoktur. Allah tarafından tayin edilen âdil bir imamın velayetinde Allah'a ibadet eden kimse için de serzeniş söz konusu değildir.»

Dedim ki: "Onların dini ve bunlar için de serzeniş mi yoktur?"

- «Evet.» dedi «onların dini yok, bunlar için de azarlama yoktur.»

Sonra şöyle dedi: «Allah Azze ve Celle'nin şu âyetini duymadın mı? "Allah iman edenlerin velîsidir, onları karanlıklardan nura çıkarır." (Bakara, 257) Yani, gü­nahların karanlığından tevbe ve bağışlama nuruna çıkarır. Çünkü onlar, Allah tara­fından tayin edilen bütün âdil imamların velayetini kabul ederler. "Kâfirlerin velîleri de tağutlardır. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar." (Bakara, 257)

Bununla kastedilen şudur: Bunlar daha önce İslâm nuru üzereydiler. Allah, Azze ve Celle tarafından kendilerine yetki verilmeyen bütün zorba imamların vela­yetini kabul ettikleri için, onların velâyetiyle İslâm'ın nurundan küfrün karanlığına çıktılar. Bunun için Allah, onların da kâfirlerle birlikte ateşte yanmalarına hükmetti. "Onlar ateş ehlidir, orada ebediyen kalacaklardır." (Bakara, 257)»

4-(969) ...Habib es-Sicistanî, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah buyurmuştur ki:

Ben, İslâm'da her zorba imamın velayeti altında kulluk eden bütün gruplara, mutlaka azab edeceğim. Bunların amelleri iyi ve takva sahibi olsalar da.

Ve İslâm'da Allah tarafından yetki verilen bütün âdil imamların velayeti altın­da ibadet eden bütün grupları, kesinlikle affedeceğim.[219] Bunlar kişisel olarak zulme­den, kötülük işleyen kimseler olsalar da.»

5-(970) ...Abdullah b. Sinan, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Allah, amelleri iyi ve kendileri muttaki olsalar da, Allah tarafından yetki ve­rilmeyen imamın velayeti altında ibadet eden bir ümmete, azab etmek ten utanmaz.

Ve Allah, kişisel amelleri itibariyle zâlim ve kötü olsalar da, Allah tarafından yetki verilen bir imamın velayeti altında ibadet eden bir ümmete de azab (belâ gön­dermek)’ten haya eder.»

87) HİDAYET İMAMLARINDAN BİRİNE UYMADAN ÖLEN KİMSE BABI -EVVELKİ BÖLÜMÜN BİR CÜZÜ-

l-(971) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) kendiliğinden konuşmaya başladı ve dedi ki: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurmuştur: «Bir imamı olmadan ölen kimse, bir tür cahiliyye üzere ölmüş olur.» Dedim ki: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) mi böyle buyurdu?

-  «Evet.» dedi, «Allah'a yemin ederim ki, böyle söyledi.»

Dedim ki: Şu halde, bir imamı olmadan ölen herkes, cahiliyye ölümü üzere mi ölmüş olur?!

-  «Evet.» dedi.

2-(972) ...el-Veşşa şöyle rivayet etmiştir:

Bana Abdülkerim b. Amr, İbn Ebu Ya'fur'dan naklen anlattı: Ebu Abdullah (aleyhisselâm)a, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin: "Bir imamı olmadan ölen kimse, bir tür cahiliyye üzere ölmüş olur." sözünü sordum ve dedim ki:

"Yani bir tür küfür üzere mi ölür?"

Dedi ki: «Sapıklık ölümü yani.»                                 

Dedim ki: Bu gün, ölüp de bir imamı olmayan kimse, cahiliyye üzere mi öl­müş olur?

- «Evet.» dedi.                            

3-(973) ...Haris b. Muğire şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a dedim ki: Resûlullah (sallcıllahu aley­hi ve âlihi): «İmamını bilmeden ölen kimse, bir tür cahiliyye üzere ölmüştür.» buyur­muş mudur?

-«Evet.» dedi.

- "Şurada kast edilen "cahiliyye," cahillerinin mi yoksa imamını bilmeyen kimselerinki mi?" dedim.

-«Küfür, nifak ve sapıklık cahiliyyesi.» dedi.

4-(974) ...Mufaddal b. Ömer, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Doğru sözlü bir imamdan dinlemeksizin Allah'a kulluk eden kimseyi Allah mutlaka meşakkat ve sıkıntıya mahkûm eder. Kim Allah tarafından kendisine bir ka­pı açılmaksızın bu tür söze muhatap olduğunu[220] iddia ederse o kimse müşriktir. Bu­rası, Allah'ın gizli sırlarının kapsamında yer alan korunmuş bir kapıdır.»

88) EHL-İ BEYT'TEN HAKKI TANIYAN VE TANIMAYAN KİMSELER BABI

1-(975) ...Süleyman b. Cafer şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Hiç kuşkusuz Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Tâlib, karısı ve oğulları cennet ehlidirler.» Sonra şöyle dedi: «Ali ve Fâtıma (aleyhimusselâm)’ın çocuklarından bu işi (imameti) tanıyanlar, diğer insanlar gibi değildirler.»

2-(976)...Ahmed b. Ömer el-Hallal anlattı ki:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâmfa dedim ki: "Bana söyler misin: Fâtıma (selâmullahi aleyha)nın soyundan gelip de sana karşı dik başlılık eden ve senin hak­kını tanımayan kimse ile diğer insanlar aynı mıdırlar, alacakları ceza bir midir?"

Buyurdu ki: «Ali b. Hüseyin (Zeyn'ül-Âbidin aleyhisselâm) şöyle derdi:

«Onların cezası iki kat fazla olacaktır.»

3-(977) ...Abdurrahman b. Ebu Abdullah bana dedi ki:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a şöyle dedim: "İmameti inkâr eden Haşim oğulları ile başka insanlar, sorumluluk bakımından bir midirler?"

Bana şu karşılığı verdi: «İnkâr edenler deme. Haşim oğullarından ve başka in­sanlardan reddedenler de.»

Ebu'l-Hasan dedi ki: Bu söz üzerine düşündüm, sonra Yusuf (aleyhisselâm)’ın kardeşleriyle ilgili şu âyeti hatırladım: "Yusuf onları tanıdı; ama onlar Yusuf u tanı­madılar. " (Yusuf, 58)»[221]

4-(978) ...İbni Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a sordum ve dedim ki: "Sizin akrabaları­nızdan imameti reddedenlerle, başka insanlardan reddedenler bir midirler?"

Buyurdu ki: «Bizden reddedene iki günah, bizden iyilik edene de iki iyilik vardır.»

89) İMAMIN VEFATI ESNASINDA İNSANLARIN GÖREVİ BABI

l-(979) ...Yakub b. Şuayb şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki:

"İmamın başına bir şey gelirse (vefat ederse) insanlar nasıl hareket etmeliler?"

Buyurdu ki: «"Onların her kesiminde bir gurup dinde geniş bilgi elde etmek ve döndüklerinde kavimlerini ikaz etmek için sefere çıkmalıdır." (Tevbe, 122) âyeti nere­de? Sefere çıkanlar aramayı sürdürdükleri sürece mazurdurlar. Bekleyenler de, ar­kadaşları kendilerine dönünceye kadar mazurdurlar.»

2-(980) ...Abdu'1-Alâ anlattı ki:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, Amme (Ehl-i sünnet), Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi): «Bir imamı olmadan ölen kimse, bir tür cahiliyye üzere ölmüştür.» dediğini rivayet ediyor.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, doğru söylüyorlar.»

Dedim ki: İmam öldüğünde, bir adam Horasan'da olsa ve vasisinin kim oldu­ğunu bilmese, bu uzaklık onun için mazeret sayılmaz mı?

Buyurdu ki: «Sayılmaz. İmam öldüğü zaman, vasisinin kanıtı, bulunduğu şe­hirde yanında olan kimselerin omzuna biner. Yanında olmayanlar da imamın öldü­ğünü haber alır almaz, hemen bulunduğu şehre heyet halinde sefer düzenlemekle yü­kümlüdürler. Çünkü Allah Azze ve Celle, bir âyette şöyle buyurmuştur: "Onların her kesiminde bir grup, dinde geniş bilgi elde etmek ve döndüklerinde kavimlerini ikâz etmek için sefere çıkmalıdır. Umulur ki sakınırlar." (Tevbe, 122)

Dedim ki: Diyelim ki bir grup sefere çıktı ve bunların bir kısmı, imamın bu­lunduğu şehre varmadan yolda öldüler, bunların durumu ne olacak?

Dedi ki: «Allah Azze ve Celle bir âyette şöyle buyurmuştur: "Allah ve Resulü­ne hicret etmek için evinden çıkan ve o esnada kendisine ölüm yetişen kimsenin mükâfatı Allah'a düşer." (Nisa, 100)

Dedim ki: Diyelim ki, sefere çıkanların bir kısmı, şehre ulaştılar. Gördüler ki kapını kilitlemişsin, perdeni indirmişsin, onları kendine davet etmiyorsun ve kimse de seni onlara göstermiyor, seni nasıl tanıyacaklar?

Buyurdu ki: «Allah'ın indirilmiş kitabıyla.»

-"Allah Celle ve Azze, kitapta ne buyuruyor?" diye sordum.

Buyurdu ki: «Bana öyle geliyor ki, bu hususta daha önce de konuşmuştun.»

-"Evet" dedim.

«Öyleyse.» dedi, «Allah'ın Ali (aleyhisselâm) hakkında indirdiği âyetleri, Re­sûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Hasan (aleyhisselâm) ve Hüseyin (aleyhisselâm)'la ilgili olarak Ali'ye dediklerini, Allah'ın Ali'ye özgü kıldığı nitelikleri, Resûlullah'ın onun için söylediklerini, ona yaptığı vasiyeti, onu tayin edişini, başlarına gelen musibetleri, Hasan ve Hüseyin'in bunu ikrar edişlerini, bunu Hasan'a vasiyet edişini, Hüseyin'in: "Peygamber, mü'minler üzerinde kendilerinden ziyade tasarruf ve velayet sahibidir. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirleri­ne daha önceliklidirler." (Ahzâb, 6) âyeti uyarınca imameti teslim edişini hatırla.»

Dedim ki: Ama insanlar, Ebu Cafer (aleyhisselâm) hakkında konuşuyorlar ve diyorlar ki: "Nasıl oluyor da imamlık, babasının çocukları içinde, akrabalık bakımın­dan ona denk olan ve yaşça ondan büyük olanlardan ayrılıp, daha küçük biri olarak ona veriliyor; ama ondan küçük olanlara da küçük oldukları için verilmiyor?"

Buyurdu ki: «Bu işin sahibi, başkasında olmayan üç özelliğiyle bilinir:

1)     Kendisinden önceki imama herkesten daha yakındır.

2)     Onun vasisidir.

3)     Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlini)'nin silahı ve vasiyeti onun yanındadır. Bunlar şimdi bendedir. Kimse bunlarla ilgili olarak benimle çekişemez.» Dedim ki: Bunları sultanın korkusundan mı gizliyorsunuz?

«Hayır.» dedi, «Bunların apaçık bir kanıtı olmadan gizlenmezler. Burada giz­lenen bu emanetleri, babam vefat edeceği zaman bana emanet etti ve: «Bana şahitler getir.» dedi. Kureyş'ten dört kişiyi çağırdım. Abdullah b. Ömer'in azatlısı Nafi de aralarında bulunuyordu. «Yaz.» dedi: "Bu, Yakub'un oğullarına yaptığı vasiyettir: Ey oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. Ancak Müslüman olarak ölün." (Bakara, 132)

Muhammed b. Ali, oğlu Cafer b. Muhammed'e vasiyet etti ve cuma namazla­rını kılarken giydiği hırkasını kefen yapmasını, başına sarığını sarmasını, mezarını dörtgen şeklinde yapmasını ve yerden dört parmak yüksek yapmasını, sonra kabre konulmasını emretti. Ardından «vasiyeti İcatla.» dedi. Onlar gidince dedim ki:

Bunda, onları şahit göstermeni gerektiren ne var, babacığım?

Dedi ki: Benden sonra mağlup edilmeni ve hakkında: «Ona vasiyet edilmedi» denilmesini istemedim. Senin lehinde bir kanıt olmasını istedim. O da şudur: Bir adam bu memlekete gelse ve «Falanın vasisi kimdir?» dese. "Falana vasiyet edildi denecektir.»

Dedim ki: Vasiyete ortak çıksa, imam nasıl bilinir?

-«Bazı müşkül ve gaybi sorular sorarsınız, o zaman verdiği bilgilerle imamın kimliği sizin için netlik kazanır.»

3-(981) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:   

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki:

"Allah sana iyilik versin. Hastalandığını duyduk. Son derece endişelendik. Bi­ze, senden sonra kimin imam olacağını haber versen veya öğretsen olmaz mı?"

Buyurdu ki: «Ali (aleyhisselâm) âlimdi. İlim de veraset yoluyla geçer. Bir âlim öldüğünde, mutlaka ondan sonra, onun gibi bilen veya Allah'ın dilediği bilgiye sahip bir âlim kalır.»

Dedim ki: İnsanlar için, vefat eden imamdan sonraki imamı bilmemek caiz midir?

Buyurdu ki: «Bu şehrin (Medine'nin) halkı için caiz değildir. Fakat başka şehir­lerin halkları, uzaklıkları oranında mazur sayılırlar. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur: "Mü 'minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup dinde geniş bilgi elde etmek ve döndüklerinde kavimlerini ikaz etmek için se­fere çıkmalıdır. Umulur ki sakınırlar." (Tevbe, 122)

Dedim ki: "Bu yolda ölenin durumu ne olacak?

—«O» dedi, «"Evinden Allah 'a ve Resulüne hicret etmek amacıyla çıkan ve yol­da ölen, dolayısıyla mükâfatı Allah'a düşen kimse konumundadır." (Nisa, 100)»

Dedim ki: "Geldikleri zaman, imamlarını hangi özelliğinden tanıyacaklar?"

-«İmama bir sükûnet, ağır başlılık ve heybet bahşedilir.»

90 İMAMIN, GÖREVLENDİRİLDİĞİNİ ANLADIĞI ZAMAN BABI

l-(982) ...Ebu Cerir el-Kummî şöyle rivayet etmiştir:

Ebul-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a dedim ki: Sana feda olayım. Biliyorsun ki ben, herkesle bağımı keserek babana bağlandım, ondan sonra da sana bağlandım.

Bu sırada İmam'a yemin ettim ve dedim ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin, falanın, falanın ve falanın (Ali, Hasan ve Hüseyin -aleyhimusselâm-) hakkı için," ona gelinceye kadar saydım ve ekledim:

"Bana vereceğin haber, benden çıkmaz, başka hiçbir insana anlatmam." Sor­dum ki: "Baban sağ mıdır, ölü müdür?"

Dedi ki: «Allah'a yemin ederim ki, babam öldü.»

Dedim ki: Sana feda olayım, senin Şiân: "Onda dört peygamberin sünneti vardır." şeklinde bir görüşü rivayet ediyor.

Dedi ki: «Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, o yok oldu.»

Dedim ki: Kayboldu anlamında mı yok oldu yoksa öldü anlamında mı?

-«Öldü anlamında helak oldu.» dedi.

Dedim ki: Belki de sen bana karşı takiyye yapıyorsun?

-«Subhanallah!» dedi.

Dedim ki: "Sana mı vasiyet etti?"            

«Evet.» dedi.

-   "Bu vasiyete bir başkasını da sana ortak etti mi?" dedim.

-   «Hayır.» dedi.

Dedim ki: Kardeşlerin içinde senin imamın olan biri var mı?

-   «Hayır.» dedi.

-   "O halde sen imam mısın?" dedim.

-   «Evet.» dedi.

2-(983) ...Ali b. Esbat şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki: "Bir adam, kardeşin İbrahim'i kandırarak babanın sağ olduğunu ve senin de onun bildiği şeyi[222] bildiğini söylemiş."

Buyurdu ki: «Subhanallah! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) ölüyor da Mu­sa (aleyhisselâm)mı ölmüyor? Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah'ın öldüğü gibi o da ölmüştür. Şu kadarı var ki, Allah, Nebisi (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat ettiğinden beri, sürekli olarak bu dini, acemlerin çocuklarına bahşediyor ve Nebi'nin soydaşla­rından alıkoyuyor. Acemlere dini veriyor, Nebi'nin soydaşlarından alıkoyuyor.

Ben Zilhicce ayının başında, eşlerini boşamak ve kölelerini azad etmek üzere olan İbrahim'in yerine bin dinarlık borcunu ödemiştim. Fakat sen, herhalde kardeş­lerinin Yusuf (aleyhisselâm)’a neler yaptıklarını duymuşsundur.»

3-(984) ...el-Veşşa şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki:

"Vakıfiyye mezhebinin mensupları, Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer)’in ölümüyle ilgili olarak sana dayanarak rivayet ediyorlar ki, bir adam sana, "Babanın öldüğünü Said'in söylemesiyle mi öğrendin?" diye sormuş."

Buyurdu ki: «Said, benim babanım ölümünü kendisinden önce öğrenmiş ol­mamdan sonra geldi.»

Ravi der ki: Onun şöyle dediğini duydum: «Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın ölü­münden bir gün sonra, Recep ayında İshak'ın kızı Ümmü Ferve'yi boşadım.»

Dedim ki: "Ebu'l-Hasan'ın vefatını öğrendiğin halde mi onu boşadın?

-   «Evet.» dedi.

-   "Said'in sana gelmesinden önce mi?" dedim.

-   «Evet.»[223] dedi.

4-(985) ...Safvan şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b, Musa aleyhisselâm)a dedim ki:

"İmamın ne zaman imam olduğunu bildiğini bana söyler misin? Kendisinden önceki imamın öldüğünü öğrendiği zaman mı, yoksa öldüğü sırada mı? Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın Bağdat'ta vefat etmesi ve senin de burada (Medine'de) olman gibi."

Buyurdu ki: «Bunu kendisinden önceki imamın öldüğü esnada bilir.»

-   "Nasıl?" dedim.

-   «İlham etmesiyle.» dedi.

5-(986) ...Harun b. Fadl şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın vefat ettiği gün, Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed'i gördüm. Şöyle dedi: «"İnna lillahi ve inna ileyhi raciun: Biz Allah'­tan geldik ve O'na döneceğiz" (Bakara, 156) Ebu Cafer (aleyhisselâm) vefat etti.»

Orada bulunanlar dediler ki: "Nasıl bildin?"

Buyurdu ki: «Çünkü Allah tarafından içime bir tevazu salındı ki, bir benzerini daha önce hissetmemiştim.»

6-(987) ...Müsafir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) Medine'den çıkarılıp Bağdat'a götürülünce, Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a ölüm haberi gelinceye kadar, her gece evinin kapısında uyumasını emretti.

Biz de her gece Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) için dehlizde bir yatak sererdik. Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) yatsıdan sonra gelir, orada uyurdu. Sabah olunca da evine giderdi. Dört yıl boyunca bu şekilde devam etti. Gecenin birinde geciktiğini fark et­tik. Kendisi için yatak hazırlamıştık. Ama o gece gelmedi. Ev halkı telaşlandı. Onun gecikmesi bizi de fazlasıyla endişelendirdi. Sabah olunca eve geldi ve hane halkının yanına gitti. Ümmü Ahmed'e yöneldi ve dedi ki:

«Babamın sana emanet bıraktığı şeyleri getir.»

Bunu duyar duymaz Ümmü Ahmed feryat etti, yüzüne vurdu, gömleğini para­ladı, bir yandan da şunu söyledi: "Allah'a yemin ederim ki, efendim ölmüş."

İmam onu vazgeçirdi ve şöyle dedi: «Bir şey söyleme, kimseye açma. Vali ha­ber alıncaya kadar sesini çıkarma.»

Ümmü Ahmed ona bir sepet ve bir de iki bin veya dört bin dinar getirdi. Bun­ların tümünü ona verdi, başka birine değil.

Ümmü Ahmed dedi ki: "İmam baş başa olduğumuz bir sırada bana şöyle de­mişti. -İmam'ın nezdinde güvenilir bir yeri vardı- "Bu emanetleri yanında sakla. Ben ölünceye kadar kimseyi bundan haberdâr etme. Ben ölünce de oğullarımdan hangisi gelip bunları senden isterse, ona ver. Ve o zaman bil ki ben ölmüşüm. Allah'a yemin ederim ki, şimdi efendimin işareti bana göründü."

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm), emanetleri ondan aldı ve orada bulunan herkese, haber gelinceye kadar kimseye bundan söz etmemelerini emretti. Dönüp gitti; fakat eskiden olduğu gibi geceleyin yatmak için gelmedi. Aradan çok geçme­den, İmam'ın ölüm haberi geldi. Günleri saydık ve anladık ki, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın gece yatmaya gelmediği ve emanetleri istemeye geldiği gün, vefat etmiş.

91) YAŞ AÇISINDAN İMAMLARIN HALLERİ BABI

l-(988) ...Yezid el-Künasî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)a dedim ki:

"Meryem oğlu İsa (aleyhimusselâm) beşikte konuştuğu sırada, kendi dönemin­deki insanlar açısından, Allah'ın hücceti değil miydi?"

Buyurdu ki: «O gün nebi, Allah'ın hüccetiydi. Ama henüz resul değildi. Onun şu sözünü duymadın mı: "Şüphesiz ben, Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı verdi. Beni nebi yaptı. Nerede olursam beni mübarek kıldı. Yaşadığım surece namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti." (Meryem, 30-31)

Dedim ki: O, bu halde ve beşikteyken, o gün Zekeriyya (aleyhisselâm)’ın üstün­de Allah'ın hücceti miydi?

Buyurdu ki: «İsa, o durumda, insanlar için bir âyetti. Konuşması ve Meryem'­in durumunu izah etmesi itibariyle de Meryem için Allah tarafından bahşedilen bir rahmetti. O durumda sözlerini dinleyenler için de peygamber ve hüccetti. Sonra sus­tu ve iki yıl boyunca konuşmadı. İsa'nın iki yıl boyunca konuşmadığı sırada, Allah Azze ve Celle'nin insanlar üzerindeki hücceti Zekeriyya idi. Sonra Zekeriyya öldü. Oğlu Yahya (aleyhimusselâm) henüz küçük bir çocuk iken kitap ve hikmete mirasçı oldu. Yoksa: "Ey Yahya! Kitaba var gücünle sarıl. Henüz çocuk iken ona hikmet ver­dik." (Meryem, 12) âyetini duymadın mı? İsa (aleyhisselâm) yedi yaşına gelince nebi ve resul olarak konuşmaya başladı. Allah, ona vahiy indirmişti. O sırada İsa, hem Yah­ya'nın, hem de diğer bütün insanların üzerinde Allah'ın hüccetiydi.

Ey Ebu Halid! Allah'ın Âdem (aleyhisselâm)’ı yaratıp onu yeryüzüne yerleştir­diği günden bu yana yeryüzü, Allah adına insanlar üzerinde hüccet olan birinden bir tek gün dahi yoksun kalmamıştır.»

Bunun üzerine dedim ki: Sana feda olayım. Resûlullah hayattayken İmam Ali, bu ümmet üzerinde Allah'ın ve Resulünün hücceti miydi?

-«Evet.» dedi. «Resûlullah, onu insanlar arasında tayin ettiği, bir sancak gibi diktiği, insanları onun velayetini tanımaya davet ettiği, ona itaat etmelerini emrettiği günden itibaren hüccetti.»            

Dedim ki: "İnsanların Ali (aleyhisselâm)'a itaat etmeleri, hem Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin hayatında hem de vefatından sonra zorunlu muydu?"

-«Evet.» dedi. «Ama Ali sustu ve Resûlullah hayattayken konuşmadı. Resû­lullah hayattayken bütün ümmetle birlikte İmam Ali'nin, Resûlullah'a itaat etmesi vacipti. Resûlullah'ın vefatından sonra insanların İmam Ali'ye itaat etmeleri de Allah ve Resulünün buyruğudur. Ali hikmet sahibi ve âlimdi.»

2-(989) ...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki: "Allah sana Ebu Cafer (aley­hisselâm)’ı bahşetmeden önce, sana yerine kimin geçeceğini sorardık ve sen de:

«Allah bana bir erkek çocuğu bahşedecektir.» derdin.

Gerçekten Allah sana bir oğul bahşetti, böylece bizim gözlerimiz aydın oldu. Allah göstermesin, şayet sana bir şey olursa, kime uyalım?"

Önünde duran Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ı işaret etti.

Dedim ki: "Sana feda olayım. O daha üç yaşında."

Buyurdu ki: «Bunun bir sakıncası yoktur. Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm), üç yaşından daha küçük bir yaşta hüccetlik görevini yerine getirmiştir.»

3-(990) ...Ali b. Seyf, ashabımızın bazısından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer-i Sani (İmam Muhammed Taki aleyhisselâm)'a dedim ki: "İnsanlar senin yaşının küçüklüğünden söz edip duruyorlar." Dedi ki: «Allah-u Teâlâ, Davud'a, Süleyman'ı (aleyhimusselâm) halifesi olarak ilan etmesini vahyetti. O sırada Süleyman, koyun güden bir çocuktu. İsrailoğullarının âbidleri ve âlimleri bundan hoşnut olmadılar.

Bunun üzerine Allah, Davud (aleyhisselâm)a: "İtiraz edenlerin ve Süleyman'ın asalarını al, bir eve koy, kapısını da kavmin mühürleriyle mühürle. Sabah olunca, ki­min asası yaprak açıp meyve vermişse halife odur."

Davud onlara bunu haber verince: "Razı olduk, kabul ettik." dediler.»

4-(991) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına girdim. O sırada beş yaşım doldurmamış bir çocuk, elimden tutmuş bana yol gösteriyordu.

İmam bana dedi ki: «Bu yaştaki bir çocuk, sizin üzerinize hüccet olduğu za­man haliniz ne olacak?»[224] Veya şöyle dedi:

«Yakında bunun yaşında bir çocuk üzerinizde velayet sahibi olacak.»

5-(992) ...Muhammed b. İsmail b. Bezi' şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a imamlıkla ilgili bir soru sordum ve dedim ki:  

"İmam yedi yaşından küçük olabilir mi?"

-«Evet.» dedi, «Beş yaşından da küçük olabilir.»

Sehl der ki: Ali b. Mehziyar, bu hadisi bana iki yüz yirmi bir tarihinde aktardı.

6-(993) ...el-Hayranî, babasından şöyle rivayet etmiştir:

Horasan'da Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın karşısında duruyordum.

Biri ona dedi ki: Ey efendim! Başınıza bir şey gelirse, kime uyalım?

«Oğlum Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a» buyurdu.

Soruyu soran kişi, Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın yaşını küçük görmüş olacak ki, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) ona şöyle dedi:

«Allah Tebareke ve Teâlâ, Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)’ı resul, nebi ve şeri­at sahibi olarak gönderdiği sırada, Ebu Cafer'in yaşından daha küçük bir yaştaydı.»

7-(994) ...Ali b. Esbat şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın yanıma geldiğini gördüm. Ona dikkatlice bakmaya başladım. Baştan ayağa süzdüm. Amacım onun boyunu, Mısır'daki arkadaşlarımıza tasvir etmekti. Ben bu şekilde onu süzüyorken, o oturdu ve dedi ki: «Ey Ali! Allah, peygamberlik için öngördüğü hücceti, imamlık için de öngörmüştür ve şöyle buyurmuştur: "Çocuk iken ona hikmet verdik." (Meryem, 12) "Buluğ çağına erişince..." (Kasas, 14) "Kırk yaşına varınca..." (Ahkaf, 15)

"Dolayısıyla bir kimseye hikmet, çocuk yaşta da verilebilir, kırk yaşında da.»

8-(995) ...Ali b. Hassan, Ebu Cafer (Muhammed Ali aleyhisselâm)’a dedi ki:

"Efendim! İnsanlar senin yaşının küçük olmasına itiraz ediyorlar." Buyurdu ki: «Ne diye itiraz ediyorlar ki, Allah Azze ve Celle peygamberi (sallallahu aleyhi ve âlihi) 'ye şöyle hitab etmiştir: "De ki: "Benim yolum budur. Ben ve bana uyan kimse, Allah'a bilerek davet ederiz." (Yusuf, 108) Allah'a yemin ederim ki, o sırada Ali (aleyhisselâm)dan başka Ona uyan kimse yoktu ve Ali (aleyhisselâm)da dokuz yaşındaydı. Ben de dokuz yaşındayım.»

92) ÖLEN İMAMI ANCAK BİR DİĞER İMAM YIKAR BABI

1-(996) ...Hasan b. Ali el-Veşşa, Ahmed b. Ömer el-Hallal'dan veya başka bi­rinden şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (aleyhisselâm)'a dedim ki: Bazı insanlar[225] bi­zimle tartışıyor ve diyorlar ki: "Vefat eden bir imamı, ancak bir imam yıkayabilir."

Buyurdu ki: «Onlar, imamı kimin yıkadığını nereden bilecekler? Peki, sen on­lara ne dedin?»           :

Dedim ki: "Sana feda olayım. Onlara dedim ki: Eğer efendim, "Onu, Rabbimin arşının altında yıkadım" dese, doğru söylemiş olur veya "Onu yerin altında yı­kadım" dese, yine doğru söylemiş olur."

Buyurdu ki: «Öyle değil.»

Dedim ki: Peki, onlara ne söyleyeyim?

Buyurdu ki: «Onlara benim onu yıkadığımı söyleyin.»

-   "Onu senin yıkadığını mı söyleyeyim?" dedim.

-   «Evet.» dedi.

2-(997) ...Ebu Ma'mer bize dedi ki:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a "Bir imamı ancak diğer bir imam mı yıkar?" diye sordum.

Buyurdu ki: «Bu İmran oğlu Musa (aleyhisselâm)dan kalan bir sünnettir.»

3-(998) ...Tarha şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)a dedim ki: "Ölen imamı ancak diğer bir imam mı yıkar?"

Buyurdu ki: «Yoksa onu yıkamak için kimin geldiğini bilmiyor musunuz? Hiç kuşkusuz onu yıkamaya gelen, orada bulunmayanlardan daha hayırlıdır. Onun ya­nında bulunan kimseler, babasının ve ailesinin bulunmadığı bir sırada kuyunun de­rinliklerinde Yusuf (aleyhisselâm)’ın yanında bulunan kimselerdir.»

93) İMAMLARIN DOĞUŞLARININ KEYFİYETİ BABI

l-(999) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’la beraber oğlu Musa (aleyhisselâm)’ın doğduğu yıl hacca gittik. el-Ebva denilen yerde konakladığımızda, bizim için yemek hazırladı. Arkadaşları için yemek hazırla­dığı zaman, hem bol, hem de güzel yiyecekler sofraya koyardı. Biz yemekle meşgul­ken, İmam'ın eşi, Hamide'nin elçisi çıka geldi ve şunları söyledi:

"Hamide diyor ki: "Ben kendimden geçiyorum. Doğum sancıları çekiyorum. Bana, bu oğlun doğduğunda, senden önce kimseye haber vermememi istemiştin."

Bunun üzerine Ebu Abdullah (aleyhisselâm) elçiyle beraber kalkıp gitti. Geri döndüğünde arkadaşları dediler ki:

"Allah seni sevindirsin ve bizi sana feda etsin. Hamide'ye ne yaptın?"

Buyurdu ki: «Allah ona selâmet versin. Allah bana bir oğul bahşetti. Bu oğul, bütün yarattıklarından daha hayırlıdır. Hamide, oğlumla ilgili olarak benim bilmedi­ğimi zannettiği bir şeyi haber verdi. Oysa ben onu ondan daha iyi biliyordum.»

Dedim ki: Sana feda olayım. Hamide sana neyi haber verdi?

Buyurdu ki: «Bana anlattı ki, çocuğu doğurduğu zaman, çocuk yere düştüğün­de, iki elini yere koymuş ve başını da göğe doğru yükseltmiş.

O'na dedim ki, bu, Resûlullah'ın ve ondan sonraki vasisinin alâmetidir.»

Bunun üzerine dedim ki: "Sana feda olayım. Bu, nasıl bir şeydir ki: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin ve ondan sonraki vasisinin alameti oluyor?"

Bana şu cevabı verdi: «Dedem (Zeynu'l-Âbidin aleyhisselâm)’ın nutfesinin asıl­dığı gece, birisi[226] babamın dedesine bir kadeh getirdi. Kadehte bir şerbet vardı ki, su­dan berrak, kaymaktan yumuşak, baldan tatlı, kardan soğuk ve sütten beyaz. Ona bu şerbeti içirdi ve eşine yaklaşmasını emretti. O da gidip eşiyle birleşti. Böylece dede­min nutfesi ana rahmine asıldı. Babamın nutfesinin asıldığı gece, birisi dedeme geldi ve babamın dedesine içirdiği şerbetin aynısını ona da içirdi ve babamın dedesine emrettiği gibi, ona da eşiyle birleşmesini emretti. Dedem de gidip eşiyle birleşti. Böylece babamın nutfesi, ana rahmine asıldı. Benim nutfemin ana rahmine asılacağı gece, birisi babama geldi ve öncekilere içirdiği şerbetin aynısını ona da içirdi ve onlara emrettiğini ona da emretti. Bunun üzerine babam, gidip eşiyle birleşti ve benim nutfem ana rahmine asılmış oldu. Oğlumun nutfesinin ana rahmine asılacağı ge­ce, onlara geldiği gibi bana da birisi geldi ve onlara yaptığını bana da yaptı. Bende Allah'ın ilmiyle hareket ettim ve ben, Allah'ın bana bahşettiğinden mutlu oldum. Sonra eşimle birleştim. İşte şu doğan oğlumun nutfesi, ana rahmine asıldı. Dikkat edin. Allah'a yemin ederim ki, o, benden sonra sizin imamınızdır. İmamın nutfesi, sana anlattığım bu şerbettendir. Nutfe, ana rahminde dört ay kaldıktan ve içine ruh üflendikten sonra Allah, "Hanevan" adlı bir melek gönderir. Bu melek imamın sağ pazusunun üzerine şu yazıyı yazar: "Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O, işitendir, bilendir." (En'âm, 115) İmam annesinin karnından dışarı çıktığı anda ellerini yere koyar, başını da göğe doğru kaldırır. Ellerini yere koymasının anlamı şudur: «O, Allah'ın gökten yere indirdiği bütün ilimleri avuçlar.» Başını göğe yükseltmesinin gerekçesi de şu­dur. Arşın içinden, Rabb tarafından, en yüce ufuktan bir münâdi ona adıyla ve baba­sının adıyla seslenir ve der ki: «Ey falan oğlu falan! Sabit ol ki, sabit kalasın.[227] Senin yaratılışının azametinin hakkı için, sen kullarım içinde benim seçilmişimsin. Sırrı­mın konulduğu yersin. İlmimin sandığısın. Vahyimin eminisin. Yeryüzündeki halifemsin. Sana ve sana uyanlara rahmetimi vacip kıldım. Cennetlerimi bağışladım. Kendi civarıma aldım. Sonra izzetim ve celâlim hakkı için sana düşmanlık edeni, en şiddetli azabımda yakacağım. Dünyada ona geniş rızık vermiş olsam da.»

Bu ses (münâdinin sesi) kesilince, imam da ellerini yere koyup başını göğe yükselterek cevap verir ve der ki: "Allah, adaleti ayakta tutarak şu hususta şahitlik eder ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de. Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur." (Âl-i İmran, 18) İmam bunu söyleyince Allah ona, öncekilerin ilmini ve sonrakilerin ilmini verir. Ruh'un, Kadir gecesinde kendisini ziyaret etmesini hak eder.»   

Dedim ki: "Sana feda olayım. Ruh, Cebrail değil midir?" - «Ruh» dedi, "Cebrail'den daha büyüktür. Çünkü Cebrail bir melektir. Ruh ise meleklerden daha büyük bir mahlûktur. Allah: "Melekler ve Ruh inerler." (Kadir, 4) demiyor mu?»[228]

Muhammed b. Yahya ve Ahmed b. Muhammed, Muhammed b. Hüseyin'den, o Ahmed b. Hasan'dan, o Muhtar b. Ziyad'dan, o Muhammed b. Süleyman'dan, o ba­basından ve o da Ebu Basir'den buna benzer bir hadis rivayet etmiştir.

2-(l000) ...Hasan b. Raşid şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duydum: «Allah Tebareke ve Teâlâ, imamı yaratmak istediği zaman, bir meleğe emre­der. Bu melek, arşın altındaki sudan bir şerbet alır ve bu şerbeti imamın babasına içi­rir. İşte bu şerbetten imam yaratılır. Kırk gün kırk gece anasının karnında hiçbir ko­nuşmayı duymaz. Sonra konuşmaları duymaya başlar. İmam doğduğu zaman, bu me­lek tekrar gönderilir ve imamın iki gözünün arasına şunları yazar:

"Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nıın sözle­rini değiştirecek kimse yoktur. O, işitendir, bilendir." (En'âm, 115) Kendisinden önce­ki imam göçünce, yeni imam için nurdan bir meşale dikilir. Bu meşalenin ışığında kulların amellerine bakar. Allah, bunu kullarına karşı hüccet olarak kullanır.»

3-(1001) ...Yunus b. Zabyan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah Azze ve Celle, bir imamı diğer bir imamdan yaratmak istediği zaman, bir melek gönderir. Bu melek, arşın altındaki bir sudan bir şerbet alır, onu imama ve­rir. İmam bu şerbeti içince, ana rahminde kırk gün kalır. Bu sırada hiç bir konuşmayı duymaz. Sonra, bu kırk günün ardından konuşmaları duymaya başlar. Annesi onu do­ğurunca, Allah, şerbeti sunan meleği gönderir. Melek sağ pazusunun üzerine şöyle yazar: "Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözle­rini değiştirecek kimse yoktur." (En'âm, 115) İmam, görevini ifa etmeye başlayınca, Allah her beldede onun için bir meşale diker, onunla kullarının amellerine bakar.»

4-(1002) ...Muhammed b. Mervan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«İmam, anasının karnındayken sesleri işitir. Doğduğu zaman, iki omzunun arasında şu ifadeler yazılır: "Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlan­mıştır. O'nun sözlerini değiştirecek yoktur. O, işitendir, bilendir." (En'âm, 115) İmam İlk görevi kendisi için sadır olunca (fiilen üstlenmesinin zamanı gelince), Allah onun için nurdan bir sütun (direk) diker. O, bununla her beldenin halkının yaptıklarını görür.»[229]

5-(1003) ...Abdullah b. İbrahim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

İshak b. Cafer­'den şunları duydum: Babam (Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle diyordu: «Anneleri, va­silere hamile kaldıkları zaman, baygınlığa benzer bir gevşeklik bürür bedenlerini. Eğer gündüzse bütün gün, şayet geceyse bütün gece devam eder. Sonra vasinin an­nesi rüyasında, kendisine bilgili ve hâlim bir oğul müjdeleyen bir adam görür ve bu müjde ile sevinir. Sonra uykusundan uyanır. Bu sırada sağ tarafından, evin bir ya­nında şu sesi işitir: «Hayırlı bir kimseye hamile kaldın, hayra doğru gitmektesin ve bir hayır getiriyorsun. Müjdeler olsun sana. Hâlim ve bilgin bir oğlun olacak.»

İmamın annesi bu sırada bedeninde bir hafiflik hisseder. Bundan sonra iki ya­nından ve karnından hiçbir rahatsızlık duymaz. Hamileliğinin dokuzuncu ayında, evde yüksek bir ses işitir. Doğum yapacağı gece, evde bir nur ortaya çıkar. Bu nuru on­dan ve babasından başka kimse görmez. Onu doğururken oturmuş olarak doğurur.

Doğumu sırasında öyle bir açıklık oluşur ki, bağdaş kurmuş halde dışarı çıkar ve yere düştükten sonra döner ve hangi tarafta olursa olsun, yanılmadan yüzünü kıb­leye çevirir. Sonra üç kere hapşırır ve parmağıyla Allah'a hamd ettiğini ifade eder. Göbeği kesilmiş, sünnet olmuş, yukarı ve aşağı ön dişleri, azı dişleri ve kesici dişleri çıkmış olduğu halde dünyaya gelir. Önünde altın gibi parlayan bir nur bulunur. Bir gün ve gece boyunca iki elinden altın benzeri bir nur yansır. Doğduklarında nebiler de böyledir. Zaten vasiler, nebilerin devamıdırlar.»

6-( 1004) ...Cemil b. Derrac şöyle rivayet etmiştir:

Ashabımızdan birden çok kişi, İmam Cafer Sadık (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duymuşlar:

«İmam hakkında konuşmayın, çünkü o, annesinin karnındayken konuşulanları işitir ve doğduğu zaman, melek onun gözlerinin arasına şöyle yazar: "Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek yoktur. O, işitendir, bilendir." (En'âm, 115) İmamlık görevine başladığı zaman, onun için her beldede bir meşale yükseltilir, bununla kullarının amellerine bakar.»

7-(1005) ...Muhammed b. İsa b. Ubeyd şöyle rivayet etmiştir:

Ben ve İbn Faddal oturuyorduk. O sırada Yunus çıka geldi ve şunları söyledi: Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve şöyle dedim: "Sana feda olayım. İnsan­lar, imam için dikilen (nurdan) direk hakkında, ileri geri konuşuyorlar."

Buyurdu ki: «Ey Yunus! Onu ne sanıyorsun? Yoksa imam için dikilen demir­den bir direk mi sanıyorsun?»

Dedim ki: Bilmiyorum.                                 

Buyurdu ki: «Bundan maksat, her belde için bir meleğin görevlendirilmesidir. Allah, bu melekler aracılığıyla belde halklarının amellerini ulaştırır.»

Bunun üzerine İbn Faddal kalktı ve başını öptü. Sonra şunları söyledi:

"Allah sana rahmet etsin, ey Ebu Muhammed! (Ali b. Musa aleyhisselâm) her zaman, Allah'ın müşkül meselelerimizi çözdüğü bir hadis getirirsin."

8-(1006) ...Zurare, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«İmamın on alameti vardır:

1) Temiz ve sünnetli olarak doğar.

2)    Doğduğu sırada iki elini yere koyar, yüksek sesle şehadet cümlelerini söyler.

3)    Cenabet olmaz.[230]

4)    4) Gözleri uyur; ama kalbi uyumaz.[231]

5) Esnemez, gerinmez.

6) Önünü gördüğü gibi arkasını da görür.

7) Gaitası misk gibi kokar.

8) Yer onu örtmek ve yutmakla görevlendirilmiştir

9)  Resûlullah'ın zırhını giydiği zaman, zırh bedenine tamamen uyar. Uzun ve­ya kısa başka bir insan bu zırhı giyecek olursa, bir karış uzun gelir.

10)  İmamlık görevi tamamlanıncaya kadar "muhaddes"tir.»

94) İMAMLARIN BEDENLERİNİN, RUHLARININ VE KALPLERİNİN YARATILMASI BABI

l-(1007) ...Ebu Yahya el-Vasıtî, ashabımızın bazısından, onlar da Ebu Abdul­lah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Allah, biz (imamlar)"İlliyyin'den"[232]   yarattı. Ruhlarımızı ise ondan daha yukarı bir makamdan yarattı.

Bize uyanların ruhlarını İlliyyin'den, onların bedenlerini ise ondan aşağı bir makamdan yarattı. Bizimle, bize uyanlar arasındaki yakınlık bundan kaynaklanıyor.

Bu yüzden kalpleri bize doğru kayıyor.»

2-(1008) ...Muhammed b. Mervan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah bizi azametinin nurundan yarattı. Sonra bizim yaratılışımızı arşın altında gizlenmiş, sak­lanmış bir balçıkla şekillendirdi. Bu nur, oluşan şeklin içine yerleşti. Böylece nurani mahlûk ve beşerler olduk. Kimseye bizimki gibi bir yaratılış nasip olmadı.

Bize uyanların ruhlarını bizim balçığımızdan, bedenlerini de bizim balçığı­mızdan aşağı bir yerde saklanmış, gizli bir balçıktan meydana getirdi.

Nebilerin dışında Allah, başka hiç kimseye böyle bir yaratılış nasip etmemiş­tir. Bu yüzden biz ve onlar insan (insan-ı kâmil) olduk. Diğer insanlar da ateşe layık olup ateşe doğru giderler.»[233]

3-(1009) ... Ali b. Riab, merfu olarak Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Allah'ın arşının aşağısında bir nehri var­dır. Arşının aşağısmdaki nehrinin aşağısında da aydınlattığı bir nur vardır. Nehrin iki kıyısı arasında yaratılmış iki ruh vardır: Biri Ruh-ul Kudüs, diğeri de emrinden olan Ruh'tur. Allah'ın on tane balçığı vardır. Bunların beşi cennetten, beşi de yerdendir.

-O sırada Emir'ül-Mü'minin cennetleri ve yeri tefsir etti- Sonra şunları söyle­di: «Her nebiye ve ondan sonra yaratılan meleğe, mutlaka bu iki ruhtan biri üfürülmüştür. Nebi (sallullahu aleyhi ve âlihi)’yi iki balçıktan birinden yaratmıştır.»

Ravi der ki: Ebıfl-Hasan Evvel (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’a sordum:

"el-Ceblu ne demektir?"

Buyurdu ki: «Yaratma demektir. Biz Ehl-i Beyt hariç. Çünkü Allah Azze ve Celle, bizi on tıynetten yaratmış ve içimize her iki ruhtan üfürmüştür. Ne güzel tıy­net!»

Başkası da Ebu Samit'ten şöyle rivayet etmiştir: "Cennet balçıkları şunlardır: Adn cenneti, Me'va cenneti, Naim cenneti, Firdevs cenneti ve Huld cenneti... Yer balçıkları da şuralardan alınmıştır: Mekke, Medine, Küfe, Kudüs ve Hair (Kerbela)."

4-(1010) ...Ebu Nehşel şöyle rivayet etmiştir:

Bana Muhammed b. İsmail, ona da Ebu Hamza es-Sumalî anlatmış ki: Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Şüphesiz Allah, bizi İlliyyin'in en yukarısından yaratmıştır. Şiâmızın kalpleri­ni de bizi yarattığı şeyden, onların bedenlerini ise bundan aşağı bir mertebeden ya­ratmıştır. Bu yüzden kalpleri bize eğilim gösterir. Çünkü bizim yaratıldığımız şey­den yaratılmışlardır.»

Sonra İmam şu âyeti okudu: "Bir kitaptır ki yazılmış, onu Rablerine yaklaştırı­lanlar görür." (Mutaffifin, 20-21)

Düşmanlarımızı da Siccin'den, onların taraftarlarının kalplerini, onların yara­tıldığı şeyden ve bedenlerini de bundan aşağı bir şeyden yaratmıştır. Bu yüzden kalp­leri onlara eğilim gösterir. Çünkü onların yaratıldığı şeyden yaratılmışlardır.» Sonra İmam şu âyeti okudu: "Doğrusu günahkârların yazısı muhakkak Siccin'dedir. Siccin nedir bilir misin? Amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır." (Mutaffifin,7-9)»

95) TESLİM OLMAK V E TESLİM OLANLARIN FAZİLETİ BABI

1-(1011) ...Sedir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselam)’a dedim ki: "Senin dostlarını, aralarında ihtilaf eder halde bırakıp geldim. O denli ihtilaf ediyorlardı ki, birbirlerinden uzaklaşıyorlar."

Buyurdu ki: «Bunun sana bir zararı yok. İnsanlar üç şeyden sorumlu tutulmuş­lar:

1) İmamları tanımak.

2) İmamların kendilerine yönelttikleri emirlere teslim ol­mak.

3) İhtilâfların çözümünü imamlara bırakmak.»

2-(1012) ...Abdullah el-Kahilî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Bir toplumun bireyleri, Allah'a ortak koşmaksızın sırf O'na ibadet etseler, namaz kılsalar, zekât verseler, hacca gitseler ve Ramazan ayında oruç tutsalar, sonra Allah'ın veya Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) 'nin yaptığı bir şey için: "Bunun aksini yapsaydı olmaz mıydı?" deseler veya bunu içinden geçirseler, o toplumun bireyleri müşriktirler.»

Sonra İmam şu âyeti okudu: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç­bir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65) Sonra Ebu Abdullah (aleyhisselâm): «Sizin teslim olmanız gerekir.» dedi.

3-(1013) ...Zeyd eş-Şahham şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki: Bizim yanımızda Kuleyb adlı bir adam var. Sizden ne gelir­se: "Ben teslim oldum" der. Bu yüzden ona "Teslim Kuleyb" adını taktık.

İmam ona rahmet diledi, sonra: «Siz, teslim nedir, bilir misiniz?» dedi.

Sesimizi çıkarmadık.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki teslim olmak, huşu ile Allah'a ibadet edip yönelmek demektir. Allah Azze ve Celle, bu hususta şöyle buyurmuştur: “İna­nıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince..." (Hûd, 23)»

4-(l014) ...Muhammed b. Müslim, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan "Kim bir iyilik işlerse, onun sevabını fazlasıyla veririz." (Şûra, 23) âyetinin anla­mını sordu.

Buyurdu ki: «Burada sözü edilen iyilikten maksat, bize teslim olmak, bizimle ilgili olarak doğru konuşmak ve bizim hakkımızda yalan söylememektir.»

5-(1015) ...KamiI et-Temmar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) buyurdu ki: «"Gerçekten mü'minler kurtuluşa ermiştir." (Mu'minûn, 1) Onların kim olduklarım biliyor musun?»

-   "Sen daha iyi bilirsin" dedim.

-   Buyurdu ki: «Teslim olan mü'minler kurtuluşa ermiştir. Teslim olanlar seçil­mişlerdir. Mü'minler gariptir. Ne mutlu gariplere!»

6-(1016) ...Yahya b. Zekeriyya el-Ensarî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselam)’ın şöyle dediğini duydum:  «Kim imanının tamamının kâmil olmasını istiyorsa şöyle desin: «Ben her me­selede Al-i Muhammed'in görüşünü benimsiyorum. Takiyye dolayısıyla gizledikleri­ni, açığa vurduklarını, bana ulaşan ve ulaşmayan sözlerini kabul ediyorum.»

7-(1017) ...İbn Uzeyne, Zurare'den veya Bureyd'den, o da Ebu Cafer (Muham­med Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hiç şüphesiz Allah, kitabında Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm)'a doğrudan hitab etmiştir.»

-   "Nerede?" dedim.

-   «Şu âyetlerde» buyurdu: "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi, Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı. Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çı­kan -yani, aralarında vardıkları, Muhammed ölecek olursa, hilafeti Haşimoğullarına vermeyeceğiz, şeklindeki karar- anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden -öldürülmelerine veya affedilmelerine ilişkin olarak verdiğin ka­rardan— içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 64-65)»

8-(1018) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a "Dinleyip de sözün en güzeline uyan..." (Zümer, 18) âyetinin anlamım sordum.

Buyurdu ki: «Burada kastedilenler Âl-i Muhammed'e teslim olanlardır. Ki on­lardan bir hadis duydukları zaman, ne bir şey eklerler, ne de eksiltirler. Nasıl duymuşlarsa, öyle aktarırlar.»

96) İNSANLARIN GÖREVİ; HAC MENASİKİNDEN SONRA İMAMA GELMEK, DİNLERİNİN ALÂMETLERİNİ ÖĞRENMEK, DOSTLUKLARINI VE SEVGİLERİNİ ONLARA BİLDİRMEKTİR BABI

l-(1019) ...Fudayl şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm), Kâbe’yi tavaf eden insanlara baktı ve şöyle dedi:

«Cahiliyye döneminde de insanlar Kâbe’yi tavaf ederlerdi. Oysa onlara, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra biz (imamlar)'a koşup gelmeleri, dostluklarını ve sevgilerini bildirmeleri, bize yardımlarını sunmaları emredilmiştir.» Ardından şu âyeti okudu: "İnsanların bir kısmının gönlünü onlara meyledici kıl." (İbrahim, 37)

2-(1020) ...Ebu Ubeyde şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın insanların Mekke'de yaptıklarını gördükten sonra şöyle dediğini duydum: «Bunlar cahiliye döneminde yapılanların aynısıdır. Allah'a yemin ederim ki, böyle yapmaları emredilmemişti. Onlara, hac menâsikini yerine getirmeleri, adaklarını gerçekleştirmeleri, sonra da bize uğrayıp velayetlerini bildirmeleri ve bize yardımlarını sunmaları emredilmişti.»

3-(l021) ...Sedir şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) Mescidi Haram'a giriyordu, ben de oradan çıkıyordum. Elimden tuttu, sonra Kâbe’ye döndü ve şöyle dedi:

«Ey Sedir! İnsanlara bu taşları ziyaret etmeye gelmeleri, onları tavaf etmeleri, sonra bize gelmeleri, bize velayetlerini bildirmeleri emredildi. İşte şu âyette kastedi­len budur: "Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra doğru yolda giden kimseyi bağışlarım." (Tâ-Hâ, 82) Sonra İmam eliyle göğsüne işaret ederek: «Bize velayetlerini bildirmeleri gerekir.» Ardından şunları söyledi:

«Ey Sedir! Sana, insanları Allah'ın dininden alıkoyanları göstereyim.»

Sonra Ebu Hanife'ye ve Süfyan es-Sevri'ye baktı. O sırada mesciddeydiler ve insanlar etraflarında kümelenmişlerdi. Buyurdu ki: «İşte Allah'tan bir yol gösterici ve apaçık bir kitap olmadan insanları Allah'ın dininden alıkoyanlar bunlardır. Eğer evlerinde otursalardı, insanlar dolaşacaklardı ve kendilerine Allah'tan ve Re­sulünden haber veren bir kimse bulamayacaklardı. O zaman zorunlu olarak bize ge­leceklerdi ve biz de onlara Allah Tebareke ve Teâlâ ve Resulü (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den haber verecektik.»

97) MELEKLER, İMAMLARIN EVLERİNE GELİR, SERGİLERİNE AYAK BASAR VE ONLARA HABERLER GETİRİRLER BABI

l-(1022) ...Misma' Kirdin el-Basrî şöyle rivayet etmiştir:

"Bir gece ve gündüz boyunca, bir öğün yemekten fazlasını yemezdim. Bazen Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanma girmek için izin isterdim; fakat o arada sofranın kaldırılmış olmasını temenni ederdim. Yemek sofrasını onun önünde görmek istemezdim. Fakat ben İmam'ın huzuruna girdiğimde yemek isterdi ve ben de onunla beraber yerdim. Bununla beraber herhangi bir rahatsızlık hissetmezdim. Ancak başkasının yanında yemek yediği zaman rahatsız olur ve midemin şişkinliğin­den uyuyamazdım. Bu durumu İmam'a şikâyet ettim ve yanında yemek yediğim za­man rahatsız olmadığımı söyledim."

Buyurdu ki: «Ey Ebu Seyyar! Sen meleklerin sergileri üzerinde kendileriyle musafaha ettikleri sâlih bir kavmin, yemeğini yiyorsun.»

Dedim ki: Melekler size görünürler mi?

Bu sırada İmam, çocuklarından birinin başını okşadı ve şöyle dedi: «Melekler bizim çocuklarımıza karşı, bizim onlara gösterdiğimiz şefkatten daha fazla şefkatli olurlar.»

2-(1023) ...Hüseyin b. Ebu'1-Alâ, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Ey Hüseyin! -Bu arada elini evde bulunan yastıkla­ra vurarak- Bunlar öyle yastıklardır ki, nice zamanlar melekler onlara yaslanmışlar­dır ve nice zaman onların küçük kanatlarını yerden toplamışızdır.»

3-(1024) ...Ali b. Hakem şöyle rivayet etmiştir:

Bana Malik b. Atiyye el-Ahmesî, Ebu Hamza Sumalî'den naklen şöyle anlattı: Ali b. Hüseyin (Zeynu'l-Âbidin aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Bir saat kadar bahçede bekledim, sonra eve girdim. Yerden bir şeyler topladığını ve perdenin arkasında duran birine verdiğini gördüm.

Dedim ki: Sana kurban olayım. Yerden topladığını gördüğüm şey nedir?

Buyurdu ki: «Bunlar meleklerin kanatlarından dökülen artıklardı. Onlarla baş başa kaldığımız zaman, onları toplarız. Sonra bunları, çocuklarımız için pazuband yaparız.»

Dedim ki: Sana kurban olayım, melekler size geliyorlar mı?

Dedi ki: «Ey Ebu Hamza! Bazan o kadar çok gelirler ki, bize yaslanacak yer bırakmazlar.»

4-( 1025) ...Ali b. Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Allah'ın her hangi bir emir için yeryüzüne gönderdiği hiçbir melek yoktur ki, ilk önce bu emri gelip imama açmasın. Allah Tebareke ve Teâlâ katından melek­ler, bu işin sahibine (imama) gidip gelirler.»

98) CİNLER İMAMLARA GELİP GİDERLER, ONLARA DİNLERİNİN ALAMETLERİNİ SORARLAR VE İŞLERİNİ ONLARA ARZ EDERLER BABI

l-(1026) ...Sa'd el-İskaf şöyle rivayet etmiştir:

Her zaman yaptığım gibi bir gün bazı işlerim için Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın evine geldim. Bana dedi ki: «Acele etme, güneş beni iyice yaktıktan sonra gel.» Bunun üzerine gölgelik olan bir yere gittim. Çok geçmeden üzerime doğru bir topluluk geldi. Sarı çekirgeler gibiydiler. Üzerlerinde kaba yünden giysiler vardı. Çok ibadet yapmaktan zayıf düşmüşlerdi. Allah'a yemin ederim ki, topluluğun gü­zelliği karşısında kendimi unutmuştum. İmam'ın yanına gittiğimde bana dedi ki:

«Galiba seni rahatsız ettim.»

Dedim ki: "Evet Allah'a yemin ederim ki, gördüğüm manzara karşısında ken­dimi unuttum. Yanımdan bir topluluk geçti, onlar gibi güzel kıyafetli bir kişi bu gü­ne kadar görmüş değilim. Renkleri sarı çekirgeleri andırıyordu. Çok ibadet yapmak­tan zayıf düşmüşlerdi.

Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: «Ey Sa'd! Sen onları gördün mü?»

-   "Evet" dedim.

-   Buyurdu ki: «Onlar senin cinlerden kardeşlerindi.»

-   "Sana mı gelmişlerdi?" dedim.

-   «Evet.» dedi, «bize gelirler, dinlerinin alâmetlerini, helâl ve haram olan şey­leri bizden sorarlar.»

2-(1027) ...İbn Cebel, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle riva­yet etmiştir:

"İmam'ın kapısında duruyorduk. O sırada içeriden bir topluluk çıktı. Si­yah derililere benziyorlardı. Üzerlerinde peştemal ve hırka vardı. Bunların kimler ol­duklarını Ebu Abdullah (aleyhisselâm)dan sorduk.

Buyurdu ki: «Onlar cinlerden kardeşlerinizdiler.»

3-(1028) ...Sa'd el-İskaf şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer(Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanına geldim ve içeri girmek için izin istedim. O sırada kapıda deve yüklerinin dizili olduğunu gördüm. Bu arada içeri­den sesler yükseldi. Sonra bir topluluk içeriden çıktı, başlarında sarıklar vardı. Siyah derililere benziyorlardı. Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın yanına girdim ve dedim ki:

"Sana feda olayım, bu gün bana geç izin verdin. Ayrıca içeriden bir toplulu­ğun çıktığını gördüm. Başlarında sarıklar vardı ve ben bunları tanımadım."

Buyurdu ki: «Onların kim olduklarını bilmiyor musun, ey Sa'd?»

-   "Hayır" dedim.

-   Buyurdu ki: «Onlar cinlerden kardeşlerinizdi. Bize gelirler, helâl ve haram olan şeyleri, dinlerinin alâmetlerini bize sorarlar.»

4-(1029) ...Sedir es-Sayrafî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) Medine'deki bazı işlerini görmemi bana tavsiye etti. Ben de İmam'ın işlerini görmek için yola çıktım. Ben Ravha vadi­sinde deveye binmişken, elbisesine bürünen bir adam gördüm. Ona doğru hareket ettim, susuz olduğunu sandım. Ona su kabını vermek istedim. "Buna ihtiyacım yok." dedi. Sonra bana bir mektup verdi. Üzerindeki mühür izi henüz ıslaktı. Mühre bakın­ca Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın mührü olduğunu gördüm.

Dedim ki: Bu mektubun sahibini ne zaman gördün?

Dedi ki: "Hemen şimdi gördüm." Mektupta yapmam istenen bazı şeyler yazı­lıydı. Sonra döndüm ki, yanımda kimsenin olmadığını gördüm.

Bir süre sonra Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) Medine'ye geldi, onunla karşılaştım ve dedim ki: "Sana feda olayım. Bir adam senin bir mektubunu bana getirdi ve üzerindeki mührünün izi henüz ıslaktı."

Buyurdu ki: «Ey Sedir! Bizim cinlerden hizmetçilerimiz vardır. Bir işimizin çabuk yapılmasını istediğimiz zaman onları görevlendiririz.»

Bir diğer rivayette İmam'ın şöyle dediği belirtiliyor:

«Bizim cinlerden tâbilerimiz var. Tıpkı insanlardan tâbilerimiz olduğu gibi. Bir işi yapmak istediğimizde onları göndeririz.»

5-(1030) ...Muhammed b. Cehraş şöyle rivayet etmiştir:

Bana İmam Musa (aleyhisselâm)’ın kızı Hâkime anlattı ki: İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) odun­luğun kapısında durmuş, alçak bir sesle konuştuğunu gördüm. Yanında hiç kimse görmedim. Dedim ki: Ey efendim! Kiminle böyle sessizce konuşuyorsun?

Buyurdu ki; «Bu Amr ez-Zehraî'dir. Bana gelmiş, bazı şeyler soruyor ve şi­kâyetini iletiyor.»

Dedim ki: "Ey efendim! Onun sesini ben de duymak istiyorum."

Dedi ki: «Eğer onun sesini duyarsan, bir yıl boyunca sıtmaya tutulursun.»

-   "Ey efendim!" dedim, duymak istiyorum."

-   Bana dedi ki: «Öyleyse dinle.»

Bunun üzerine sözlerine kulak kabarttım, "kırbaç gibi bir ses" işittim. Hemen arkasından bir sıtma tuttu beni ve bu sıtma bir yıl boyunca devam etti."

6-(1031) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın minberde olduğu bir sırada, mescidin bir kapısından bir yılan geldi. İnsanlar bu yılanı öldürmek için harekete geçtiler.

Emir'ül-Müminin yılanı öldürmekten vazgeçsinler diye birini gönderdi. Cema­at de yılanı öldürmekten vazgeçti. Yılan minberin yanına gelinceye kadar süründü, oraya varınca boynunu uzattı, kuyruğunu dikti ve Emir'ül-Mü'minina selâm verdi.

Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm) hutbesini tamamlayıncaya kadar durmasını işaret etti. Hutbeyi tamamladıktan sonra yılana döndü ve: «Kimsin sen?» dedi.

-  "Ben." dedi: "Senin cinler üzerindeki halifen Osman'ın oğlu Amr'ım. Babam öldü. Sana gelmemi ve görüşünüzü öğrenmemi tavsiye etti, ey Emir'ül-Mü'minin! Bana ne emredersin ve görüşünüz nedir?"  

Emir'ül-Mü'minin: «Sana Allah'tan korkmanı ve geri dönüp babanın yerine cinlerin başına geçmeni tavsiye ediyorum. Sen benim cinlerin başındaki halifemsin.»

Bunun üzerine Amr, Emir'ül-Mü'minin'e veda etti ve geri dönüp gitti.

O, Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın cinler üzerindeki halifesiydi.

Dedim ki: Sana feda olayım. Amr size de geliyor mu ve size gelmek zorunda mıdır?

-  «Evet.»[234] dedi.

7-(1032) ...Numan b. Beşir şöyle rivayet etmiştir:

Cabir b. Yezid el-Cu'fî'ye yoldaşlık ediyordum. Medine'ye vardığımızda, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın evine girdi, ona veda edip yanından çıktı. Çı­karken yüzünden sevinç okunuyordu. İlk konaklama yeri olan Uhayrice'ye kadar yo­la devam ettik. Feyd'den Medine'ye dönüş yolumuz üzerindeydi, günlerden cuma idi. Biz öğlen namazını orada kıldık. Develerimizi hareket ettirmişken, buğday tenli uzun boylu bir adam karşımıza çıktı. Elinde bir mektup vardı. Cabir mektubu aldı, öptü, gözlerinin üzerine koydu. Mektup şöyle başlıyordu:

«Muhammed b. Ali'den Cabir b. Yezid'e...»

Mektubun üzerinde siyah ve henüz ıslaklığı kurumamış bir mühür izi vardı.

Cabir ona dedi ki: "Ne zaman efendimin yanındaydın?"

Dedi ki: "Hemen şimdi."

Cabir: "Namazdan önce mi, namazdan sonra mı?" dedi.

- "Namazdan sonra." dedi.

Cabir mühürü açtı ve mektubu okumaya başladı. Okudukça yüzüne bir ger­ginlik, bir üzüntü havası çöküyordu. Mektubu bitirdi, sonra kapattı. Kûfe'ye gelinceye kadar onun güldüğünü veya sevindiğini hiç görmedim. Gece vakti Kûfe'ye gel­dik. Ben uyudum. Sabah olunca ona saygımın bir belirtisi olarak, yanına gittim. Bak­tım kendisi de bana gelmek üzere dışarı çıkmış geliyor. Boynuna aşık kemikleri as­mış bir kamışa binmiş, bir yandan da şunları söylüyor:

"Mansur b. Cumhur'u emir olarak görüyorum; ama memur değil." diyor.

Bir yandan da bu meyanda beyitler söylüyor. Benim yüzüme baktı, ben de ona baktım. Bana hiçbir şey söylemedi, ben de ona hiçbir şey söylemedim. Halini görün­ce ağlamaya başladım. Çocuklar ve insanlar, benimle onun etrafında kümelenmeye başladılar. Meydana kadar geldi ve çocuklarla birlikte dönmeye başladı. İnsanlar:

"Cabir b. Yezid deli oldu. Deli oldu." diyorlardı.

Allah'a yemin ederim ki, bu olay üzerinden bir kaç gün geçti ki, Halife, Hişam b. Abdulmelik valisine bir mektup gönderdi. Mektupta şöyle yazıyordu: "Cabir b. Yezid el-Cufî denilen adamı bul, boynunu vur ve kesik başını bana gönder."

Vali meclisinde bulunanlara baktı. "Cabir b. Yezid el-Cu'fi kimdir?" diye sordu.

Dediler ki: Allah seni ıslâh etsin. O, âlim, erdemli ve hadis ilminde uzman bir adamdı. Hacca gitti, geldikten sonra delirdi. Şimdi meydanda çocuklarla birlikte bir kamışa binmiş olarak oynuyor.

Vali, yüksek bir yerden onu seyretti, çocukların arasında bir kamışa binmiş halde oynadığını gördü ve dedi ki: "Beni bu adamı öldürmekten kurtaran Allah'a hamd olsun."

Bir kaç gün sonra Mansur b. Cumhur Kûfe'ye girdi ve Cabir'in haber verdiği şeyleri yaptı"

99) İMAMLAR AÇIĞA ÇIKTIKLARI ZAMAN, DAVUD ALEYHİSSELAM'IN VE ONUN SOYUNUN HÜKMÜYLE HÜKMEDERLER VE KESİNLİKLE KEN­DİLERİNDEN ŞAHİT İSTENMEZ BABI

l-(1033) ...Ebu Ubeyde el-Hazzai şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın zamanında vefat ettiği sırada çobansız sürü gibi sağa sola gidip geliyorduk. Bu sırada Salim b. Ebu Hafsa ile karşı­laştık. Bana dedi ki: Ey Ebu Ubeyde! Senin imamın kimdir?

Dedim ki: İmamlarım, Muhammed'in Ehl-i Beyt'idir.

Dedi ki: Helak oldun ve başkalarını da helak ettin. Ben ve sen, birlikte Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duymadık mı? «Bir imamı olmadan ölen kim­se, cahiliyye ölümü üzere ölmüştür.»

-   "Ömrüme andolsun ki, doğrudur.", dedim. Bundan üç gün veya buna yakın bir süre sonra Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'ın yanına gitmiştim. Allah, onu tanımamı nasib etti. Ebu Abdullah'a dedim ki: "Salim bana şöyle şöyle dedi."

-   Buyurdu ki: «Ey Ebu Ubeyde! Bizden birisi, kendisinden sonra yerine geçip kendisinin amelinin aynısını yerine getirecek, onun hareket tarzını izleyecek, onun çağırdığı ilkelere insanları çağıracak birini bırakmadan ölmez. Ey Ebu Ubeyde! Da­vud'a verilenler, aynı şeylerin Süleyman'a verilmesine engel değildir.»

Sonra şunları söyledi: «Ey Ebu Ubeyde! Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin soyundan bir imam kalktığı ve Davud ve Süleyman'ın (aleyhimusselâm) hük­müyle hükmettiği zaman, ondan kesinlikle kanıt istenmez.»

2-(1034) ...Eban şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Benim so­yumdan bir adam gelip, Davud oğullarının hükmüyle hükmedip, kendisinden her­hangi bir kanıt istenmeksizin herkese hakkını vermeden kıyamet kopmaz.»

3-(1035) ...Ammar es-Sabbatî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)'a dedim ki: "Hükmettiğiniz zaman ne ile hükmedersiniz?"

Buyurdu ki: «Allah'ın hükmüyle ve Davud (aleyhisselâm)’ın hükmüyle, hakkın­da herhangi bir şey bilmediğimiz bir şey karşımıza çıktığı zaman, buna ilişkin hük­mü, Rûhu'l-Kudüs'ten alırız.»

4-(1036) ...Cuayd el-Hemdanî şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)'a dedim ki: "Hangi hükümle hükmedersiniz?"

Dedi ki: «Davud soyunun hükmüyle. Bir meseleye ilişkin hükmü bulma hususunda zorlanırsak, buna ilişkin çözümü Rûhu'l-Kudüs'ten alırız.»

5-(1037) ...Ammar es-Sabbatî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki: İmamların konumu nedir?

-«İmamların konumu, Zülkarneyn'in, Yuşa'nın ve Süleyman'ın arkadaşı Asef’in (aleyhimusselâm) konumu gibidir.» dedi.

Dedim ki: Ne ile hükmedersiniz?

Buyurdu ki: «Allah'ın hükmüyle, Davud soyunun hükmüyle ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin hükmüyle... Bunları, Rûhu'l-Kudüs bize bildirir...»

100) İLMİN PINARI, MUHAMMED ALEYHİSSELAM'IN EHL-İ BEYTİDİR BABI

l-(1038) ...Ebu'l-Hasan Yahya b. Abdullah anlattı:

Cafer b. Muhammed (aleyhisselam)’ın şöyle dediğini duydum: -Bu sırada yanında Kûfelilerden bir grup vardı-

«İnsanlara şaşmamak mümkün değil. Bütün bildiklerini Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den aldılar. Bu bilgilere göre amel ettiler ve yollarını buldular. Bunun­la beraber Peygamberin Ehl-i Beyt'inin, onun bilgisini almadığını düşünebiliyorlar.

Biz, peygamberin Ehl-i Beyt'i ve zürriyetiyiz. Vahiy bizim evimizde indi, ilim bizim yanımızdan onlara gitti. Yoksa kendilerinin peygamberin bilgisini öğrendikle­rini ve bunlara göre yollarını bulduklarını, buna karşılık bizim cahil kalıp yolumuzu şaşırdığımızı mı sanıyorlar? İşte bu, imkânsızdır.»

2-( 1039) ...Hakem b. Uteybe şöyle rivayet etmiştir:

Adamın biri, Salebiye denilen yerde Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm)’la karşılaştı. İmam, Kerbelâ'ya gitmek istiyordu. Adam İmam'ın yanına gitti ve selâm verdi.

Hüseyin (aleyhisselâm) ona: «Nerelisin?» diye sordu.

-Adam: "Kûfeliyim." dedi.

İmam buyurdu ki: «Ey Kûfelilerin kardeşi! Eğer Medine'de seninle karşılaşsaydık, Cebrail (aleyhisselâm)’ın evimizdeki ayak izlerini, dedeme vahiy indirdiği yer­leri sana gösterirdim. Ey Kûfelilerin kardeşi! İnsanların ilim pınarları bizim yanımız­da olacak da onlar bu ilmi bilecekler, biz bilmeyecek miyiz? Bu mümkün değildir.»

101) İNSANLARIN ELİNDE OLAN BİR ŞEY İMAMLARDAN KAYNAKLANMIYORSA HAK DEĞİLDİR VE İMAMLARIN YANINDAN GELMEYEN HER ŞEY BÂTILDIR BABI

l-(1040) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Kaynağı biz Ehl-i Beyt İmamları olmadıkça, hiçbir insanın yanında hak ve doğruluk namına bir şey yoktur, hiçbir in­san hakka uygun bir hüküm veremez. Nitekim çeşitli meseleler baş gösterdiğinde, onlar her zaman hata etmişler ve Ali (aleyhisselâm) doğruyu göstermiştir.»

2-(1041) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’ın yanındaydım. Kûfeli bir adam İmam'a, Ali (aleyhisselâm)’ın: «İstediğinizi bana sorun. Bana ne sorarsanız sorun, mutlaka size onu açıklarım.» sözünün anlamını sordu.

Buyurdu ki: «İnsanların yanında ilim namına her ne bulunuyorsa, mutlaka Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’dan kaynaklanmıştır. İnsanlar istedikleri yere gi­debilirler. Allah'a yemin ederim ki, işin kaynağı burasıdır.»[235]

-İmam bunu söylerken eliyle evini işaret ediyordu.-

3-(1042) ...Ebu Meryem şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm), Seleme b. Kuheyl ve el-Hakem b. Uteybe'ye dedi ki: «İster doğuya gi­din, ister batıya gidin, sahih ilmi biz Ehl-i Beyt'ten başka bir yerde bulamazsınız.»

4-(1043) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

(İmam) bana dedi ki: «Hakem b. Uteybe, Allah'ın "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe iman ettik derler; ama onlar mü 'min değildirler." (Baka­ra, 8) âyetinde işaret ettiği kimselerden biridir. Hakem ister doğuya gitsin, ister batı­ya gitsin, Allah'a yemin ederim ki, üzerlerine Cebrail inen Ehl-i Beyt'ten başka bir yerde sahih ilimle karşılaşamaz.»

5-(1044) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aley­hisselâm)'a "Veled-i zinanın şahitliği caiz midir?" dedim.

-   «Hayır.» dedi.

-   Dedim ki: "Hakem b. Uteybe caiz olduğunu ileri sürüyor."

Buyurdu ki: «Allah onun günahını bağışlamasın. Allah: "Bu kitap senin ve kav­min için bir uyarıdır." (Zuhruf, 44) âyetini Hakem'e hitaben söylememiştir.[236] Hakem istediği kadar sağa sola gitsin. Allah'a yemin ederim ki ilmi, ancak üzerlerine Cebra­il inen Ehl-i Beyt'in yanında bulabilir.»

6-(1045) ...Bedr, babasından şöyle rivayet etmiştir:

Bana, Sellâm Ebu Ali el-Horasanî anlattı. O da Selâm b. Said el-Mahzumî'den duymuş: Bir ara Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında oturuyordum. Basralıların abidlerinden Abbad b. Kesir, Mekke'nin fakihlerinden İbn Şüreyh çıkageldiler. Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın yanında Ebu Cafer'in azatlısı Meymun el-Kaddah da bulunuyordu.

Abbad b. Kesir İmam'a sordu ve dedi ki: "Ey Ebu Abdullah! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye kaç kefen giydirildi?"

«Üç giysiyle kefenlendi.» dedi, «Giysilerden ikisi suhari, biri de Hibere (Ye­men) kumaşındandı. Hibere kumaşı az bulunurdu.»

Bu sözler karşısında Ubbad b. Kesir yüzünü buruşturur gibi oldu.[237]

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Doğumundan sonra Meryem (selâmullahi aleyha)’ya meyvesinden yemesi em­redilen hurma ağacı, "acve"[238] türüydü. Ve gökten indirilmişti. Bu ağacın kökünden uzanan dallardan acve türü hurmalar yetişti. Ama bu dallardan yere düşen çürük hur­maların çekirdeklerinden yetişen hurmalar ise kötü hurmalar olarak boy saldılar.»

İmamın yanından çıktıkları zaman Abbad b. Kesir, İbn Şüreyh'e şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, Ebu Abdullah'ın verdiği bu örneği anlamadım."

İbn Şüreyh dedi ki: "Bu delikanlı sana anlatır. Çünkü o da onlardandır." diye­rek Meymun'u gösterdi. O da bu örneğin anlamını Meymun'a sordu.

Meymun ona şu cevabı verdi: "Sana ne söylediğini anlamadın mı?"

-"Hayır." dedi, Allah'a yemin ederim ki anlamadım."

-Dedi ki: "O sana kendisiyle bir örnek verdi ve kendisinin Resûlullah'ın ço­cuklarından olduğunu, Resûlullah'ın ilminin kendilerinin yanında bulunduğunu an­lattı. Kendilerinden gelenlerin doğru, başkalarının yanından gelen bilgilerinse dö­küntü olduğunu belirtti."

102) İMAMLARIN HADİSLERİ ZORDUR VE ZOR ANLAŞILIR BABI

l-(1046) ...Cabir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) dedi ki: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurmuştur: Âl-i Muhammed'in sözleri zordur ve zor anlaşılır. Bu sözlere gözde meleklerden, gönderilmiş nebilerden veya Allah tarafından kalbi imanla sınanan kuldan başkası iman etmez.

Eğer Âl-i Muhammed'den bir söz size ulaşırsa ve kalbiniz bu söze eğilim gös­terirse, onu tanırsanız, derhal kabul edin. Kalbinizin tiksindiği, sizin tanımadığınız bir söz de ulaşırsa, Allah'a, Resulüne ve Âl-i Muhammed'den bir âlime havale edin.

Helak olan kimse odur ki, sizin kendisine tahammül edemediği bir hadisi ha­tırlattığınız zaman: Allah'a yemin ederim ki, böyle değildir. Allah'a yemin ederim ki, böyle değildir. İnkâr etmek küfrün ta kendisidir.»

2-(1047) ...Mesade b. Sadeka, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

Bir gün Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın yanında takiyyeden söz edildi.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, eğer Ebu Zer, Selman'ın kalbinde ne olduğunu bilseydi,[239] onu mutlaka öldürürdü. Hâlbuki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), bu ikisini kardeş ilan etmişti. Diğer insanların durumunu da varın siz düşü­nün! Çünkü âlimlerin ilmi zordur, zor anlaşılır. Gönderilmiş bir nebiden veya gözde bir melekten ya da Allah'ın kalbini imanla sınadığı mü'min bir kuldan başkası, buna tahammül edemez.» Sonra şöyle buyurdu: «Selman da âlimlerden biri oldu, çünkü o, bizden, yani Ehl-i Beyt'tendir[240] Bu yüzden onu âlimlere nisbet ettim.»

3-(1048) ...İbn Sinan merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Bizim hadisimiz (sözümüz) zordur, zor anlaşılır. Ancak aydın­latılmış göğüsler veya nurlu kalpler ya da güzel ahlaka sahip kimseler bunlara ta­hammül edebilir. Allah, Âdem’in çocuklarından "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (A'raf, 172) diye misak aldığı gibi bizim Şiâmızdan da misak almıştır.

Kim bize bağlılığını sürdürürse, bize karşı vefalı olursa, Allah ona cennet bah­şeder. Kim de bize buğz eder, bizim hakkımızı vermezse, ebediyen ateşte kalır.»

4-(1049) ...Muhammed b. Ahmed, ashabımızın bazısından şöyle rivayet etmiş­tir:

Hasan el-Askerî (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’a yazdım ki:

"Sana feda olayım! İmam Sadık (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın:

«Bizim sözümüze gözde melek, gönderilmiş peygamber ve Allah'ın kalbini imanla sınadığı mü'min tahammül edemez.» sözünün anlamı nedir?"

Bana cevap olarak şunları yazdı: «Yani ne melek, ne nebi (peygamber) ve ne de mü'min taşıyamaz. Melek bu sözü bir diğer meleğe açmadan duramaz ve bir nebi bu sözü bir diğer nebiye açmadan duramaz ve bir mü'min bu sözü bir diğer mü'mine duyurmadan edemez. İşte dedemin sözünün anlamı budur.»

5-(1050) ...Muhammed b. Abdulhalik ve Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Ey Ebu Muhammed! Hiç kuşkusuz bizim yanımızda, Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın sırrından bir sır ve Al­lah'ın ilminden bir ilim vardır. Buna gözde melek, gönderilmiş peygamber ve Allah­'ın kalbini imanla imtihan ettiği mümin de tahammül edemez. Allah, bizden başka kimseyi bununla yükümlü kılmamıştır. Bizden başka kimseden buna göre ibadet et­meyi istememiştir. Hiç kuşkusuz bizim yanımızda Allah'ın sırrından bir sır ve Allah­'ın ilminden bir ilim vardır. Allah, bunu tebliğ etmemizi bize emretti. Biz de Allah adına bizden tebliğ edilmesi isteneni tebliğ ettik. Ancak bunu alacak bir yer, buna la­yık bir kimse ve bunu taşımaya güç yetirecek bir taşıyıcı bulamadık. Ta ki Allah, bu­nun için Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve zürriyetini yarattığı çamurdan, Mu­hammed ve zürriyetini yarattığı nurdan bir kavim yaratıncaya kadar. Rahmetinin bereketiyle, Muhammed ve zürriyetini yaptığı şeyden onları yapar. Biz, Allah adına bizden tebliğ edilmesi istenen şeyi tebliğ ettik. Onlar da kabul ettiler ve bunlara ta­hammül gösterdiler. Bizim tebliğimiz onlara ulaştı, onlar da bunu kabul edip taham­mül ettiler. Bizim anımız onlara ulaştı, onların kalpleri, bizi ve sözlerimizi bilmeye eğilim gösterdi. Eğer onlar bundan yaratılmış olmasalardı, bu durum gerçekleşmez­di. Hayır, Allah'a yemin ederim ki, tahammül edemezlerdi.»

İmam ardından şunları söyledi: «Allah bazı toplulukları da cehennem ve ateş için yaratmıştır. Öncekilere tebliğ ettiğimiz gibi bunlara da tebliğ etmemizi emretti. Ama kalpleri bundan tiksindi, kalpleri sözlerimizden nefret etti. Sözlerimizi bize geri çevirdiler, reddettiler, onlara tahammül edemediler, onları yalanladılar ve dediler ki: "Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. "Bunun üzerine Allah, onların kalplerinin üzerini mühürledi ve bunu onlara unutturdu. Sonra Allah, dillerinin haktan bazı şey­ler söylemesini sağladı. Bu yüzden onlar, dilleriyle hakkı söylerler; ama kalpleri bu­nu inkâr eder. Bunu, velîlerini ve kendisine itaat edenleri savunmak için yapar. Böy­le yapmasaydı, yeryüzünde Allah'a ibadet edilmezdi. Bize, onlardan el çekmemizi, örtmemizi ve saklamamızı emretti. Öyleyse siz de Allah'ın kendilerinden el çekilme­sini emrettiği kimselerden el çekin. Allah'ın örtülmelerini ve saklanmalarını emret­tiği kimseleri siz de örtün.»

Sonra İmam ellerini kaldırdı ve ağladı. Bir yandan da şunları söyledi: «Allah'ım! "Bunlar[241] küçük bir azınlıktır." (Şuara, 54) Hayatımızı onların hayatı ve ölümümüzü onların ölümü kıl.[242] Senin düşmanlarını onlara musallat etme. O za­man bizi onlardan dolayı musibete düçâr etmiş olursun. Eğer bizi onların şahsında musibete düçâr edersen, artık senin arzında ebediyen sana ibadet edilmez. Muhammed'e ve onun Ehl-i Beyt'ine salât ve selâm olsun.»

103) NEBİ -SALLALLAHU ALEYHİ VE ALİHİ'NİN- MÜSLÜMANLARDAN NASİHAT ETMELERİNİ VE CEMAATLERİNE KATILMAYI EMRETTİĞİ MÜSLÜMANLARIN İMAMLARI KİMLERDİR BABI

l-(1051) ...İbn Ebu Yafur, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), Hayf mescidinde insanlara hitab etti ve dedi ki: «Benim sözlerime kulak veren, onları anlayıp ezberleyen, sonra da bunları duymayanlara tebliğ eden kimseyi, Allah şad etsin, bahtiyar kılsın. Nice fıkıh hamalı vardır ki, kendisi fakih değildir ve bu fıkhi bilgileri taşıdığı kimse ken­disinden daha fâkih olur.

Şu üç haslete karşı, hiç bir Müslüman’ın kalbinde kin duygusu oluşmaz:

1)     Allah için ihlâsla amel etmek.

2)     Müslümanların imamlarına nasihat etmek.

3) Müslümanların cemaatlerinden ayrılmamak. Çünkü davetleri onları kuşat­mıştır. Müslümanlar kardeştir. Kanları birbirine eşittir. Müslümanların en aşağı bire­yi dahi, onların güvencelerini yerine getirme çabasını sarf eder.»[243]

Müellif bu hadisi, Hammad b. Osman'dan, o Eban'dan, o ibn Ebu Ya'fur'dan benzeri ifadelerle rivayet etmiştir. Ancak rivayetin bu versiyonunda, fazladan şu ifa­de vardır: «Onlar, başkalarına karşı tek bir el gibi davranırlar.»

İmam, Peygamberimiz'in bu sözleri, Mina'daki el-Hayf mescidinde veda haccı esnasında söylediğini belirtmiştir.

2-(1052) ...Hakem b. Miskin, Mekkeli Kureyş kabilesine mensup bir adamdan şöyle rivayet etmiştir:

Süfyan es-Sevrî dedi ki: "Bizi Cafer b. Muhammed'in yanına götür."

Onunla birlikte Cafer'in yanına gittik. O sırada bineğine binip bir yere hareket etmek üzere olduğunu gördük.

Süfyan ona dedi ki: "Ey Ebu Abdullah! (Cafer Sadık aleyhisselâm) bize Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin el-Hayf mescidinde irâd ettiği hutbeyi anlat."

Dedi ki: «Bırak beni. Bir ihtiyacımı gidermek için gitmem gerekmektedir. Çünkü şu anda bineğime binmiş bulunuyorum. Geldiğimde sana anlatırım.»

Süfyan dedi ki: "Resûlullah'a olan akrabalığın hakkı için, bu hutbeyi bana an­latmanı istiyorum." Bunun üzerine Cafer b. Muhammed (aleyhisselâm) indi.

Süfyan ona dedi ki: Benim için mürekkep ve kâğıt getirilmesini emret ki, söz­lerini kaydedeyim.

Cafer b. Muhammed istediklerinin getirilmesini emretti, sonra şunları söyledi:

«Yaz. Bismillahirrahmanirrahim. Bu Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin el-Hayf mescidinde irad ettiği hutbesidir.

«Allah, bu sözlerimi dinleyen, onları anlayan, bu sözleri duymayan kimselere tebliğ eden kulu şad etsin, bahtiyar kılsın. Ey İnsanlar! Burada hazır bulunan, bulun­mayana bu sözlerimi tebliğ etsin. Çünkü nice fıkıh bilgisi hamalı vardır ki, bunları anlamamıştır ve nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki, bu bilgileri taşıdığı kimse, kendisin den daha fakih olur. Şu üç haslete karşı hiçbir müslümanın kalbinde kin duygusu oluşmaz:

1) Allah için ihlâsla amel etmek.

2)     Müslümanların imamlarına (hayrını istemek) nasihat etmek.

3)     Müslümanların cemaatlerinden ayrılmamak. Çünkü davetleri onları kuşat­mıştır. Mü'minler kardeştir. Kanlan birbirine eşittir. Müslümanların en aşağı bireyi dahi onların güvencelerini yerine getirme çabasını sarf eder.»

Süfyan bunları yazdı, sonra ona okudu. Ebu Abdullah (aleyhisselâm) tekrar bi­neğine bindi, ben ve Süfyan'da geldik.

Yolun bir yarısında bana şunları söyledi: "Bekle! Şu hadise bir bakayım."

Dedim ki: "Allah'a yemin ederim ki, Ebu Abdullah omuzlarına öyle bir yü­kümlülük koydu ki, hiçbir zaman bu yükümlülüğün gereklerini yerine getiremezsin.

- "Nedir bu?" diye sordu.

Dedim ki: "Şu üç haslete karşı hiçbir Müslüman’ın kalbinde kin duygusu oluş­maz: 

1) Allah için ihlâsla amel etmek. Bunun ne olduğunu biliyoruz.

2) Müslümanların imamlarına nasihat etmek.

Kimdir nasihat edilmesi zorunlu olan Müslümanların imamları? Muaviye b. Ebu Süfyan mı, Yezid b. Muaviye mi, Mervan b. Hakem mi? Yoksa bize göre şahit­likleri caiz olmayan ve arkasında namaz kılınmayan daha başkaları mı?

3) Müslümanların cemaatlerinden ayrılmamak.

-Hangi cemaat? "Namaz kılmayan, oruç tutmayan, gusül abdesti almayan, Kâbe’yi yıkan ve annesiyle zina eden bir kimse, Cebrail'in ve Mikail'in imanı üzere­dir diyen Mürcie mi? Allah Azze ve Celle'nin dilediği olmaz, İblisin dilediği olur, diyen Kaderiyye mi? Ali b. Ebu Talib'den teberri eden, onun kâfir olduğuna şahitlik eden Haruriyye (Hariciler) mi? Yoksa iman sadece Allah-ı bilmektir, başka bir şey gerekmez, diyen Cehmiyye mi?"

Dedi ki: Yazıklar olsun sana, meğer neler söylüyorlarmış?

Dedim ki: Diyorlar ki: "Allah'a yemin ederiz ki, nasihat etmekle (hayrını iste­mekle) yükümlü olduğumuz İmam Ali b. Ebu Tâlib (alevhisselâm)’dır. Ayrılmamamız gereken cemaat, onun Ehl-i Beyt'idir."

Bunun üzerine Süfyan yazıyı aldı ve yırttı. Ardından şunları söyledi: "Bunu kimseye söyleme."

3-(1053) ...Büreyd b. Muaviye, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki:

«Allah Azze ve Celle, imamına itaat için ve ona iyilikle nasihatte bulunmak için kendini yoran dostu, mutlaka bizimle beraber Refîk-i A'lâ'da[244] olur.»

4-(1054)...Muhammed el-Halebî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Kim bir karış kadar Müslümanların cemaatinden ayrılırsa, İs­lâm bağını boynundan çıkarmış olur.»

5-(1055) Müellif aynı rivayet zinciriyle Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisse­lâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Kim Müslümanların cemaatinden ayrılırsa ve ima­ma yaptığı biati bozarsa, Allah Azze ve Celle'nin huzuruna eli kesik gelir.»

104)-İMAMIN, TEBAA ÜZERİNDEKİ HAKLARI VE TEBAANIN, İMAM ÜZERİNDEKİ HAKLARI BABI

l-(1056) ...Hammad b. Osman Ebu Hamza'dan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'a dedim ki: İmamın insanlar üzerindeki hakkı nedir?

Buyurdu ki: «İmamın insanlar üzerindeki hakkı, onu dinlemeleri ve itaat et­meleridir.»

Dedim ki: Onların imam üzerindeki hakkı nedir?

Buyurdu ki: «(Beytülmalı) aralarında eşitçe paylaştırır ve tebaasına karşı adale­te uygun hareket eder. İnsanlar arasında bu iki ilkeye göre hareket ettiği zaman, artık öteye beriye gidene aldırış etmez.»

2-(1057) ...Mansur b. Yunus, Ebu Hamza'dan, o da Ebu Cafer (Muhammed Ba­kır aleyhisselâm)'dan buna benzer bir hadis rivayet etmiştir.

Ancak burada, "Öteye beriye..." ifadesi yerine "şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle" ... yani, öne, arkaya, sağa ve sola... (ifadesi kullanılmıştır).

3-(1058) ...Mesade b. Sadeka, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Valilerinize hainlik etmeyin, rehberlerinize hile yapmayın, önderlerinizi ca­hil bellemeyin, sizi birbirine bağlayan ipten ayrılmayın, yoksa gevşersiniz, havanız dağılır. İşlerinizi bu temele dayandırın ve bu yoldan ayrılmayın. Davet edildikleri şe­ye muhalefet edip de ölenlerin karşılaştığı azabı siz görecek olsaydınız, itaat etmek için hemen koşardınız, dışarı çıkardınız ve emirleri dinlerdiniz. Ancak onların gör­düğü azab sizden gizlenmiştir; fakat perdenin kaldırılması yakındır.»

4-(1059) ...Hanan b. Sedir es-Sayrafî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Sağlıklı olduğu ve hiçbir ağrısı bulunmadığı halde Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye öleceği haber verilmişti. -Bu haberi ona Rûh-ul Emin indirmişti- Bunun üzerine Peygamberimiz, cemaat namazı için insanları çağırdı. Muhacir ve Ensar'a, silahlarını yanlarına almalarını emretti. İnsanlar toplandılar.

Resûlullah minbere çıktı, ölüm haberini onlara iletti, ardından şöyle buyurdu: «Benden sonraki valiye Allah'ı hatırlatırım. Sakın benim ümmetime karşı merhamet­sizlik etmesin. Büyüklere saygı göstersin, zayıflarına acısın, âlimlerini ululasın, on­lara zarar vermesin ki, zelîl olmasınlar. Onları yoksullaştırmasın ki, kâfir olmasınlar. Kapılarını yüzlerine kapatmasın ki, güçlüleri zayıflarını ezip geçmesin. Askere al­mada onlara karşı sert bir tutum içinde olmasın[245] ki, ümmetimin soyu kesilmesin.» Sonra Resûlullah şöyle buyurdu: «Şahid olun, duyurdum ve öğüt verdim.» Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Bu, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin minberde yaptığı son konuşmaydı.»

5-(1060) ...Habib b. Ebu Sabit şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’a Hemedan'dan ve Hilvan'dan bal ve incir getirildi. Ashabının önde gelenlerine yetimleri getirmelerini istedi. Sonra bal tulum­larım yetimlerin önüne koyarak onları yalamalarına izin verdi. Kendisi de bir yan­dan balı halka bardaklarla dağıtmaya başladı. Orada bulunanlardan bazıları dediler ki: "Ey Emir'ul-mü'minin! Yetimlerin bal tulumlarını yalamaları neden gereklidir?"

Buyurdu ki: «İmam, yetimlerin babasıdır. Ben de bir baba yaklaşımıyla onlara bu balı yalattım.»

6-(1061) ...Süfyan b. Uyeyne, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) ben, her mümine kendi canından daha yakınım ve Ali (aleyhisselâm) benden sonra ona herkesten daha yakındır.»

İmam'a soruldu: "Bunun anlamı nedir?"

Buyurdu ki: «Bunun anlamı, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin şu sözünde gizlidir: "Bir kimse ölür de geri ödenmesi gereken borçlar veya mîrasçısız mal bıra­kırsa, borçlarını ödemek ve malını idare etmek bana düşer. Bir kimse ölür de geride mal bırakırsa, bu mallar onun mirasçılarına aittir. Şu halde bir kimsenin malı yoksa onun kendisi üzerinde velayeti söz konusu değildir ve eğer bir kimse ailesinin nafa­kasını temin edemiyorsa, onlar üzerinde emir ve nehiy yetkisine sahip değildir. Nebi ve Emir'ül-Mü'minin ile onlardan sonra gelen imamlar, bu hususta onlardan daha yetkilidirler. Bu açıdan onlardan daha çok kendilerine yakındırlar.

Zaten Yahudilerin büyük bir kısmının Müslüman olmalarının nedeni de Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin bu sözleri oldu. Çünkü bu sözleri duyduktan son­ra, canları ve aileleri hususunda kendilerini güvencede hissettiler.»

7-(1062) ...Sabbah b. Seyabe, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki:

«Bir mü'min veya Müslüman ölürse ve geride ödenmesi gereken borç bırakmışsa, şayet bu borcu bozgunculuk ve israf uğruna yapmamışsa, imamın bu borcu üstlenip ödemesi gerekir. Eğer imam bu borcu ödemese, günahı onun boynunadır. Çünkü Allah Tebareke ve Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sadakalar yoksullar, miskinler ...içindir." (Tevbe, 60) Borçlu olarak ölen kimse de âyette kastedilen borçlular sınıfı­na girer. Onun, imamın yanında payı vardır ve eğer imam bu payı vermezse günahı onun boynunadır.»

8-(1063) ...Hanân, babasından, o Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki: «Bir kişide şu üç özellik bulunmazsa, o kişi imam olamaz:

1)     Günah işlemekten alıkoyacak takva.

2)     Öfkesine hâkim olmasını sağlayacak ağırbaşlılık.

3) Yönetimindeki kimseleri, şefkatli bir baba gibi güzellikle yönetmek.» Diğer bir rivayette: «Reayasına karşı şefkatli bir baba gibi davranmalıdır.» şeklinde bir ifade kullanılmıştır.

9-(1064) ...Muaviye b. Hukeym, Muhammed b. Eslem'den, o Muhammed adlı Taberistanh bir adamdan -Muaviye der ki:" Bundan sonra bizzat kendim de Taberistanlı Muhammed'le karşılaştım ve bana hadisi nakletti- şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Musa (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Bir kimse borçlandıysa veya bir hakla ilgili olarak bir borcun altına girdiyse -buradaki tereddütlü ifade ravilerden Muaviye'ye aittir- kendisine bir sene mühlet verilir. Bu bir senenin sonunda borcunu ödeme imkânını bulduysa kendisi öder, aksi takdirde imam, beytülmaldan onun borcunu öder.»

105) YERYÜZÜNÜN TAMAMI İMAMINDIR BABI

l-(1065) ...Ebu Halid el-Kabulî, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

Ali'nin kitabında[246] şunun yazılı olduğunu gördük:

«"Yeryüzü Allah'ındır, onu kullarından dilediğine verir. Güzel sonuç muttakilerindir." (A'raf, 128) Ben ve Ehl-i Beyt'im, Allah'ın yeryüzüne mirasçı kıldığı kimse­leriz. Biz, muttakileriz ve yeryüzünün tamamı bizimdir. Bu nedenle Müslümanlardan bir kimse herhangi bir toprak parçasını işletip ihya ederse, onun haracını benim Ehl-i Beyt'imden olan imama versin. Bu topraktan elde ettiği geliri yiyebilir. Eğer bu haracı vermeyi terk ederse veya geciktirirse, Müslümanlardan bir başkası o yeri ondan alır ve imar ederse, arazinin haracını vermeyi terk edenden daha çok bu arazi üzerin­de hak sahibi olur. Ve bu arazinin haracını benim Ehl-i Beyt'imden olan imama verir. Bu araziyi elinde bulunduran kimse, benim soyumdan Kâim İmam kılıçla or­taya çıkıncaya kadar, o zaman (Kaim İmam) bütün yeryüzünü ele geçirir, eski sahip­lerinden geri alır. Tıpkı Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin yeryüzünde tasarruf etmesi ve eski sahiplerinden geri alması gibi. Ancak Kâim İmam, bizim şiâmızın elinde olan yerleri onlardan almaz. Onları bu araziler üzerinde görevlendirir ve ellerindeki arazileri onlara bırakır.»

2-(1066) ...Mualla b. Muhammed şöyle rivayet etmiştir:

Bana Ahmed b. Muhammed b. Abdullah haber verdi, o da imamlardan (aleyhimusselâm) birinden şunları rivayet etti: «Dünya ve içindekiler, Allah Tebareke ve Teâlâ’nın, Resulünün ve bizimdir. Kim dünyadan bir şeye egemen olursa, Allah'tan korksun, Allah'ın hakkını eda etsin ve kardeşlerine iyilik etsin. Eğer bunu yapmazsa, Allah, Resulü ve bizler ondan beriyiz, onunla alakamız yoktur.»

3-(1067) ...Ömerb. Yezid şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara Medine'de Mismea'li gördüm. O yıl Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a bir miktar mal getirmiş ve İmam, getirdiği bu malı ona iade etmişti.

Ona dedim ki: "Ebu Abdullah, getirdiğin malı niçin sana geri verdi?"

Bana dedi ki: "İmam'a söz konusu malı götürdüğümde dedim ki:

Bahreyn denizindeki dalgıçlık işi benim yönetimime verildi ve ben bundan dört yüz bin dirhem kazandım. Bu kazancımın humusu olarak seksen bin dirhemi sa­na getirdim. Bu parayı size vermeyip yanımda alıkoymayı, Allah Tebareke ve Teâlâ'nın bizim mallarımızdan sana verdiği bu hakkı harcamayı istemedim."

Bunun üzerine İmam bana şunu söyledi: «Bizim yeryüzünden ve Allah'ın on­dan çıkardığı değerli şeylerden payımıza sadece humus mu düşmektedir? Ey Ebu Seyyar! Yeryüzünün tümü bizimdir. Allah, oradan "ne çıkarırsa" o da bizimdir.»

Dedim ki: Öyleyse malın tümünü mü sana getireyim?

Buyurdu ki: «Ey Ebu Seyyar! Biz onu gönül hoşluğuyla sana verdik, sana he­lâl ettik. Malını kendine al. Şu anda bizim Şiamızın elinde bulunan her şey, onlara helâldir. Ta ki bizim soyumuzdan Kâim (Mehdi aleyhisselâm) zuhur edinceye kadar. O zaman Kâim (aleyhisselâm), onların ellerindeki malların haracını alır, arazilerini el­lerinde bırakır. Ama bizim Şiamızın dışındaki insanların ellerindeki arazilere gelin­ce, onları topraktan kazandıkları haramdır, bu durum onların aleyhine olmak üzere Kâim İmam zuhur edinceye kadar devam eder. O zaman İmam toprakları ellerinden alır ve onları küçük düşmüşler olarak oralardan çıkarır.»

Amr b. Yezid dedi ki: Ebu Seyyar bana dedi ki:

"Ben mülk sahipleri ve çalışanlar içinde kendimden başka helâl yiyen bir kim­se göremiyorum. İmamın kendilerine helâl ettiği kimseler başka."

4-(1068) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhis­selâm)’a dedim ki: "İmamın zekât vermesi gerekir mi?"

Buyurdu ki: «Ey Ebu Muhammed! İmkânsız bir şeyi söyledin. Dünya ve Ahiret'in imamın olduğunu, onları istediği yere koyduğunu, istediğine verdiğini bilmi­yor musun? Bu yetki Allah tarafından ona tanınmıştır. Ey Ebu Muhammed! İmam, üzerinde kendisinden sorulacak Allah'ın hakkı olduğu halde kesinlikle gecelemiş de­ğildir.»

5-(1069) ...Eban b. Musab, Yunus b. Zabyan veya Mualla b. Huneys'ten şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a dedim ki:

"Şu yeryüzünün ne kadarı size aittir?"

Gülümsedi, sonra şöyle buyurdu:

«Allah Cebrail'i gönderdi ve ona başparmağıyla yeryüzünde sekiz nehir yata­ğı açmasını emretti: Belh'in nehirleri Seyhun ve Ceyhun, Şaş'un nehri, Haşua, Hin­distan'ın nehri Mihran, Mısır'ın nehri Nil, Dicle ve Fırat nehirleri.

Dolayısıyla su veren (deniz) ve su alan (kara) her şey bizimdir. Bize ait olan da Şiâmızındır. Bizim düşmanlarımızın bunda bir payı yoktur, gasp ettiklerinden başka. Bizim velîmiz, dünya ile gök arasındaki mesafeden daha büyük bir genişlik içinde­dir.» İmam bunları söyledikten sonra şu âyeti okudu:

"De ki: Onlar bu dünya hayatında iman edenler içindir. (Fakat başkaları bunları zorla onlardan gasp etmişlerdir.) Kıyamet gününde ise sadece onlara aittirler." (A'raf, 32) Başkalarının bunları kıyamet günü gasp etmesi mümkün değildir.»

6-(1070) ...Muhammed b. Reyyan şöyle rivayet etmiştir:

İmam el-Askerî (Ali b. Muhammed el-Hadi aleyhisselâm)’a şöyle yazdım: "Sana feda olayım, bize rivayet edildi ki: Dünyada Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin payı sadece humustur."

Bana şöyle bir cevap geldi: «Dünya ve üzerindeki her şey Resûlullah'a aittir.»

7-(1071) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah buyurdu ki: "Allah Âdem'i yarattı ve dünyayı ona bahşetti. Âdem (aleyhisselâm)'a verilenler Resûlullah'a da verilmiştir. Resûlullah'a ait olanlar da Mu­hammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ehl-i Beyt'inden imamlara aittir.»

8-(1072) ...Hafs b. Behteri, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

"Cebrail ayağıyla beş nehir yatağını açtı, su da onun ardı sıra akma­ya başladı. Bu nehirler şunlardır: Fırat, Dicle, Mısır'daki Nil, Mehran ve Belh'teki nehir. Su veren ve su alan her şey imamındır. Dünyayı kaplayan deniz, imamındır.»[247]

Ali b. İbrahim, Sırri b. Rebi'den şöyle rivayet etmiştir: İbn Ebu Umeyr, hiç kimseyi ilim ve erdem bakımından Hişam b. Hakem'e denk görmezdi. Bir gün dahi ona gitmemezlik etmezdi. Fakat sonra onunla görüş ayrılığına düştü ve ilişkisini kes­ti. Bunun nedeni şuydu: Ebu Malik el-Hadremî, Hişam'ın adamlarından biriydi. Onunla İbn Ebu Umeyr arasında imamlık meselesiyle ilgili olarak bir tartışma çıktı.

İbn Ebu Umeyr: "Dünyanın tümü imamındır ve imam, mülkiyet olarak dün­yanın sahibidir. O dünyaya, şu anda onu ellerinde bulunduranlardan daha öncelikli hak sahibidir." dedi.

Ebu Malik, "öyle değil." dedi, "insanların sahip bulundukları mülkler kendile­rine aittir. İmamın Allah tarafından hükme bağlanan ganimet, humus gibi şeylerden başka sahip olduğu bir şey yoktur. Onun payı budur. Bunu da yüce Allah imama bil­dirmiştir. Nereye koyacağını, nasıl yapacağını hükme bağlamıştır."

Sonunda Hişam b. Hakem'e gitmeye razı oldular ve onun yanına gittiler. Hi­şam, İbn Ebu Umeyr'in aleyhine ve Ebu Malik'in lehine hükmetti. İbn Ebu Umeyr, bu davranışından dolayı öfkelendi ve bu olaydan sonra Hişam'ı terketti.

106) YÖNETİME GELDİĞİ ZAMAN İMAMIN, KENDİNE, YEMESİNE VE GİYİMİNE İLİŞKİN HAREKET TARZI BABI

l-(1073) ...Hammad, Humeyd ve Cabir el-Abdi'den şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talih aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah, beni kulları üzerinde imam kıldı ve bana kendim, yiyeceğim, içece­ğim ve giyimim hususunda insanların en zayıfları gibi ölçülü ve en azıyla yetinmemi emretti. Ta ki fakirler fakirlikten dolayı bana tâbi olsunlar ve zenginleri de zengin­likleri azdırıp serkeş yapmasın.»

2-(1074) ...Muallâ b. Huneys şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki: "Sana feda olayım. Falan oğullarını (Abbasiler) ve içinde yaşadıkları nimetleri hatırladım ve dedim ki: "Eğer bu nimetler size[248] veril­seydi biz de sizinle beraber bolluk ve refah içinde yaşardık."

Buyurdu ki: «Heyhat! Ey Mualla! Eğer biz yönetimde olsaydık, gece siyaset­ten,[249] gündüz telaştan,[250] kaba giysiler giyinmekten ve katı yiyecekler yemekten başka bir şey olmazdı. Bu nedenle yönetim bizden uzak tutuldu. Sen hiç davranışları nime­te[251] dönüşen zâlimler gördün mü?»

3-(1075) ...Ahmed b. Muhammed ve başkaları, değişik rivayet zincirleriyle Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm) ile Asım b. Ziyad arasındaki tartış­ma ile ilgili olarak şöyle rivayet etmişlerdir:

Asım b. Ziyad kaba elbiseler giyip yumuşak elbiseler giymekten vazgeçmişti. Kardeşi Rebi b. Ziyad bu durumunu Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’a Eşini üzdü­ğünü ve oğlunu endişelendirdiğini belirterek, şikâyet etti.

Emir'ül-Mü'minin «Asım b. Ziyad'ı getirin.» diye emretti.

Adam getirildi. Ali (aleyhisselâm) onu görünce yüzünü astı ve ona dedi ki:

«Eşinden utanmıyor musun? Çocuklarına merhamet etmiyor musun? Sence Allah, iyi ve temiz şeyleri insanlara helâl kılmış, sonra da bunlardan yararlanmaları­nı istememiştir.! Sen, Allah'a göre bundan çok daha basitsin. Acaba Allah değil mi şöyle buyuran? "Allah, yeri canlılar için yaratmıştır. Orada meyveler ve salkımlı hur­ma ağaçları vardır." (Rahman, 10-11) Allah değil mi şöyle buyuran? "O, iki denizi bir­birine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karış­mazlar, ikisinden de inci ve mercan çıkar." (Rahman, 19-22)

Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın nimetini fiilî olarak kullanmak, sergilemek, onları sözlü olarak kullanmaktan, sözlü olarak sergilemekten daha sevimlidir. Nite­kim Allah şöyle buyurmuştur: "Ve Rabbinin nimetini an." (Duhâ, 11)»

Bunun üzerine Asım şöyle dedi: "Ey Emir'ül-Mü'minin! O halde neden ken­din katı şeyleri yiyor ve kaba şeyleri giyiyorsun?"

Buyurdu ki: «Yazık sana! Allah Azze ve Celle, adil imamların, insanların en zayıflarının durumuna göre hareket etmelerini farz kılmıştır. Ta ki fakirin fakirliği yoldan çıkmasına neden olmasın.» Bunun üzerine Asım b. Ziyad kaba giysileri atıp yumuşak giysiler giymeye başladı.

4-(1076) ...Hammad b. Osman şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın huzuruna gittim. O sırada bir adam ona dedi ki:

"Allah sana hayrını versin. Dediniz ki, Ali b. Ebu Tâlib kaba şeyleri giyiyordu. Üzerinde dört dirhem değerinde ucuz bir gömlek vardı. Ya da buna benzer şeyler söylediniz. Ama senin üzerinde yeni elbiseler görüyoruz."

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) adama dedi ki: «Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm) bu giysileri, yadsınmayacak bir zamanda giyiyordu. Eğer bu gün böyle benzeri bir giysi giyse, dillere düşüp şöhret bulur. Her zamanın en iyi giysisi, o zamanın insanların giydiği elbiselerdir. Şu kadarı var ki, biz Ehl-i Beyt'ten zuhur edecek Mehdî (aleyhis­selâm) zuhur ettiği zaman, Ali (aleyhisselâm)’ın elbiselerini giyecek ve Ali (aleyhisse­lâm)’ın hareket tarzını esas alan bir tutum içinde olacaktır.»

107)   NADİR[252] RİVAYETLER BABI

l-(1077) ...Eyyub b. Nuh[253] şöyle rivayet etmiştir:

İmam (aleyhisselâm)’ın yanında bulunduğum bir sırada aksırdı.

Dedim ki: "Sana feda olayım. Aksırdığı zaman imama ne söylemek gerekir?"

Buyurdu ki: «Sallallahu aleyke /Allah'ın salâtı üzerine olsun denir.»

2-(1078) ...İshak b. İbrahim ed-Dîneverî anlattı, ona Ömer b. Zahir haber ver­miş ki:

Bir gün adamın biri, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan, Kâim (Meh­di aleyhisselâm)'a "Mü'minlerin Emiri" adıyla salât okunup okunmayacağını sordu.

Buyurdu ki: «Hayır, bu, Allah'ın Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm)'a taktığı bir isimdir. Ondan önce hiç kimse bu isimle anılmış değildir. Ondan sonra da kâfirlerden başka kimse, kendisine, böyle söylenmesini istememiştir.»

Dedim ki: "Peki, Mehdi (aleyhisselâm)'a nasıl selâm verelim?

Buyurdu ki: «Esselâmu aleyke ya Bakiyyetellah / Selâm sana ey Allah'ın baki
bıraktığı denir.» Sonra şu âyeti okudu: «"Eğer mü'min iseniz Allah'ın bıraktığı (bakiyyetullah) sizin için daha hayırlıdır." (Hûd, 86)»                                                               

3-(1079) ...Ahmed b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebul-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a sordum, ki:

"Ali (aleyhisselâm)’a neden Emir'ül-Müminin adı verilmiştir?"

Buyurdu ki: «Çünkü o, müminlere ilim tattırır. Yoksa sen Allah'ın şu sözünü işitmedin mi? "Ailemize yiyecek getiririz." (Yusuf, 65)

Diğer bir rivayette ise şu ifadeye yer veriliyor: «Çünkü mü'minlerin gıdası onun yanındadır o, mü'minlere ilim yemeği yedirir.»[254]

4-(1080) ...Cabir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a dedim ki: "Ali (aleyhisselâm)'a neden Emir'ül-Mü'minin adı verilmiştir?" Buyurdu ki: «Allah ona bu ismi verdi. Kitabında da bu anlamı içeren bir âyet indirmiştir: "Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, on­ları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" (A'raf, 172) Muhammed benim Resulüm ve Ali de mü'minlerin emiri değil mi?»

108) KUR'AN'DA VELAYETLE İLGİLİ OLARAK YER ALAN NÜKTELER VE ÂYETLERDEN SEÇMELER BABI

1-(1081) ...Salim b. Hannat şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a "Onu, Rûhul Emin uyarıcılardan olasın diye, apaçık Ar ab diliyle, se­nin kalbine indirmiştir."(Şuarâ, 193-195) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Burada kastedilen, Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın velayetidir.»

2-(1082) ...İshak b. Ammar, bir adamdan, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan, "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar, bunu yüklen­mekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok cahildir." (Ahzâb, 72) âyetinin anlamıyla ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Burada kastedilen emanet. Emir'ül-Müminin (Ali aleyhisselâm)’ın velayetidir.»

3-(1083) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "inanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar." (En'âm, 82) âyetinin anlamıyla ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin velayetle ilgili olarak getirdiği ilâhî buyruğa iman edip falanın ve falanın velayetini ona bulaştırmayanlar kastedilmiştir. Çünkü falanın ve falanın velayetini Ali (aleyhisselâm)’ın velayetine bulaştıranlar, zu­lüm işlemiş olur.»

4-(1084) ...Hüseyin b. Nuaym es-Sahhaf şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a "Kiminiz kâfir, kiminiz mü'mindir." (Teğâbün, 2) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Allah, Âdem'in sülbündeki zürriyetinden misak aldığı gün, bi­zim velayetimize iman edenlerle inkâr edenleri belirledi.»

5-(1085) ...Muhammed b.Fudayl şöyle rivayet etmiştir:

Ebul-Hasan (Ali b.Musa aleyhisselâm)dan "Verdikleri sözü yerine getirirler." (İnsan,7) âyetinin anlamını sordum

Buyurdu ki: «Bizim velayetimizle ilgili olarak kendilerinden alınan sözü yeri­ne getirirler.»

6-(1086) ...Rib'i b. Abdullah şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Ba­kır aleyhisselâm)’dan "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden onlara indirileni doğ­ru dürüst uygulasalardı..." (Mâide, 66) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Burada bizim velayetimiz kastedilmiştir.»

7-(1087) ...Abdullah b. Aclan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Ba­kır aleyhisselâm)’dan "De ki: Ben buna karşılık sizden yakınlarımı sevmekten başka bir ücret istemiyorum." (Şûra, 23) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Yakınlardan maksat, imamlardır (aleyhimusselâm)[255]

8-(1088) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: "Kim Allah ve Resulüne (Ali'nin ve ondan sonraki imamların velayeti hususunda) itaat ederse büyük bir kurtulu­şa ermiş olur." (Ahzâb. 71) Âyet bu şekilde nazil oldu.»[256]

9-(1089) ...Muhammed b. Mervan merfu olarak imamlardan birinin, "Sizin, Allah'ın Resulünü üzmeniz asla caiz değildir." (Ahzâb, 53) âyetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

«Ali'nin ve imamların velayeti hususunda onu üzmeniz caiz değildir. "Musa'­ya eziyet edenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu, dedikleri şeyden temize çıkardı." (Ahzab, 69)»

10-(1090) ...Ali b. Abdullah şöyle rivayet etmiştir:

Bir adam ona, "Kim benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve bedbaht olmaz." (Tâ-Ha, 123) âyetinin anlamını sordu.

Dedi ki: «İmamların velayetini kabul eden, onların emirlerine uyan ve onlara itaat etmenin dışına çıkmayan kimseler, sapmaz ve bedbaht olmazlar.»

11-(1091) ...Ahmed b. Muhammed b. Abdullah, merfu olarak, «Bu beldeye ki sen bu beldedesin, babaya ve ondan meydana gelen çocuğa yemin ederim ki..." (Beled, 1-2-3) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

Burada Emir'ül-Mü'minin ve ondan meydana gelen imamlar kastedilmiştir.»

12-(1092) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah 'a, Resulü­ne, onun yakınlarına aittir." (Enfal, 41) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet et­miştir:

«Burada kastedilen Emir'ül-Mü'minin ve imamlardır (aleyhimusselâm)

13-(1093) ...Abdullah b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:   

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a, "Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur." (A'raf, 181) âyetini sordum. Buyurdu ki: «Bunlar, imamlardır.»[257]

l4-(1094) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın esasıdır." Bunlar Emir'ül-Müminin ve imamlardır (aleyhimusselâm).

"Diğerleri de müteşâbihtir." Bunlar da falan ve falandır.

"Kalplerinde eğrilik bulunanlar..." Onların arkadaşları ve velayetlerini kabul edenler, "Fitne çıkarmak için onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler..." (Âl-i İmran, 7) Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm) ve imamlar.»

15-(1095) ...Abdullah b. Aclan, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«"Yoksa Allah sizden cihad edip, Allah, peygamber ve mü'minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılaca­ğınızı mı sandınız?" (Tevbe, 16) Burada müminler nitelemesiyle imamlar kastedilmiştir. Yani, onlardan başkasını sırdaş edinmeyin...»

16-(1096) ...Halebi, şöyle rivayet etmiştir:

"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sende yanaş. "(Enfâl, 61) âyetinde geçen "es-selm" kelimesinin ne anlama geldiğini Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a sordum.

Buyurdu ki: «Bizim velayetimiz altına girmek demektir.»

17-(1097) ...Zurare, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselûm)'dan şöyle riva­yet etmiştir:

"Halden hale geçersiniz." (İnşikak, 19) «Ey Zurare! Şu ümmet, peygam­berinden sonra, falan, falan ve falandan dolayı halden hale geçmedi mi?»

18-(1098) ...Abdullah b. Cündeb şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a, "Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsın­lar diye, sözü birbiri ardınca yetiştirmişizdir." (Kasas, 51) âyetinin anlamını sordum. Buyurdu ki: «Bu, bir imamı diğerine yetiştirmişiz, demektir.»

19-(1099) ...Muhammed b. Numan, Sellâm'dan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm), "Biz, Allah'a ve bize indirilene iman ettik." (Bakara, 136) âyetiyle ilgili olarak şöyle buyurdu:

«Burada kastedilenler: Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (aleyhimusselâm)’dır. Onlardan sonra da bu hüküm, imamlar için geçerli olmuştur. Sonra Allah, diğer in­sanlar hakkında şöyle buyuruyor: "Eğer onlar da (yani diğer insanlar da) sizin (Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve diğer imamlar) inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bul­muş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar." (Bakara, 137)»

20-(1100) ...Abdullah b. Aclan, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan "İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu peygamber ve iman edenler­dir." (Âl-i İmran, 68) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Burada kastedilenler, imamlar ve onlara uyanlardır.»

21-(1101) ...Malik el-Cühenî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’a "Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu." (En'âm, 19) âyetinin ne anlama geldiğini sordum.

Buyurdu ki: «Yani, Muhammed'in Ehl-i Beyt'inden imamlık derecesine ula­şan kimse, Resûlullah'ın yaptığı gibi, insanları Kur'an ile uyarır.»

22-(1102) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan "Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahit vermiştik. Ne var ki o, unuttu." (Tâ-Ha, 115) âyetinin anlamıyla ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Allah, Âdem (aleyhisselâm)a Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve onun soyundan gelen imamlar hakkında bir ahit verdi. Fakat Âdem, bu ahdi tutmadı, bu hususta bir azim göstermedi. Bunun böyle olduğunu unuttu. Zaten Ulul-azm pey­gamberlerin bu şekilde isimlendirilmelerinin nedeni, onlara Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi), kendisinden sonra gelen vasiler ve Mehdî ve onun hareket tarzı ile il­gili olarak bir ahdin verilmiş olması ve onların da bu ahde bağlı kalma hususunda azimli davranmaları, bunun böyle olduğunu ikrar etmeleridir.»[258]

23-(1103) ...Abdullah b. Sinan, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

"Andolsun biz, Âdem'e ahit vermiştik. (Muhammed, Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve onların zürriyetinden gelen imamlar hakkında bir takım söz­ler vermiştik.) Fakat o, unuttu." (Tâ-Ha, 115)

«Bu âyet, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bu anlamı vurgulamak üze­re inmiştir.»

24-(1104) ...es-Sumali, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Allah, Nebisi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye şöyle vahyetti:

"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın." (Zuhruf, 43) Sen, Ali'nin velayeti üzerindesin ve Ali dosdoğru yolun ta kendisidir.»

25-(1105) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Bu âyeti Cebrail (aleyhisselâm) Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye şu şekilde indirmiştir: "Kıskandıkları için Allah'ın (Ali hakkında) indirdiğini inkâr ede­rek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir." (Bakara, 90)»[259]

26-(1106) ...Cabir şöyle rivayet etmiştir:

Cebrail aşağıdaki âyeti şu şekilde indirmiştir: "Kulumuza (Ali hakkında)[260] indir­diğimizden şüphe ediyorsanız, onun benzeri bir sure getirin." (Bakara, 23)»

27-(1107) ...Münehhel, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Cebrail, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bu âyeti, şu şekilde indirmiştir: "Ey Ehl-i kitap! (Ali hakkında) İndirdiğimize iman edin. Apaçık bir nur olarak."(Nisa, 47-174)»[261]

28-(1108) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Aşağıdaki âyet şu şekilde nazil olmuştur: "Eğer kendilerine (Ali hakkında) verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için daha hayırlı olurdu." (Nisa, 66)»

29-(1109) ...Abdullah b. Aclan, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

"Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın pe­şinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır." (Bakara, 208)

«Burada biz Ehl-i Beyt'e tâbi olunması gerektiği anlatılıyor.»

30-(1110) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz" (A'lâ, 16) âyetinin anlamı nedir.

Buyurdu ki: «Burada bâtıl ehlinin velayetini tercih ettikleri anlatılıyor. Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır. Burada da Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talih aleyhisselâm)’ın velayeti kastediliyor. Şüphesiz bu, önceki kitaplarda, İbrahim ve Musa'­nın (aleyhimusselâm) kitaplarında da vardır.»

31-(1111) ...Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

"Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri (Ali'nin velayetini) söyleyen bir elçi (Mu­hammed geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız, (Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin Ehl-i Beyt'inden) bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz- "(Bakara, 87)»

32-(1112) ...Muhammed b. Sinan İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle âyetinde "Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." -Ali'nin velayeti- "Kendilerini çağırdığın" -Ey Muhammed, Ali'nin velayeti- (Şûra, 13) «Bu âyet korunan kitapta bu şekildedir.»[262]

33-(1113) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan Allah Az­ze ve Celle ''Hidâyetle bizi bu nimete kavuşturan Allah'a hamdolsun! Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden ona kavuşamazdık." (A'râf, 43) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Kıyamet günü, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve Emir'ül-Mü'minin ve onun soyundan gelen imamlar (aleyhimusselâm) çağırılır. İnsanların görebilecekleri bir yer­de durdurulurlar. Şiâları onları gördükleri zaman: "Hidâyetle bizi bu nimete kavuştu­ran Allah'a hamd olsun! Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden ona kavuşamazdık dediler." (A'raf, 43) Yani bizi Emir'ül-Mü'minin'in ve onun soyundan gelen imamların velayetine ileten Allah'a hamdolsun.»

34-(1114) ...Abdullah b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah-u Teâlâ’nın "Birbirlerine neyi soruyorlar? Ayrılığa düş­tükleri büyük haberi mi?"(Nebe, 1-2-3) Büyük haber, velayettir.

Ayrıca: "İşte burada yardım ve dostluk, hak olan Allah'a mahsustur." (Kehf, 44) âyetinde geçen "velâyet'in hangi anlamda kullanıldığını sordum.

Buyurdu ki: «Bundan maksat, Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’ın velayetidir.»

35-(1115) ...Ebu Basir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan "Sen, yü­zünü hanif olarak dine çevir." (Rûm, 30) âyeti hakkında şu açıklamayı rivayet etmiş­tir:

«Burada velayet kastedilmiştir.»

36-(1116) ...İbrahim el-Hemedanî, merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız»" (Enbiya, 47) âyeti hakkında şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Bundan maksat, nebiler ve vasilerdir.»

37-(1117) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, "Bundan başka bir Kur'ân getir veya onu değiştir."(Yunus, 15) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Diyorlar ki veya Ali (aleyhisselâm)’ı değiştir.»

38-(1118) ...İdris b. Abdullah Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

"Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? Dediler ki: Biz musallin[263] (namaz kılanlar)'dan değildik." (Müddessir, 42-43) âyetinin tefsirini sordum.

Buyurdu ki: «Diyorlar ki, biz, imamlara tâbi olanlardan değildik. Çünkü Al­lah Tebareke ve Teâlâ imamlar hakkında: "Önde olanlar, öndedirler. İşte bunlar en yakın olanlardır." (Vakıa, 10-11) buyurmuştur. Bilmez misin ki, insanlar at yarışların­da birinci gelen ata "es-Sabik", atın hemen arkasında ikinci gelen ata, "musalli" der­ler. İşte, cehennemlikler: "Biz musallinden değildik..." (Müddessir, 42) derken önde gidenlerin hemen arkasından onları izleyenlerden değildik, demek istiyorlar.»

39-(1119) ...Yunus b. Yakub, kendisine anlatan birinden, o Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan Allah Azze ve Celle'nin "Şayet doğru yola gitselerdi, on­lara bol su içirirdik." (Cin, 16) âyeti hakkında:

«Kalplerine imanı içirirdik. Doğru yol ise Ali b. Ebu Tâlib ve vasilerin velayetidir.» buyurmuştur.

40-(1120) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a "Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin..." (Fussılet, 30) âyetinin anlamından sordum.

Buyurdu ki: «Birbiri ardınca gelen imamları izleyenlerin "üzerlerine melekler iner. Onlara: "Korkmayın, üzülmeyin, size vaat olunan cennetle sevinin! derler. (Fus­silet, 30)»

41-(1121) ...Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)a, "De ki: Size bir tek öğüt vereceğim." (Sebe, 46) âyetinden sordum.

Buyurdu ki: «Size Ali (aleyhisselâm)’ın velâyetiyle öğüt vereceğim ki, o, bir tanedir ve Allah Tebareke ve Teâlâ onun hakkında şöyle buyurmuştur:

"Size bir tek öğüt vereceğim." (Sebe, 46)»

42-(1122) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan "iman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri son­ra da inkârlarını arttıranları..." (Nisa, 137) "Onların tevbesi asla kabul edilmez." (Âl-i İmran, 90) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Bu âyet, falan, falan ve falan hakkında inmiştir. Bunlar başlangıçta Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye iman ettiler, sonra Nebi: "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır." diyerek kendilerine velayeti arz edince, onu inkâr ettiler. Sonra Emir'ül-Mü'minin'e biat ederek tekrar iman ettiler.

Ardından Resûlullah vefat edince tekrar inkâr ettiler ve Matlarını sürdürmedi­ler. Sonra Emir'ül-Mü'minin'e bîat edenlerden kendileri için bîat alınca küfürlerini arttırmış oldular. İşte bunlarda iman namına bir şey kalmamıştır.»

43-(1123) Müellif aynı rivayet zinciriyle, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) 'dan "Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dö­nenleri... " (Muhammed, 25) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Burada kastedilenler, falan, falan ve falandır. Bunlar, Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın velayetini terk etmekle imandan döndüler.»

Dedim ki: "Bunun sebebi, onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: Bazı hususlarda size itaat edeceğiz, demeleridir." (Muhammed, 26) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki: Bu âyet, ikisi ve ikisine tâbi olanlar hakkında inmiştir. İşte Allah'ın Cebrail (aleyhisselâm) aracılığıyla Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye indirdiği âyette kastedilen budur: "Bunun sebebi, onların, Al­lah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: (Ali hakkında) Bazı hususlarda size itaat ede­ceğiz, demeleridir." (Muhammed, 26) Bunlar Ümeyye oğullarını çağırdılar ve Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin vefatından sonra hilafetin biz (Ehl-i Beyt)’e geçmemesi ve bize humus olarak hiçbir şey verilmemesi hususunda onlarla anlaşma imzaladılar ve dediler ki: "Eğer onlara humus verirsek, hiçbir şeye muhtaç olmazlar ve hilafetin kendilerinde olmamasına fazla aldırış etmezler."

Ümeyye oğulları onlara dediler ki: Sizin bizi davet ettiğiniz hususların bir kıs­mıyla ilgili olarak "Bazı hususlarda size itaat edeceğiz, demeleridir." Yani humus olarak onlara hiçbir şey vermeyeceğiz. "Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlar..." (Muhammed, 26) Allah'ın indirdiğinden maksat, Allah'ın kullarına farz kıldığı, Emir'-ül-mü'minin (aleyhisselâm)’ın velayetidir. Bu anlaşmayı yaptıkları sırada Ebu Ubeyde'de oradaydı ve kâtiplik yapıyordu. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: "Yoksa bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız... Yoksa onlar, bizim kendi­lerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?" (Zuhruf, 79-80)»

44-(1124) Müellif aynı rivayet zinciriyle, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın, "Kim orada zulüm ile haktan sapmak isterse..." (Hacc, 25) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Bu âyet, Kâbe’de toplanıp, Allah'ın Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aley­hisselâm) hakkında indirdiğini inkâr etmek ve reddetmek hususunda anlaşan, ittifak kuran kimseler hakkında inmiştir. Böylece Kâbe’de Resûl'e ve velîsine zulmetmekle, haktan saptılar. "Yok olsun zâlimler topluluğu!" (Hud, 44)»

45-(1125) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "Siz kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında öğreneceksiniz." (Mülk, 29) ifadesiyle il­gili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Ey yalanlayanlar topluluğu, Ali (aleyhisselâm)’ın ve ondan sonraki imamların velâyetiyle ilgili olarak size sunduğum Rabbimin mesajını yalanladınız. "Kimin koyu bir sapıklık içinde olduğunu" (âyet bu şekilde inmiştir.) "Eğer, büker veya kaçınırsanız." ifadesinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: Eğer emri büker ve size emredilenden kaçınırsanız demektir. "Al­lah yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisa, 135) İnkâr edenlere (Emir'ül-Mü'minin'in velayetini terk edip) şiddetli bir azabı tattıracağız (dünyada) ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız " (Fussilet, 27)»

46-(1126) ...Velîd b. Sabih, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«"Bunun sebebi, bir olan Allah'a (ve velayet ehline)[264] davet edildiğin­de inkâr ettiniz." (Mümin, 12)»

47-(1127) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Birisi gerçekleşecek olan azabı istedi. (Ali'nin velayetini)[265] inkâr edenler içindir bu azap ve bu azabı hiç kimse savamaz» "(Meâric, 1-2) Bu âyeti, Allah'a yemin ederim ki Cebrail, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bu şekilde indirmiştir.»[266]

48-(1128) ...Ebu Hamza, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«"Siz, çelişkili sözler söylüyorsunuz." (velayet hakkında) "Dönen dön­dürülür." (Zâriyat, 8-9) Velayetten dönen, cennetten döndürülür.»

49-(1129) ...Yunus şöyle rivayet etmiştir:

Birisi bana merfu olarak Ebu Abdul­lah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın Allah Azze ve Celle'nin «O, sarp bir yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azad etmek..." (Beled, 11-13) âyeti hakkında şöy­le dediğini haber verdi: «Bundan maksat, Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhis­selâm)’ın velayetidir. Çünkü Ali'nin velayeti, "Köleyi azad etmek"tir. (Beled, 13)»

50-(1130) Müellif aynı rivayet zinciriyle Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhis­selâm)' dan "İman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele." (Yunus, 2) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Burada Emir'ül-Mü'minin (Ali alevhisselâm)'ın velâyeti kastedilmiştir.»

51-(1131) ...Ebu Hamza, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«"Şu iki grup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır, inkâr edenler için (Ali' nin velayetini) ateşten bir elbise biçilmiştir. "'(Hacc, 19)»

52-(1132) ...Abdurrahman b. Kesir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a, "İşte burada yardım ve dostluk, hak olan Allah'a mahsustur." (Kehf, 44) âyetinin anlamını sordum. Buyurdu ki: «Maksat, Ali'nin velayetidir.»

53-(1133) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "Allah'ın boyasıyla boyandık, Allah'ın boyasından güzel boyası olan kimdir?"(Bakara, 138) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Allah, misak zamanı mü'minleri velayet boyasıyla boyamıştır.»

54-(1134) ...Muhammed b. Ali el Halebî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "Rabbim! Beni, ana-babamı, inanarak evime gireni... bağışla." (Nuh, 28) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Bundan maksat velayettir. Velayete inanan kimse nebilerin evine girmiş olur.

"Ancak ve ancak Allah, ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz hale getirmek diler." (Ahzâb, 33) âyetinden maksat, Eh­l-i Beyt İmamları ve onların velayetidir. Onların velayetine giren, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin beytine girmiş olur.»

55-(1135) ...Muhammed b. Fudayl şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Mu­sa aleyhisselâm)'a, "De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsin­ler. Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır."(Yunus, 58) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin ve Âl-i Muhammed'in velâyetiyle sevinsinler. "Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır." (Yunus, 58) -Onların dünyasından.-»

56-(1136) ...Zeyd eş Şehham şöyle rivayet etmiştir:

Bir cuma gecesi Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) ile yolda yürüyorduk, bana dedi ki: «Bu gece, cuma gecesidir. Kur'ân oku bize.»

Ben de aşağıdaki âyetleri okudum: "Şüphesiz hüküm günü, hepsinin bir arada buluşacağı gündür. O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez. Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir." (Duhan, 40-41-42)

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın merhamet ettiği kimseler bizleriz. Ve biz, Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın istisna ettikleriyiz. Fakat biz, onlara muhtaç değiliz.»

57-(1137) ...Yahya b. Salim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle riva­yet etmiştir:

«Ve belleyici kulaklar onu bellesin." (Hakka, 12) âyeti inince Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki: «Bu kulak senin kulağındır ya Ali!»

58-(1138) ...Ebu Hamza, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Aşağıdaki âyet, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye şu şekilde inmiştir: "Fakat (Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine) zulmedenler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz (Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine zulmedenlere) yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle gökten acı bir azap indirdik." (Bakara, 59)»

59-(1139) ...Ebu Hamza, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Cebrail aşağıdaki âyeti şu şekilde indirmiştir:

"(Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi'nin Ehl-i Beyt'ine) "Zulmedenleri Allah asla bağışlamayacak, onları bir yola iletecek de değildir. Ancak orada ebedi kalmak ü-zere cehennem yoluna iletilecektir. Bu da Allah 'a çok kolaydır." (Nisa, 168-169)» Son­ra şöyle buyurmuştur: «Ey İnsanlar! Elçi size Rabb'inizden (Ali'nin velayeti hakkın­da) gerçeği getirdi, şu halde kendi iyiliğinize olarak iman edin. Eğer (Ali'nin velâytini) inkâr ederseniz, göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz hepsi Allah'ındır." (Nisa, 170)»

60-(1140) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Aşağıdaki âyet şu şekilde inmiştir: "Eğer onlar (Ali hakkında) verilen öğüdün gereğini yapsalardı, bu onlar için daha hayırlı olurdu." (Nisa, 66)»

61-(1141) ...Malik el Cühenî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a, "Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu." (En'âm, 19) âyetinin ne anlama geldiğini sordum.

Buyurdu ki: «Yani, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ehl-i Beyt'inden imamlık derecesine ulaşan kimse, Resûlullah'ın yaptığı gibi, insanları Kur'an ile uya­rır.»

62-(1142) ...Hüseyin b. Meyyah, kendisine haber veren birinden şöyle rivayet etmiştir:

Adamın biri Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında "De ki: Yapın! Amelinizi, Allah da, Resulü de, müminler de, görecektir."(Tevbe, 105) âyetini okudu.

Buyurdu ki: «Öyle değildir. Burada hata ve yanlışlıktan korunanlar kastedil­miştir ve onlar da biziz.»

63-(1143) ...Hişam b. Hakem, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

"İşte bana varan doğru yol budur." (Hicr, 41) (İmam âyetin oriji­nalini şu şekilde okumuştur:) «Haza sıratu (Aliyyin) mustekimun.»

64-(1144) ...Ebu Hamza, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Cebrail aşağıdaki âyeti şu şekilde indirmiştir: "İnsanların çoğu (Ali'nin velayetine karşılık) nankörlükten başka bir şey yapmazlar." (İsrâ, 89)

Aşağıdaki âyeti de şu şekilde indirmiştir: "De ki: (Ali'nin velayeti hakkındaki) bu gerçek Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Çünkü biz, (Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine) zulmedenlere bir ateş hazırladık..." (Kehf, 29)»

65-( 1145) ...Muhammed b. Fudayl, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)'dan "Mescidler şüphesiz Allah 'indir. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın." (Cin, 18) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Âyette geçen "mesacid"den maksat vasilerdir (aleyhimusselâm)

66-(1146) ...Selâm b. Müstenir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«"De ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar, aydınlık bir yol üzerindeyiz, " (Yusuf, 108)

Burada Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), Emir'ül-Mü'minin ve onlardan sonra ki vasiler (aleyhimusselâm) kastedilmiştir.»[267]

67-(1147) ...Salim el-Hannat şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a "Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orda Müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık." (Zâriyât, 35-36) âyetlerini sordum.

Buyurdu ki: «O evde Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin Ehl-i Beyt'inden başkası kalmadı.»

68-(1148) ...Zurare, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan "Ama onu yakından gördükleri zaman, inkâr edenlerin yüzleri kararacak ve işte sizin isteyip dur­duğunuz budur." (Mülk, 27) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Bu âyet, Emir'ül-Müminin (Ali aleyhisselâm) ve daha sonra onun aleyhine dö­nen bazı ashabı hakkında inmiştir. Bunlar kıyamet günü Emir'ül-Müminin'i en gıpta edilecek yüksek bir makamda gördüklerinde yüzleri kararacaktır. Onlara denilecektir ki: "İşte isteyip durduğunuzdur." Yani ismini kendinize yakıştırdığınız kimsedir.»

69-(1149) ...Abdurrahman b. Kesir Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan, "Tanıklık edene ve edilene." (Burûc, 3) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı riva­yet etmiştir:

«Bundan maksat Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve Emirül-Müminin'dir.»

70-(1150) ...Ahmed b. Ömer el-Hallâl şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’a "Ve aralarından bir ünleyici, Allah'ın laneti zâ­limlerin üzerine olsun! diye ünledi." (A'raf, 44) âyetinin anlamını sordum. Buyurdu ki: «Buradaki ünleyiciden maksat, Emir'ül-Mü'minin'dir.»[268]

71-(1151) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "Ve onlar, sözün en güzeline yöneltilmişler, övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna ile­tilmişlerdir. " (Hac, 24) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Burada kastedilenler, Hamza, Cafer, Ubeyde, Selman, Ebu Zer, Mikdad b. Esved ve Ammar'dır. Bunlar Emir'ül-Mü'minin'e iletilmişlerdir.

"Allah size imanı sevdirdi. Ve onu (Emir'ül-Mü'minin)'i sizin kalbinizde süsledi ve size küfrü, fışkı ve isyanı çirkin gösterdi." (Hucurât, 7)......................................................... »

72-(1152) ...Ebu Ubeyde şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan «"Eğer doğru iseniz, bundan önce bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin." (Ahkâf, 4) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Kitaptan maksat, Tevrat ve İncil'dir. Bilgi kalıntısından maksat da vasilerin ve nebilerin bilgisidir.»

73-(1153) ...Ali b. Cafer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) rüyasında Teym, Adiyy ve Ümeyye ka­bilelerinin mensuplarını minberinin üzerinde oturduklarını görünce, üzüldü. Bunun üzerine Allah Tebareke ve Teâlâ, onu teselli etmek için şu âyeti indirdi:

"Bir zaman, biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik. Onlar hemen secde et­tiler; yalnız İblis hariç. O, diretti." (Tâ-Ha, 116) Sonra Allah, şöyle vahyetti:

Ey Muhammed! Ben emrettim, emrime itaat edilmedi. Sen de emrettiğin hal­de, vasinle ilgili emrine itaat edilmemesinden dolayı üzülme.»

74-(1154) ...Hüseyin b. Nuaym es-Sahhaf şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, "Böyleyken kiminiz kâfir, kiminiz mü'mindir." (Teğâbün, 2) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Allah onlardan misak aldığı gün, yani Âdem'in sulbündeyken, imanlarını ve küfürlerini, bizim velayetimizi kabul edip etmemeleriyle belirlemiştir.»

Sonra: "Allah 'a itaat edin ve Resule itaat edin. Eğer, yüz çevirirseniz elçimize düşen sadece apaçık bir tebliğdir." (Teğâbün, 12) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, sizden önce helak olanlar ve Mehdî zu­hur edinceye kadar helak olacak kimseler, ancak bizim velayetimizi terk etmelerinden ve hakkımızı inkâr etmelerinden dolayı helak olacaklardır. Resûlullah, bizim hakkımızı bu ümmetin boynunda bir yükümlülük olarak belirledikten sonra, bu dün­yadan göçmüştür. Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir.»

75-(1155) ...Ali b. Cafer, kardeşi Musa (b. Cafer aleyhisselâm)dan "Nice kulla­nılmaz hale gelmiş kuyular ve ıssız kalmış ulu saraylar vardır." (Hac, 45) âyetiyle ilgi­li olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Kullanılmaz hale gelmiş kuyudan maksat, suskun kalan imamdır.

Ulu saraydan maksat da konuşan imamdır.»

Muhammed b.Yahya, el-Amreki'den, o Ali b. Cafer'den, o da Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’dan benzeri bir hadis rivayet etmiştir.

76-(1156) ...Hakem b. Buhlul, bir adamdan, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan, "Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider." (Zümer, 65) âyetinin anlamıyla ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Yani, eğer velayete başkasını ortak edersen amelin boşa gider.

"Hayır. Yalnız Allah 'a kulluk et ve şükredenlerden ol." (Zümer, 66) Yani, Allah-a itaat ederek kulluk sun, kardeşin ve amcanın oğlu destekçindir diye Allah'a şükret.»

77-(1157) ...Hasan b. Muhammed el-Haşimî şöyle rivayet etmiştir:

Bana babam anlattı, ona da Ahmed b. İsa şöyle anlatmış: Ben, Cafer b. Muhammed'den duydum, o babasından, o da dedesinden (aleyhimusselâm):

"Onlar, Allah'ın nimetlerini bilirler, sonra da onu inkâr ederler." (Nahl, 83) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı duymuş: "Sizin velîniz, ancak Allah, O'nun Resu­lü, o iman etmiş olanlardır ki; namaza devam ederler ve rükû halinde zekat verirler." (Mâide, 55) âyeti inince peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin ashabından bir gurup, Medine mescidinde toplandı.

Birbirlerine dediler ki: "Bu âyet hakkında ne diyorsunuz?"

Bir kısmı şöyle dedi: "Eğer, bu âyeti inkâr edersek, diğerlerini de inkâr ederiz. Eğer buna inanırsak, bu bizim için bir zillettir. Çünkü o zaman Ebu Tâlib'in oğlu başımıza musallat olur."

Bunun üzerine dediler ki: "Biz biliyoruz ki, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) doğru söylüyor. Ancak biz, onu izleriz; fakat Ali'nin emirlerine itaat etmeyiz."

Bunun üzerine şu âyet indi: "Allah'ın nimetlerini bilirler sonra da onu inkâr ederler." (Nahl, 83) Yani Ali b. Ebu Tâlib'in velayetini bilirler; fakat çoğu velayeti inkâr eder.»

78-(1158) ...Muhammed b. Numan, Selâm'dan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a, "Onlar yeryüzünde tevazu ile yü­rürler" (Furkan, 62) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Bunlar, düşmanlarının şerrinden korktukları için tevazu ile yürü­yen vasilerdir.»

79-(1159) ...Esbağ b. Nubate şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm)’a, "Önce bana sonra da ana-babana şükret. Dönüş, ancak banadır." (Lokman, 14) âyetinin anlamını sordum.

-«Allah'ın, şükredilmesini vacip kıldığı anne ve baba, ilim doğuran ve hikmet mîras bırakan anne ve babadır. İnsanların onlara itaat etmesi emredilmiştir.

Allah: "Dönüş ancak banadır." (Lokman, 14) buyurmuştur.

Bu demektir ki: Kulların dönüşü, Allah'adır. Bunun kanıtı da anne ve babadır. Sonra Allah, hitabı, Hanteme'nin oğluna ve arkadaşına yönelterek özele ve genele şu tavsiyede bulunmuştur: "Eğer, onlar seni, bana ortak koşman için zorlarlarsa..." (Ankebût, 8) insanların itaat etmesini emrettiğin vasîn ile ilgili vasiyetini değiştirmeni is­terlerse: "Onlara itaat etme." (Ankebût, 8) sözlerini dinleme.

Sonra Allah, sözü anne ve babaya getiriyor ve diyor ki: "Onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman, 14) İnsanlara onların erdemini göster ve onların yoluna davet et. Şu âyette buna işaret edilmiştir: "Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz an­cak banadır." (Lokman, 14) Allah'a ve sonra bize döneceksiniz. Öyleyse, Allah'tan korkup sakının, anne ve babaya isyan etmeyin, çünkü anne ve babanın hoşnutluğu, Allah'ın hoşnutluğuna sebeptir; onların öfkesi, Allah'ın gazabına sebeptir.»

80-( 1160) ...Amr b. Hureys şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a "Kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibi." (İbrahim, 24) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Onun kökü Resûlullah, gövdesi Emir'ül-Mü'minin'dir. Onların soyundan gelen imamlar da o ağacın dallarıdır. İmamların ilmi, o ağacın meyvesidir ve mü'min Şiîler de o ağacın yapraklarıdır. Bundan büyük bir erdem var mıdır?»

"Hayır. Allah'a yemin ederim ki yoktur." dedim.

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, bir mü'min doğduğu zaman, o ağaçta bir yaprak açar ve bir mü'min öldüğünde, o ağaçtan bir yaprak düşer.»

81-(1161) ...Hişam b. Hakem, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan "Önceden (misakta) inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık imanı bir fayda sağlamaz."(En'âm, 158) âyetinin anlamıyla ilgili olarak şu açık­lamayı rivayet etmiştir:

«Burada kastedilen, peygamberleri ve vasileri, özellikle Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)’ın velayetini ikrar etmektir. Bunu yapmayanın imanı, ona bir fayda sağlamaz; çünkü imanı giderilmiştir.»

82-(1162) ...Ebu Hamza, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) veya Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "Hayır, Kim bir kötülük eder de kötülüğü ken­disini çepeçevre kuşatırsa..." (Bakara, 81) âyetinin anlamıyla ilgili olarak şu açıklama­yı rivayet etmiştir:

«Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm)’ın imamlığım inkâr ederse: "işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar." (Bakara, 81)»

83-(1163) ...Ebu Ubeyde el-Hazzai şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a insanın yapabilirliği (istitaat) me­selesini ve insanların bu hususla ilgili sözlerini sordum, bana: «"İhtilâfa düşmeye de­vam edecekler. Ancak, Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten, Rabbin onla­ bunun için yarattı." (Hûd, 119) âyetini okudu ve buyurdu ki:

«Ey Ebu Ubeyde! İnsanlar, doğru görüşü bulma hususunda farklı yaklaşımlar içindedirler. Ne yazık ki, tümü de helak olacaklardır.»

Dedim ki: Ya "Ancak, merhamet ettikleri müstesnadır." (Hûd, 119) ifadesi ne anlama gelir?"

Buyurdu ki: «Burada kastedilenler bizim Şiâmızdır, Allah onları rahmetinin kapsamına almak için yarattı. "Onları bunun için yarattı." (Hûd, 119) ifadesinde bunu vurgulamıştır. Yani, imama itaat etsinler diye yaratmıştır onları. Zaten imam, rah­metin kendisidir.

Allah, bir âyette şöyle buyurmuştur: "Benim rahmetim her şeyi kaplamıştır." (A'raf, 156) Burada imamın ilmi kastediliyor. Dolayısıyla Allah'ın ilminden kaynak­lanan imamın ilmi her şeyi kaplamıştır. Bununla da bizim Şiâmız kastedilmiştir.

Sonra Allah şöyle buyurmuştur: "Rahmetimi muttakilere yazacağım." (A'raf, 156) Yani, imamdan başkasının velayetinden ve itaatinden kaçınanlara yazacağım.

Bir diğer âyette de şöyle buyurmuştur: "Onu, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulurlar." (A'raf, 157) Yani Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi), vasiyi ve Kâim imam (Mehdi aleyhisselâm)ı..."

(Kâim imam zuhur ettiği zaman) onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder." Kötülükten maksat, imamın üstünlüğünü inkâr ve reddetmektir.

"Onlara temiz şeyleri helâl eder." İlmi, ehlinden almalarını sağlar.

"Pis şeyleri haram kılar." Pislikten maksat, imama muhalefet edenlerdir.

"Ağırlıklarını indirir."

İmamın faziletini bilmelerinden önce işledikleri günahları.

"Ve üzerlerindeki zincirleri" (A'raf, 157)

Zincirlerden maksat, daha önce emredilmedikleri halde imamın üstünlüğünü terk etmiş olmaları durumudur. İmamın faziletini tanıdıktan sonra ağırlıkları indiri­lir. Ağırlıktan maksat da günahtır. Çünkü günah bir yüktür.

Sonra Allah onları tanıtarak şöyle buyurmuştur: "Ona (yani imama) inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar var ya, iş­te kurtuluşa erenler onlardır." (A'raf, 157) Yani, zorbadan ve tağuttan kaçınıp onlara ibadet etmeyenler kurtuluşa erenlerdir. Zorba ve tağuttan maksat ise falan, falan ve falandır. İbadetten maksat da insanların onlara itaat etmeleridir.

Sonra Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbinize dönün ve O'na teslim olun." (Zümer, 54) Sonra Allah onların ödülünü açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Dünya haya­tında da Ahirette de onlara müjde vardır." (Yunus, 64) İmam onlara Kâim'in ortaya çıkışını, zuhurunu, düşmanlarını öldürmesini, Ahirette de kurtuluşu ve havuz başın­da Muhammed sallallahu alâ Muhammedin ve âlihissadıkin'e kavuşmayı müjdeler.»

84-(1164) ...Ammar es-Sabatî rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyuruyor ki:

"Allah'ın hoşnutluğunu gözetenle, Allah'ın hışmına uğrayan bir olur mu hiç? Berikisinin yeri cehennemdir. Cehennem ise ne kötü bir varış noktasıdır. Onlar Allah katında derece derecedirler." (Âl-i İmran, 162-163)

«Allah'ın rızasını gözetenler, imamlardır ve onlar, Allah'a yemin ederim ki ey Ammar, mü'minler için derecelerdir. Mü'minlerin bizi velî edinmeleri ve tanımaları ile Allah, amellerini katbekat arttırır ve onları yüksek derecelere ulaştırır.»

85-(1165) ...Ammar el-Esedî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "Ona ancak, güzel sözler yükselir. Onları da Allah'a sâlih amel ulaştırır." (Fatır, 10) âye-tiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

-İmam elini göğsüne koyarak- «Buradaki sâlih amelden maksat, biz Ehl-i Beyt'in velayetidir. Bizi velî edin-meyenin amelini Allah yükseltmez.»

86-(1166) ...Sema'e b. Mihran, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan Al­lah Azze ve Celle'nin "Rahmetinden iki kat versin." (Hadîd, 28) âyeti hakkında şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Burada Hasan ve Hüseyin (aleyhimusselâm) kastedilmiştir

"Ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin." (Hadîd, 28)

Buyurdu ki: «Size izleyeceğiniz bir imam bahşetsin.»

87-(1167) ...Kasım b. Muhammed el-Cevherî, ashabının bazısından, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan,

"O, gerçek midir? diye senden haber istiyor­lar. " (Yunus, 53) «(Yani, Ali hakkındaki sözlerin) "De ki: "Evet, Rabbime andolsun ki, O şüphesiz gerçektir. Ve siz âciz bırakacak değilsiniz." (Yunus, 53)»

88-(1168) ...Eban b. Tağlib şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Sana feda olayım! "Fa­kat o sarp yokuşu aşamadı." (Beled, 11) âyetinin anlamı nedir?"

Buyurdu ki: «Allah kime bizim velayetimizi lütfetmişse o, sarp yokuşu aşmış demektir. Biz, o sarp yokuşuz ki, onu aşan kurtulur.»

(Ravi derki) İmam bir süre sustu sonra bana dedi ki: «Sana, dünya ve içinde­kinden daha hayırlı olan bir sözü öğretmemi ister misin?»

"Evet" dedim, "sana feda olayım."

Buyurdu ki: «Köle azad etmek" (Beled, 13) Bütün insanlar, ateşin köleleridir, sen ve arkadaşların hariç. Allah, seni, biz Ehl-i Beyt'in velayeti sayesinde ateşten azat etmiştir.»

89-(1169) ...Sema'e, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan "Bana verdi­ğiniz sözü yerine getirin." (Bakara, 40) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet et­miştir:

«Ali'nin velâyetiyle ilgili olarak bana verdiğiniz sözü yerine getirin.»

"Ki ben de size vaat ettiklerimi vereyim." (Bakara, 40) «Size cenneti vereyim.»

90-(1170) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan "Kendile­rine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman inkâr edenler, iman edenlere: iki toplu­luktan hangisinin mevki ve makamı daha iyi, meclis ve topluluğu daha güzeldir?" (Meryem, 73) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Kureyş kabilesini bizim velayetimizi ka­bul etmeye davet etti. Bundan kaçındılar, inkâr ettiler. Bunun üzerine Kureyş'ten kâ­fir olanlar, iman edenlere -Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talih aleyhisselâmfm ve biz Ehl-i Beyt'in velayetini kabul edenlere- dediler ki: "İki gruptan hangisinin makamı daha iyi ve meclisi daha güzeldir?" «Allah onlara cevap olarak şöyle buyurdu:

"Onlardan önce de eşya ve görünüş bakımından daha güzel olan (geçmiş üm­metlerden) nice nesiller helak ettik." (Meryem, 74)   

Dedim ki: "De ki: Kim sapıklıkta ise çok merhametli olan Allah, ona mühlet versin." (Meryem, 75) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Hepsi sapıklık içindeydiler. Emir'ül-Mü'minin'in ve bizim vela­yetimize inanmıyorlardı. Hem kendileri sapıktılar hem de başkalarını saptırıyorlardı. Bunun üzerine Allah onlara sapıklıklarını sürdürmeleri için, azgınlık içinde yuvarlansınlar diye ölünceye kadar mühlet verdi. Böylece Allah onları, en kötü mekâna ve ordularını en zayıf duruma getirdi.»

Dedim ki: "Nihayet kendilerine vaat olunan şeyi, ya azabı veya kıyameti gör­dükleri zaman mevki ve makamı daha kötü ve askeri daha zayıf olanın kim olduğunu öğreneceklerdir."(Meryem, 75) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «"Nihayet kendilerine vaat olunan şeyi" ifadesiyle Kâim İmam'ın zuhuru ve kıyamet günü kastediliyor. O gün, Allah'ın, Kâim imamının eliyle onlara hangi azabı indireceğini göreceklerdir.

"Ve makamı daha kötü" ifadesiyle kimin imamın yanında daha kötü bir ko­numda ve askerinin daha zayıf olduğunu kastediyor.»

Dedim ki: "Allah doğru yola gidenlerin hidâyetlerini arttırır." (Meryem, 76) ifadesiyle ne kastediliyor?

Buyurdu ki: «Allah o gün, Kâim İmam'a tâbi olmalarından, onu inkâr etme­melerinden, ona karşı çıkmamalarından dolayı hidâyetlerine hidâyet katar.»

Dedim ki: "Rahman nezdinde söz ve izin alandan başkalarının şefaate güçleri yetmeyecektir." (Meryem, 87) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Emir'ül-Mü'minin'in ve ondan sonraki imamların velayeti aracı­lığıyla Allah'a boyun eğenden başkası şefaat edemez. Allah nezdindeki söz budur.»

Dedim ki: "İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah bir sevgi yaratacaktır." (Meryem, 96) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Allah'ın sözünü ettiği sevgi, Emir'ül-Mü'minin'in velayetidir.»

Dedim ki: "Biz Kur'an-ı sadece, onunla Allah'tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinle kolaylaştırdık." (Meryem, 97) âyetiyle ne kastediliyor?

Buyurdu ki: «Peygamberimiz Emir'ül-Mü'minin'i önder olarak atayınca, Allah Kur'ân-ı onun dilinde kolaylaştırdı. Onunla müminleri müjdeledi ve kâfirleri korkut­tu. Bunlar Allah'ın kitabında şiddetli kâfirler olarak nitelediği kimselerdir.»

İmam'a: "Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için"(Yasin, 6) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Ataları uyarılmadığı gibi kendileri de Allah'tan, Resulünden ve Allah'ın azabından gafil olan kavmini uyarman için.

"Andolsun ki onların çoğu cezayı hak etmiştir. -Ali'nin ve ondan sonraki imam­ların velayetini kabul etmeyenler- Çünkü iman etmiyorlar."(Yasin, 7) Emir'ül-Mü'mi­nin'in ve ondan sonraki vasilerin imamlığına inanmıyorlar. Velayeti kabul etmeyin­ce, akıbetleri de Allah'ın belirttiği gibi oldu.

"Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayan­maktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. "(Yasin, 8) yani cehennem ateşi içinde»

Sonra şöyle buyurmuştur: «"Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler." (Yasin, 9) Emir'ül-Mü'minin'in ve ondan sonra­ki imamların velayetini inkâr ettikleri için Allah tarafından onlara bu azap öngörül­müştür ve bu, onların dünyadaki azabıdır. Ahirette ise cehennem ateşinde zincirlere vurulmuş olarak başları yukarı kalkık olacaktır.»

Sonra şöyle buyurmuştur: «Ey Muhammedi "Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar." (Yasin, 10) Allah'a, Ali'nin ve ondan sonraki imamla­rın velayetine inanmazlar.» Sonra şöyle buyurmuştur: «"Sen ancak zikre -Emir'ül-Mü'minin'e- uyan ve görmeden Rahmandan korkan kimseyi uyarabilirsin. işte böyle-sini -Ey Muhammed    bir mağfiret ve güzel bir mükafat ile müjdele." (Yasin, 11)»

91-(1171) ...Muhammed b. Fudayl şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan el-Madi (Musa b. Cafer aleyhisselâm)dan "Ağızlarıyla Allah’ın nu­runu söndürmek istiyorlar." (Saf, 8) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Ağızlarıyla Emir'ül-müminin'in velayetini söndürmek istiyorlar.»

Dedim ki: "Allah nurunu tamamlayacaktır." (Saf, 8) ifadesinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Allah, imameti tamamlayacaktır.» Çünkü bir âyette şöyle bu­yurmuştur: "Onlar ki Allah'a, Resulüne ve indirdiğimiz nura iman ederler." (Teğâbün, 8) buradaki "nur"dan maksat, imamdır.»

Dedim ki: "Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O'dur." (Saf, 9) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Allah, Peygamberine vasisinin velayetini emretmiştir. Velayet hak dindir.»

Dedim ki: "Bütün dinlere üstün kılsın diye" (Saf, 9) ifadesinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Kâim İmam'ın kıyamı sırasında bütün dinlere üstün kılacaktır.»

Buyurdu ki: "Allah nurunu tamamlayacaktır." (Saf, 8) buyurmuştur. «Bu kâim İmam'ın velayetidir.» "Kâfirler istemese de." (Saf, 8) «Ali'nin velayetini inkâr edenler istemese de.»

Dedim ki: Âyet bu şekilde mi nazil olmuştur?

Buyurdu ki: «Evet, ama mushaftaki lâfız esastır, başkası te'vildir.»

Dedim ki: "Bunun sebebi, önce iman edip sonra inkâr etmeleridir." (Münafikûn, 3) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Allah Tebareke ve Teâlâ, peygamberin vasisinin velayeti husu­sunda ona tâbi olmayanları münafıklar olarak isimlendirmiş ve peygamberin vasiye­tini ve tayin ettiği imamı inkâr edenlerin Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi in­kâr edenler gibi değerlendirmiştir ve bu hususta Kur'ân'dan bir bölüm indirerek şöy­le buyurmuştur: "Münafıklar[269] sana geldiklerinde -vasinin velayeti kakkında-: Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın peygamberisin, derler. Allah da bilir ki; sen elbette O'nun pey­gamberisin. Allah, münafıkların -Ali'nin velayeti hakkında kesinlikle yalancı olduk­larını bilmektedir." (Münafıkûn, 1) "Yeminlerini kendileri için engel yaparak insanları Allah'ın yolundan alıkoydular. -Yoldan maksat, vasidir-

"Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür!" (Münafıkûn, 2) Bunun sebebi, onların önce senin peygamberliğine iman edip sonra senin vasinin velayetini inkâr etme­leridir. "Bu yüzden kalpleri Allah tarafından— mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anla­mazlar. " (Münafıkûn, 3)»

Dedim ki: "Hiç anlamazlar." ne demektir?

Buyurdu ki: «Allah şunu söylüyor: Onlar senin peygamberliğini anlayamazlar.

"Onlara gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin, denildiği zaman " Onlara Ali'nin velayetine dönün ki, peygamber işlediğiniz günahlardan dolayı sizin için bağışlanma dilesin denildiği zaman "Başlarını çevirirler." (Münafıkûn, 5)

Allah diyor ki: "Büyüklük taslayarak -Ali'nin velayetinden- uzaklaştıklarını görürsün." Ardından Allah, onları tanıtmak amacıyla şöyle buyuruyor: "Onlara mağ­firet dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez..." (Münafikûn, 6)

Buyuruyor ki: Senin vasine haksızlık edenleri doğru yola iletmez.»

Dedim ki: "Şimdi, yüzüstü kapanarak yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk, 22) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Allah, Ali'nin velayetinden yan çizeni yüzüstü sürünerek ama­cına ulaşamayan bir kimseye benzetiyor. Ona tabi olanı ise dosdoğru yol üzerinde yürüyene benzetiyor. Dosdoğru yoldan maksat, Emir'ül-Mü'minin'dir.»[270]

Dedim ki: "Hiç şüphesiz! O, çok şerefli bir elçinin sözüdür." (Hakka, 40) âyeti­nin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Yani, Cebrail'in Allah katından Ali'nin velâyetiyle ilgili olarak bir sözdür.»

Dedim ki: "Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz." (Hakka, 41) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Müşrikler dediler ki: Muhammed, Rabbine karşı yalan söylüyor. Allah, Ali ile ilgili olarak ona böyle bir emir vermemiştir. Bunun üzerine Allah, Kur-'ân'dan bir bölüm indirerek şöyle buyurdu:

"Hiç şüphesiz -Ali'nin velayeti- Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer -Muhammed bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalar­dık. Sonra onun can damarını koparırdık." (Hakka, 43-44-45)

Allah, ardından şöyle bir açıklama sunuyor: "Doğrusu -Ali'nin velayeti- takva sahipleri için -Âlemler için bir öğüttür. İçinizde (onu) yalan sayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz... Muhakkak Ali kâfirler için bir iç yarasıdır. Ve -onun velaye­ti- gerçekten kat'i bilginin ta kendisidir. O halde -Ey Muhammedi- ulu Rabbinin adı­nı yüceltip noksanlıklardan tenzih et."(Hakka, 48-52)

Diyor ki: Sana bu lütfü bahşeden ulu Rabbine şükret.»

Dedim ki: "Biz hidâyeti işittiğimiz zaman derhal ona iman ettik." (Cin, 13) âye­tinin anlamı nedir?  

Buyurdu ki: «Hidâyetten maksat, velayettir. Mevlâmıza iman ettik. Kim mevlasının velayetine iman ederse "Noksanlıktan ve haksızlıktan korkmaz." (Cin, 13)»

Dedim ki: Bu söylediğin lâfzen indirilmiş vahiy midir?

-«Hayır.» dedi. «Ama te'vildir.»[271]

Dedim ki: "Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda verme gücüne sahi­bim. " (Cin, 21) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Resûlullah, insanları Ali (aleyhisselâm)’ın velayetini kabul etme­ye davet etti. Kureyşliler onun yanında toplandılar ve dediler ki: "Ey Muhammedi Bizi bundan muaf tut."

Resûlullah buyurdu ki: «Bu Allah'ın yetkisindedir, benim yetkimin dâhilinde değildir.» Bunun üzerine Kureyşliler onu suçladılar ve onun yanından çıktılar.

Bundan dolayı da Allah, şu âyeti indirdi: "Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda verme gücüne sahibim. De ki: Doğrusu ben, gerçekten -eğer Allah'a karşı ge­lirsem- Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam. Benim yaptığım, ancak Allah katından olanı, onun Ali hakkında- gönder­diklerini tebliğdir.” (Cin, 21-22-23)»

Dedim ki: Âyet bu şekilde mi indi?

-«Evet.» dedi. Sonra Allah, bu anlamı pekiştirmek için şöyle buyurdu: "Artık kim Ali'nin velayeti hakkında- Allah ve Resûlü'ne karşı gelirse, bilsin ki ona, içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır." (Cin, 23)»

Dedim ki: "Sonunda tehdit edilip durduklarını gördükleri zaman, kim yardımcı olma bakımından daha güçsüz ve sayıca daha az imiş, bileceklerdir." (Cin, 24) âyeti­nin anlamı nedir?

-«Burada, Mehdî (aleyhisselâm) ve yardımcıları kastediliyor.» dedi.

Dedim ki: "Onların dediklerine karşı sabret." (Müzzemmil,10) âyetiyle ne kas­tediliyor?

Buyurdu ki: «Allah diyor ki: "Senin hakkındaki sözlerine karşı sabret." (Müzzemmil, 10) "Ve onlardan güzellikle ayrıl. Nimetler içinde yüzen o -senin vasini ya­lanlayanları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver." (Müzzemmil, 10-11)»

Dedim ki: Yoksa âyet bu şekilde mi indi?

«Evet.»[272] dedi.

Dedim ki: "Bu, kitap verilenlerin kesin inanca ulaşmaları içindir." (Müddessir, 31) âyetiyle ne kastediliyor?

Buyurdu ki: «Demek isteniyor ki bu, onların Allah'ın Resulünün ve vasinin hak olduğuna kesin iman getirmeleri içindir.»

Dedim ki: "iman edenlerin imanını arttırsın." (Müddessir, 31) ifadesiyle ne kastediliyor?

Buyurdu ki: «Vasinin velâyetiyle imanlarının artacağı kastediliyor.»

Dedim ki: "Hem kendilerine kitap verilenler hem mü'minler şüpheye düşmesinler." (Müddessir, 31) ifadesiyle ne kastediliyor?

-«Ali'nin velayeti sayesinde şüpheye düşmemeleri kastediliyor.»

Dedim ki: Bu şüphe nedir?

Buyurdu ki: «Bununla ehli Kitap ve Allah'ın zikrettiği mü'minler kastedili­yor.» Allah buyuruyor ki: Onlar velayetten şüphe duymazlar.»

- "Bu, insanlar için ancak bir öğüttür." (Müddessir, 31) ifadesiyle ne kastedili­yor?

-«Evet » dedi. «Ali (aleyhisselâm)’ın velayeti bir öğüttür »

Dedim ki: "O, iki büyük hadiseden biridir." (Müddessir, 35) ifadesiyle ne kast ediliyor?

Buyurdu ki: «Bununla velayet kastediliyor.»

Dedim ki: "Sizden ileri gitmek veya geri kalmak isteyenler için..." (Müddessir, 37) ifadesiyle ne kastediliyor?

Dedi ki: «Bizim velayetimize kavuşup öne geçerek cehennemden geri kalan ve bizim velayetimizden geri kalıp cehenneme doğru ilerleyen kimseler kastediliyor»

Dedim ki: "Sağ ehli müstesna." (Müddessir, 39) ifadesiyle kimler kastediliyor?

-«Bununla, Allah'a yemin ederim ki bizim Şiâmız kastediliyor.»

Dedim ki: "Biz namaz kılanlardan değildik." (Müddessir, 43) ifadesinin anlamı nedir?

Dedi ki: «Biz Muhammed'in vasisini ve ondan sonraki vasileri velî edinme­dik, onlara salat okumadık, demektir.»

Dedim ki: "Onlara ne oluyor ki bu uyarıdan yüz çeviriyorlar?" (Müddessir, 49) âyetiyle kimler kastediliyor?

Buyurdu ki: «Ali'nin velayetinden yüz çevirenler kastediliyor.»

Dedim ki: "Hayır, o bir uyarıdır." (Müddessir, 54) ifadesiyle ne kastediliyor?

Buyurdu ki: «Velayet kastediliyor.»

Dedim ki: "Onlar verdikleri sözleri yerine getirirler." (İnsan, 7) ifadesiyle ne kastediliyor?

Buyurdu ki: «Misak zamanı bizim velayetimizle ilgili olarak Allah'a verdikle­ri söz kastediliyor?»

Dedim ki: "Biz bu Kur'ân-ı sana indirdik." (İnsan, 23) ifadesinin anlamı nedir?

-«Yani, Ali'nin velâyetiyle indirdik.»

Dedim ki: Bu söylediğiniz vahiy midir?

-«Evet.» dedi, «te'vildir.»

Dedim ki: "Bu bir hatırlatmadır." (İnsan, 29) ifadesiyle ne kastediliyor?

-«Velayet kastediliyor.» dedi.

Dedim ki: "Allah kimi dilerse rahmetine koyar." (İnsan, 30) ne demektir?

Dedi ki: «Bizim velayetimize koyar demektir.»

Dedi ki: «"Allah zalimler için acıklı bir azab hazırlamıştır." (İnsan, 31) Allah'ın şöyle dediğini duymadın mı: "Bize zulmetmediler; fakat kendi nefislerine zulmetti­ler." (Bakara, 57) «Allah, zulmetmekten beridir. Kendini zulme nisbet etmekten mü­nezzehtir. Fakat Allah bizi kendisiyle irtibatlandırarak, bize yapılan zulmü kendisine yapılmış gibi bize yöneltilen dostluğu kendisine yöneltilmiş gibi değerlendirdi. Son­ra buna ilişkin Kur'ân âyetini peygamberine indirerek, buyurdu ki: "Bize zulmetme­diler; fakat kendi nefislerine zulmettiler." (Bakara, 57)»

Dedim ki: Bu vahiy midir?

-«Evet.» dedi.

Dedim ki: "O gün yalan söyleyenlerin vay haline!" (Mürselat, 24) âyetiyle ne kastediliyor?

Buyurdu ki: «Allah şöyle diyor: Sana Ali b. Ebu Talib'in velâyetiyle ilgili ola­rak indirdiğim. "Vahyi yalanlayanların vay haline! -Ey Muhammed Biz öncekileri helak etmedik mi? Sonra arkadakileri de onların ardına takacağız." (Mürselat, 16-17) Öncekilerden maksat, vasilere itaat hususundan resulleri yalanlayanlardır.

"İşte biz suçlulara böyle yaparız.'" (Mürselat, 18) Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine karşı suç işleyenlere, onlara yapacaklarını yapanlara böyle yaparız.»

Dedim ki "Şüphesiz muttakiler." (Mürselat, 41) ifadesiyle kimler kastediliyor?

-«Allah'a yemin ederim ki: Biz ve bizim Şiâmız kastediliyor. Bizden başka kimse, İbrahim'in milleti (dini) üzere değildir. Diğer insanlar ondan uzaktırlar.»

Dedim ki: "Ruh ve melekler saf saf durdukları gün... konuşmazlar." (Nebe, 38) âyetinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki kıyamet günü kendilerine izin verilen­ler ve konuştuklarında doğruyu söyleyenler biziz.»

Dedim ki: Konuştuğunuzda ne söylersiniz?

Buyurdu ki: «Rabbimizi ulularız, Resûlullah'a salât okuruz, Şiîlerimize şefaat ederiz. Rabbimiz bizi geri çevirmez.»

Dedim ki: "Hayır, günahkârların yazısı Siccin'dedir." (Mutaffıfın, 7) ifadesinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Burada kastedilenler, imamlar hakkında suç işleyenler ve onlara saldıranlardır.»

Dedim ki: "Sonra onlara: İşte yalanlamış olduğunuz budur, denilir." (Mutaffı­fın, 17) ifadesinde ne kastediliyor?                                                                       

Buyurdu ki: «Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talih aleyhisselâm) kastediliyor.»

Dedim ki: Bu anlam vahiy midir?

- «Evet.» dedi.

92-(1172) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm), "Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için sıkıntılı bir hayat vardır. "(Tâ-ha, 124) ifadesiyle ilgili olarak şöyle buyurdu:

«Yani Emir'ul-mü'minin (aleyhisselâm)’ın velayetinden yüz çevirenler için.»

Dedim ki: "Ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşr ederiz." (Tâ-ha, 124) ifade­siyle ne kastediliyor?

Buyurdu ki: «Yani, dünyada Emir'ul-mü'minin (aleyhisselâm) velayetine karşı kalbi kör olanlar, kıyamet günü gözleri kör olarak haşredilecektir. Bu şekilde kör olanlar kıyamet günü hayretler içinde derler ki: "Beni niçin kör olarak hasrettin? Oy­sa ben hakikaten görür idim." (Tâ-ha, 125) Buyurur ki: "İşte böyle. Çünkü sana âyet­lerimiz geldi ama sen onları unuttun." (Tâ-ha, 126) İmamlara ilişkin âyetleri unuttun. "Bu günde aynı şekilde sen unutuluyorsun." (Tâ-ha, 126) Yani, sen o âyetleri terk et­tin, bu yüzden bu gün sen de ateş içinde terk edilirsin. Tıpkı imamları terk ettiğin gi­bi. Çünkü sen onların emirlerine itaat etmedin ve onların sözlerini dinlemedin.»

Dedim ki: "Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız- Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." (Tâ-ha, 127) âye­tinin anlamı nedir?

Buyurdu ki: «Emir'ül-Mü'minin'in velayetine başkasını ortak eden ve Rabbi­nin âyetlerine inanmayan ve dolayısıyla inatçılık ederek imamlara tabi olmayan, on­ları izlemeyen, onları dost edinmeyen kimseler bu şekilde cezalandırılırlar.»

Dedim ki: "Allah kullarına karşı lütufkârdır. Dilediğine rızık verir." (Şûra, 19) âyetinde ne demek isteniyor?

Buyurdu ki: «Emir'ul-mü'minin (aleyhisselâm)’ın velayeti kastediliyor.»

Dedim ki: "Kim ahiret kazancını istiyorsa" (Şûra, 20) ifadesiyle ne demek iste­niyor?

Buyurdu ki: «Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Talib aleyhisselâm) ve imamların tanın­ması kastediliyor. "Onun kazancını arttırırız." (Şura, 20) Yani, imamların hakikat devletinden onları pay sahibi yaparız. "Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünya­dan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz-" (Şûra, 20) Mehdî (aleyhisselâm)’ın önderliğindeki hak devletinde bir payı olmaz.»

109) VELAYET MESELESİ İLE İLGİLİ SEÇME VE KÜLLİ RİVAYETLER BABI

1-(1173) ...Bukeyr b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Ba­kır aleyhisselâm) şöyle derdi: «Allah bizim Şiâmızdan, onlar henüz babalarının sul­bünde zürriyetler halinde iken, velayet hususunda misak almıştır.

Allah, insanlar zürriyetler halindeyken, onlardan kendi rububiyyetine ve Muhammed (sallalahu aleyhi ve alihi)’nin nübüvvetine söz ve ikrar aldığı gün bizim Şiâ­mızdan da, onlar henüz babalarının sulbünde zürriyyetler halindeyken velayet husu­sunda misak almıştır.»

2-(1174) ...Abdullah b. Muhammed el-Caferî, Ebu Cafer (aleyhisselâm)dan ayrıca Ukbe'den, o da Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet et­miştir:

«Allah varlıkları yarattı. Sevdiği kimseleri, sevdiği şeylerden yarattı. Sevdiği şeyleri cennet balçığından yarattı. Buğz ettiği kimseleri, buğz ettiği şeylerden yarat­tı. Buğz ettiklerini ateş tıynetinden yarattı. Sonra onları gölgelere gönderdi.»

Dedim ki: Gölgeler nedir?

Buyurdu ki: «Güneşte gölgene hiç bakmaz mısın? Onun herhangi bir şey ol­madığını görmez misin? Sonra Allah, onlara içlerinden nebiler gönderdi. Bu nebiler onları Allah'ın birliğini kabul etmeye davet ettiler. "Eğer onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, kesinlikle Allah diyeceklerdir." (Zuhruf, 87) âyetinde bu gerçeğe işaret edilmiştir. Sonra onları, nebileri kabul etmeye davet etti. Bu daveti, bazısı ka­bul ederken bazısı reddetti. Sonra onları, bizim velayetimizi kabul etmeye davet etti.

Allah'a yemin ederim ki: Allah'ın sevdiği kimseler bu daveti kabul etti, sev­mediği kimseler de inkâr etti. "Daha önce yalanladıklarına inanacak değillerdi." (Yu­nus, 74) âyetinde bu gerçeğe işaret edilmiştir.» Sonra Ebu Cafer (aleyhisselâm) buyur­du ki: «Bizim velayetimizin yalanlanması, misakların alındığı gün gerçekleşmiştir.»

3-(1175) ...Muhammed b. Abdurrahman, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisse­lâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Bizim velayetimiz, Allah'ın velayetidir ki, bütün peygamberleri bununla göndermiştir.»

4-(1176) ...Abdu'1-A'lâ şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aley­hisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Hiçbir nebi yoktur ki, bizim hakkımızın tanın­masına ve bizim başka insanlardan üstünlüğümüze ilişkin mesajla gelmiş olmasın.»

5-(1177) ...Ebu Sabbah el-Kinanî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah'a yemin ederim ki gökte yetmiş saf melek vardır ki, eğer yeryüzündeki bütün canlılar onların her bir safını saymak için bir araya gelseler yine de sayamaz­lar. İşte onlar, bizim velayetimizi esas alan bir dini tavır içindedirler.»

6-(l 178) ...Muhammed b. Fudayl, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ali (aleyhisselâm)'m velayeti bütün peygamberlerin suhuf (sahifeler)’inde yazılıdır. Allah, bütün resulleri Muhammed (sallalahu aleyhi ve alihi)’nin nübüvveti ve onun vasisi Ali (aleyhisselâm)’ın velayeti ile ilgili açıklamayla birlikte göndermiştir.»

7-(1179) ...Muhammed b. Cumhur şöyle rivayet etmiştir:

Bize Yunus anlattı, ona Hammad b. Osman anlatmış, o Fudayl b. Yesar'dan duymuş ki: Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: «Allah, Ali (aleyhisselâm)'ı kendisi ile kulları arasında bir alâmet olarak dikti. Onu tanıyan mü'mindir, onu inkâr eden kâfirdir. Onu bilmeyen sapık, onunla birlikte bir başka alâ­met diken de müşriktir. Onun velayetini kabul etmiş olarak gelen cennete girer.»

8-(1180) ...Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Ali (aleyhisselâm), Allah'ın açtığı bir kapıdır. O kapıdan giren mü'min, o ka­pıdan çıkan da kâfirdir. Girmeyip çıkmayan da Allah'ın "Onlar hakkında dilediğim gibi hareket ederim." dediği kimselerin kapsamına girerler.»

9-(1181) ...Bukeyr b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) şöyle diyordu:

«Allah, bizim Şiâmızdan, onlar henüz babalarının sulbünde zürriyetler halinde iken velayet hususunda misak almıştır. Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)ye, ümmetini balçık halindeyken arz etmiş, o sırada gölgeler halindeydiler. Onları Âdem (aleyhisselâm)’ı yarattığı balçıktan yarattı. Allah, Şiâmızın ruhlarını bedenle­rinden iki bin yıl önce yaratmıştır. Onları Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye arz etmiş ve o da onları Ali (aleyhisselâm)'a tanıtmıştır. Biz onları, sözlerinden tanırız.»

110) İMAMIN DOSTLARINI TANIMALARI VE DOSTLARININ VELAYETİ, ONLARA VERMELERİ BABI

1-(1182) ...Salih b. Sehl, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm/'dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Talib aleyhisselâm) ashabıyla birlikte olduğu bir sırada adamın biri geldi, selâm verdikten sonra şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki ben seni seviyorum ve seni kendime velî ediniyorum."

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Talib aleyhisselâm) ona dedi ki: «Yalan söylüyorsun.»

Adam, "Hayır, vallahi seni seviyorum ve seni kendime velî ediniyorum," dedi ve bu sözünü üç kere tekrarladı.

Emir'ül-Mü'minin ona şu karşılığı verdi: «Yalan söylüyorsun. Sen söylediğin gibi değilsin. Allah, ruhları bedenlerden iki bin yıl önce yarattı. Sonra bizi sevenleri bize gösterdi. Allah'a yemin ederim ki, bizi sevenler arasında senin ruhunu görme­dim. Sen neredeydin?» Bunun üzerine adam sustu ve herhangi bir cevap veremedi.

Diğer bir rivayette Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın «O sırada o adam cehennemdeydi.» dediği belirtiliyor.

2-(1183) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Biz bir adamı gördüğümüz zaman, gerçekten mü'min veya gerçekten mü­nafık olduğunu anlarız.»

3-(1184) ...Abdullah b. Süleyman şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a imamla ilgili olarak bir soru sordum ve dedim ki: "Allah, Süley­man b. Davud'a verdiği yetkilerin benzerini imama da vermiş midir?"

- «Evet.» dedi.

Aynı soruyu başka bir adam daha sordu, imam bu soruya bir cevap verdi.

Bir diğer adam aynı soruyu sordu, ona öncekinden farklı bir cevap verdi.

Sonra bir başka adam geldi, aynı soruyu sordu, imam ona önceki iki cevaptan farklı bir cevap verdi. Sonra şöyle buyurdu: «İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister -bağışla- hesapsızdır." (Sâd, 39) Ali'nin kıraatında âyetin orijinali böyle okunur. Meşhur Kıraatte ise "İster ver, ister elinde tut." (Sâd, 39) şeklindedir.

Ravi derki: "Şöyle dedim: Allah seni salih kılsın. İmam onlara böyle cevap verirken, onları tanıyor muydu?"

Buyurdu ki: «Subhanallah, yoksa sen Allah'ın şu sözünü duymadın mı? "Şüp­hesiz bunda ibret alanlar için işaretler vardır." (Hicr, 75) Bu ibret alanlardan maksat, imamlardır. "Ve bu dosdoğru bîr yoldur." (Hicr, 76) Bundan ebediyyen çıkmaz.»

Sonra bana şöyle dedi: «Evet, şüphesiz imam, bir adama baktığı zaman onu ve rengini tanır. Eğer onun sesini duvarın arkasından duyarsa, onun kim olduğunu bilir. Allah şöyle buyurmuştur: "Onun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisan­larınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için alınacak dersler vardır." (Rûm, 22) Bunlar âlimlerdir. Kendileriyle konuşan bir şey duydukla­rında mutlaka onu tanırlar. Kurtulacağını veya helak olacağını bilirler. Bu yüzden, her birinin durumuna uygun cevap verirler.»

TARİH BÖLÜMLERİ

111) NEBİ -SALLALLAHU ALEYHİ VE ÂLİHİ'NİN- DOĞUMU VE VEFATI

Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi), fil senesinin Rebîu'l-Evvel ayının on ikisinde, cuma günü, öğlen vakti, bir rivayete göre güneş doğarken, peygamber olarak görevlendirilişinden kırk sene önce doğmuştur. Annesi ona, orta cemrenin (cemret-ul vusta) yanında teşrik günlerinde hamile kalmıştır. Annesi o sırada Abdullah b. Abdülmuttalib'in evindeydi. Onu, Ebu Tâlib mahallesinde Muhammed b. Yusuf’un en uzak sokaktaki evinde doğurmuştur. Sokak, evin girişinin soluna düşerdi. Hayzuran[273] bu evi ortaya çıkarıp mescid haline getirmiştir. İnsanlar orada namaz kılarlar.

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi) peygamberlikle görevlendirilişinden sonra on üç sene Mekke'de kaldı. Sonra Medine'ye hicret etti. Orada on sene kaldı ve Rebîu'l-Evvel ayının on ikisinde, altmış üç yaşında iken vefat etti.

Babası Abdullah b. Abdülmuttalib ise Medine'de dayılarının yanında pey­gamberimiz iki aylıkken vefat etti. Annesi Vehb b. Abdimenaf b. Zühre b. Kilab b. Mürre b. Kab b. Lüey b. Galib'in kızı Âmine vefat ettiği sırada, Peygamberimiz dört yaşındaydı. Abdülmuttalib öldüğünde peygamberimiz sekiz yaşlarındaydı. Hatice ile evlenirken yirmi küsur yaşındaydı. Peygamber olarak görevlendirilmeden önce, Ka­sım, Rukiye, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adlı çocukları dünyaya geldi. Peygamberlik­le görevlendirildikten sonra Tayyib, Tahir ve Fâtıma adlı çocukları dünyaya geldi. Peygamberlikle görevlendirildikten sonra Fâtıma'dan başka çocuklarının doğmadığı, Tayyib ve Tahir'in bi'setten önce doğdukları da rivayet edilmiştir.

Resûlullah Şi'bi Ebu Tâlib ablukasından çıktığı sırada Hatice vefat etti. Bu olay, hicretten bir yıl önce gerçekleşti. Ebu Tâlib ise Hatice'nin ölümünden bir yıl sonra öldü. Bu iki şahsiyetin vefatından sonra Mekke'de kalmak, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi) açısından elverişsiz hale geldi. İçine büyük bir hüzün girdi. Bu durumu Cebrail'e şikâyet etti. Bunun üzerine Allah, ona şöyle vahyetti: "Halkı zalim olan şu şehirden çık; çünkü Ebu Tâlib'den sonra Mekke'de sana yardım edecek kimse yoktur." Ve ona hicret etmesini emretti.

1-(1185) ...Hüseyin b. Abdullah şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), Âdemoğullarının efendisi miydi?" Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, o Allah'ın yarattığı her şeyin efendisiydi. Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den daha iyi bir varlık yaratmamıştır»

2-(1186) ...Hammad şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) Resûlullah'ı andıktan sonra şöyle dedi: «Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Talib aleyhisselâm) buyurdu ki: Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den daha hayırlı bir canlı yaratmış değildir.»

3-(1187) ...Murazim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Allah Tebareke ve Teâlâ buyurdu ki:

"Ya Muhammed! Ben, göklerimi, arzımı, arşımı ve denizimi yaratmadan önce seni ve Ali'yi bir nur; yani bedensiz bir ruh olarak yarattım. Sen sürekli olarak benim birliğimi zikrettin, hamd ile benden söz ettin. Sonra ikinizin ruhunu bir araya getir­dim ve bir ruh yaptım. Beni hamd ile andın, beni kutsadın ve birliğimi zikrettin.

Sonra onu, iki kısma ayırdım. O iki kısmı da ikiye ayırdım. Böylece dört kı­sım oldu. Muhammed birdir, Ali birdir, Hasan ve Hüseyin (aleyhimusselâm) ikidir.

Sonra Allah, Fâtıma (selâmullahi âleyha)’yı başlangıçta ruhsuz bedenden yarat­tı. Bu sırada eliyle bizi meshetti ve o nuru bize bahşetti.»

4-(1188) ...Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah-u Tealâ, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye vahyetti ki: Sen bir şey değilken seni yarattım. Sana ruhumdan üfledim. Bu benden bir lütuftur ve o lütfü sana bahşettim. Çünkü bütün yarattıklarıma sana tabi olmalarını vacip kıldım. Sana itaat eden, bana itaat etmiş olur. Sana isyan etmiş olan, bana isyan etmiş olur. İnsanların, Ali ve so­yundan kendime has kıldıklarıma itaat etmelerini de vacip kıldım.»

5-(1189) ...Muhammed b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer Sani (Muhammed b. Ali el-Cevâd aleyhisselâm)’ın yanında bulundu­ğum bir sırada Şiîler arasındaki ihtilafı gündeme getirdim.

Buyurdu ki: «Ey Muhammed! «Allah Tebareke ve Teâlâ birliğiyle tek idi. Sonra Muhammed'i, Ali'yi ve Fâtıma'yı yarattı. Bir zaman böyle kaldılar.

Sonra Allah bütün eşyayı yarattı. Eşyayı yaratışına onları şahit tuttu. Onlara itaat etmeyi gerekli hale getirdi. Eşyanın idaresini onlara verdi. Onlar dilediklerini helâl, dilediklerini haram kılarlar. Ancak, onlar Allah Tebareke ve Teâlâ’nın dileme­si dışında bir şey dilemezler.»

Sonra şöyle dedi: «Ey Muhammed! Bu, aşırı gidenin İslâm dairesinden çıktığı ve geri kalanın yok olduğu, sarılıp gereklerini yerine getirenlerin maksadına kavuş­tuğu dindir. Ey Muhammed! Sen de bu dine sarıl.»

6-(1190) ...Salih b. Sehl, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle ri­vayet etmiştir:

Kureyş kabilesine mensup bazı adamlar Resûlullah (sallallahu aleyhi ve dlihi)’ye dediler ki: "Nebilerin sonuncusu ve Hatemu'l-Enbiya olduğun halde, han­gi özelliğinle onları geçtin, onlardan daha üstün sayıldın?"

Buyurdu ki: «Ben Rabbime iman edenlerin ilkiyim. Allah'ın peygamberlerden misak aldığı ve onları kendilerine şahit tutarak: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (A'râf, 172) dediği ve "Evet, sen bizim Rabbimizsin..."(A'raf, 172) dedikleri sırada, ce­vap verenlerin ilkiyim. Nebiler içinde en önce "evet" diyen bendim. Böylece Allah'­ın birliğini en önce ben ikrar ettim.»

7-(1191) ...Mufaddal şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki; "Gölgelerde iken ne durumdaydınız?"

Buyurdu ki: «Ey Mufaddal! Biz Rabbimizin yanındaydık ve bizim dışımızda Rabbimizin yanında kimse yoktu. Yemyeşil bir gölge içindeydik. O'nu tesbih edi­yor, O'nu kutsuyor, O'nun tekliğini dile getiriyor ve O'na hamd ediyorduk. O sırada ne yakınlaştırılmış gözde bir melek, ne de bizden başka herhangi bir canlı vardı. Der­ken Allah eşyayı yaratmayı diledi ve dilediği şeyleri dilediği şekilde yarattı, melek­leri ve başka canlıları var etti. Sonra bunlara ilişkin ilmi bize bahşetti.»

8-(1192) ...Muhammed b. Velîd şöyle rivayet etmiştir:

Yunus b. Yakub'dan duydum ki, Sinan b. Tarif Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duymuş: «Biz Allah'ın isimlerini yücelttiği ilk sülâleyiz. O, gökleri ve yeri yarattığı zaman, bir münâdiye: Üç kere "Eşhedü en lâ ilahe illal­lah" / Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Üç kere "Eşhedü enne Muhammeden resûlullah" / Ben şahitlik ederim ki Muhammed Allah'ın elçisidir.

Üç kere "Eşhedü enne Aliyyen Emir'ül-Mü'minin'e hakken / Ben şahitlik ederim ki Ali, mü'minlerin gerçek emiridir." diye seslenmesini emretti.»

9-(1193) ...Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Ebu Talib, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hiçbir şey yokken Allah vardı. Sonra nurların nurunu yarattı. Ki bütün nurlar aydınlıklarını ondan almışlardır. Allah, Muhammed ve Ali'yi bu nurdan yaratmıştır. Onlar ilk iki nur olarak vardılar; çünkü onlardan önce başka bir şey yaratılmış de­ğildi. Tertemiz sulblerde ilk temiz zürriyet olarak devam edip geldiler. Derken en te­miz iki sulb olan Abdullah ve Ebu Tâlib'de birbirlerinden ayrıldılar.»

10-(1194) ...Cabir b. Yezid şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) bana dedi ki:

«Ey Cabir! Allah'ın ilk yarattığı Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve O’nun yol gösterici hidâyet önderleri soyudur. Allah'ın önünde nurdan şekillerdiler.» Dedim ki: Nurdan şekiller dediğin nedir? Buyurdu ki: «Nurdan gölgeler yani. Bunlar ruhsuz nurdan bedenlerdir. Ve bunlar tek bir ruhla desteklenmişlerdi, o da Rûhu'l-Kudüs idi. Onun içinde Muhammed ve ıtreti (soyu), Allah'a ibadet ederlerdi. Bu yüzden Allah, onları halim, bilgin, saf, berrak olarak yaratmıştır. Allah'a namaz, oruç, secde, teşbih, tehlil ile ibadet ederler. Namazları kılar, hac ibadetini yerine getirir ve oruç tutarlar.»

11-(1195) ...Salim b. Ebu Hafsa el-İclî, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah'ın üç özelliği vardır ki, ondan başka kimse de bu özellikler yoktur.

1)    Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin gölgesi yoktu[274]

2)    Bir yoldan geçtiği zaman, iki veya üç gün sonra bir başkası o yolda yürü­düğünde mutlaka onun oradan geçtiğini anlardı. Çünkü çok güzel bir kokusu vardı.

3)    Bir taşın veya ağacın yanından geçtiğinde mutlaka ona secde ederlerdi.»

12-(1196) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisseldm)dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) miraca çıkarılınca, Cebrail onu bir yere götürdü ve kendisi aradan çekildi.

Resûlullah ona dedi ki: «Ey Cebrail! Beni bu halde bırakıp gidiyor musun?» Dedi ki: Devam et! Allah'a yemin ederim ki, öyle bir yere ayak basmış bulu­nuyorsun ki, senden önce hiçbir beşer buraya ayak basmamış ve hiçbir beşer burada yürümemiştir.»

13-(1197) ...Ali b. Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Basir, benim de ha­zır bulunduğum bir sırada Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a sordu ki: "Sana feda olayım, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) kaç kere Mirâc'a çıkarıldı."

Buyurdu ki: «İki kere çıkarıldı. Cebrail onu bir yerde durdurdu ve dedi ki: "Olduğun yerde dur, ey Muhammed! Andolsun, öyle bir yerde duruyorsun ki, daha önce hiç bir melek ve nebi burada durmuş değildir. Rabbin "salâttadır / namazdadır."

Dedi ki: «Ey Cebrail! O nasıl namaz kılar?»

Dedi ki: O şöyle der: "Subbuhun, Kuddûsun, Benim. Ben, meleklerin ve Ruh­un Rabbi. Rahmetim, gazabımı geçmiştir."

Peygamberimiz dedi ki: «Allah'ım! Affını diliyorum, affını.»

O sırada Allah'ın da buyurduğu gibi: "İki yay arası kadar, hatta daha yakın..." (Necm, 9) oldu.»

Ebu Basir dedi ki: Sana kurban olayım, iki yay arası veya daha yakın olmak ne demektir?

Buyurdu ki: «Kemanın hilâli andıran kısmı ile baş tarafı arasındaki mesafe miktarı demektir.» Sonra İmam devam etti ve dedi ki: «İkisinin arasında parıldayıp duran bir perde vardı.» İmam'ın şöyle dediğinden kuşku duymuyorum: «O perde sarı yakuttandı. Resûlullah, bir iğne ucundan Allah'ın dilediği şeylere kadar seyretti.[275]

Bu sırada Allah Tebareke ve Teâlâ şöyle buyurdu: "Ey Muhammed!"

-«Buyur, Rabbim.» dedi.

Buyurdu ki: Senden sonra ümmetine kim önderlik edecek?

-«Allah daha iyi bilir» dedi.

Buyurdu ki: Ali b. Ebu Talib, mü'minlerin emiri, Müslümanların efendisi, ak saçlıların eli ayağı, parlak olanların lideridir.»

Sonra Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm), Ebu Basir'e şöyle dedi:

«Ey Ebu Muhammed! Allah'a yemin ederim ki, "Ali (aleyhisselâm)’ın velayeti emri" yerden gelmemiştir, gökten sözlü olarak gelmiştir.»

14-(1198) ...Cabir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a dedim ki: "Bana Allah'ın Nebi'si (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi vasfet.

Buyurdu ki: «Allah'ın Nebisi (sallallahu aleyhi ve âlihi), kırmızıya çalan beyaz renkliydi. Gözleri koyu siyahtı. Kaşları birbirine yakındı. El ve ayak ayası etliydi, kısa değildi. O kadar beyazdı ki, gümüş kalıbına dökülmüş gibiydi. Omuz başı ke­mikleri iriydi. O kadar çok alakadar idi ki, birine yöneldiği zaman bütün vücuduyla yönelirdi. Boynunun alt kısmından başlayan kıllar göbeğine kadar, gümüşten bir say­fanın ortasına çizilmiş siyah bir hat gibi uzanıyordu.[276]

Boynundan ensesine kadarki kısmı, gümüşten bir ibriği andırıyordu. Burnu aşağıya doğru çekikti, bu yüzden su içtiği zaman burnu neredeyse suya değerdi. Yü­rürken yokuş aşağı iniyormuş gibi öne eğilimli yürürdü. Ne ondan önce, ne de on­dan sonra Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi) gibisi görülmedi.»

15-(1199) ...Muhammed el-Halebî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurdu:

«Allah, henüz balçık halindeyken, ümmetimin misalini bana gösterdi. Âdem’e bütün isimleri öğrettiği gibi bana da ümmetimin isimlerini öğretti. Derken bayrak sa­hipleri[277] önümden geçirildiler. Ali (aleyhisselâm) ve Şiâsı için Allah'tan bağışlama di­ledim. Rabbim Ali (aleyhisselâm)’ın Şiâsıyla ilgili olarak bana bir haslet vaat etti.

Denildi ki: Ya Resûlallah! Bu haslet nedir?

Buyurdu ki: Onlardan iman edenler bağışlanır. Büyük, küçük hiçbir günahı bı­rakılmaz. Onlar için kötülükler iyiliklere dönüştürülür.»

16-(1200) ...Hasan b. Seyf, babasından, o kendisine anlatan birinden, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:                                    

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) halka hitap ettikten sonra sağ elini yu­marak şöyle dedi: «Avucumda ne olduğunu biliyor musunuz, ey insanlar?»

-"Allah ve Resulü daha iyi bilir." dediler.

Dedi ki: «Elimde kıyamete kadarki cennet ehlinin ve onların babalarının ve kabilelerinin isimleri var.» Sonra sol elini havaya kaldırdı ve şöyle dedi:

«Ey insanlar! Avucumda ne olduğunu biliyor musunuz?»

Dediler ki: "Allah ve Resulü daha iyi bilir."

Buyurdu ki: «Elimde kıyamet gününe kadarki cehennemliklerin babalarının ve kabilelerinin isimleri yazılıdır.» Sonra şöyle dedi: «Allah, hükmetti ve adaleti ger­çekleştirdi. Bir grup cennette, bir grup da çılgın alevli cehennem ateşinde.»

17-(1201) ...İshak b. Galib şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bir hutbesinde özellikle Nebi'nin ve imamların hallerini ve sıfatlarını zikretti ve buyurdu ki: «İnsanların işledikleri büyük suçlara ve çirkin fiillere rağmen, Rabbimizin hilmi, şefkati ve merhameti, onlar için en sevdiği peygamberini seçip göndermesini öngörmüştür. Ki bu seçkin nebi: Muhammed b. Abdullah onur verici bir mekânda dünyaya gelmiş, şefkat kaynağı bir ailede yetişmiştir. Soyunda hiç leke ve nesebinde hiçbir karışıklık yoktur. Nitelikleri bilgi sahiplerine gizli değildir. Peygamberler kitaplarında onu müjdelediler. Âlimler onun özelliklerini dile getirdiler. Hikmet ehli olanlar, onun sıfatlan üzerinde durup düşündüler. Tertemiz bir ahlâka sahipti ve bu hususta başka bir benzeri yoktu. Haşim oğullarındandı, bir dengi yoktu. Mekkeli idi ve yüceliğine erişilmezdi. Haya özelliği, cömertlik karakteriydi. Peygamberliğin tüm vakarlarına sahip kılınmıştı.

Risâlet niteliklerini ve karakteristik özelliklerini üzerinde taşıyordu. Derken Allah'ın kaderince yürürlüğe konulan maddi sebeplerin gerçekleşme vakti gelince, ilâhî hüküm Allah'ın emri uyarınca harekete geçti ve hedefe varıldı. Allah'ın kaçınıl­maz yargısı, son noktayı koydu. Bunun sonucunda her ümmet kendisinden sonra, onun varlığını müjdelemeye başladı, onun varlığı babadan oğula intikal ederek, bir sulbden başkasına aktarıldı. Soyuna sopuna zina lekesi bulaşmış değildir. Onun do­ğumuna gayri meşru ilişki kiri yaklaşmış değildir. Âdem’den, babası Abdullah'a ka­dar aynı nezafetle devam edip gelmiştir. Toplulukların en hayırlısı, boyların en onur­lusu (Haşimoğulları), kabilelerin en yiğidi (Fatımî, manzumî), rahimlerin en korunanı (Vehb kızı Amine) ve oymakların en yücesi içinde büyüyüp gelişmiştir.

Allah onu seçti, ondan hoşnut oldu, onu seçkin kıldı. İlmin anahtarlarını, hik­metin kaynaklarını ona verdi. Kullar için bir rahmet ve melekler için bir bahar ola­rak gönderdi. Allah, ona bir kitap indirdi, o kitapta her şeyin açıklaması vardır. O apaçık bir Kur'ân'dır. "Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik." (Zümer, 28) Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi) bu kitabı açıklamış, bir bilgiye da­yalı olarak onu insanlar için bir hayat sistemi haline getirmiştir. Onu ayrıntılı ve taf­silatlı bir şekilde açıklamıştır. Allah bir takım farzları zorunlu kılmış, kullan için ba­zı gizli hükümleri ortaya çıkarmış ve açıkça ilan etmiştir. Allah'ın peygamberine gönderdiği bu kitap, kurtuluş rehberini içeriyor, ilâhî yol göstericiliğe ileten işaretler kapsıyor. Peygamberimiz kendisine sunulan mesajı eksiksiz bir şekilde insanlara du­yurmuş, emredildiği şeyleri dosdoğru bir şekilde yerine getirmiştir. Omuzlarına bin­dirilen peygamberlik yükünü, amacına ulaşması gereken yerlere ulaştırmıştır. Rabbinin rızası uğruna her türlü zorluğa karşı sabretmiş, Rabbinin yolunda cihat etmiştir. Ümmetine öğüt vermiş, onları kurtuluşa davet etmiştir. Onları Allah'ı anmaya teşvik etmiş, onlara hidâyet yolunu göstermiştir. Ama bu amacı gerçekleştirmek için ilâhî bir metot ve etkenlere başvurarak hikmetli bir hareket metodu takip etmiştir. Bu ha­yat tarzının temelini kullar için atarak, aydınlatıcı meşaleler dikmiş, gerekli yol işa­retlerini koymuştur. Ki insanlar kendisinden sonra sapmasınlar. Çünkü o, insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametliydi.»

18-(1202) ...Ümeyye b. Ali el-Kaysî şöyle rivayet etmiştir:

Bana, Durust b. Ebu Mansur anlattı ki, kendisi Ebu'l-Hasan Evvel (Musa b. Cafer aleyhisselâm)a sormuş ki: "Acaba Ebu Tâlib, ResûluUah (sallallahu aleyhi ve âlihi) için bir hüccet miydi?"

İmam buyurdu ki: «Hayır, ancak peygamberlerin vasiyetleri emaneten onun yanında duruyorlardı ve o, bu emanetleri Resulullah'a tevdi etti.»

Dedim ki: Ebu Tâlib, Resûlullah'a karşı bir hüccet konumunda olarak mı ken­disinde emaneten bulunan vasiyetleri Peygambere tevdî etti."

Buyurdu ki: «Eğer Ebu Tâlib, Resûlullah'a karşı hüccet konumunda olsaydı, vasiyetleri Peygambere geri vermezdi.»

Bunun üzerine dedim ki: "Peki, Ebu Tâlib'in durumu neydi?"

Buyurdu ki: «Nebi'yi ve getirdiği dini ikrar etmiş, kendisinde emaneten bulu­nan emanetleri ona vermiş ve aynı günde vefat etmiştir.»

19-(1203) ...Yakup b. Salim, bir adamdan, o Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat ettiği zaman, Muhammed'in Ehl-i Beyt'i, hayatlarının en uzun gecesini geçirdiler. Öyle ki, üzerlerini gölgeleyen bir göğün ve kendilerini omuzlarında taşıyan bir yerin olmadı­ğını sanıyorlardı. Çünkü Resûlullah uzak yakın herkesi bir potada kaynaştırmıştı. Onlar bu haldeyken, biri yanlarına geldi. Onu göremiyorlardı; ama sesini duyabili­yorlardı.

Dedi ki: "Selâm üzerinize olsun, ey Ehl-i Beyt, Allah'ın rahmeti ve bereketi de. Her musibete karşı Allah'ın bir tesellisi, her helâka karşı bir kurtuluşu ve elden kaçan her şeyin yerini tutacak bir karşılığı vardır. "Her nefis ölümü tadacaktır. Sizin ecirleriniz, kıyamet günü eksiksiz olarak verilecektir. Kim ateşten uzaklaşıp cennete konarsa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu Dünya hayatı ise aldatma metaından baş­ka bir şey değildir." (Âl-i İmran, 185)

Allah sizi seçti, sizi üstün kıldı, sizi tertemiz kıldı ve size nurundan bir örnek verdi, sizi sürçmelere karşı koruma altına aldı, sizi fitnelerden yana güvencede kıldı. O halde Allah'ın verdiği teselliyle teselli bulun. Hiç kuşkusuz Allah, sizden rahmeti çekip almadı, size bahşettiği nimetleri tüketmedi. Siz Allah Azze ve Celle'nin ehlisi­niz ki, sizinle tamamlanır nimet, sizinle birleşir ayrılıklar, sizinle buluşur kelimeler. Sizler Allah'ın velîlerisiniz. Sizi velî eden kurtuldu, sizin hakkınıza zulmeden yok olup gitti. Sizi sevmek, Allah'ın kitabında mü'min kullarına şart koşulmuş bir yü­kümlülüktür (vacibdir). Bütün bunların yanında Allah size yardım etme gücüne sa­hiptir. O halde olayların akıbetlerini beklemede sabırlı olun. Çünkü her şey sonuçta Allah'a döner.

Allah, bir emanet olarak sizi, peygamberinden kabul etmiş ve sizi yeryüzün­deki velî kullara emanet etmiştir. Kim Allah'ın emanetini yerine ulaştırırsa, Allah ona doğruluğunun karşılığım eksiksiz olarak verir. Mü'minlere verilmiş emanet­lersiniz, sizi sevmek bir zorunluluktur, size itaat etmek farz kılınmıştır. Hiç kuşku­suz Resûlullah vefat etmiş ve sizin için din kemâle erdirilmiştir, çıkış yolu size gös­terilmiştir. Artık hiçbir cahil için ileri sürülebilecek bir mazeret yoktur. Kim bilmez­se veya bilmezlikten gelirse ya da unutursa yahut unutmuş gibi yaparsa, onun hesabı Allah'a kalmıştır. Sizin ihtiyaçlarınızın gerisinde Allah vardır. Sizi Allah'a emanet ediyorum. Allah'ın selâmı üzerinize olsun.»

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)a, "Onlara bu şekilde başsağlığı di­leyip taziyelerini sunan şahıs, bunu kimin adına yapıyordu?" diye sordum.

-«Allah adına bu taziyeleri sunuyordu.» dedi.

20-(1204) ...İsmail b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) karanlık bir gecede görüldü­ğü zaman, bir ay parçası gibi parladığı görülürdü.»

21-(1205) ...Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Abdullah b. Ömer b. Ali b. Ebu Talib, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan, ayrıca Muhammed b. Yahya, Sa'd b. Abdullah'tan, o Yakup b. Yezid'den, o İbni Faddal'dan, o hadis rivayet ettiği bazı adamlardan, onlar da Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Cebrail (aleyhisselâm) Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye geldi ve: Ey Muhammed! dedi, Rabbin sana selâm söylüyor ve diyor ki: "Ben, seni ana rahmine indiren sulbe, seni içinde taşıyan rahime ve seni hima­ye eden eteğe, ateşi haram ettim. Sulb, baban Abdullah b. Abdulmuttalib'in sulbüdür. Seni taşıyan karın, Vehb kızı Amine'nin karnıdır. Seni himaye eden etek ise Ebu Talib'in -İbn Faddal'ın rivayetinde ise- Esed kızı Fatımâ'nın eteğidir.»

22-(1206) ...Zurare b. A'yen, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Abdulmuttalib, kıyamet günü, üzerinde nebilere özgü bir sima ve krallara has bir heybet olduğu halde, tek başına bir ümmet olarak hasredilir.»[278]

23-(1207) ...Mukarrin, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Abdulmuttalib, bedâ inancına sahip ilk kimseydi ve kıyamet günü, krallara has bir heybete ve nebilere özgü bir simaya sahip olduğu halde tek başına bir ümmet olarak hasredilir.»

24-(1208) ...İbn Riâb, Abdurrahman b. Haccac'dan, ayrıca Muhammed b. Si­nan, Mufaddal b. Ömer'den, bunlar da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Abdulmuttalib tek başına bir ümmet olarak hasredilir ve üzerinde kralların göz alıcılığı ve nebilerin heybeti bulunur. Bunun nedeni, onun bedâ inancına sahip ilk kişi olmasıdır.

Şöyle ki: Bir gün Abdulmuttalib, Resûlullah'ı çobanlarından kaçan develerini bulmak ve toplamak üzere gönderir. Fakat Resûlullah gecikir. Bunun üzerine Abdul­muttalib, Kâbe’nin kapısının halkasına yapışarak şöyle der: "Ya Rab! Ehlini helak mi edeceksin? Eğer bunu yaparsan, bu demektir, bir iş senin için zahir olmuştur."[279]

Derken Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), develerle birlikte gelir. Abdulmut­talib ise her yolun başına bir adam göndererek, her mahalleye adamlar salarak onu aramaya devam eder ve bir yandan da şöyle seslenir: "Ya Rab! Ehlini helak mi ede­ceksin? Eğer bunu yaparsan, bu demektir, bir iş senin için zahir olmuştur" Resûlulla­h'ı görünce, onu tutar ve öper, ardından şöyle der: "Yavrucuğum! Bu günden sonra, seni hiçbir işe göndermeyeceğim. Çünkü yakalanıp öldürülmenden korkuyorum.»

25-(1209) ...Eban b. Tağlib şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Habeş Kralı, başında bir fil bulunan süvari birliğiyle Kâbe’yi yıkmak üzere harekete geçince, yolda Abdulmuttalib'in develeriyle karşılaştılar. Bunları önlerine katarak sürmeye başladılar. Bu olay Abdulmuttalib'e ulaştırıldı. O da derhal Habeş kralının yanına geldi.

Kralın kapıcısı içeri girdi ve dedi ki: "Bu Abdulmuttalib b. Haşim'dir."

Kral: "Ne istiyor?" dedi.

Tercüman dedi ki: "Askerlerin önlerine kattığı develerini geri vermeni istiyor"

Habeş Kralı adamlarına dedi: "Şu adam kavminin başkanı ve önderidir. Ben içinde ibadet ettiği evi yıkmaya geldim, o ise benden develerini istiyor. Hâlbuki ben­den ibadet ettikleri evi yıkmamamı isteseydi, istediğini yapardım. Develerini ona ge­ri verin."

Abdulmuttalib, kralın tercümanına dedi ki: "Kral sana ne söyledi?"

Tercüman, Kralın sözlerini ona aktardı. Bunun üzerine Abdulmuttalib şunları söyledi: "Ben develerin sahibiyim, şu evin de bir sahibi var; o evini savunur."

Sonra Abdulmuttalib'e develeri geri verildi. Abdulmuttalib evine doğru hare­ket etti. Yolda ordunun başındaki filin yanından geçti. File, "Ey Mahmut!" dedi. Fil başını salladı.

Dedi ki: "Seni niçin getirdiklerini biliyor musun?"

-  Fil, başıyla, "hayır" diye işaret etti.

Abdulmuttalib dedi ki: "Seni, Rabbinin evini yıkasın diye getirdiler, bunu ya­pacak mısın?

-  "Fil, başıyla "hayır" diye işaret etti.        .

Abdulmuttalib evine geri döndü. Sabah olunca askerler fili hareme girip Kâbe’yi yıkmak üzere sürdüler. Ancak fil, hareket etmedi ve direndi.

Abdulmuttalib hizmetçilerinden birine: Dağa çık bakalım ne göreceksin? dedi. Hizmetçi dedi ki: Deniz tarafından bir karartı görüyorum. Dedi ki: Tümünü görebiliyor musun?

-  "Hayır." dedi, "tümünü görebileceğimi de sanmıyorum."

Bu karartı iyice yaklaşınca, hizmetçi: "Büyük bir kuş sürüşüdür bu. Her bir kuş gagasında bir çakıl taşı taşıyor. Bu taş nohut kadar veya ondan daha küçüktür"

Abdulmuttalib dedi ki: "Abdulmuttalib'in Rabbine andolsun ki, bunların hede­fi askerlerden başkası değildir"

Kuşlar askerlerin başlarının hizasına gelince topluca ağızlarındaki taşları bı­raktılar. Bu taşların her biri adamın tepesinden girip makatından çıkıyor ve onu öldürüyordu. İçlerinde sadece bir kişi kurtuldu, o da olup bitenleri haber versin diye. Haber verince, ona da bir taş isabet ederek onu öldürdü.»

26-(1210) ...Rifae, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Abdulmuttalib için Kâbe’nin içine bir döşek serilirdi, onun dışında kimse­ye böyle bir döşek serilmezdi. Oğulları vardı ve bunlar onun başında dikilirlerdi. Kimseyi ona yaklaştırmazlardı.

Bu sırada henüz küçük bir çocuk olan Resûlullah geldi, yürümeye henüz baş­ladığı için yavaşça süzülerek Abdulmuttalib'in dizinin üzerine oturdu. Oğullarından biri peygamberi uzaklaştırmak isteyince, Abdulmuttalib ona dedi ki:

"Oğlumu rahat bırak. Çünkü ona melek geldi.»[280]

27-(1211) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) doğunca, birkaç gün sütsüz kaldı. Bunun üzerine Ebu Tâlib onu kendi göğsüne yaklaştırdı. Allah, Ebu Tâlib'in göğsünden süt akmasını sağladı. Peygamberimiz ondan birkaç gün emdikten sonra Ebu Tâlib, Sadiye kabilesine mensup Hâlime ile karşılaşınca, emzirsin diye peygamberimizi ona verdi.»[281]

28-(1212) ...Hişam b. Salim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Ebu Tâlib, Ashab-ı Kehf’e benziyor. Onlar da imanlarını gizle­yip şirki açığa vurmuşlardı. Bu yüzden Allah onları iki defa ödüllendirdi.»[282]

29-(1213) ...İshak b. Cafer, babasından (aleyhisselâm) şöyle rivayet etmiştir:

İmam Cafer (aleyhisselâm)'a denildi ki: "Onlar (Ehl-i Sünnet) diyorlar ki:

"Ebu Tâlib kâfirdir. Buna ne dersin?"

Buyurdu ki: «Yalan söylüyorlar. Nasıl kâfir olabilir ki? O değil mi şunları söy­leyen: "Bilmezler ki biz, Muhammed'i bulduk / Bir peygamber olarak... Musa gibi, ilk kitaplarda yazılı.» Bir diğer hadisteyse İmam'ın şöyle dediği rivayet edilir: «Şunları söyleyen Ebu Tâlib'e kâfir denilebilir mi? "Andolsun biliyorlar ki, bizim oğlumuz ya­lancı değildir / Bizim katımızda bâtıl sözlere de itibar edilmez / O ak yüzlü biridir. O’nun yüzü hürmetine yağmur istenir / O, öksüzlerin kurtarıcısı ve dulların hamişidir.»

30-(1214) ...Hişam b. Hakem, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) Mescid-i Haram'da bulunuyordu. Üzerinde yeni elbiseler vardı. Müşrikler üzerine bir deve işkembesini atarak elbise­lerini kirlettiler. Bu olay, peygamberimizi son derece üzdü.

Sonra Ebu Tâlib'in yanına gitti ve ona dedi ki: «Ey amcacığım! Benim ahlâkı­mı, karakterimi ve soyumun onurunu nasıl bilirsiniz?»

Dedi ki: Ne oldu sana ey yeğenim?

Peygamberimiz ona olup biteni anlattı. Bunun üzerine Ebu Tâlib, Hamza'yı ça­ğırdı, kendisi de kılıcını alarak Hamza'ya dedi ki:

"Al şu işkembeyi!" Sonra topluluğun bulunduğu tarafa yöneldi, peygamber de yanındaydı. Kâbe’nin etrafında bulunan Kureyşlilere yaklaşınca onun yüzünden şer fışkırdığını fark ettiler. Hamza'ya dedi ki: "Şu işkembeyi onların bıyıklarına sür."

Hamza, son kişiye kadar hepsinin bıyığına sürdü.

Sonra Ebu Tâlib, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye döndü ve dedi ki:

"Ey kardeşimin oğlu! İşte senin bizim katımızdaki değerin, onurun budur.»

31-(1215) ...Ubeyd b. Zurare, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Ebu Tâlib ölünce Cebrail, Resûlullah'a indi ve dedi ki: Ey Mu­hammed! Artık Mekke'den çık; çünkü burada senin bir yardımcın yoktur.

Kureyşliler de Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye saldırdılar, peygamberimiz kaçarak Mekke'den çıktı ve Mekke yakınlarında Hacun adı verilen bir dağa çıktı ve orada bekledi.»

32-(1216) ...Muhammed b. Abdullah, merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ebu Tâlib, cümmel (ebced) hesabıyla iman etmiştir. Yani bütün dillerde Müslüman olmuştur.»

33-(1217) ...İsmail b. Ebu Ziyad, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ebu Tâlib, ebced hesabıyla Müslüman olmuştur, dedikten son­ra eliyle "altmış üç" rakamını gösterdi.»

34-(1218) ...Esbağ b. Nubate el-Hanzelî şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Talib aleyhisselâm)’ı Basra'yı fethettiği gün gördüm, Resûlullah'ın katırına binmişti. Sonra şöyle dedi: «Ey İnsanlar! Size insanların Allah katında toplandıkları gün en hayırlılarının kim olduğunu söyleyeyim mi?»

Ebu Eyyub el-Ensarî ayağa kalktı ve dedi ki: "Evet, söyle ey Emir'ül-mü'minin. Çünkü sen peygamberi her zaman görürdün, biz ise çoğu zaman göremezdik."

Emir'ül-Mü'minin dedi ki: «Allah'ın insanları topladığı gün, insanların en ha­yırlıları, Abdulmuttalib'in yedi oğludur ki, kâfirlerden başka hiç kimse onların fazi­letlerini inkâr edemez, inatçılardan başkası onların üstünlüğüne karşı çıkamaz.»

Bunun üzerine Ammar b. Yasir -Allah ona rahmet etsin- dedi ki: "Ey Emir-'ül-mü'minin! Bize onların isimlerini bildir ki, onları tanıyalım."

Buyurdu ki: «Allah'ın insanları topladığı gün, insanların en hayırlıları, Resul­lerdir, Resullerin en üstünü ise Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’dir.

Her nebiden sonraki en üstünü, nebinin vasisidir. Onun bu üstünlüğü bir son­raki nebinin gelmesine kadar devam eder. Haberiniz olsun ki, vasilerin en üstünü Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin vasisidir.

Haberiniz olsun ki, vasilerden sonra, insanların en hayırlısı şehitlerdir.

Haberiniz olsun ki, şehitlerin en üstünü Hamza b. Abdulmuttalib ve Cafer b. Ebu Tâlib'tir. Cafer'in taptaze iki kanadı var; bunlarla cennette uçmaktadır. Ondan başka bu ümmetten kimseye iki kanat verilmiş değildir. Bu, Allah'ın Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bahşettiği bir lütuf ve bir onurdur.

Diğerleri de peygamberin iki torunu Hasan ve Hüseyin'dir ve Mehdî (aleyhisselâm)’dır. Allah, Ehl-i Beyt'ten hangimizi isterse onu mehdî yapar.» Ardından Emir­'ül-Mü'minin şu âyeti okudu: "Kim Allah'a ve Resule itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, doğrular, şehitler, salihlerle beraberdir Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu lütuf Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter." (Nisa, 69-70)»

35-(1219) ...Ebu Meryem el-Ensarî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muham­med Bakır aleyhisselâm)a dedim ki: "Nebi'nin cenaze namazı nasıl kılındı?"

Buyurdu ki: «Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Talib aleyhisselâm), Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)'y\ yıkadıktan, kefenleyip yüzünü örttükten sonra on kişinin, peygamberin ce­nazesinin bulunduğu yere girmelerine ve etrafında halka oluşturmalarına izin verdi.

Emir'ül-Mü'minin ortalarında durdu ve şunları söyledi: "Allah ve melekleri, peygambere çok salât getirirler. Ey mü 'minler! Siz de Ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin." (Ahzâb, 56) Onlar da Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’ın dediklerini tekrarlıyorlardı. Ta Medineliler ve civar yerleşim birimlerinin halkı gelip Peygamberin cenaze namazını kılıncaya kadar böyle devam etti.»

36-(1220) ...Ukbe b. Beşir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm)’a dedi ki: «Ey Ali! Beni şuraya defnet, kabrimi yerden dört parmak yüksek yap ve üzerine su serp.»

37-(1221) ...el-Halebî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Abbas, Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâın)’ın yanına geldi ve dedi ki:

"Ey Ali! İnsanlar, aralarından birini imam etmek ve Resulullah (sallallahu aley­hi ve âlihi)’yi Baki-i musalla mezarlığına defnetmek üzere toplanmışlar."

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Talib aleyhisselâm) insanların yanına çıktı ve dedi ki:

«Ey insanlar! Resûlullah sağlığında imam olduğu gibi, öldükten sonra da imamdır, önderdir ve o: «Ben, vefat ettiğim yerde gömülürüm.» dedi.

Sonra kendisi Resûlullah'ın namazını kıldı. Ardından insanlara onar kişilik gruplar halinde gelip namazı kılmalarını sonra çıkmalarını emretti.»

38-(1222) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince melekler, Muhacirler ve Ensar, gruplar halinde gelerek cenaze namazını kıldılar.

Bu sırada Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Talib aleyhisselâm) şunları söyledi: «Resû­lullah'ın sağlıklı ve sıhhati yerinde olduğu bir sırada şunları söylediğini duydum:

«Şu âyet, Allah'ın ruhumu kabzetmesinden sonra, cenaze namazımda okun­mak üzere nazil oldu: "Allah ve melekleri, peygambere çok salât getirirler. Ey mümin­ler! Siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin." (Ahzâb, 56)»

39-(1223) ...Davud b. Kesir er-Rakki şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a dedim ki:

"Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye selâm vermenin anlamı nedir?"

Buyurdu ki: «Allah Tebareke ve Teâlâ, peygamberini, vasisini, kızını, iki oğ­lunu, bütün imamları ve onların Şiâlarını yaratınca, onlardan sabretmeleri, sabırda dayanışmaları, birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmaları, Allah'tan korkup sakınmaları hu­susunda misak aldı. Bereketli toprakları ve güvenli haremi kendilerine teslim edece­ğini, "Beytü'l-Ma'mur"u üzerlerine indireceğini, yükseltilen tavanı[283] kendilerine gös­tereceğini, onları düşmanlarından yana rahat ve huzurlu kılacağını vaat etti.

Allah'ın afetlerini esenliğe dönüştürdüğü toprakları kendilerine vermesi de on­lara vaat edilen selâmetin bir parçasıdır. Yeryüzüne olanları onlar için selâmetli kı­lar, bunlarda en küçük bir çirkinlik olmaz, düşmanlarının onlara husumet etmesi söz konusu olamaz. Orada istedikleri her şey olur.

Resûlullah da bütün imamlardan ve onların Şiâsından bu şekilde misak aldı.

Peygamberimize selâm vermek, bu misakı hatırlatma ve Allah katında yenile­me amacına yöneliktir. Umulur ki, Allah o misakın gereklerini bir an önce gerçek­leştirir ve sizin için bütün yönleriyle esenlik ve barışı sağlar.»

40-( 1224) ...Abdullah b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah'ım senin seçtiğin dostun, sırdaşın ve emirlerinin uygulayıcısı Muhammed'e salât kıl.»

112) YÜKSEK BİR YERDEN NEBİ SALLALLAHU ALEYHİ VE ALİHİ'NİN KABRİNE BAKMANIN YASAK OLUŞU BABI

l-( 1225) ...Cafer b. Müsenna el-Hatib şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara Medine'­deydim, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrinin üzerindeki tavan çökmüştü. İşçi­ler çatıya çıkıp iniyorlardı, biz de bir cemaattik. Arkadaşlarımıza dedim ki: "İçinizde bu gece Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a gidecek var mı?"

Mihran b. Ebu Nasr: "Ben." dedi. İsmail b. Ammar es-Sayrafi de: "Ben." dedi.

Bu ikisine dedik ki: "Ona yukarı çıkıp oradan Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin kabrine bakmamın caiz olup olmadığını sorun."

Ertesi sabah ikisiyle karşılaştık ve bir yerde toplandık.

İsmail dedi ki: "Sözünü ettiğiniz şeyi İmam'a sorduk, bize şu cevabı verdi:

«Onlardan hiçbirinin Nebi'nin kabrine yukardan bakmasını istemem. Çünkü gözünü kör edecek bir şeyi veya Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)'yi namaz kılarken ya da bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim.»[284]

113) EMİR'ÜL-MÜ'MİNİN -SALAVATULLAHİ ALEYHİ- HAYATI BABI

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm) Fil vakasından otuz sene son­ra doğdu. Ramazan ayının yirmi birinci gecesi, pazar günü, hicretten kırk yıl sonra öldürüldü. Öldürüldüğü sırada altmış üç yaşındaydı. Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin vefatından sonra otuz yıl yaşadı. Anası, Esed b. Haşim b. Abdimenaf’ın kızı Fâtıma'dır. Haşimîler içinde babası ve annesi Haşimî olan tek kişidir.

1-(1226) ...Muhammed b. Abdullah b. Muskan, babasından şöyle rivayet et­miştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki:

«Esed kızı Fâtıma, Ebu Tâlib'e geldi, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin doğ­duğunu müjdeledi. Ebu Tâlib, ona dedi ki: "Bir zaman sabret. Sana onun bir benzeri­ni müjdeleyeceğim. Ancak, bir tek peygamberliği eksik olacak."

İmam Sadık (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Bir zamandan maksat, otuz yıldır. Resûlullah ile Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm) arasında otuz sene vardır.»

2-(1227) ...Muhammed b. Cumhur, ashabımızın bazısından, onlar da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’ın annesi, Esed kızı Fâtıma, Mekke'den Me­dine'ye Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin yanına hicret eden ilk kadındır. Bu yolu, yaya kat etmiştir. Bütün insanlardan daha çok Resûlullah'a karşı şefkatli idi.»

Bir gün Resûlullah'ın «Bütün insanlar kıyamet günü analarından doğdukları gibi çıplak haşredileceklerdir.» sözünü duyunca: "Vay! Ne kadar ayıp." dedi.

Bunun üzerine Resûlullah ona şöyle dedi: «Rabbimden seni giyinik olarak hasretmesini dileyeceğim.»

Sonra, bir gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi)’nin kabrin insanları sıktı­ğını söylediğini işitince: "Vay! Ne kadar zayıfız." dedi.

Bunun üzerine Resûlullah: «Allah'tan seni bundan muaf tutmasını dileyece­ğim.» dedi.

Bir gün Resûlullah'a şöyle dedi: "Ben şu cariyemi azad etmek istiyorum."

Resûlullah ona dedi ki: «Eğer bunu yaparsan, onun her uzvuna karşılık Allah senin bir uzvunu ateşten azad eder.

Hastalanınca, Resûlullah'a hizmetçisini azad etmesini vasiyet etti. Dili tutul­duğu için bunu işaretle Resûlullah'a anlattı. Resûlullah onun vasiyetini kabul etti.

Resûlullah bir gün oturmuşken, Emir'ül-Mü'minin ağlayarak yanına geldi.

Resûlullah ona: «Niçin ağlıyorsun?» dedi.

Emir'ül-Mü'minin: «Anam, Fâtıma öldü.» dedi.

Resûlullah: «Benim de anam öldü, Allah'a yemin ederim.»

Hemen kalktı, yanına gitti. Yüzüne baktı ve ağladı. Ardından kadınlara onu yı­kamalarını emretti ve yıkama işini tamamladıktan sonra kendisine haber vermeden bir şey yapmamalarını istedi. Yıkama işi tamamlanınca, ona haber verdiler.

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi) onlara, en değerli gömleğini verdi ve bunu ona kefen yapmalarını istedi. Ardından, Müslümanlara şöyle dedi: «Bu güne kadar yapmadığım bir şeyi yaptığımı görürseniz, niçin yaptın diye bana sorun.»

Yıkanması ve kefenlenmesi tamamlanınca, Resûlullah içeri girdi, cenazesini omzuna aldı, onu kabre koyuncaya kadar omzunda taşıdı. Sonra onu yere bırakıp kendisi kabre girdi, kabrin içine uzandı. Sonra ayağa kalktı, Fâtıma'yı alıp kabre koydu. Sonra üzerine kapanıp uzun uzun onu dinledi. Bir yandan da şunları söyledi:

«Oğlun, oğlun, oğlun...»

Sonra kabirden çıktı ve kabrin üzerini kapattı. Kabrine kapanarak bekledi.

Şunları söylediği duyuldu: «Lâ ilahe illallah. Allah'ım onu sana emanet ettim.»

Sonra geri döndü ve Müslümanlar ona dediler ki: "Bu güne kadar yapmadığın bazı şeyleri yaptığını gördük."

Buyurdu ki: «Ebu Tâlib'in şefkatini bugün kaybettik. Eğer Fâtıma'nın yanın­da güzel bir şey olsaydı, beni kendisine ve oğullarına tercih ederdi. "İnsanların kıya­met günü çıplak haşredileceklerini söylediğimde": Vay! Ne ayıp." demişti. Ben de, Allah'ın onu giyinik hasredeceğini garanti etmiştim.                 

Ona kabrin insanı sıktığını söylediğimde "Vay! Ne kadar güçsüzüz." demişti ve ben de yüce Allah'ın kendisini bundan muaf tutacağına ilişkin bir güvence vermiştim. Bu nedenle onu gömleğimle kefenledim ve onun kabrine uzandım.

Onun üzerine kapanıp uzun uzun bekledim. O sırada, kabirde kendisine soru­lacak şeyleri telkin ettim. Ona Rabbi soruldu, söyledi. Resûlu soruldu, cevap verdi. Velîsi ve imamı soruldu, dili dolandı, ben de: "Oğlun, oğlun, oğlun..." dedim.»

3-(1228) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) doğunca, İran'ın beyazlığı ve Şam'ın sarayları Amine'nin önüne açıldı. Bunun üzerine Emir'ül-Mü'minin'nin annesi, Esed kızı Fâtıma, gülerek ve müjdeleyerek Ebu Tâlib'in yanına geldi ve Amine'nin dediklerini ona anlattı.

Ebu Tâlib ona dedi ki: "Sen buna mı şaşıyorsun? Sen onun vasisine ve veziri­ne hamile kalacak, sonra da doğuracaksın.»

4-(1229) ...Ahmed b. Zeyd en-Nisaburî şöyle rivayet etmiştir:

Bana Ömer b. İbrahim el Haşimî anlattı, o Abdulmelik b. Ömer'den duymuş, ona da Resûlullah'ın ashabından Esid b. Safvan anlatmış: Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) vefat ettiği gün, şehir ağlama sesleriyle inledi, insanlar dehşe­te düşmüşlerdi, tıpkı Resûlullah'ın vefat ettiği gün gibi. Bir adam, ağlayarak geldi. Hızla yürüyordu, "Biz Allah'tan geldik ve ona döneceğiz." (Bakara, 156) deyip şunları söylüyordu: "Bu gün peygamberliğin hilâfeti kesildi."

Emir'ül-Mü'minin'in bulunduğu evin kapısına gelip şöyle dedi: "Allah sana rahmet etsin ey Ebu'l-Hasan! Hiç şüphesiz sen, ilk Müslüman idin. İmanı en samimi kimseydin. Yakinî inanca sahip olma bakımından senden önde kim­se yoktu. Sen herkesten daha çok Allah'tan korkardın. Herkesten daha çok zahmet çektin. Herkesten önce Resûlullah'ı korudun. Ashabının en güveniliriydin. En fazla faziletleri dilden dile dolaşan sendin. Her iyilikte en önde sen vardın. En yüksek de­recelerde sendin. Herkesten çok Resûlullah'a yakındın. Gidiş, ahlâk, karakter ve dav­ranış bakımından en fazla sen, Peygambere benziyordun, en şerefli konuma sen sahiptin.Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), onların içinde en fazla sana değer verirdi.

İslâm'dan, Resûlullah'tan ve Müslümanlardan dolayı Allah seni hayırla ödül­lendirsin. Resûlullah'ın ashabı, zayıf oldukları sırada sen, güçlü oldun. Ezildikleri bir sırada, sen yiğitçe meydana çıktın. Küçümsenip horlandıklarında, sen kıyam ettin. Ashabının gevşeyip sarsıldığı sırada, sen, Resûlullah'ın metodunu izledin. Resûlul­lah'ın gerçek halifesiydin. Bundan hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Münafıklara, kâfir­lerin kinine, kıskançların hoşnutsuzluğuna ve fâsıkların komplolarına rağmen alçalmadın, küçülmedin. Herkesin gevşediği sırada sen hilâfet işini ele aldın. Kimsenin konuşamadığı bir sırada konuştun. Herkes durdu, sen Allah'ın nuruyla yürüdün. Sa­na tâbi oldular, doğru yolu buldular. Onların sesi en kısık olanıydın ama gönülden kulluğu en yüksek olandın. En az konuşanı sendin, fakat en doğru söz söyleyeni de sendin. Görüşü en büyük ve yüreği en cesur sendin. Kesin inancı en şiddetli olandın. En güzel işleri sen yapardın, olayları herkesten daha çok bilirdin. Allah'a yemin ede­rim ki, sen başta da sonda da dinin lideri idin. Başta insanların dağıldıkları ve sonda insanların çözüldükleri sırada sen öncüydün. Mü'minler için şefkatli bir baba gibiy­din sana koşup sığındıklarında. Taşıyamadıkları yüklerini sen sırtladın. Yitirdiklerini sen korudun. İhmal ettiklerini sen gözettin. Toplandıklarında sen işe koyulmak için kolları sıvadın. Korktukları sırada sen öne çıktın. Kaçtıklarında sen sabrettin. Müslü­manların dökülen kanlarının hesabını sen sordun. Senin sayende akıllarına gelmeyen şeylere sahip oldular. Kâfirlere karşı önüne geleni süpürüp götüren bir azaptın. Mü'­minler için, sağlam bir dayanak ve kale gibi bir sığmaktın. Allah'a yemin ederim ki, hilâfet nimetleriyle yaratıldın, ilâhî bağışlarla kurtuldun. Bütün iyiliklerde önceliği kaptın. Faziletlere sahip oldun. Kanıt kılıcın körelmedi, kalbin asla kaymadı. Basire­tin zayıflamadı, nefsin korku nedir bilmedi. Asla yıkılmadın. Sen, tufanların sarsamadığı bir dağ gibiydin. Sen, tıpkı Resûlullah'ın söylediği gibiydin.

«O, arkadaşlığı ve sahip olduğu şeyler hususunda insanların en güveniliridir.»

Ve sen Resûlullah'ın şöyle dediği gibiydin: «Bedenen zayıfsın ama Allah'ın emri hususunda güçlüsün. Nefsinde mütevazısin, Allah katında büyüksün. Yeryüzün­de büyüksün.» Müminlerin yanında şerefliydin. Hiç kimse sende kusur bulamazdı. Hiçbir kimse sana dokunduracak laf bulamazdı.[285] Kimseye yaltaklanmazdın, zayıf ve zelil olan, sen hakkını alıncaya kadar senin katında güçlüydü, üstündü. Güçlü ve üs­tün olan ise sen ondan başkasının hakkını alıncaya kadar zayıftı, zelildi. Yakın uzak senin katında birdi. Senin karakterin hak, doğruluk ve yumuşaklıktı. Sözün, hüküm ve kesindi. Emrin yumuşak ama etkiliydi. Görüşün bilgiydi, yaptıklarında kararlıy­dın. Doğru yol açığa çıktı, zor kolay oldu, ateşler söndü, din senin sayende yerleşti.

İslâm, seninle güçlendi, kâfirler istemese de Allah'ın dini üstün geldi. İslâm ve müminler, seninle sebat buldu. Sen, fersah fersah öne geçtin. Senden sonrakileri şid­detli bir zorluğa duçar ettin.[286] Sen ardından ağlanmayacak kadar ulusun. Senin ölümün göklerde büyük bir yankı buldu. Sana gelen ölüm musibeti, halkı perişan etti. "İnna Hilalli ve inna ileyhi raciun. /Biz Allah 'tan geldik ve ona döneceğiz-" (Bakara, 156)

Allah'ın kazasına razı olduk, emrine teslim olduk. Allah'a yemin ederim ki, artık senin ölümün gibi bir musibet Müslümanların başına gelmeyecektir. Sen, mü'minler için bir sığınak, bir kale ve sarsılmaz bir dağ gibiydin. Kâfirlere karşı öfke ve gazap idin. Allah seni peygamberine kavuştursun ve bizi senin ecrinden mahrum et­mesin. Senden sonra bizi saptırmasın."

Onun bu konuşması bitinceye kadar herkes sustu. Sonra ağladı, Resûlullah'ın ashabı da ağlamaya başladı. Sonra onu aradılarsa da bir daha bulamadılar.»

5-(1230) ...Safvan el Cemmal şöyle rivayet etmiştir:

Ben, Amir ve Abdullah b. Cuza'a el-Ezdî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanındaydık. Amir ona dedi ki: "Sana kurban olayım. İnsanlar, Emir'ül-Mü'-minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın Rahbe'ye[287] defnedildiğini iddia ediyorlar."

Buyurdu ki: «Hayır.»

Dedi ki: Peki, nereye defnedildi?

Şöyle dedi: «Öldüğü zaman, Hasan (aleyhisselâm), onu Küfe kentinin sırtları­na, yüksek bir tepeye yakın bir yerde el-Gariy denilen yeri soluna ve el-Hiyre deni­len yeri sağına alacak şekilde, beyaz kumlardan oluşan küçük tepecikler arasına def­netti.»

Ravi der ki: Daha sonra ben, İmam'ın tarif ettiği yere ve Emir'ül-Mü'minin'in kabrinin bulunduğunu sandığım yere gittim. Sonra geri dönüp ona haber verdim. Ba­na dedi ki: «Doğru anlamışsın, Allah sana rahmet etsin.» Bu sözü üç kere tekrarladı.

6-(1231) ...Abdullah b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Ömer b. Yezid geldi ve bana: "Atına bin." dedi. Onunla beraber atıma bindim, birlikte Hafs el-Kunnasî'nin evine kadar gittik. Dışarı çıkmasını istedim, o da bizimle birlikte atına bindi. Sonra el-Gariy denilen yere kadar yol aldık. Sonunda bir kabrin başına geldik.

Dedi ki: Atlarınızdan inin, bu, Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’ın kabridir.

Dedik ki: Nereden biliyorsun?

Dedi ki: Buraya Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) ile birlikte -onun Hire'de bulunduğu sırada- bir kaç kere geldim ve o, bunun Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’in kabri olduğunu bana haber verdi."

7-(1232) ...İsa Şelekan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın Mahzumoğulları kabile­sinden dayıları vardı. Onlardan bir genç, Emir'ül-Mü'minin'e geldi ve dedi ki:

"Dayıcığım, kardeşim öldü ve ben bundan dolayı çok üzüldüm"

Ona dedi ki: «Onu görmek ister misin?»

-"Evet." dedi.

Dedi ki: «Bana onun kabrini göster.»

Böylece Emir'ül-Mü'minin dışarı çıktı ve yanında da Resûlullah'ın hırkası var­dı, hırkayı üzerine attı. Kabrin yanına gelince, dudaklarını kıpırdatmaya başladı, son­ra ayağıyla kabre vurdu. Derken, kabrinden çıktı ve Farsça konuşmaya başladı.

Emir'ül-Mü'minin ona: «Sen öldüğünde Arap değil miydin?» dedi.

- "Evet; ama biz falanın ve falanın sünnetleri üzere öldük, bu yüzden dilleri­miz değişti." dedi.»

8-(1233) ...Ebu Hamza, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) vefat edince, Hasan b. Ali (aleyhisselâm), Küfe mescidinde ayağa kalktı, Allah'a hamdü sena etti, sonra Peygamberine salât okudu, ardından şunları söyledi: «Ey insanlar! Bu gece öyle bir adam öldü ki, öncekiler arasında onu geçen olmadı. Sonrakiler arasında ona yetişe­cek biri olmayacaktır. O, Resûlullah'ın bayraktarıydı. Sağında Cebrail, solunda Mikail duruyordu. Allah ona fetih müyesser etmedikçe, savaş meydanından geri dön­mezdi. Allah'a yemin ederim ki, beyaz ve kızıl mallardan, yedi yüz dirhemden başka hiçbir şey geride bırakmadı. O da bağışlarından arta kalandı. Bununla, ailesi için bir hizmetçi satın almak istiyordu. Andolsun o, Musa'nın vasisi Yuşa b. Nun'un öldüğü, İsa b. Meryem'in göğe çıkarıldığı ve Kur'ân'ın indirildiği bir gecede öldü.»

9-(1234) Ali b. Muhammed, merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın cenazesi yıkandığı zaman, evin bir köşesinde şöyle seslenildi: Eğer tabutun baş tarafını tutarsanız, arka tarafını tutmanıza gerek olmaz ve eğer arka tarafını tutarsanız, ön tarafını tutmanıza gerek olmaz.»

10-(1235) ...Habib es-Sicistanî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kızı Fâtıma, Resûlullah'ın gönderi­lişinden beş yıl sonra doğdu. Öldüğünde ömrü, on sekiz yıl, yetmiş beş gündü.»[288]

11-(1236) …Abdullah b. Bukeyr, ashabımızın bazısından, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini, duyduğunu rivayet etmiştir:

«Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) vefat ettiği zaman, Hasan ve Hüseyin ile birlikte iki adam, onu Kûfe'den çıkardılar. Kûfe'yi sağ taraflarına alarak, çöle doğru yola koyuldular. Sonra, cenazesini el-Gariy denilen yere getirdiler. Oraya defnettiler, kabrinin üzerini örterek, geri döndüler.»

114) FATIMA ZEHRA SELÂMULLAHİ ALEYHA'NIN HAYATI BABI

Fâtıma -Ona ve kocasına selâm olsun- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin peygamber olarak gönderilişinden beş sene sonra doğdu. Öldüğünde ömrü, on sekiz yıl, yetmiş beş gündü. Babasından sonra yetmiş beş gün yaşadı.

l-(1237) ...Ebu Ubeyde, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Fâtıma (selâmullahi âleyha), Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin vefatından sonra yetmiş beş gün yaşadı. Babasının ölümünden dolayı büyük bir üzüntü duydu. Cebrail ona geliyor ve babasının ölümünden dolayı onu teselli ediyor, gönlünü hoş tutuyordu. Babasından ve babasının bulunduğu yerden haberler getiri­yordu, olanları, kendisinden sonra zürriyetinin başına gelecek olayları bildiriyor, Ali (aleyhisselâm) da bunları yazıyordu.»

2-(1238) ...Ali b. Cafer, kardeşi Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Fâtıma (selâmullahi âleyha), sıddıka[289] ve şehitti. Nebilerin kız­ları, hayız kanını görmezler.»

3-(1239) ...Ali b. Muhammed el-Hurmuzanî, Ebu Abdullah el-Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm)'in şöyle dediğini aktardı:

«Fâtıma (selâmullahi aleyha) vefat edince Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) onu gizlice defnetti. Kabri tanınmasın diye izleri sildi. Sonra kalkıp Resûlullah'ın kabrine döndü ve dedi ki: «Benden sana selâm olsun ya Resûlullah! Ve şimdi seni ziyaret etmekte olan, toprağa giden, benden ayrılan, senin tarafına geçen, Allah'ın sana bir an önce kavuşmasını irade ettiği kızından.

Selâm olsun sana, Ya Resûlullah! Sevgili kızından ayrılmaktan dolayı sabrım azaldı, dünya kadınlarının efendisinin ayrılığından dolayı direncim gevşedi. Ancak, bir tesellim var ki, senin yokluğunda sünnetin benim için bir dayanaktır. Ben, senin başını istirahatgâhına koydum ve senin mukaddes ruhun, benim boğazımla göğsüm arasından dışarı çıktı.[290] Evet, Allah'ın kitabında benim için kabullerin en güzeli var­dır. "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. / Biz Allah 'tan geldik ve ona döneceğiz." (Ba­kara, 156) Kuşkusuz emanet geri alındı, rehine tutuldu, Zehra elimden çıktı.

Ya Resûlullah, şu masmavi gök ne kadar çirkin ve şu yeryüzü ne kadar toz du­mandır artık. Hüznüm sonsuzdur, gecem uykusuzlukla geçmektedir. Keder hep kalbimdedir. Bu durum, Allah'ın benim için de senin bulunduğun diyarı irade edeceği güne kadar sürecektir. Bir hüznüm var ki, yürek paralayıcı ve bir kederim var ki, he­yecan uyandırıcı. Ne tez oldu aramızda ayrılık! Allah'a şikâyetlerimi bildiriyorum.

Kızın sana ümmetinin nasıl hakkını gasbetme hususunda yarıştıklarını anlatacaktır. Ona sor olup bitenleri, durumu ondan öğren. Onun göğsünü yakan nice dertleri var­dı. Ama onları söyleyecek, açacak bir yol bulamamıştı. Ama şimdi söyleyecek ve Allah da hükmünü bildirecektir. Çünkü o, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.

Selâm size! Veda selâmı. Ama ne kızgın ne de sıkıntılı. Çünkü eğer buradan geri dönüyorsam bu sıkıntılı oluşumdan dolayı değildir ve eğer kalırsam bu Allah'ın sabredenler için öngördüğü ödülden yana ümitsizliğe düştüğüm anlamına gelmez. Vah! Vah! Sabır, daha güvenli ve daha güzeldir. Eğer, düşmanların saldırılarından[291] endişe etmeseydim burada bekler, itikâf ederdim. Çocuğu ölmüş yaslı bir kadın gibi bu musibetten dolayı matem tutardım.

Allah'ın gözetimi altında, kızın gizlice defnedildi. Hakkı çiğnendi, mirasına el kondu. Hâlbuki aradan çok zaman geçmemişti ve senin hatıran eskimemişti. Ya Resûlullah, şikâyetimiz Allah'adır. Ya Resûlullah, en güzel teselli de sendendir. Allah­'ın salâtı ve hoşnutluğu senin ve onun üzerine olsun.»

4-(1240) ...Mufaddal şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: "Fâtıma (selâmullahi aleyha)’yı kim yıkadı?"

-  «Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm).» dedi.

İmam'dan duyduğum bu sözler hayretimi uyandırmış olacak ki, İmam bana şöyle dedi: «Sana söylediğim bu sözlerden dolayı için daralmış gibi.»

-  "Öyle oldu" dedim, "Sana kurban olayım."

Dedi ki: «İçin daralmasın, çünkü Fâtıma sıddıkadır (masumdur), onu ancak onun gibi sıddık biri yıkayabilir. Meryem'i İsa'dan başkasının yıkayamadığını bilmi­yor musun?»      

5-(1241) ...Abdullah b. Muhammed el-Cu'fı, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aley­hisselâm) ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«O adamlar, yaptıklarını yaparken[292] Fâtıma (selâmullahi aleyha), Ömer'in yakasından tuttu ve çekti, sonra şöyle dedi:

«Allah'a yemin ederim ki, ey Hattaboğlu! Eğer, günahsız insanlara belâ isabet etmesinden korkmasaydım, biliyorsun ki, Allah'a yemin ederdim ve duama çabuk icabet ettiğini görürdün.»

6-(1242) ...Yezid b. Abdulmelik, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Fâtıma (selâmullahi aleyha) doğduğu zaman, Allah bir meleğe vahyetti ki, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin lisanına adının Fâtıma olduğunu söyletsin.

Sonra dedi ki: Ben seni, ilimle sütten kestim. Hayız kanından kestim.

Sonra Ebu Cafer (aleyhisselâm) şöyle dedi: Andolsun yüce Allah, onu ilimle sütten kesmişti ve misaktan beri onu hayız kanından uzak tutmuştu.»

7-(1243) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) Fâtıma (selâmullahi aleyha)’a dedi ki:

«Ey Fâtıma! Kalk ve o siniyi çıkar»

Fâtıma kalktı, siniyi çıkardı, sinide yağlı ekmek ve pişmiş et vardı. Nebi, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin bu yiyecekten on üç gün boyunca yediler.

Sonra Ümmü Eymen, Hüseyin'in yanında bir şeyler olduğunu gördü ve ona: "Bunu nereden buldun?" dedi.

Hüseyin: «Günlerdir bundan yiyoruz.» dedi.

Bunun üzerine Ümmü Eymen, Fâtıma'nın yanına geldi ve dedi ki: "Ey Fâtı­ma! Ümmü Eymen'in yanında bir şey olursa, ondan mutlaka Fâtıma'ya ve çocukları­na verir, Fâtıma'nın yanında bir şey olsa, ondan Ümmü Eymen'e vermez mi?"

Bunun üzerine Fâtıma sinideki yiyeceklerin bir kısmını getirdi, Ümmü Eymen ondan yedi ve yiyecekler tükendi.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Fâtıma'ya dedi ki: «Eğer bu yiyeceği Üm­mü Eymen'e yedirmeseydin, sen ve senin soyun, kıyamete kadar ondan yerdiniz.»

Sonra Ebu Cafer dedi ki: «Bu sini bizim yanımızdadır, bizden olan Mehdî (aleyhisselâm) ortaya çıkınca kendi zamanında bu siniyi meydana çıkarır.»

8-(1244) ...Ali b. Cafer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin oturduğu bir sırada yirmi dört tane yüzü bulunan bir melek yanına geldi.

Resûlullah ona dedi ki: «Dostum Cebrail, seni bu şekilde hiç görmemiştim.»

Melek: "Ben Cebrail değilim Ya Muhammed!" dedi. Allah Azze ve Celle, be­ni "bir nuru bir diğer nurla evlendirmem için gönderdi"

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi):«Kimi kiminle?» dedi.

-"Fâtıma'yı Ali ile" dedi. Melek arkasını dönünce omuzlarının arasında, "Muhammed'ün Resûlullah, Ali'yyün vasîyyuhu / Muhammed Allah'ın Resulüdür. Ali de onun vasisidir." cümlelerinin yazılı olduğu görüldü.

Resûlullah dedi ki: Bu yazı ne zamandan beri omuzlarının arasında yazılıdır?

Dedi ki: "Allah'ın Âdem'i yaratmasından yirmi iki bin yıl önceden beri.»

9-(1245) ...Ahmed b. Muhammed b. Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rı­za (aleyhisselâm)'a Fâtıma (selâmullahi aleyha)'nın kabrinin nerede olduğunu sordum.

-«Evinde defnedildi.» dedi. Sonra Ümeyye oğulları mescidi genişletince, kab­ri de mescide katıldı.»

10-(1246) ...Yunus b. Zabyan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Eğer Al­lah Tebareke ve Tealâ, Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm)'ı Fâtıma için yaratmış olmasaydı, yeryüzünde Âdem'den bu yana ona denk olacak biri bulunmazdı.»

115) HASAN B. ALİ'NİN -SALAVATULLAHİ ALEYHİMA- HAYATI BABI

Hasan b. Ali (aleyhisselâm), hicretten iki yıl sonra, Bedir savaşının olduğu se­nenin, Ramazan ayında doğdu. Bir rivayete göre, hicretten üç yıl sonra doğmuştur. Kırk dokuz yılının, safer ayının sonunda vefat etmiştir. Öldüğünde kırk yedi sene ve bir kaç aydı ömrü. Anası, Resûlullah'ın kızı Fâtıma (selâmullahi aleyha)’dır.

1-(1247) ...Abdullah b. Sinan, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şu sözlerini dinlediğini söyleyen birinden rivayet etmiş ki:

«Hasan (aleyhisselâm) vefat edeceği sırada ağladı.

Orada bulunanlar dediler ki: "Ey Resûlullah'ın oğlu! Sen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye bu kadar yakınken, buna rağmen ağlıyor musun? Üstelik Resûlul­lah senin hakkında övgü dolu sözler söylemiştir. Yirmi kere yaya olarak hacca git­tin, üç kere bütün varlığını hatta ayakkabılarını insanlara dağıttın."

Dedi ki: «İki şey için ağlıyorum: İçinde bulunulan durumun dehşeti ve dost­lardan ayrılık.»

2-(1248) ...Ebu Basir Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hasan b. Ali (aleyhisselâm) vefat ettiği zaman kırk yedi yaşındaydı ve hicre­tin ellinci senesiydi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den sonra kırk sene yaşadı.»

3-(1249) ...Ebu Bekr el-Hadramî şöyle rivayet etmiştir:

Eş'as b. Kays el Kindî-'nin kızı Ca'de, Hasan b. Ali (aleyhisselâm)'a ve onun cariyesine zehir verdi. Cariyesi zehiri kustu. Fakat zehir Hasan'ın midesinde kaldı, şişti ve sonunda vefat etti.»

4-(1250) ...İsmail b. Mihran, el Kunasî'den, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hasan b. Ali (aleyhisselâm)’ın umre yapmak amacıyla çıktığı seferlerin birin­de, yanında Zübeyr'in çocuklarından biri de bulunuyordu. Bu adam Hasan (aleyhisse­lâm)’ın imamlığına inanıyordu. Bir suyun başında, kurumuş bir hurma ağacının al­tında konakladılar. Hurma susuzluktan kurumuştu. Hasan (aleyhisselâm) için hurma­nın altına bir sergi serildi, Zübeyr'in çocuğu için de bir başka hurma ağacının altına ve onun hizasına gelecek şekilde bir sergi serildi.

Zübeyr'in çocuğu başını kaldırarak dedi ki: "Eğer bu hurma ağacının dalların­da hurma meyveleri olsaydı, onlardan yerdik"

Hasan ona dedi ki: «Hurma mı yemek istiyorsun?»

Zübeyr'in çocuğu: "Evet." dedi.

Bunun üzerine Hasan (aleyhisselâm) ellerini göğe doğru kaldırdı ve benim an­lamadığım sözlerle dua etti. Hurma ağacı derhal yeşerdi, sonra eski haline döndü, yaprak açtı ve hurma meyveleri dallarında belirmeye başladı.

Kiraladıkları deveci dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, bu sihirdir"

Hasan (aleyhisselâm) ona şu karşılığı verdi: «Yazıklar olsun sana. Bu sihir de­ğil, bilâkis peygamberin oğlunun kabul gören duasıdır.»

Sonra hurma ağacına çıktılar, meyveleri topladılar, topladıkları meyveler ken­dilerine yetti.»

5-(1251) ...İbn Ebu Umeyr, hadis rivayet ettiği adamlarından, onlar da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: Allah'ın biri şarkta, biri de garpta iki şehri vardır.

Bu şehirler demirden surlarla çevrilmişlerdir. Her birinin bir milyon kapısı vardır. Orada yetmiş milyon dil vardır. Her bir dilin konuşması diğer dilden farklıdır. Ben bu dillerin tamamını, iki şehrin içinde, ikisinin arasında ve ikisinin üzerinde olanları bilirim. İki şehir üzerinde benden ve kardeşim Hüseyin'den başka hüccet yoktur.»[293]

6-(1252) ...Ebu Usame, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Hasan b. Ali (aleyhisselâm), bir sene yürüyerek Mekke'ye gitti. Bu­nun sonucunda ayakları şişti. Kölelerinden biri: "Eğer bir bineğin sırtına binersen ayaklarındaki bu şişkinlik diner." dedi.

Dedi ki: «Asla! Eğer şu konağa gelirsek, orada yanında yağ bulunan siyah bir adam karşına çıkacak, o yağı ondan satın al ve sakın ucuz almak için çene çalma.»

Kölesi ona dedi ki: "Anam babam sana feda olsun, buraya kadar geldik, hiçbir konakta bu ilacı satan biriyle karşılaşmadık."

Dedi ki: «Bilâkis sözünü ettiğim adam, menzilimize yakın ve senin önündedir»

Bir mil yol aldıktan sonra, siyah bir adamla karşılaştılar. Hasan (aleyhisselâm) kölesine dedi ki: «Adamın yanına git, yağı ondan satın al ve bedelini öde.»

Siyah adam dedi ki: "Ey hizmetçi bu yağı kimin için satın alıyorsun?

Hizmetçi: "Hasan b. Ali (aleyhisselâm) için satın alıyorum" dedi.

Bunun üzerine: "Beni de onun yanına götür." dedi.

Hizmetçi, siyah adamı Hasan (aleyhisselâm)’ın yanına götürdü.

Dedi ki: Anam babam sana feda olsun, bu yağa ihtiyacın olduğunu bilmiyor­dum. Ben bunun için sizden bedel almayacağım. Ben de senin hizmetçinim. Ancak "Allah'a, bana sağlıklı ve siz Ehl-i Beyt'i seven bir erkek çocuğu bahşetmesi için dua et. Çünkü buraya geldiğimde karım doğum sancıları çekiyordu."

Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Evine git. Allah sana sağlıklı ve bizim Şiâmız olacak bir erkek çocuğu bağışladı.»

116) HÜSEYİN B. ALİ ALEYHİSSELAM'IN HAYATI BABI

Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm) hicri üçüncü yılda doğdu ve hicretin altmış birin­ci yılında muharrem ayında vefat etti. Vefat ettiğinde yaşı, elli yedi yıl ve bir kaç ay­dı. Yezid b. Muaviye'nin -Allah lanet etsin- halifeliği zamanında Küfe valisi Ubeydullah b. Ziyad -Allah lanet etsin- tarafından öldürüldü. Kendisiyle savaşan ordunun komutanı Ömer b. Sa'd -Allah lanet etsin- onu öldürdü. Muharremin onunda, Pazar­tesi günü şehit edildi. Annesi, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kızı Fâtıma'dır.

l-(1253) ...Ebu Basir Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm), aşura günü, elli yedi yaşındayken vefat etti.»

2-(1254) ...Abdurrahman el-Arzemî Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hasan ve Hüseyin (aleyhimusselâm) arasında bir (aybaşı ha­linden) temizlenme vakti kadar bir süre vardır. Altı ay on gün aralıkla doğmuşlardır.»

3-(1255) ...Ebu Hatice, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Fâtıma (selâmullahi aleyha) Hüseyin (aleyhisselâm)'a hamile kalınca, Cebrail Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye geldi ve dedi ki:

"Fâtıma bir oğul doğuracak, senin ümmetin senden sonra onu öldürecektir." Bu yüzden Fâtıma, Hüseyin'e hamile kaldığında bundan hoşnut olmadı, do­ğurduğunda da hoşnut olmadı.

Sonra Ebu Abdullah (aleyhisselâm) şöyle dedi: «Dünyada bir annenin erkek ço­cuğu doğurduğuna sevinmediği görülmüş şey değildir. Ancak Fâtıma onu doğurdu­ğuna sevinmedi, çünkü öldürüleceğini biliyordu. Şu âyet de bu olayla ilgili olarak inmiştir. "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer." (Ahkâf, 15)»

4-(1256) ...Muhammed b. Amr ez-Zeyyat, arkadaşlarımızın birinden, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Cebrail (aleyhisselâm) Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye indi ve ona dedi ki: "Ya Muhammed! Allah sana, Fâtıma'mn doğuracağı ve senden sonra ümmetinin öldüreceği bir erkek çocuk müjdeler."

Dedi ki: «Ey Cebrail! Rabbime selâm söyle, benim, Fâtıma'nın doğuracağı ve benden sonra ümmetim tarafından öldürülecek olan bir erkek çocuğuna ihtiyacım yoktur.» Cebrail göğe yükseldi, sonra tekrar indi ve önceki sözlerini yineledi.

Peygamberimiz dedi ki: «Ey Cebrail! Rabbime selâm olsun, benim, benden sonra ümmetim tarafından öldürülecek bir oğula ihtiyacım yoktur.»

Cebrail göğe yükseldi, tekrar indi ve dedi ki: "Ya Muhammedi Rabbin sana selâm söylüyor ve imamlık, velayet ve vasilik misyonunu senin zürriyetine verdiğini müjdeliyor."

Peygamberimiz: «Şimdi razı oldum.» dedi.

Sonra Fâtıma (selâmullahi aleyha)’ya «Allah bana senin doğuracağın ve benden sonra ümmetimin öldüreceği bir erkek çocuğunu müjdeledi.» diye haber gönderdi.

Fâtıma: "Benim doğuracağım ve senden sonra ümmetin tarafından öldürüle­cek olan bir erkek çocuğuna ihtiyacım yoktur." diye cevap gönderdi.

Peygamberimiz ona tekrar haber gönderdi ki: «Allah imamlığı, velayeti ve va­siliği benim zürriyetime bahşetti.»

Bunun üzerine Fâtıma şu cevabı gönderdi: "Şimdi razı oldum."

"Onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşma varınca der ki: "Rabbim! Bana ve anne babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı te­min et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir." (Ahkâf, 15) Eğer "zürriyetim için de iyiliği devam ettir." demeseydi, zürriyetinin tümü imam olurdu.

Hüseyin (aleyhisselâm), ne Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın ne de başka bir kadı­nın sütünü emmiş değildir. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)nın yanına getirilir ve o, başparmağını ağzına koyar ve o da kendisi üç gün boyunca tok tutacak kadar emerdi. Böylece Hüseyin'in eti peygamberimizin etinden ve kanı da Peygamber'in kanından beslenerek gelişti. Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)'dan ve Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm)dan başka ana rahminde altı ay kalıp doğan kimse yoktur.»

Ebu'l-Hasan er-Rıza'ya dayandırılan diğer bir rivayette ise şöyle deniyor: «Hüseyin Peygamberimiz'in yanına getirilir, o da dilini ağzına koyar, Hüseyin, Pey­gamberimizin dilini emer, doyduğu için de artık hiçbir kadının sütünü emmezdi.»

5-(1257) Ali b. Muhammed merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisse­lâm)' dan şöyle rivayet etmiştir:

«"Bunun üzerine İbrahim yıldızlara şöyle bir baktı. Ben hastayım, dedi." (Saffat, 88-89) İbrahim (aleyhisselâm) yıldızlara baktı, yıldız he­sabına göre, Hüseyin (aleyhisselâm)’ın başına gelenleri gördü. Bunun üzerine, Hüse­yin (aleyhisselâm)’ın başına gelenlerden dolayı "hastayım." dedi.»

6-(1258) ...Ahmed b. Muhammed, Muhammed b. Hasan'dan, o Muhammed b. İsa b. Ubeyd'den, o Ali b. Esbat'tan, o Seyf b. Amire'den, o Muhammed b. Humran'dan, o Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Hüseyin (aleyhisselâm)'a olanlar olduğu zaman melekler ağlamaya başlayarak Allah'a dediler ki: Senin safın ve peygamberinin oğlu Hüseyin'e bunlar mı yapılacak?

Bunun üzerine Allah, Mehdî (aleyhisselâm)’ın gölgesini onlara gösterdi ve şöy­le dedi: «Bununla onun intikamını alacağım.»

7-(1259) ...Abdulmelik b. A'yen, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah'ın Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm)’a yönelik yardımı, göklerle yer arasındaki bir yere kadar geldiğinde, Hüseyin yardım ile Allah'a kavuş­ma arasında muhayyer bırakıldı. Hüseyin, Allah'a kavuşmayı tercih etti.»

8-(1260) Hüseyin b. Muhammed dedi ki:

Bana Ebu Kureyb ve Ebu Said el-Eş'ac anlattılar ki: Bize Abdullah b. İdris anlattı, o da babası İdris b. Abdullah el-Evdî'den duymuş ki:

Hüseyin (aleyhisselâm) öldürüldüğü zaman, onu öldürenler, atlarla cesedini çiğ­nemek istediler. Fizze adlı cariye, Zeyneb'e dedi ki:

"Ey Hanımım! Bir geminin denizde gövdesi kırıldı, bir adaya yanaşmak zorun­da kaldı. Ben de adaya çıktım. Orada bir aslan gördüm.

Dedim ki: Ey Ebu'l-Haris! Ben Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin mevlâsıyım. Bunun üzerine önümde durup munis bir şekilde mırıldanmaya başladı. Derken onu gideceği yolun başına getirdi. Aslan şu anda bir köşede hasta yatıyor. Bana izin ver, gidip ona yarın Hüseyin (aleyhisselâm)'a ne yapmak istediklerini haber vereyim.

Sonunda Fizze, aslanın bulunduğu yere gitti ve ona: "Ey Ebu'l-Haris! dedi.

Aslan başını kaldırdı. Dedi ki: "Yarın Ebu Abdullah (Hüseyin aleyhisselâm)a ne yapacaklarını biliyor musun? Yarın onun cesedini atların ayaklarının altında çiğ­nemek istiyorlar."

Bunun üzerine aslan geldi ve ayağını Hüseyin (aleyhisselâm)’ın cesedinin üze­rine koydu, öylece bekledi. Atlılar hücuma geçtiklerinde aslanı orada gördüler.

Ömer b. Sa'd -Allah lanet etsin- onlara dedi ki: "Bu bir fitnedir, bu fitneyi uyandırmayın. Hemen geri dönün." Askerler de geri döndüler.[294]

9-(1261) ...Maskale et-Tahhan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Hüseyin (aleyhisselâm) öldürüldüğü za­man, Kelbiye kabilesine mensup eşi,[295] yasını tutup ağladı, diğer kadınlar ve hizmetçi­ler de ağladılar. Sonunda gözyaşları kurudu. Artık gözlerinden yaş akmaz oldu. O sı­rada cariyelerinden birinin ağladığını ve gözyaşlarının aktığını gördü.

Ona dedi ki: Niçin aramızda sadece senin gözyaşların akıyor?

Dedi ki: Yorgun düşüp takatsiz düştüğüm zaman sevik şerbetini içtim.

O da kendisi için sevik yemeğinin hazırlanmasını emretti. Yedi, içti ve diğer kadınlara da yedirip içirdi. Ardından şunları söyledi: "Bunu yapmaktaki maksadımız, Hüseyin (aleyhisselâm) için ağlayacak gücü kendimizde bulmamızdır."

Bir adam, Hüseyin (aleyhisselâm)’ın Kelbiye kabilesine mensup eşine bir kaç tane siyah kuş armağan etti ki, Hüseyin'in yasını tutarken bunlardan yardım görsün.

O kuşları gördüğü zaman: "Bunlar nedir?" dedi.

Dediler ki: Falan adam armağan etti ki, Hüseyin'in yasını tutarken onlardan yararlanasın.

Dedi ki: Biz düğün yapmıyoruz ki, bunları ne yapacağız?

Sonra bu kuşların evden çıkarılmasını emretti. Kuşlar evden çıkarılınca, bir da­ha varlıkları hissedilmedi. Adeta gökle yer arasında uçup gittiler. Evden çıkarıldıktan sonra bir daha onların izine hiç rastlanmadı.»[296]

117) ALİ B. HÜSEYİN ALEYHİSSELÂM'IN HAYATI BABI

Ali b. Hüseyin, hicretin otuz sekizinci senesinde doğdu. Doksan beşinci yılında da vefat etti. Vefat ettiğinde elli yedi yaşındaydı. Annesi, Kisra Eberviz oğlu, Şireveyh oğlu Şehriyar oğlu Yezdcerd'in kızı Selâmet'ti. Yezdcerd Farsların son kralıydı.

l-(1262) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Yezdcerd'in kızı Ömer'in huzuruna getirilince, Medine'nin kızları onu sey­retmek için akın ettiler. Mescide girdiğinde her tarafı parlaklığıyla aydınlatıyordu. Ömer ona bakınca: "Uf! Biruc Bada Hürmüz!/Vay! Hürmüz'ün zamanı karardı!"dedi

Ömer: "Bu kadın bana sövüyor mu?" dedi ve ona yöneldi.

Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm), Ömer'e dedi ki: "Bu sana ait değildir. Onu serbest bırak, kendisine Müslüman bir erkek seçsin. Bunu onun ganimet payına say."

Bunun üzerine Ömer, kızı serbest bıraktı, o da geldi elini Hüseyin (aleyhisse­lâm)’ın başının üzerine koydu.

Emir'ül-Mü'minin ona dedi ki: «İsmin nedir?»                        

- "Cihanşah" dedi.

Emir'ül-Mü'minin: «Bilakis senin adın, Şehrebanuveyh'tir.»

Sonra, Hüseyin (aleyhisselâm)'a dedi ki: «Bu kadın sana yeryüzünün en hayırlı insanını doğuracaktır.»

Ondan Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) dünyaya geldi. Ali b. Hüseyin'e iki seçil­mişin oğlu denirdi. Çünkü Allah, onu Araplardan Haşim'in ve Acemlerden de Fars'ın soyundan seçmişti. Rivayet edilir ki, Ebu'l-Esved ed-Düeli, onun hakkında şunları söylemiştir: "Bir çocuk ki, bir tarafı Kisra bir tarafı Haşim

Hiç kuşkusuz, üzerine pazubend asılan çocuk şereflidir."

2-(1263) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın dişi bir devesi vardı. Onun sırtında yirmi iki kere hacca gitti. Bir kere dahi o deveye vurmadı. Onun ölümünden sonra bir şeyden haberimiz yokken, hizmetçilerimizden veya kölelerimizden biri geldi ve şöyle dedi:

"Deve bulunduğu yerden dışarı çıktı, Ali b. Hüseyin'in kabrinin başına geldi, orada diz çöktü, boynunu kabre sürdü ve inlemeye başladı."

Dedim ki: «Onu yakalayın ve insanlar onu görmeden önce bana getirin.»

İmam dedi ki: «Deve, daha önce kabri hiç görmemişti.»

3-(1264) ...Hafs el-Behterî, kendisine anlatan birinden, o da Ebu Cafer (Mu­hammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ali b. Hüseyin (Zeyn'ül-Âbidin aleyhisselâm) vefat edince, ona ait dişi bir deve meradan ayrılıp geldi ve boynunu kabrin üzerine koydu, toprağa sürttü. Ben, onun tekrar meraya götürülmesini emrettim. Babam onun sırtında hacca gider, umre ziya­retinde bulunurdu, bir kere dahi ona kırbaç vurmamıştır.»

4-(1265) ...Ebu İmare, bir adamdan, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)a şu fani dünyadan ayrılacağı vaat edildiği ge­ce, Muhammed (aleyhisselâm)a dedi ki: «Ey oğulcuğum! Bana abdest suyu getir.»

Gittim, ona abdest suyu getirdim.

Dedi ki: «Bunu istemiyorum, çünkü içinde murdar bir şey var.»

Kalktım bir çıra getirdim, baktım ki, içinde ölü bir fare var. Bunun üzerine başka bir su getirdim.

Dedi ki: «Ey oğulcuğum! Bu gece, dünyadan ayrılmanın bana vaat edildiği bir gecedir.»

Sonra dişi devesi için bir ahır hazırlanmasını ve yeminin hazırlanıp ahıra ko­nulmasını vasiyet etti. Çok geçmeden deve ahırından dışarı çıktı, kabrin başına gel­di, boynunu kabrin üzerine koyarak, sürtünmeye başladı, gözleri yaşlarla doldu.»

Muhammed b. Ali (İmam Bakır aleyhisselâm)’ın yanına gelip şöyle dediler:

"Deve ahırından dışarı çıktı."

İmam devenin yanına geldi ve dedi ki: «Şimdi sakin ol! Ve kalk! Allah seni mübarek kılsın.» Fakat deve oradan ayrılmadı. Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) Mekke'­ye gittiği zaman bu devenin palanına bir kırbaç bağlardı; fakat ona hiçbir zaman vur­mazdı. Medine'ye dönünceye kadar kırbaç devenin palanında öylece asılı kalırdı.»

Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm), karanlık gecelerde dışarı çıkar, içinde dinar ve dirhem keselerinin bulunduğu bir torbayı sırtlayarak kapı kapı dolaşırdı. Kapıları ça­lar ve dışarı çıkana bu keselerden birini verirdi. Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat edince, insanlar artık kimsenin böyle bir şey yapmadığını gördüler. O zaman bunu, Ali (aleyhisselâm)’ın yaptığını anladılar.»

5-(1266) ...Hasan b. Ali b. Binti İlyas şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat edeceği sırada bayıldı, sonra gözlerini açtı ve Vakıa suresi ile Fetih suresini okudu. Ardından şöyle dedi: «Bize verdiği sözde sadık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamd olsun. İyi amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş." (Zümer, 74) Bunu söyler söylemez vefat etti, başka hiçbir şey söylemedi.»

6-(1267) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Ali b. Hüseyin (Zeynül-Âbidin aleyhisselâm) vefat ettiği zaman elli yedi yaşındaydı. Hicretin doksan beşinci senesinde vefat etti. Hüseyin (aleyhisselâm) 'dan sonra otuz beş sene yaşadı.»

118) EBU CAFER MUHAMMED B. ALİ ALEYHİSSELAM'IN HAYATI BABI

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) hicretin elli yedinci senesinde doğdu, yüz on dördüncü senesinde vefat etti. Vefat ettiği zaman elli yedi yaşındaydı. Medi­ne'de el-Baki mezarlığında babası Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın defnedildiği kabre defnedildi. Annesi, Hasan b. Ali b. Ebu Talip'in kızı Ümmü Abdullah'tır.

-Selâm onların ve yol gösterici zürriyetlerinin üzerine olsun.-

1-(1268) ...Ebu Sabbah, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Annem, bir duvarın yanında oturuyordu. Ansızın duvar yarıldı, gü­rültülü bir şekilde yıkılacak oldu. Annem, eliyle işaret ederek, "Hayır, Mustafa'nın hakkı için, Allah sana yıkılma izni vermedi." dedi.

Annem oradan ayrılıncaya kadar duvar, havada asılı kaldı. Sonra babam, onun adına yüz dinar sadaka verdi.

Ebu Sabbah der ki: "Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm), babası­nın annesini yani büyükannesini andı ve şöyle dedi: «O doğru sözlü bir kadındı. Ha­san (aleyhisselâm)’ın soyunda onun gibi bir kadına bir daha rastlanmadı.»

Muhammed b. Hasan, Abdullah b. Ahmed'den buna benzer bir hadis rivayet etmiştir.

2-(1269) ...Eban b. Tağlib, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Cabir b. Abdullah el-Ensarî, Resulullah'ın ashabından hayatta ka­lan son kişiydi. Kendini tamamen biz Ehl-i Beyt'e adamıştı. Resulullah'ın mescidin­de oturur, başına siyah bir sarık sarardı ve: "Ya Bakır el-İlm" diye seslenirdi.

Medineliler: "Cabir saçmalıyor." derlerdi.

O da şu karşılığı verirdi: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, saçmalamıyorum. Fakat ben Resulullah'ın şöyle dediğini duydum: «Sen benim soyumdan gelen bir adamla karşılaşacaksın. İsmi benim ismim ve şekli benim şeklim olacak. Bu adam ilmi açacak, genişletecektir.» İşte bu şekilde bağırmamın sebebi budur."

Cabir bu şekilde bu sözlerini tekrarlarken bir gün, Medine'de yolda bir grup talebeyle karşılaştı, bunlar arasında Muhammed b. Ali de vardı.

Dedi ki: "Ey delikanlı! Bana baksana."

Muhammed b. Ali dönüp ona baktı. Sonra: "Arkanı dön." dedi.

O da arkasını döndü, sonra şöyle dedi: "Nefsimi elinde tutana yemin olsun ki, tam da Resûlullah'ın şekli. Ey delikanlı! Adın nedir?"

Dedi ki: «Adım, Muhammed b. Ali b. Hüseyin'dir.»

Derhal ona yöneldi, başını öptü ve şöyle dedi: "Anam babam, sana feda olsun. Baban Resûlullah sana selâm söyledi ve şöyle şöyle" dedi. Muhammed b. Ali b. Hü­seyin heyecanlı bir şekilde babasının yanına döndü ve olayı anlattı. Babası ona dedi ki: «Ey oğlum! Bunu Cabir mi yaptı?»

- "Evet." dedi.

Bunun üzerine, şöyle dedi: «Ey oğlum! Evinde otur.»[297]

Cabir, her günün sabahında ve akşamında onun yanına gelip hizmetinde bulu­nurdu. Medineliler şöyle diyorlardı: "Cabir, hayret verici bir şey yapıyor. Sabah ak­şam şu çocuğun yanına gelip hizmet ediyor, hâlbuki o, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin hayatta kalan son sahabesidir"

Çok geçmeden Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat etti. Muhammed b. Ali, Re­sûlullah'ın arkadaşı olması hasebiyle bir saygı gösterisi olarak Cabir'in yanına gelir­di. Yanında oturur, toplananlara Allah'ın sözlerini açıklardı. Medineliler şöyle deme­ye başladılar: "Bu delikanlıdan daha cüretkar birini görmedik."

Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin sözlerini aktardı.

Bu sefer Medineliler, şöyle dediler: "Bundan daha yalancısını görmedik. Gör­mediği bir kimseden hadis aktarıyor."

Bu tür sözler söylediklerini duyunca, bu sefer Cabir b. Abdullah'tan rivayet etti. Bunun üzerine Medineliler onu doğrulamaya başladılar. Hâlbuki Cabir b. Ab­dullah onun yanına geliyor, ondan öğreniyordu.»

3-(1270) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve ona dedim ki: "Siz Resûlullah'ın vârisleri misiniz?"

-«Evet.» dedi.

Dedim ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bütün nebilerin vârisi ve onla­rın bildiği her şeyi bilen miydi?"

-Bana, «Evet.» dedi.

Dedim ki: O halde siz, ölüleri diriltme, alacalı ve kötürümü iyileştirme gücüne sahip misiniz?

-«Evet.» dedi. «Allah'ın izniyle.»

Sonra bana dedi ki: «Yaklaş ey Ebu Muhammed!»

Yaklaştım, yüzümü ve gözlerimi meshetti. Bunun üzerine güneşi, gökleri, ye­ri, evleri ve şehirde olan her şeyi gördüm. Sonra bana dedi ki:

«Böyle kalmayı ve kıyamet günü insanların sevap ve günahlarına ortak olma­yı mı istersin, yoksa eski haline dönüp doğrudan cennete gitmeyi mi istersin?»

Dedim ki: "Eskiden olduğum hale dönmeyi isterim." Bunun üzerine gözümü meshetti ve eskiden olduğum şekle döndüm. Bu olayı, İbn Ebu Umeyr'e anlattım, bana: "Gündüzün hak olduğu gibi bunun da hak olduğuna şehadet ederim, dedi."

4-(1271) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün, Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum, birden iki çift kum­ru gelip duvara kondular. Kendi dillerince ötmeye başladılar. Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) bir saat boyunca onların sözlerine karşılık verdi. Sonra uçmaya hazırlandılar, duvarın öbür tarafına uçtuktan sonra, erkek kumru bir saat kadar dişi kumruyla konuştu. Sonra uçup gittiler.

Ben dedim ki: Kurban olayım sana, bu kuşların sorunu nedir?

Dedi ki: «Ey İbn Müslim! Allah'ın yarattığı her şey, kuş ve hayvan veya canlı olan başka bir şey mutlaka bizi dinler ve Ademoğullarından daha çok bize itaat eder­ler. Şu kumru, dişisinden kuşkulanıyordu, dişisi de yapmadım diye yemin ediyordu.

Dişisi ona dedi ki: "Muhammed b. Ali'nin hakemliğini kabul ediyor musun?"

Benim hakemliğimi kabul ettiler, ben de erkek kumruya dedim ki: «Sen eşine haksızlık ediyorsun.»

Bunun üzerine, eşinin doğru söylediğini kabul etti.

5-(1272) ...Ebu Bekr el-Hadramî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) Şam'a Halife Hişam b. Abdulmelik'in yanına götürülünce, sarayı­nın kapısına vardığında Hişam, arkadaşlarına ve huzurunda bulunan Emevi kabilesi­nin mensuplarına dedi ki: "Benim, Muhammed b. Ali'yi ayıpladığımı, sonra sustuğu­mu görünce, teker teker siz de onu ayıplayın." Sonra içeri alınmasını emretti.

Ebu Cafer (aleyhisselâm) içeri girince, eliyle hepsine birden selâm verdi. Sonra oturdu. Bu davranışı karşısında Hişam'ın ona yönelik kini daha da arttı. Çünkü ona özel halifelik selâmını vermediği gibi izinsiz oturmuştu. Ona yöneldi ve ayıplamaya başladı ve şunları söyledi: "Ey Muhammed b. Ali! Her zaman sizden biri çıkıyor, Müslümanların birliğini bozuyor. İnsanları kendine uymaya davet ediyor, beyinsiz­liğinden ve ilminin eksikliğinden dolayı kendisinin imam olduğunu iddia ediyor."

Böylece ayıplamak istediği şeylerle İmam'ı kınadı. Halife susunca, meclistekiler de peşpeşe en sonuncusuna varıncaya kadar onu kınadılar. Herkes susunca, İmam ayağa kalktı ve şunları söyledi: «Ey İnsanlar! Nereye gidiyorsunuz ve size ne yapılmak isteniyor? Allah, bizimle sizin öncekilerinizi doğru yola iletti. Sonrakileri­nizi de bizim bereketimizle hidâyete erdirdi. Şayet sizin tez elden kavuşulan bir sal­tanatınız varsa, bizim de geç de olsa gelecek olan büyük bir saltanatımız var. Ama bizim saltanatımızdan sonra başkasının saltanatı olmayacaktır. Çünkü biz, akıbet ehliyiz ve Allah Azze ve Celle: "Akıbet muttakilerindir."(A'raf, 128) diyor.»

Bunun üzerine halife, hapse atılmasını emretti. Hapse girince, tutuklularla ko­nuşmaya başladı, bütün tutuklular onun sözlerini canı gönülden dinlemeye başladı­lar. Hapishane yöneticisi Hişam'a geldi ve dedi ki: "Ey Müminlerin Emiri! Ben, Şam ehlinin seni bu makamından alaşağı etmelerinden korkuyorum." Sonra, olup bitenle­ri ona anlattı.

Bunun üzerine halife, İmam ve arkadaşlarının posta kervanıyla Medine'ye ge­ri götürülmelerini emretti. Bu arada, çarşılara çıkarılmamalarını, bir şeyler yiyip iç­melerinin engellenmesini istedi. Üç gün boyunca hiçbir şey yemeden, içmeden yol aldılar. Ta ki, Medyen'e varıncaya kadar. Şehrin kapıları üzerlerine kapatıldı, İmam'ın arkadaşları açlıktan ve susuzluktan şikâyet ettiler. İmam, şehre bakan bir dağın üzerine çıktı ve yüksek sesle şöyle dedi: «Ey halkı zâlim olan kentin ahalisi! Ben, Allah'ın bakiyesiyim ve Allah şöyle buyuruyor: "Eğer inanıyorsanız, Allah'ın baki­yesi sizin için daha hayırlıdır ve ben sizin üzerinizde bekçi değilim." (Hûd, 86)» İçlerinde yaşlı bir adam vardı. Şehrin ahalisinin yanına geldi ve dedi ki: "Ey topluluk! Allah'a yemin ederim ki, bu Şuayb peygamberin çağrısına ben­ziyor. Eğer, siz bu adama çarşılarınızı açmazsanız, tepenizden ve ayağınızın altından belaya yakalanırsınız. Bu sefer beni doğrulayın ve bana uyun. Sonra beni yalanlaya­bilirsiniz, çünkü ben sizin iyiliğinizi istiyorum."

Bunun üzerine derhal, kentin dışına çıkarak Muhammed b. Ali ve ashabını çarşıya aldılar. Bu yaşlı adamın davranışı Hişam b. Abdulmelik'e haber verildi. Hali­fe, onun yanına getirilmesini emretti. Sonra adamın akıbetini duyan olmadı.»

6-(1273) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Muhammed b. Ali el-Bâkır (aleyhisselâm), hicri yüz on dört yılında ve­fat ettiği zaman elli yedi yaşındaydı. Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)'dan sonra on do­kuz sene iki ay yaşadı.»

119) EBU ABDULLAH CAFER B. MUHAMMED ALEYHİSSELÂM'IN HAYATI BABI

Ebu Abdullah (aleyhisselâm), hicri seksen üç yılında doğdu ve yüz kırk sekiz yılının şevval ayında vefat etti. Vefat ettiği zaman altmış beş yaşındaydı. Babasının, dedesinin ve Hasan b. Ali (aleyhisselâm)’ın el-Bâki mezarlığındaki kabrine defnedil­di. Annesi, Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir'in kızı Ferve'ydi. Ferve'nin annesi, Abdurrahman b. Ebu Bekir'in kızı Esma'ydı.

l-(1274) ...İshak b. Cerir anlatmış ki:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle buyurdu: «Said b. Müseyyib, Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir ve Ebu Halid el-Kabulî, Ali b. Hüseyin'in güvenilir arkadaşlarıydılar. Annem de inanan, güzel işler yapan bir kimseydi. Allah da güzel davrananları sever.

Annem dedi ki: Babam[298] (Muhammed b. Ali aleyhisselâm) bana şunları söyledi: "Ey Ümmü Ferve! Ben, bir gün ve gecede bin kere Allah'a günahkâr Şiilerimiz için dua ediyorum.[299] Çünkü biz başımıza gelen musibetlere karşı sabretmenin se­vabını bilerek sabrediyoruz, onlar ise bilmedikleri musibetlere karşı sabrediyorlar.»

2-(1275) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Halife Ebu Cafer el-Mansur, Haremeyn valisi Hasan b. Zeyd'e Cafer b. Mu­hammed (aleyhisselâm)’ın evini yakmasını emretti.

Vali evi ateşe verdi. Evin kapısı ve dehlizi tutuştu.

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) ateşin içinde adım atıp yürüyerek dı­şarı çıktı. Bir yandan da şunları söylüyordu: «Ben, soyu yerin dibine kök salmış (İs­mail)’in oğluyum! Ben, Halilullah İbrahim (aleyhisselâm)’ın oğluyum!»[300]

3-(1276) ...Yezid b. Amr'ın mevlasi Rufeyd ve İbn Hubeyre şöyle rivayet et­miştir:

İbn Hubeyre bana kızdı ve beni öldürmek için yemin etti. Ben de ondan kaç­tım ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a sığındım ve başıma gelenleri ona haber verdim.

Bana dedi ki: «Ona git, benden selâm söyle ve şöyle dediğimi ilet:

«Ben senin mevlân Rufeyd'e güvence verdim, ona bir kötülük dokundurma.»

Dedim ki: Sana kurban olayım, pis görüşlü Şamlı biri, bu sözü dinler mi?

Buyurdu ki: «Ona git ve sana söylediklerimi söyle.»

Böylece yola çıktım, çölün bir kısmını kat etmiştim ki bir bedeviyle karşılaştım Bana dedi ki: "Nereye gidiyorsun, sende öldürülecek birinin yüzünü görüyorum?"

Sonra bana: "Elini göster." dedi.

-   Gösterdim.

-   "Öldürülecek birinin eli." dedi.

-   Sonra: "Ayağını göster." dedi.

-   Gösterdim.

-   "Öldürülecek birinin ayağı." dedi.                                   -

-   Sonra: "Vücudunu göster." dedi.

-   Gösterdim. "Öldürülecek birinin vücudu." dedi.

-   Sonra: "Dilini göster." dedi.

-   Dilimi çıkardım.

-   "Yoluna devam et." dedi, "Senin için bir sakınca yoktur. Çünkü dilinde bir mesaj var, eğer bu mesajı sarsılmaz dağlara götürsen, senin önünde boyun eğerler."

Yoluma devam ettim ve İbn Hubeyre'nin evinin kapısında durdum. İçeri girmek için izin istedim.

Dedi ki: "Hain kendi ayağıyla sana geldi. Ey hizmetçi! Çabuk meşin sofrayı ve kılıcı getir." Sonra ayaklarımla başımın bağlanmasını emretti. Cellat boynumu vurmak üzere başıma dikildi.

Dedim ki: "Ey Emir! Sen zorla beni ele geçirmiş değilsin. Ben kendiliğimden sana geldim. Sana bir şey söyleyeceğim. Ondan sonra istediğini yapabilirsin."

-   "Söyle." dedi.

-   "Yalnız kalalım." dedim.

Orada bulunanların dışarı çıkmalarını istedi, onlar da çıktılar.

Ona dedim ki: Cafer b. Muhammed sana selâm söylüyor ve sana diyor ki: "Ben senin mevlân Rufeyd'e güvence verdim, ona bir kötülük dokundurma."

Dedi ki: "Seni Allah adına yemine veriyorum, bu sözleri Cafer b. Muhammed mi sana söyledi, o bana selâm mı gönderdi?"

-Yemin ettim. O da üç kere bu soruyu bana yöneltti ve üç kere beni yemine verdi. Sonra dizlerimi çözdü.

-Sonra: "Benim sana yaptığımı sen de bana yapmadığın sürece içim rahat et­mez." dedi.

Dedim ki: Böyle bir işe elim varmaz ve içime de sinmez.

Dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, benim sana yaptığımı sen bana yapmadığın sürece içim rahat etmez."

Bunun üzerine onun bana yaptığı gibi ona yaptım ve sonra bağını çözdüm.

Sonra mührünü bana verdi ve: "Bütün işlerimin yönetimini sana veriyorum, onları istediğin gibi idare edebilirsin." dedi.

4-( 1277) ...Hüseyin b. Süveyr b. Ebu Fahite şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında bulunduğumuz bir sırada buyurdu ki: «Yerin hazineleri ve bu hazinelerin anahtarları bizim yanımızdadır. Eğer ben bir ayağımla yere, İçindeki altınları çıkar, diye işaret etsem, derhal çıkarır.»

Sonra İmam bir ayağıyla toprağı çizdi, yer yarıldı, sonra eliyle işaret etti. Top­raktan bir karış büyüklüğünde külçe altın çıktı. Sonra: «Buna iyi bakın.» dedi. Bak­tığımızda, üst üste yığılmış külçeler gördük, hepsi de parlıyordu. İçimizden biri dedi ki: "Sana feda olayım, size bunca şey verilmiş; ama Şiânız ihtiyaç içindedir."

Buyurdu ki: «Allah, yakında bizim ve Şiâmız için dünya ve ahireti bir araya getirecek, onları "Naim" cennetlerine, düşmanlarımızı da cehenneme koyacaktır.»

5-(1278) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Bir komşum vardı. Sultanın adamıydı. Bunun sonucunda da büyük bir servete kavuşmuştu. Şarkıcı kadınlar için toplantı düzenler ve büyük bir kalabalık yanında toplanırdı, kendisi de içki içer ve beni rahatsız ederdi. Bir kaç kez kendisine şikâyet­te bulundum; ama bu davranışına son vermedi. Şikâyetlerimi sıklaştırınca, bana şöy­le dedi: "Ey falan! Ben mübtelâ olmuş bir adamım ve sen sağlıklı birisin. Benim hâ­limi arkadaşına anlatsan, belki Allah senin aracılığınla beni bu dertten kurtarır."

Adamın bu sözleri beni etkiledi. Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına geldiğim zaman onun durumunu kendisine bildirdim.

Bana dedi ki: «Kûfe'ye döndüğün zaman, o da seni görmeye gelecek. O za­man ona söylersin ki: Cafer b. Muhammed sana diyor ki: «Sen içinde bulunduğun durumu bırak, ben sana Allah adına cenneti garanti edeyim.»

Kûfe'ye döndüğüm zaman, beni görmeye gelenler arasında o da vardı. Evim boşalıncaya kadar onu yanımda tuttum, sonra ona dedim ki:

"Ey falan! Senin durumunu Ebu Abdullah (Cafer b. Muhammed es-Sadık aleyhisselâm)’a anlattım, bana dedi ki: «Kûfe'ye döndüğün zaman, o da seni görmeye gelecek. O zaman ona söylersin ki: Cafer b. Muhammed sana diyor ki: Sen içinde bulun­duğun durumu bırak, ben sana Allah adına cenneti garanti edeyim.»

Bunu duyar duymaz ağlamaya başladı, sonra şöyle dedi: "Seni Allah adına yemine veriyorum, Ebu Abdullah (aleyhisselâm) sana bunları mı söyledi?"

Bu söylediklerimi onun bana söylediğini yemin ederek aktardım.

Dedi ki: Bu kadar yeter.

Sonra yürüdü gitti. Aradan bir kaç gün geçince beni çağırdı, gittiğimde evinin arkasında çıplak olduğunu gördüm.

Bana dedi ki: Ey Ebu Basir! Allah'a yemin ederim ki, evimde hiçbir şey kal­madı. Hepsini dışarı çıkardım ve gördüğün gibi kaldım.

Bunun üzerine kardeşlerimizin yanına gittim ve giyecek bir şeyler topladım, ona verdim. Aradan bir kaç gün geçmemişti ki, "ben hastayım, beni ziyaret et." diye bana haber gönderdi. Bunun üzerine sık sık onu ziyaret etmeye gittim, ilaç vermeye çalıştım. Sonunda ölüm gelip çattı. Zorlukla nefes alıp verdiği sıralardı ki, ben ya­nında oturuyordum. Bir ara kendinden geçti, sonra kendine geldi ve bana dedi ki:

"Ey Ebu Basir! Arkadaşın, bize verdiği sözü tuttu."

Bunu söyledikten sonra can verdi. Allah rahmet etsin.

Hac mevsiminde Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve içeri girmek için izin istedim. Eve girdiğimde, daha bir ayağım evin içinde, biri de ara salondaydı ki, bana dedi ki: «Ey Ebu Basir! Arkadaşına verdiğimiz sözü tuttuk.»

6-(1279) ...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

Cafer b. Muhammed el-Eş'as bana dedi ki: "Bizim bu iş (Ehl-i Beyt'in velayeti)’ne girmemizin ve bunu tanıma­mızın sebebini biliyor musun? Öyle ki bu velayetle ilgili olarak insanların bildiği hiçbir bilgiye sahip değildik ve hakkında herhangi bir şey bilmiyorduk."

Ebu Cafer yani Ebu Devanik,[301] babam Muhammed b. Eşas'a dedi ki: "Ey Mu­hammed! Bana, benim yerime harcamada bulunacak akıllı bir adam bul."

Babam ona dedi ki: "Senin için böyle birini buldum. Muhacirin oğlu falan se­nin işine yarar -ki bu adam benim dayımdır-" Dayımı onun yanına getirdim.

Ebu Cafer ona dedi ki: "Ey İbn Muhacir! Şu malı al ve Medine'ye götür. Son­ra Abdullah b. Hasan b. Hasan ve aralarında Cafer b. Muhammed'in de bulunduğu Ehl-i Beyt'ten kimselere ver." Ve deki:

"Ben Horasan'dan gelmiş yabancı bir kimseyim. Horasan'daki Şiânız, size bu parayı gönderdi. Sonra bu paradan, şu şu şartlarla her birine bir miktar ver. Parayı aldıkları zaman, onlara de ki: "Ben elçiyim, bu parayı aldığınıza dair elimde sizin el yazınızın olmasını istiyorum."

Adam parayı aldı, Medine'ye gitti, sonra Ebu Devanik'in yanına döndü. O sı­rada Muhammed b. Eş'as da orada bulunuyordu.

Ebu Devanik ona dedi ki: "Bize ne gibi haberler getirdin?"

Dedi ki: "Söylediğin kimselerin yanına gittim, bu da senin gönderdiğin parayı aldıklarına dair kendi el yazıları." Cafer b. Muhammed hariç. Ona gittiğimde Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin mescidinde namaz kılıyordu. Arkasında durdum ve dedim ki: Namazını tamamlayınca diğerlerine söylediklerimi ona da söylerim. Çarçabuk namazını tamamladı ve döndü. Sonra bana baktı ve dedi ki: «Ey Falan! Allah'tan kork ve Muhammed'in Ehl-i Beyt'ini aldatma. Çünkü onlar Mervanoğulları devletinin zulmünden henüz kurtuldular. Bu yüzden ihtiyaç içindedirler.»[302]

Dedim ki: Allah seni salih kılsın, bunu nereden biliyorsun?

Bunun üzerine başını bana yaklaştırdı ve benimle senin aramızda geçen bütün konuşmaları, orada bir üçüncü şahıs olarak bulunuyormuş gibi bana haber verdi.

Ebu Cafer dedi ki: Ey İbn Muhacir! Bil ki, hiçbir peygamberlik hanesi yoktur ki, orada bir "muhaddes"[303] bulunmasın. Cafer b. Muhammed şu ümmetin muhaddesidir. İşte Şia'ya (Ehl-i Beyt'e) intisab etmemizin sebebi, sana anlattığım şu olaydır.

7-(1280) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah Cafer b.Muhammed (aleyhisselâm) vefat ettiği zaman altmış beş yaşındaydı. Hicri yüz kırk sekiz tarihinde vefat etti. Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan sonra otuz dört yıl yaşadı.

8-(1281) ...Yunus b. Yakub şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Babamı iki parça Şata[304] kumaşıyla kefenledim. Bunları ihram olarak kullanırdı. Ayrıca bir gömleğini de kullandım. Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)'a ait bir sarığı başına sardım. Kırk dinara aldığı bir parça Yemen kumaşını da kefen olarak vücuduna sardım.»

120) EBU'L-HASAN MUSA B. CAFER ALEYHİSSELÂM'IN HAYATI BABI

Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm) el-Ebva[305] denilen yerde yüz yirmi sekiz tari­hinde doğdu. Bazılarına göre, yüz yirmi dokuz tarihinde doğmuştur. Yüz seksen üç senesinde recep ayının altısında vefat etti. Vefat ettiği zaman elli dört veya elli beş yaşındaydı. Bağdat'ta Sinde b. Şahek'in zindanında vefat etti. Halife Harun er-Reşid yüz yetmiş dokuz senesinin şevval ayının yirmisinde Medine'den götürmüştü. Harun ramazan ayı umresinden dönerken Medine'ye gelmişti. Sonra Harun hacca gitti ve onu da beraberinde götürdü. Oradan Basra yoluyla geri döndü, onu İsa b. Cafer'in yanında zindana attı. Sonra Bağdad'a götürdü. Sindi b. Şahek'in zindanına attı. Zin­danda vefat etti. Bağdat'ta Kureyş mezarlığına defnedildi. Annesi Ümmü Veled'di. Ona ayrıca Hamide de denilirdi.

1-(1282) ...Ali b. Sindi el-Kummî şöyle rivayet etmiştir:

Bize İsa b. Abdurrahman, babasının şöyle dediğini anlattı: İbn Ukkaşe b. Muhsin el-Esedî, Ebu Cafer'in yanına gitti. O sırada Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’da orada duruyordu. Ona üzüm ikram etti. Ardından şunları söyledi: "Yaşı ilerlemiş bir ihtiyar ve küçük bir çocuk tane tane yerken, doymayacağını sanan kim­se ise üçer dörder tane yiyor. Sen ikişer ikişer ye. Böylesi daha iyidir." ,

Ebu Cafer (aleyhisselâm)'a dedi ki: "Niçin Ebu Abdullah'ı evlendirmiyorsun, evlenme yaşına gelmiş bulunuyor?" Bu arada elinde de ağzı mühürlü bir kese vardı.

Buyurdu ki: «Berberi bir köle tüccarı, yakında gelecek ve Meymun'un evine konuk olacak. Biz de onun için bu kesedeki parayla bir cariye satın alacağız.»

Aradan bir süre geçtikten sonra, bir gün Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanına gittiğimizde, bize şöyle dedi: «Size daha önce sözünü ettiğim köle tüccarıyla ilgili bir haber vereyim mi? O adam şu anda gelmiş bulunuyor. Gidin ve şu kesedeki parayla bir cariye satın alın.»

Köle tüccarının yanına gittik. Dedi ki: "Yanımdaki bütün köleleri sattım, sa­dece şu hasta iki cariye kaldı. Bunlardan biri diğerine göre biraz daha iyi sayılır."

Dedik ki: Onları dışarı çıkar, bakalım.

Adam cariyeleri dışarı çıkardı. Dedik ki: "Şu iyi olmaya daha yakın olan cari­yeyi kaça satıyorsun?"

-   "Yetmiş dinara." dedi.

-   "Biraz indirim yap" dedik.

-   "Yetmiş dinardan aşağı inmem." dedi.

Dedik ki: Onu senden şu kese karşılığında satın almak istiyoruz. Artık kesede ne kadar para varsa! Biz içinde ne kadar para olduğunu bilmiyoruz.

Yanında saçı sakalı ağarmış bir adam vardı. Dedi ki: "Keseyi açın, içindeki paraları sayın."

-  Köle tüccarı: "Açmayın; çünkü yetmiş dinardan bir habbe dahi eksik olsa, onu size satmam." dedi.

-Yaşlı adam: "Yaklaşın." dedi. Adama yaklaştık ve kesenin ağzındaki mührü çözdük, sonra dinarları saydık. Ne fazla ne de eksik, tam yetmiş dinar olduğunu gör­dük. Böylece cariyeyi aldık ve Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın yanına götürdük. Cafer'de yanında ayakta duruyordu. Biz, Ebu Cafer'e olanları anlattık. Allah'a hamd etti, şü­kürlerini sundu. Sonra Cariyeye: «Adın nedir?» diye sordu.

-Adım: "Hamide." dedi.

-Buyurdu ki: «Dünyada, Hamide,[306] ahirette Mahmudesin.[307] Bana söyle, bakire misin, dul musun?»

-"Bakireyim." dedi.

-Buyurdu ki: «Köle tüccarlarının eline düşen birinin bozulmadan kalması na­sıl olabilir ki?»

-Dedi ki: "Yanıma geliyordu ve kocanın karısının yanına oturduğu gibi oturu­yordu.. Ona saçı sakalı ağarmış bir adam musallat olurdu ve o yanımdan ayrılıncaya kadar onu tokatlardı. Adam defalarca bana yaklaşmak istedi, o yaşlı adam da her de­fasında ona engel olurdu."

Buyurdu ki: «Ey Cafer! Bunu kendine al.» Yeryüzünün en hayırlı evladı, yani Musa b. Cafer (aleyhisselâm) ondan dünyaya geldi.

2-(1283) ...Mualla b. Huneys, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Hamide, bir külçe altın gibi her türlü kirden arınmıştır. Bana gelinceye kadar melekler onu hep korudular. Bu, Allah'tan bana ve benden sonraki hüccete yönelik bir lütuftur.»

3-(1284) ...Ebu Halid ez-Zubalî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm) ilk defa halife el-Mehdî'nin yanına götürül­düğünde, Zebale'de konakladı. Ben onunla konuşuyordum. Benim üzüntülü olduğu­mu görünce, dedi ki: «Ey Ebu Halid! Seni neden üzüntülü görüyorum?»

Dedim ki: Nasıl üzülmeyeyim, sen tağutun yanına götürülüyorsun ve sana ne yapacağını bilmiyorum.

Buyurdu ki: «Benim için endişeye gerek yoktur, şu şu aylar geçip falan gün gelince, bir milin başında bana yetiş.»

Artık bütün işim ayları ve günleri saymak olmuştu. İmam'ın söylediği gün ge­lince, bir mil öteye gidip bekledim. Orada beklemeye başladım. Derken güneş bat­maya yüz tuttu. Şeytan içime vesvese düşürdü ve İmam'ın dediklerinden kuşku duy­maya başladım. Ben kuşkular içindeyken birden ufukta bir karartı gördüm. Kafile, Irak tarafından geliyordu. Onları karşılamaya gittim, Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’ın kervanın arkasında bir katıra binmiş olarak yaklaştığını gördüm.

Buyurdu ki: «İşte, Ey Ebu Halid! Bir kez daha şahit ol.»

Dedim ki: Buyur, ey Resûlullah'ın oğlu!

Dedi ki: «Sakın kuşkuya düşme. Şeytan senin kuşkuya düşmeni ister.»

Dedim ki: Seni onlardan kurtaran Allah'a hamd olsun.

Buyurdu ki: «Bir kez daha onlara döneceğim; fakat bu sefer ellerinden kurtu­lamayacağım. (Sindi b. Şahek'in zindanında can vereceğim.)»

4-(1285) ...Yakub b. Cafer b. İbrahim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm)’ın yanında bulunduğum bir sırada, bir Hıris­tiyan yanına geldi. (Medine'de) Ureyd denilen vadide bulunuyorduk.

Hıristiyan adam dedi ki: "Uzak bir memleketten sana geldim ve yorucu bir yolculuk yaptım. Otuz yıldan beri Rabbime dua ediyorum, beni dinlerin en hayırlısı­na ve kulların en bilgilisine iletmesini istiyorum. Nihayet rüyada bir adam bana gel­di ve Şam'ın yüksek bir yerinde bulunan bir adamı bana gösterdi. O adamın yanma gittim ve konuştum.

Bana dedi ki: Ben dindaşlarımın en bilgilisiyim; fakat benden daha bilgilisi de var.

Dedim ki: Senden daha bilgili olan kimseyi bana göster. Çünkü yolculuk yap­mak bana ağır gelmez, meşakkatli yolculuklardan yorgun düşmem. İncil'in tümünü okudum. Davud'un mezmurlarını (Zebur), Tevrat'ın dört sifrini (ana bölümünü) oku­dum. Kur'ân'ın zahirinin tümünü de anlayıncaya kadar okudum.

Âlim adam bana dedi ki: "Eğer Hıristiyanlık bilgisini istiyorsan, Araplar ve Arap olmayanlar içinde Hıristiyanlığı en iyi bilen benim. Eğer Yahudilikle ilgili bil­gi istiyorsan, Batiy b. Şurahbil es-Samirî, bugün insanlar içinde Yahudilik hakkında en çok bilgi sahibi olan kimsedir.

Eğer İslâm'ın, Tevrat'ın, İncil'in, Zebur'un, Yahudilerin kitabının, senin zama­nında ve başka zamanlarda gelen her peygambere inenlerin, gökten inen haberlerin -bunu bir kişi biliyor veya bir tek kişi bilmiyor- içinde her şeyin açıklaması bulunan, âlemler için şifa kaynağı, rahmet arayanlar için rahmet, Allah'ın kendisine hayır di­lediği kimseler için basiret, hakkı arzulayanlar için hayır kaynağı olan kitabı bilen birini istiyorsan, onu sana göstereyim. Ona yürüyerek git. Eğer yürüyemiyorsan, dizlerinin üzerinde yürüyerek git. Bunu yapamıyorsan, yüzüstü sürünerek git."

Dedim ki: "Hayır, bilâkis yürüyerek gitmeme hem bedenim hem de mali du­rumum elverişlidir"

Dedi ki: Öyleyse bir an önce Yesrib'e git.

- "Yesrib'i bilmiyorum dedim."

Dedi ki: "Araplar arasında gönderilen peygamber'in şehrine (Medine'ye) git. O, Arap ve Haşimî peygamberdir. Şehre girdiğin zaman Ğenm b. Malik b. Neccar oğul­larını sor. Bu kabile mescidin yakınında bulunur. Oraya gittiğin zaman Hıristiyanlı­ğın kıyafetlerini, nişanlarını çıkar. Çünkü seni gönderdiğim kimselere karşı şehrin valisi sert davranmakta, halife ise ondan daha sert davranmaktadır. Oraya gittiğin zaman Amr b. Mebzul oğullarını sor. Bunlar da Baki uz-Zübeyr bölgesinde bulunurlar. Ondan sonra da Musa b. Cafer'i sor, evinin nerede olduğunu, kendisinin nereye gittiğini sor. Seferde mi, hazarda mı, öğren. Eğer seferdeyse, peşinden git. Çünkü yolculuğu senin kat ettiğin mesafeden daha yakın olacaktır. Ona bildir ki, Şam baş­piskoposu beni sana gönderdi ve sana çok çok selâm söyledi ve sana diyor ki:

"Ben Rabbime çokça yalvarıyorum ki, benim Müslüman oluşumu senin vası­tanla gerçekleştirsin."

Adam bu hikâyeyi anlatırken ayaktaydı ve asasına dayanmıştı.

Sonra dedi ki: Eğer izin verirsen efendim, önünde eğileyim ve oturayım.

Buyurdu ki: «Oturman için izin veriyorum ama önümde eğilmen için değil.»

Bunun üzerine oturdu, sonra Hıristiyanlık alâmeti olan başlığını çıkardı ve dedi ki: "Sana feda olayım, konuşmama izin veriyor musun?"

Dedi ki: «Evet. Zaten sen de konuşmak için geldin.»

Hıristiyan adam dedi ki: Arkadaşımın selâmını al, yoksa siz selâm almaz mı­sınız?

Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm) buyurdu ki: «Allah arkadaşını hidâ­yete erdirsin. Selâma gelince, dinimize girdiğinde ona selâm veririz.»

Hıristiyan adam dedi ki: Sana soru sorabilir miyim? -Allah seni salih kılsın-

Dedi ki: «Sor.»

Dedi ki: "Bana, Allah-u Tealâ'nın Muhammed'e indirdiği ve Muhammed'in okuduğu, sonra da nitelendirdiği ve şöyle dediği kitaptan haber ver: "Ha mim. Apaçık olan Kitaba andolsun ki, biz. onu mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır. Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir." (Duhan, 1-4) Bu âyetlerin batını tefsiri nedir?"

Buyurdu ki: «"Ha, mim..." Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'dir. Hûd peygambere indirilen kitapta ondan bu şekilde harfleri eksik olarak söz edilir.

"Apaçık kitap..." ise Emir'ül-Mü'minin Ali (aleyhisselâm)dır'.

"Gece"den maksat, Fâtıma (selâmullahi aleyha)’dır

"Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir." ifadesine ge­lince: Burada deniliyor ki, ondan çok hayır çıkar. Bir hikmetli adam, sonra bir hik­metli adam ve sonra bir hikmetli adam daha.»[308]

Adam dedi ki: Bana bu adamların ilkini ve en sonuncusunu tarif et.

Buyurdu ki: «Hepsinin nitelikleri birbirine benziyor.[309] Fakat bunların üçüncü­sünün neslinden çıkacak birini sana anlatabilirim. O size inen kitaplarda yazılıdır. Eğer, eskiden yaptığınız gibi bunu değiştirmemiş, tahrif etmemiş ve üzerini örtmemişseniz, bilirsiniz.»

Hıristiyan adam, dedi ki: "Bildiğim hiçbir şeyi senden gizlemeyeceğim. Sana yalan söylemeyeceğim. Zaten sen, hangi sözümün doğru, hangi sözümün yalan ol­duğunu bilirsin. Allah'a yemin ederim ki yüce Allah, hiç kimsenin aklına gelmeye­ceği, hiç kimsenin üzerini örtemeyeceği ve hiç kimsenin yalanlayamayacağı lütufları sana vermiş ve nimetlerini sana pay etmiştir. Senin de söylediğin gibi sana bu hususta anlattıklarım gerçektir, anlattığım gibidir."

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) ona dedi ki: «Şimdi sana bir bilgi ve­receğim ki, bunu kitap okuyanların çok azı bilir. Şimdi söyle bana, Meryem'in anne­sinin adı nedir, hangi gün içine üfürüldü ve günün hangi saatindeydi? Meryem, İsa (aleyhisselâm)'ı hangi gün ve günün hangi saatinde doğurdu?»

Hıristiyan adam: "Bilmiyorum." dedi.

Ebu İbrahim (aleyhisselâm) dedi ki: «Meryem'in annesinin adı, Mersa'dır ve bu kelime Arapça'da bahşedilmiş demektir. Meryem, cuma günü zeval vakti hamile kal­dı. O gün, aynı zamanda Rûhu'l-Emin'in indiği gündür. Müslümanlar için o günden daha büyük bir bayram yoktur. Allah Tebareke ve Tealâ o günü ululamış ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’de o güne tazim göstermiştir. O gün bayram yapıl­masını emretmiştir. İşte bu sözünü ettiğim gün, cuma günüdür. Meryem, salı günü saat dört buçukta doğurmuştur. Meryem'in İsa (aleyhisselâm)ı kenarında doğurduğu nehri biliyor musun?»

Adam: "Hayır." dedi.

Dedi ki: «O nehir, Fırat nehridir. Bu nehrin kenarında hurma ve üzüm bağları vardır. Hiçbir yerin hurma ve üzümü, Fırat kenarındaki hurmalara ve üzümlere ye­tişmez. Meryem'in dilinin tutulduğu ve dönemin Yahudi kralı Kaydus'un oğullarını ve taraftarlarını çağırdığı, kendisine yardım edip İmranoğullarını dışarı çıkarıp Mer­yem'e bakmalarını sağladığı gün, Meryem'e bir şeyler söylediler. Allah, onların bu sözlerini senin kitabında (İncil) ve bizim kitabımızda (Kur'ân) anlatmıştır. Sen bu söz­lerin manasını anladın mı?»

Dedi ki: Evet. Daha bugün okudum.

Buyurdu ki: «O zaman sen bu mecliste hidâyete ermeden kalkmazsın.»

Hıristiyan adam dedi ki: "Annemin ismi Süryanicede ve Arapça'da nedir?"

Buyurdu ki: «Senin annenin ismi Süryanicede, Ankaliye'dir. Babaannenin adı ise Unkure'dir. Annenin isminin Arapçası, Humeyye'dir. Babanın adı, Abdulmesih'tir, bunun Arapçası Abdullah'tır. Çünkü Mesih'in kulu olmaz.»

Dedi ki: Doğru söyledin ve ne güzel söyledin. Peki, dedemin adı nedir?

Dedi ki: «Dedenin ismi, Cebrail'dir. Ona şu meclisimde Abdurrahman adını verdim.»

Dedi ki: O, Müslüman mıydı ki?

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) buyurdu ki: «Evet ve şehit edildi. As­kerler evine girdiler, haince onu öldürdüler, askerler Şamlı idiler.»

Dedi ki: Benim künyemden önceki adım neydi?

Dedi ki: «Senin adın, Abdussalib'di. (Haçın kulu)»  

Dedi ki: Bana ne ad koyacaksın?

Dedi ki: «Sana Abdullah (Allah'ın kulu) adını koyuyorum.»

Dedi ki:"Ben, büyük Allah'a iman ettim. Allah'tan başka ilâh olmadığına, onun tek ve ortaksız olduğuna şahitlik ettim. O tektir, hiç bir şeye muhtaç değildir. Hıris­tiyanların ve Yahudilerin vasfettiği gibi değildir, ya da herhangi bir şirk türünün tanımladığı gibi değildir. Muhammed'in Onun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik ederim. Allah onu hak ile gönderdi. O, hakkı hakka taraftar olanlar için açıkladı. Ama bâtıl taraftarları körlük içinde kaldılar. O, Allah tarafından bütün insanlara gönderil­miş bir elçiydi. Kızıl derilisinden siyah derilisine kadar, herkes onun mesajı karşı­sında eşittir. Görenler gördü, hidâyete erenler hidâyete erdi. Bâtıl taraftarları, körlük içinde bocaladılar. Tanrı olduklarını iddia ettikleri putlar, onlardan uzaklaştılar. Şa­hitlik ederim ki, onun velîsi de hikmetini dile getirdi. Ondan önceki bütün nebiler, yüce hikmeti ifade ettiler. Allah'a itaat etmek için hep birlikte çabaladılar. Bâtıldan ve bâtıl ehlinden ayrıldılar. Pislikten ve pislik ehlinden uzaklaştılar. Sapıklık yolun­dan ayrıldılar. Allah, kendisine ibadet etmeleri dolayısıyla, onlara yardım etti, onları günahlardan korudu. Onlar Allah'ın velîleri ve dinin yardımcılarıdır. İnsanları hayra teşvik ederler, hayrı emrederler. Ben onların en küçüğünden en büyüğüne kadar tü­müne iman ettim. Adını andıklarıma ve anmadıklarıma inandım. Âlemlerin Rabbi olan Allah Tebareke ve Teâlâ’ya iman ettim."

Sonra Zünnar'ı ve boynundaki altın haçı kopardı, sonra şunları söyledi: "Bana zekâtımı nereye harcamam gerektiğini söyle, emrini derhal yerine getireyim."

Buyurdu ki: «Burada bir kardeşin var, o da senin dinin üzereydi ve senin kav­minden Kays b. Salebe kabilesine mensuptur. O da senin kavuştuğun nimete (İslâm) kavuşmuş bulunuyor. Onunla eşit durumdasınız. Onunla komşuluk etmeni istiyo­rum. Ben İslâm'dan doğan haklarınızı esirgemeyeceğim.»

Dedi ki: Allah seni salih kılsın. Ben zengin bir insanım. Memleketimde -yarı­sı erkek yarısı dişi olmak üzere- üç yüz tane atım ve bin tane devem var. Senin onlar üzerindeki hakkın, benim onlar üzerindeki hakkımdan daha geniştir.

İmam ona dedi ki: «Sen Allah'ın ve Resulünün azatlığısın. Soyun sopun eski saygınlığı üzere devam edecektir.»

Adam güzel bir Müslümanlık örneği sergiledi. Fihr oğulları aşiretinden bir kadınla evlendi. Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) ona, Ali b. Ebu Talib (aleyhisselâm) sadakasından elli dinar mehir verdi. Ona bir hizmetçi tuttu ve evini verdi. Ebu İbrahim (aleyhisselâm) Medine'den çıkarılıncaya kadar o evde kaldı. Ebu İbra­him'in Medine'den çıkarılışından yirmi sekiz gün sonra vefat etti.

5-(1286) ...Yakub b. Cafer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’ın yanında bulunduğum bir sırada Yemen'in Necran bölgesinden bir rahip geldi. Rahibin yanında bir de rahibe bulunu­yordu. Fadl b. Sevvar bu ikisi için izin istedi.

Ona dedi ki: «Sabah olunca onları Ümmü Hayr kuyusunun yanına getir.»

Sabah olunca söylediği yere gittik. Gördük ki, diğerleri de sözlerini tutup gel­mişler. İmam, hurma lifinden hasırların serilmesini emretti. Sonra oturdu, onlar da oturdular. Önce rahibe söze başladı. Birçok soru sordu. İmam soruların tümüne ce­vap verdi. Ebu İbrahim (aleyhisselâm)’da ona bazı sorular sordu; fakat onun bu soru­larla ilgili herhangi bir bilgisi yoktu. Sonunda rahibe Müslüman oldu. Ardından ra­hip söze başladı, bazı sorular sordu, İmam bu soruların tümüne cevap verdi.

-Sonunda rahip dedi ki: "Ben dinimde son derece güçlüydüm. Yeryüzünde bir Hıristiyan yoktur ki, dinde benim ulaştığım bilgi düzeyine ulaşmış olsun. Duy­dum ki, Hindistan'da bir adam varmış. Bu adam bir gün ve bir gece zarfında Kudüs'e hacca geliyor, sonra Hindistan'daki evine geri dönüyormuş. Onun nerede olduğunu sordum. Bana denildi ki: O, Subzan denilen bölgededir. Bana ondan haber veren kimseye sordum, dedi ki: "Bu adam, Süleyman'ın arkadaşı Asaf’ın bildiği ve bu sa­yede Belkıs'ın tahtını çok kısa bir sürede getirme başarısını gösterdiği ismi bildiği­ni" söyledi. Nitekim yüce Allah'ın onun vasfını sizin kitabınız (Kur'ân)'da ve diğer dinlerin kitaplarında zikretmiştir.

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) ona dedi ki: «Allah'ın hangi isimleriy­le dua edildiği zaman bu duaların kesinlikle geri çevrilemeyeceğini biliyor musun?»

Rahip dedi ki: İsimler çoktur; fakat dua edenin duasının geri çevrilmeyeceği bildirilen isimler yedi tanedir.

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Bunlardan hatırladıklarını bana söyle.»

Rahip dedi ki: Hayır, Musa'ya Tevrat'ı indiren, İsa'yı akıl sahipleri şükretsin­ler diye, alemler için bir ibret ve fitne kılan, Muhammed'i bereket ve rahmet kılan, Ali'yi ibret ve basiret kılan, onun ve Muhammed'in neslinden gelen vasileri gönde­ren Allah'a yemin ederim ki, bilmiyorum. Eğer bilseydim, bu hususta seninle konuş­maya gerek duymaz, sana gelmez ve sana sormazdım.

Ebu İbrahim (aleyhisselâm) dedi ki: «Hindistanlı adamın hikâyesine dön.»

Rahip dedi ki: "Ben bu isimleri duymuştum; fakat sırlarını, açıklamalarını, mahiyetlerini ve keyfiyetlerini bilmiyordum, onlarla nasıl dua edileceğini de bilmi­yordum. Derken yola koyuldum ve Hindistan'ın Sibzan bölgesine geldim. Adamı sordum, dediler ki: "O, dağda kendine bir kilise yapmış. Bütün yıl boyunca sadece iki kere dışarı çıkıyor, sadece o çıkışları esnasında görülüyor. Hindlilerin iddiasına göre Allah onun için orada bir pınar fışkırtmış, yine onların iddialarına göre ekin sürmeden onun için ekinler yeşeriyormuş."

Sonunda kilisesinin kapısına vardım. Orada üç gün bekledim. Kapıyı ne çal­dım, ne de açmaya çalıştım. Dördüncü gün, Allah kapıyı açtı. Sırtında odunlar bulu­nan bir inek geldi. Memeleri yerde sürünüyordu. İçindeki süt neredeyse dışarı çıka­caktı. Geldi ve kapıyı açtı, ben de onu izleyerek içeri girdim. Baktım adam ayaktadır. Bir göğe bakıyor ağlıyor, bir de yere bakıyor ağlıyor. Sonra dağlara bakıyor ağlıyor.

Dedim ki: Subhanallah! Senin gibiler şu günümüzde ne kadar da azdırlar.

Bana dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, ben senin geride bıraktığın adamın (Musa b. Cafer) güzelliklerinden, bir güzellikten başka bir şey değilim."

Dedim ki: Duyduğuma göre, sen Allah'ın isimlerinden birini biliyorsun ve bu isimle bir gün ve bir gecede Beyt'ül-Makdis'e gidip sonra evine geri dönüyormuşsun.

Bana dedi ki: Beyt'ül-Makdis'i bilir misin?

- "Şam'daki Beyt'ül-Makdis'ten başkasını bilmem" dedim.

Dedi ki: "Ben o Beyt'ül-Makdis'i kastetmiyorum. Benim kastettiğim, Âl-i Mu­hammed'in Beyt'ül-Mukaddesidir."

Dedim ki: Bu güne kadar sadece bir tane Beyt'ül-Makdis duymuştum.

Bana dedi ki: Orası peygamberlerin mihrabıdır. Oraya "Haziret'ül-Meharib" (mihrabların yeri) deniyordu. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ile İsa arasındaki fetret dönemine kadar bu isimle anıldı. Sonra şirk ehlinden kaynaklanan belalar yak­laştı, şeytanların saraylarından intikam planlan devreye sokuldu. Değiştirdiler, başkalaştırdılar ve o isimlerin yerlerini değiştirdiler. İşte şu âyette Allah Tebareke ve Teâlâ buna işaret eder: -Âyetin batını Âl-i Muhammed ile ilgilidir, zahiri ise bir Ör­nektir- "Bunlar sizin ve babalarınızın koyduğu isimlerden başka bir şey değildir. Al­lah onlar hakkında bir kanıt indirmiş değildir." (Necm, 23)

Adama dedim ki: "Senin yanına uzak bir memleketten geldim. Senin için de­nizler aştım, kederlere, üzüntülere ve korkulara maruz kaldım. Sabahladım, gecele­dim. İçimde hep bir korku vardı, amacıma ulaşamayacağım diye."

Bana dedi ki: "Bana öyle geliyor ki, annen sana hamile kaldığı zaman yanında üstün bir melek vardı. Öyle sanıyorum ki, baban annenle birleşmeden önce gusül al­mıştı ve tertemiz olarak onunla birleşmişti. Ve tahmin ettiğime göre, o gece Tevrat'­ın dördüncü sifrini okumuştu. Bu yüzden sonunda hayırlara ulaşmıştı. Geldiğin yere geri dön. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin şehrine varıncaya kadar yürü. Oraya Taybe de denir. Cahiliyye döneminde adı Yesrib'di. Sonra orada el-Baki adı ve­rilen yere git. Ardından Mervan'ın evi denilen yeri sor. Orada üç gün kal. Sonra ora­nın kapısında hasırcılık yapan yaşlı zenciyi sor. Memleketlerinde adı Hasaf’tır.[310] O yaşlı adama nazik davran ve ona de ki:"Beni sana, içinde dört küçük çöpün bulundu­ğu evde aynı köşede oturduğunuz arkadaşın gönderdi. Sonra ona, falanca kabileden falan oğlu falan (Musa b. Cafer el-Alevî aleyhisselâm)’ı sor. Meclisinin nerede olduğu­nu, günün hangi saatinde ona uğradığını, sana göstersin veya tarif etsin. Onun tari­finden tanıyabilirsin. Ben de onu sana tarif edeceğim."

Dedim ki: Onunla karşılaştığım zaman ne yapayım?

Dedi ki: "Ona şimdiye kadar olanları (geçmişi) ve bundan sonra olacakları, di­nin bu güne kadar yaşanan meselelerini ve henüz ortaya çıkmayan meselelerini sor."

Ebu İbrahim ona dedi ki: «Buluştuğun arkadaşın sana öğüt vermiş.»

Rahip dedi ki: Sana feda olayım, onun adı nedir?

Buyurdu ki: «Onun adı Mütemmim b. Firuz'dur. Onun aslı Fars'tır. Allah'a, birliğine ve ortaksızlığına iman eden, Ona ihlâsla ve kesin bir inançla ibadet eden bir kimsedir. Kavminden korkup kaçtı. Allah ona hikmet bahşetti, onu doğru yola iletti, muttakilerden kıldı. Onunla ihlâslı kulları arasında bir tanışıklık meydana getirmiş­tir. Her sene hac için Mekke'yi ziyaret eder ve her ayın başında umre ziyaretinde bu­lunur. Hindistan'daki yerinden Mekke'ye gelir. Bu, Allah'ın ona yönelik lütfunun ve yardımının bir göstergesidir. Allah şükredenleri işte böyle mükâfatlandırır.»

Sonra rahip ona birçok meseleyle ilgili bir takım sorular sordu. Ebu İbrahim (aleyhisselâm) bu soruların tümüne cevap verdi. Ardından kendisi, rahibe bir takım sorular sordu; ama rahip bu sorulara verecek cevap bulamadı. Sonunda kendisi sor­duğu soruların cevabını verdi.

Sonra rahip: "Gökten inen ve dört harfi yeryüzünde açıklanan, diğer dördü ise havada kalan sekiz harfin hangileri olduğunu söyle ve havada kalan bu dört harf kime inmiştir, bunların tefsirini kim yapacaktır?" dedi.

Dedi ki: «Bizim soyumuzdan gelen Mehdî'ye indirir Allah. Mehdî bunları tef­sir edecektir. Allah, sıddıklara, Resullere ve hidâyete erdirenlere indirmediği şeyleri ona indirir.»

Sonra rahip dedi ki: Yeryüzünde olan dört harften ikisinin ne olduğunu bana söyle?

-  Buyurdu ki: «Sana dört tanesini de bildireyim.

Birincisi: La ilahe illâllahu vahdehu lâ şerike lehu bakiyen / Bir, ortaksız, dai­ma baki olan Allah'tan başka ilâh yoktur. İkincisi: Muhammeden Resûlullah muhlisen / Muhammed Allah'ın ihlâslı Resulüdür. Üçüncüsü: Biz Ehl-i Beyt'iz. Dördüncü­sü: Şiâmız bizden, biz, Resûlullah'tan ve Resûlullah Allah'tan bir sebebe bağlıdır.»

Rahip ona dedi ki: Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muham­med Allah'ın Resulüdür. Onun getirdiği din haktır. Siz de Allah'ın seçkin kullarısınız. Sizin Şiânız arınmış kimselerdirler ve isyankarların yerine egemen olacaklardır. Al­lah'ın öngördüğü güzel akibet onlarındır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.

Ebu İbrahim (aleyhisselâm) halis ipekten bir cübbe, bir gömlek, bir peçe, ayak­kabı ve başlık getirilmesini istedi. Öğlen namazını kıldı, ona: «Sünnet ol.» dedi.

-  O: "Ben yedinci günümde sünnet edilmişim." dedi.

6-(1287) ...Abdullah b. Muğire şöyle rivayet etmiştir:

Salih kul (Musa b. Cafer aleyhisselâm) Mina'da bir kadının yanından geçti. Ka­dı» ağlıyordu. Çocukları da etrafında kümelenmiş ağlıyorlardı. İnekleri ölmüştü. İmam kadına yaklaştı ve ona dedi ki: «Ey Allah'ın kulu! Niçin ağlıyorsun?» Dedi ki: Ey Allah'ın kulu! Yetim çocuklarım var. Bir ineğim vardı. Ben ve ço­cuklarım onunla geçiniyorduk. Şimdi öldü. Ben ve çocuklarım çaresiz ve zor durum­da kaldık.

Dedi ki: «Ey Allah'ın kulu! Onu diriltmemi ister misin?» Kadına: "Evet, ey Allah'ın kulu!" demesi ilham edildi. İmam bir köşeye çekil­di, iki rekât namaz kıldı, sonra kısa bir süre ellerini kaldırdı ve dudaklarını kıpırdata­rak bir şeyler söyledi. Sonra kalktı ve ineğe seslendi. Asâsıyla veya ayağıyla dürttü.

İnek ayağa kalktı. Kadın ineğe bakınca feryadı bastı:

"Kâbe’nin Rabbine andolsun ki, bu, Meryem oğlu İsa'dır." İmam, kalabalığa karışarak aralarında kaybolup gitti.

7-(1288) ...İshak b. Ammar şöyle rivayet etmiştir:

Salih kul (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’ın bir adama ne zaman öleceğini haber verdiğini duydum. Kendi kendime dedim ki:

"Acaba o, Şiâsından bir adamın da ne zaman öleceğini biliyor mu?"

Bana biraz öfkelenmiş gibi baktı ve dedi ki: «Ey İshak! Rüşeyd el-Heceri, in­sanların ölüm ve musibetlerini bilirdi. İmam bunları bilmek bakımından ona göre daha önceliklidir.» Sonra şöyle dedi: «Ey İshak! İstediğini yap. Artık ömrün bitmiş­tir. İki sene sonra öleceksin. Kardeşlerin ve ailen senden çok kısa bir süre sonra da­ğılacaklar, birbirlerine hainlik edeceklerdir. Öyle ki düşmanları onların bu durumla­rına sevineceklerdir. Senin içinden bu mu geçti?»[311]

Ben, içimden geçen bu düşünceden dolayı Allah'tan af diledim. Bu meclisten kısa bir süre sonra İshak öldü ve Ammar oğulları da insanlardan borç mal aldılar, bunun sonucunda iflas ettiler.  

8-(1289) ...Ali b. Cafer şöyle rivayet etmiştir:

Recep ayının umresini yapmak için Mekke'de olduğumuz bir sırada Muhammed b. İsmail, yanıma geldi ve şöyle dedi: "Ey Amcacığım! Bağdat'a gitmek istiyo­rum, gitmeden önce amcam Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’a veda etmek istedim. Benimle birlikte onun yanına gelmeni istiyorum."

Onunla birlikte kardeşimin yanına gittik. Kardeşim el-Hube denilen yerdeki evindeydi. Vakit akşam namazından biraz sonraydı. Kapıyı çaldım.

-   Kardeşim: «Kim o?» dedi.

-   "Ali" diye cevap verdim.                                                                           ;

-   «Şimdi çıkıyorum.» dedi. Abdest alması uzun sürdü.

-   "Acele et" dedim.                               

-   «Acele ediyorum.» dedi.

Dışarı çıktı, üzerinde boyalı bir hırka vardı. Hırkayı boynuna bağlamıştı, son­ra kapı eşiğinde oturdu.

Ali b. Cafer dedi ki: Üzerine kapandım ve başını öptüm ve dedim ki:

"Bir iş için sana geldim. Eğer bunu uygun görürsen Allah onu muvaffak kılar. Aksi de olursa, büyük bir hata yapmış oluruz."

-«Nedir?» dedi

-Dedim ki: Bu senin kardeşinin oğludur, sana veda etmek istiyor ve Bağdat'a gitmek istiyor.

-«Çağır onu.» dedi.

Çağırdım, bir kenarda duruyordu. Ona yaklaştı, başını öptü ve dedi ki: "Sana kurban olayım, bana tavsiyede bulun."

Dedi ki: «Benim kanım hususunda, Allah'tan korkmanı tavsiye ederim.»

Cevap olarak dedi ki: Senin hakkında, kötülük isteyene Allah kötülük versin.

Sonra ona kötülük isteyenlere beddua etti, ardından başını öptü ve dedi ki: "Ey amcam! Bana vasiyet et."

Dedi ki: «Kanım hususunda Allah'tan korkmanı tavsiye ediyorum.»

Dedi ki: Senin hakkında kötülük isteyenlere Allah kötülük etsin, etmiştir de.

Sonra döndü, tekrar başını öptü ve dedi ki: "Ey amcam! Bana vasiyet et."

Dedi ki: «Kanım hususunda Allah'tan korkmanı tavsiye ediyorum.»

Sonra ona kötülük dileyenlere beddua etti, ardından ondan uzaklaştı, ben de onunla birlikte yürüdüm, kardeşim bana dedi ki: «Ey Ali! Yerinde dur.»

Yerimde durdum, o da evine girdi, sonra beni çağırdı, yanına gittim, bir kese aldı, içinde yüz dinar vardı, keseyi bana verdi ve dedi ki: Kardeşinin oğluna de ki: «Yolculuğu sırasında bundan yararlansın.»

Ali dedi ki: "Keseyi aldım, hırkamın eteğine koydum" sonra bana yüz dinar daha verdi. «Bunu da ona ver.» dedi.

Sonra bir kese daha verdi, «Bunu da ona ver.» dedi.

Dedim ki: Sana kurban olayım, şayet, söylediğin gibi ondan korkuyorsan, ni­çin ona kendi aleyhine olmak üzere yardım ediyorsun?

Dedi ki: «Ben, onunla ilişkilerimi sürdürür ve o benimle bağlarını keserse, Al­lah onun ömrünü kısaltır.»

Sonra bir meşin kese aldı, içinde üç bin saf dirhem vardı. «Bunu da ona ver.» dedi. Çıktım, onun yanına gittim. İlk yüz dirhemi verdim, çok sevindi ve amcasına dua etti. Sonra, ona ikinci, üçüncü keseleri verdim. O kadar sevindi ki, geri dönece­ğini gitmeyeceğini sandım. Sonra, üç bin dirhemi verdim, doğru yürüdü, halife Ha­run'un yanına gitti, ona hilâfet selâmını verdi ve dedi ki:

"Amcam, Musa b. Cafer'e hilâfet selâmıyla selâm verildiğini görünceye kadar yeryüzünde iki halife olabileceğine inanmazdım."

Bunun üzerine Harun, Ona yüz bin dirhem gönderdi; fakat Allah ona bir bo­ğaz hastalığı musallat etti. O paranın bir tek dirhemine bile el süremedi.

9-(1290) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Musa b. Cafer (aleyhisselâm) hicri yüz seksen üç tarihinde elli dört yaşınday­ken vefat etti. Cafer (aleyhisselâmydan sonra otuz beş sene yaşadı.

121) EBU'L-HASAN ER-RIZA ALEYHİSSELÂM'IN HAYATI BABI

Ebu'l-Hasan er-Rıza (aleyhisselâm), yüz kırk sekiz senesinde doğdu. İki yüz üç senesinin safer ayında vefat etti. Öldüğünde elli beş yaşındaydı. Ölüm tarihi hakkın­da ihtilaf vardır. Ancak, bu tarihin inşaallah daha doğru olacağını tahmin ediyoruz. Tus şehrinde, Senabad adı verilen köyde, vefat etti ve oraya defnedildi. Me'mun Merv'e Basra ve Fars yolundan hareket ederken onu da Medine'den götürmüştür. Me'mun, hareket edip Bağdat'a giderken onu da beraberinde götürdü. İmam, bu köy­de vefat etti. Annesi, Ümmü Veled'dir. Ümmül-Benin de denirdi.

l-(1291) ...Hişam b. Ahmer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasanu'l-Evvel (Musa b. Cafer aleyhisselâm) bana dedi ki: «Mağrib'den Medine'ye gelen birini gördün mü?»

-"Hayır" dedim.

-«Evet, geldi.» dedi ve «Onu bana getir.»

O, atına bindi, ben de atıma bindim. Beraber bir adamın yanına gittik. Medineli bir adamı gördük, yanında bir köle vardı.

Adama dedim ki: "Kölelerini bize göster." Adam, yedi tane cariye gösterdi.

Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm) onların her biri için: «Bu, bana lazım değildir.» diyordu. Sonra dedi ki: «Diğer kölelerini bize göster.»

Adam: "Hasta bir cariyeden başka kimse yok." dedi.

-Ona dedi ki: «Onu bize göstersen ne olacak ki?»

Adam, yüzünü çevirdi, İmam da arkasını dönüp geldi. Sonra, ertesi sabah beni gönderdi ve dedi ki: Ona şöyle de: «Onun için ne kadar istiyorsun? Eğer, şunu şunu istiyorum dese, aldım gitti, de.»

Ertesi sabah adama gittim, dedi ki: "Şu kadardan aşağı inmem."

Dedim ki: "Onu alıyorum."

-   "O senindir." dedi. "Ancak, dün seninle gelen adam kimdi?"

-   "Haşim oğullarındandı." dedim.

-   "Hangi Haşimoğulları?" dedi.

-   "Bundan başkasını bilmiyorum" dedim.

Adam dedi ki: "Şu cariyenin hikâyesini sana anlatayım. Bu cariyeyi, Mağrib'in uzak bir bölgesinden satın aldım. Ehl-i Kitaptan bir kadın karşıma çıktı ve dedi ki: "Bu kadının senin yanında ne işi var?"

-"Onu kendim için satın aldım" dedim.

-Dedi ki: "O, senin gibi birinin yanında olamaz. O, yeryüzünün en hayırlı in­sanının yanında olmalıdır. Onun yanında da çok kalmadan bir oğul doğuracak ve bu oğul gibisi yeryüzünün doğusunda ve batısında görülmemiş olacaktır."

Onu getirdim, İmam'a teslim ettim. Çok geçmeden, İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)ı dünyaya getirdi.

2-(1292) ...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm) vefat edip Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın imamlığından söz edince, onun adına endişelenmeye başladık.

Ona denildi ki: "Sen, büyük bir şeyden söz ettin ve biz şu tağutların sana bir zarar vermesinden korkuyoruz."

Dedi ki: «Elinden geleni yapsın. Bana hiçbir zarar dokunduramaz.»

3-( 1293) ...Hasan b. Mansur, kardeşinden şöyle rivayet etmiştir:

Bir gece, İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Evinin avlu­sunda bulunuyordu. Elini kaldırdı. Evde on lamba varmış gibi aydınlandı. Bir adam içeri girmek için izin istedi. Elini indirdi, sonra adama izin verdi.

4-(1294) ...Ahmed b. Abdullah, el-Gifarî'den şöyle rivayet etmiştir:

Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin azatlı kölesi Ebu Rafi'nin soyundan gelen Tays adlı bir adamın benden alacağı vardı. Bir gün, alacağını istedi ve ısrar etti. Etraftakiler de ona yardım ettiler. Bunu görünce, Resûlullah'ın mescidinde sabah na­mazını kıldım. Sonra, o gün el-Ureyd denilen yerde bulunan İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Kapısına yaklaştığımda, bir eşeğe bindiğini ve üzerin­de de bir gömlek ve hırka olduğunu gördüm. Onu gördüğümde utandım, yanıma gel­di, durdu, bana baktı ve selâm verdi. Ramazan ayıydı, dedim ki:

"Allah beni sana feda etsin, senin mevlân[312] Tays'm benden alacağı var. Allah'a yemin ederim ki, beni rezil etti."

Kendi içimde ona, benden vazgeçmesini emredeceğini sanıyordum ve ne ka­dar alacağının bulunduğunu da söylemedim. Herhangi bir şeyden söz etmedim.

İmam, bana kendisi dönünceye kadar oturmamı emretti.

Akşam namazına kadar orada bekledim. Oruçluydum. İçim sıkıldı, dönmek is­tedim, birden onun gelmekte olduğunu gördüm. Etrafında bir takım adamlar vardı. Ondan bir şeyler istiyorlardı, o da sadaka veriyordu. Yanımdan geçti gitti, evine gir­di. Sonra dışarı çıktı, beni çağırdı. Kalktım onunla birlikte eve girdim. Oturdu, ben de oturdum. Ona Medine Emiri İbn Müseyyib'den bahsettim. Onunla ilgili olarak çok konuşurdum. Sözlerimi tamamlayınca bana:

«Henüz iftar açmadığını sanıyorum.» dedi.

-"Hayır" dedim. Bana yemek istedi, yemek önüme kondu, hizmetçiye benim­le yemesini söyledi. Ben ve hizmetçi yemeği yedik, doyduktan sonra bana dedi ki:

«Yastığı kaldır, altındakini al.» Yastığı kaldırdığımda altında dinarlar olduğu­nu gördüm. Dinarları aldım ve yenimin içine koydum. Kölelerinden dört tanesine evime gidinceye kadar bana eşlik etmelerini emretti.

Dedim ki: Sana feda olayım, Taif b. Müseyyib şimdi şehri dolaşıyordur Köle­lerin benim yanımda iken, onunla karşılaşmak istemem.

Dedi ki: «Doğru söyledin. Allah seni doğruya iletsin.»

Kölelerine benim onları geri gönderdiğim zaman, geri dönmelerini emretti. Eve yaklaşıp kendimi güvencede hissedince köleleri geri gönderdim. Evime girdim, bir çıra getirilmesini istedim. Dinarlara baktım, kırk sekiz dinar olduğunu gördüm. Adamın benden alacağı, yirmi sekiz dinardı. İçinde bir dinar vardı ve bunun parlak­lığı gözlerimi alıyordu. Aldım, çıraya yaklaştırdım, üzerinde şöyle yazıyordu:

«Adamın senden alacağı, yirmi sekiz dinardır, gerisi senindir.»     

"Hayır, vallahi, adamın benden alacağının ne kadar olduğunu ona söylememiş­tim. Velîsini aziz kılan âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun."

5-(1295) Ali b. İbrahim babasından, o ashabının bazısından, onlar da şöyle ri­vayet etmişlerdir:

İmam Rıza (Ali b.Musa aleyhisselâm), Halife Harun'un hac ziyaretin­de bulunduğu sene, hac için Medine'den çıktı. Mekke'ye gidilirken yolun soluna dü­şen ve Fari adı verilen dağın yanına geldi. Ebu'l-Hasan dağa baktı, sonra şöyle dedi:

«Fari'i yapan ve yıkan kıtır kıtır doğranacak.»

Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorduk. İmam oradan ayrılınca, Halife Harun oraya geldi. Aynı yerde konakladı. Cafer b. Yahya[313] dağın tepesine çıktı. Orada ken­disine bir meclis yapılmasını emretti. Mekke'den dönünce tekrar dağın tepesine çıktı ve meclisin yıkılmasını emretti. Irak'a geri döndüğünde, Harun'un emriyle kıtır kıtır doğrandı.

6-(1296) ...Muhammed b. Hamza b. Kasım, İbrahim b. Musa'dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan bir şeyi ısrarla istedim.

İmam, bunu karşılayacağını vaat etti.

Bir gün, Medine valisini karşılamak üzere yola çıktı, ben de yanındaydım. Fa­lanın sarayının yanına geldi, ağaçların altında konakladı, ben de yanma konakladım. Ben ve o, yalnızdık. Bir üçüncü kişi yoktu.

Dedim ki: "Sana kurban olayım, bayram yakındır. Allah'a yemin ederim ki, ben bir dirhem veya başka bir şeye sahip değilim."

Bunun üzerine, kamçısıyla sert bir şekilde yeri çizdi, sonra eliyle oradan bir külçe altın çıkardı.

Sonra şöyle dedi: «Bundan yararlan; ama gördüğünü kimseye anlatma.»

7-(1297) ...Yasir el-Hadim ve Reyyan b. es-Salt şöyle rivayet etmiştir:

Harun'un oğlu Emin, azledilip hilâfet görevi Memun'a geçince Memun, İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a bir mektup yazdı ve onun Horasan'da kendisini kar­şılamasını istedi. İmam Rıza hastalığını ileri sürerek, mazeret istedi. Me'mun bu hu­susta ona mektup göndermeye devam etti. Sonunda İmam, kurtulamayacağını, hali­fenin kendisinden vazgeçmeyeceğini anladı. Yola çıktı. Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm) o sırada yedi yaşındaydı. Me'mun ona yazdı ki: "Dağ ve kum yolunu tutma. Basra, Ahvaz ve Fars yolunu izle. Oradan Merv'e gel."

Me'mun, emirlik ve hilâfeti üstlenmesini İmam'dan istedi. Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) bunu kabul etmedi. O zaman, "Benim velîahtım ol." dedi.

Dedi ki: «Bunu bazı şartlarla kabul ederim.»

Me'mun: "İstediğin şartı koş." dedi.

İmam ona şöyle yazdı: «Ben, veliahtlığı kabul ediyorum. Ancak, hiçbir emir vermeyeceğim, hiçbir yasak koymayacağım, hiçbir fetva vermeyeceğim, hiçbir hü­küm koymayacağım, hiç kimseyi göreve getirmeyeceğim, hiçbir kimseyi görevden almayacağım, geçerli olan hiçbir şeyi değiştirmeyeceğim. Bütün bunlardan beni mu­af tutuyor musun?»

Me'mun, bu şartların tümünü kabul etti.

Bana Yasir anlattı ki: Bayram geldiğinde, Me'mun, İmam Rıza (aleyhisselâm)'a haber saldı: "Atına bin, bayrama gel ve bayram namazını kılıp hutbe oku."

İmam Rıza ona şu haberi gönderdi: «Bu hususla ilgili olarak benimle senin aramızda hangi şartların olduğunu biliyorsun.»

Me'mun ona yazdı ki: "Bunu istiyorum ki, insanların kalpleri mutmain olsun ve senin faziletini bilsinler."

İmam sürekli kabul etmemek için gerekçeler ileri sürdüyse de halife ısrar etti.

Sonunda dedi ki: «Ey Mü'minlerin Emiri! Eğer beni bundan muaf tutarsan, benim için daha iyi olur. Ama eğer muaf tutmasan, ben de Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm) gibi yola çıkarım.»

Me'mun: "İstediğin gibi çık." dedi. Sonra, komutanlardan ve halktan sabah er­kenden Ebu'l-Hasan'ın kapısına gitmelerini istedi.

Hizmetçi Yasir, bana anlattı ki: "İnsanlar, Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)'ı görmek için yollara ve evlerin çatılarına oturdular. Kadın, erkek, çocuk, herkes dışarı çık­mıştı. Komutanlar ve askerler Ebu'l-Hasan'ın kapısında toplanmışlardı.

Güneş doğarken İmam (aleyhisselâm) kalktı, gusletti, ketenden beyaz bir sarık sardı, bir ucunu göğsünün üzerine, bir ucunu da omuzlarının arasına sarkıttı. Etek­lerini kemerine bağladı, bütün hizmetçilerine: «Benim yaptığım gibi yapın.» dedi.

Sonra, ucu harbeli asasını aldı ve dışarı çıktı. Biz, onun önündeydik, yalın a-yaktı. Eteğini bacağının yarısına kadar sıvamıştı. Diğer giysileri de kemerine bağlan­mıştı. Yürüyünce, biz de onun ardından yürümeye başladık. Başını göğe doğru kal­dırdı, dört kere tekbir getirdi. Sesinin gökte ve duvarlarda yankı yaptığını düşündük. Komutanlar ve insanlar kapıda duruyorlardı. Tam teçhizatlı bekliyorlardı. Silahlarını kuşanmış, en güzel süslerini takınmışlardı. Biz göründüğümüzde ve İmam Rıza bu şekliyle ortaya çıktığında kapıda biraz durdu, sonra: «Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, bizi doğruya ilettiği için... Allah-u Ekber, bize rızık olarak hayvanları bahşettiği için. Allah'a hamd olsun, bizi sınadığı için...»

Biz de yüksek sesle bunları tekrarlıyorduk."

Yasir dedi ki: "Merv şehri ağlama ve inleme sesleriyle çalkalanıyordu. Ebu'l-Hasan'a baktıklarında gözyaşlarını tutamıyorlardı. Komutanlar, Ebul Hasan (aleyhisselâm)’ın yalın ayak olduğunu gördüklerinde, atlarından inip ayakkabılarını çıkardı­lar. İmam, yürüyor, her on adımda bir durup üç kere tekbir getiriyordu.

Yasir dedi ki: "Biz göğün, yerin ve dağların yankı verdiğini sanıyorduk." Merv, ağlama sesleriyle çalkalanıyordu. Bu durum, Halife Me'mun'a haber verildi.

Fadl b. Sehl Zurriyaseteyn dedi ki: "Ey Mü'minlerin Emiri! Eğer bu şekilde namazgâha ulaşırsa, korkarım ki insanların aklını çeler. Geri dönmesini emretmeniz daha iyidir."

Bunun üzerine Me'mun, birini göndererek geri dönmesini istedi. Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) ayakkabılarını istedi, onları giydi, atına binip evine geri döndü.

8-(1298) Ali b. İbrahim, Yasir'den şöyle rivayet etmiştir:

Me'mun, Horasan'dan Bağdat'a doğru hareket edince, Fadl Zürriyaseteyn de hareket etti. Biz de Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) ile birlikte yola çıktık. Fadl b. Sehl Zürriyaseteyn, yolda kardeşi Hasan b. Sehl'den bir mektup aldı.

Biz de bir yerde konaklamıştık. Mektupta şunlar yazıyordu:

"Yıl dönümünde yıldız hesabına baktım, gördüm ki sen, falan falan ayda, çar­şamba gününde, demirin ve ateşin sıcaklığını tadıyorsun. Senin, Emir'ül-mü'minin'in ve İmam Rıza'nın, o gün hamama girdiğinizi görüyorum. Orada hacamat yap­tığını ve elindeki isi silmek için eline kan döktüğünü gördüm."

Zürriyaseteyn, bunu bir mektupla halife Me'mun'a bildirdi ve anlamını Ebu'l-Hasan'dan sormasını istedi. Me'mun, Ebu'l-Hasan'a bir mektup yazarak bunun ne anlama geldiğini sordu.

-Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm), ona şu cevabı verdi: «Ben yarın hamama girme­yeceğim, senin ve Fadl'ın da hamama girmenizi uygun görmüyorum.»

Me'mun, iki kere daha yazdı, Ebu'l-Hasan ona şu cevabı verdi: «Ben yarın hamama girmeyeceğim. Çünkü bu gece, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'yi rü­yamda gördüm ve bana dedi ki: «Ey Ali! Yarın hamama girme. Senin ve Fadl'ın da yarın hamama girmenizi uygun görmüyorum.»

-Me'mun, ona şöyle yazdı: "Doğru söyledin ey efendim! Ve Resûlullah doğru söylemiştir. Ben yarın hamama girmeyeceğim; ama Fadl'ın kendisi bilir."

Yasir dedi ki: "Akşam olup güneş batınca, İmam Rıza (aleyhisselâm) bize şöy­le dedi: «Bu gece inen kötülüklerden Allah'a sığınırız.» deyin.

Durmadan bu sözü tekrarladık. İmam Rıza sabah namazını kılınca, bana şöyle dedi: «Evin çatısına çık, bakalım bir şey duyacak mısın?»

Çatıya çıktığımda, gittikçe artan, yankılanan bir uğultu duydum. O sırada, Me'mun evinden İmam Rıza'nın evine açılan kapıdan göründü, şöyle diyordu:

"Ey efendim, Ey Ebu'l-Hasan! Fadl'dan dolayı Allah, seni ödüllendirsin. O, beni dinlememiş ve hamama girmişti. Bir grub, kılıçlarını çekerek onu hamamda öl­dürdüler. Hamamda onu öldürenlerden üçü yakalandı. Bunlardan biri, Fadl'ın teyze­sinin oğlu İbn Zilkalemeyn'dir."

Askerler, komutanlar ve Fadl'ın ailesinden olan bir sürü insan, Me'mun'un ka­pısında toplandılar ve dediler ki: "Ona pusu kurup öldüren odur." -Me'mun'u kaste­diyorlardı-" And olsun onun kanını yerde koymayacağız." Kapıyı yakmak için ateş getirdiler.

Me'mun, Ebu'l-Hasan'a dedi ki: "Ey efendim! Onların karşısına çıkıp dağıl­malarını sağlasan olmaz mı?"

Yasir dedi ki: Ebu'l-Hasan, atına bindi, bana da: «Atına bin.» dedi. Ben de bin­dim. Kapıdan dışarı çıkınca, insanlara baktı, büyük bir kalabalıktı. Eliyle dağılın, da­ğdın, diye işaret etti.

Yasir dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, insanlar sağa sola kaçışarak birbirleri­nin üzerine düşüyorlardı. Kime işaret ediyorduysa hemen kaçıp oradan uzaklaşıyordu

9-(1299) ...Müsafir şöyle rivayet etmiştir:

Harun b. Müseyyeb, Muhammed b. Cafer'le savaşmaya karar verdiği zaman, Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ona git ve de ki: Yarın çıkma. Eğer, çıkarsan yenilirsin, adamların öldürülür. Eğer bunu nereden biliyorsun diye sorarsa, rüyamda gördüm[314] de.»

İmam'ın dediği gibi, gittim ve ona dedim ki: "Kurban olduğum, yarın çıkma. Çünkü çıkarsan yenilirsin ve adamların öldürülür."

Bana dedi ki: "Bunu nereden biliyorsun?"

-"Rüyamda gördüm" dedim.

Dedi ki: Taharetsiz uyuyan bir kölenin rüyası başka nasıl olabilir ki?

Sonra savaşa çıktı, yenildi ve adamları öldürüldü.

Musafır bana şöyle anlattı: "Mina'da Ebu'l-Hasan er-Rıza (aleyhisselâm)’ın ya­nındaydım. Yahya b. Halit oradan geçti. Üstü başı toz içindeydi.

Dedi ki: «Zavallılar, bu sene başlarına nelerin geleceğini bilmiyorlar.»

Sonra şöyle dedi: «Ben ve Harun, şu iki parmak gibi birbirimize yakınız.»

Musafır dedi ki: "İmam'ın bu sözlerinin anlamını, onu Halife Harun'dan he­men sonra defnettiğimizde anlamıştık."

10-(1300) ...Ali b. Muhammed el-Kasanî şöyle rivayet etmiştir:

Bizim arkadaşlardan biri bana şöyle anlattı: Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a yüklü miktarda para götürdüm. Ama İmam'ın bundan dolayı sevin­mediğini görünce, üzüldüm ve kendi kendime dedim ki:

"Bu kadar para getirdim; ama o sevinmedi."                                       

İmam, «Ey hizmetçi! Su ve leğen getir.» dedi.

Sonra, bir kürsünün üzerine oturdu ve eliyle hizmetçiye su dökmesini işaret etti. Gördüm ki, parmaklarının arasından leğene altın akıyor, sonra bana döndü ve dedi ki: «Durumu böyle olan biri, senin "getirdiğin paraya iltifat etmez.»

11-(1301) ...Muhammed b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Musa (aleyhisse­lâm) iki yüz iki tarihinde, kırk dokuz yaşında vefat etti. Kırk dokuz yıl bir kaç ay ya­şamıştı. Musa b. Cafer'den sonra on dokuz sene, dokuz veya on ay yaşadı.

122) EBU CAFER MUHAMMED B. ALİ ES-SANİ ALEYHİSSELÂM'IN HAYATI BABI

Hicri yüz doksan beş tarihinde ramazan ayında doğdu. İki yüz yirmi senesinin zilkade ayının sonlarında vefat etti. Öldüğünde yaşı, yirmi beş sene iki ay ve on gün­dü. Bağdat'ta, Kureyş mezarlığında, dedesi Musa (b. Cafer aleyhisselâm)’ın yanına defnedildi. Vefat ettiği senenin başında Halife Mutasım, onu Bağdat'a getirtmişti. Annesi Ümmü Veled olarak bilinir, adı Sebike Nubiyye idi. Bazılarına göre adı, Hayzuran idi. Bir rivayete göre Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin oğlu İbra­him'in annesi Mariya'nın soyundan geliyordu.

l-(1302) ...Ali b. Halid rivayet etmiş ki, Zeydiye mezhebine mensup olan Muhammed şöyle demiştir:

Bir ara Samarra'da idim. Duydum ki, Şam taraflarından Mecusi bir adam bu­kağı ile bağlı olarak getirilmiş ve bu adam peygamberlik iddiasında bulunmaktadır.

Ali b. Halid diyor ki: Tutuklu bulunduğu yerin kapısına gittim, kapıcılara ve bekçilere nazik bir üslupla bana o adamı göstermelerini rica ettim. Nihayet adamın yanına vardım. Baktım ki, aklı başında anlayışlı bir adamdır.

Dedim ki: Ey adam! Senin hikâyen nedir?

Dedi ki: "Ben Şam'da yaşayan bir adamdım. Hüseyin'in başının yeri denilen yerde Allah'a ibadet etmekle meşguldüm. Ben bu şekilde ibadet ederken, birden bir adam yanıma geldi ve bana: "Kalk, benimle gel." dedi. Kalktım, onunla gittim. Bir­den kendimi Kûfe'deki mescidde gördüm.

Bana: "Bu mescidi tanıyor musun?"dedi.

"Evet." dedim, "burası Küfe mescididir."

Orada namaz kıldı, ben de onunla birlikte namaz kıldım. Bir anda kendimi onunla birlikte Medine'deki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin mescidinde bul­dum. Resûlullah'a selâm verdi, ben de verdim. Ona salât okudu. Ben de onunla bera­ber Resûlullah'a salât okudum. Birden kendimi onunla birlikte Mekke'de buldum. Onunla beraberdim, hac ibadetlerini tamamlayıncaya kadar. Ben de onunla birlikte hac ibadetlerimi tamamladım. Ben onunla beraberken birden kendimi Şam'da ibadet ettiğim yerde buldum. Adam da çekip gitti. Ertesi yıl olunca bir önceki sene yaptık­larının aynısını yaptı. Hac ibadetlerimizi tamamlayıp beni Şam'daki yerime geri geti­rip benden ayrılmak üzereyken ona dedim ki: "Bu gördüğüm olağanüstülükleri ger­çekleştirme gücünü sana veren Hak adına kim olduğunu bana söylemeni istiyorum."

Dedi ki: «Ben, Muhammed b. Ali b. Musa'yım.»

Sonunda bu haber Muhammed b. Abdulmelik ez-Zeyyat'a[315] kadar ulaştı. Beni çağırdı, tutup iple bağladı, demire vurdu ve beni Irak'a getirdi."

Ona dedim ki: "Bu hikâyeni Muhammed b. Abdulmelik'e ilet."

O da anlattı. Başından geçenleri vezire yazarak gönderdi.

Vezir ona şu cevabı gönderdi: "Bir gecede seni Şam'dan Kûfe'ye, Kûfe'den Medine'ye ve Medine'den Mekke'ye, Mekke'den de Şam'a götürene söyle, seni ha­pisten de çıkarsın."

Ali b. Halid diyor ki: "Adamın bu durumundan dolayı üzüldüm, yüreğim sız­ladı. Ona metin olmasını ve sabretmesini tavsiye ettim. Ertesi sabah erkenden tekrar onu görmeye geldim. Askerlerin, bekçi başının ve zindancı başının, çevreden insanların toplanmış olduklarını gördüm. "Neler oluyor?" dedim.

Dediler ki: "Şam'dan getirilen ve burada tutuklu bulunan peygamberlik iddia­sında bulunan kişi dün gece ortadan kaybolmuş. Yer mi onu yuttu, yoksa kuşlar mı kaptı bilinmiyor."

2-(1303) Hüseyin b. Muhammed el-Eşarî der ki:

Bana Abdullah b. Rezin adında yaşlı bir arkadaşımız anlattı ki:

Resulün şehrine Medine'ye komşu bir yerde ikamet ediyordum. Ebu Cafer (aleyhisselâm) her gün güneşin zeval vaktiyle birlikte mescide gelir. Mescidin avlu­sunda bineğinden iner, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrinin bulunduğu tarafa yönelir, ona selâm verir, sonra Fâtıma (selâmullahi aleyha)'nın evine döner. Ayakkabılarını çıkarır, kalkıp namaz kılardı.

Şeytan bana vesvese verdi ki: "O gelip bineğinden indiği zaman, git onun aya­ğını bastığı yerin toprağını al."

Bunu yapmak için o gün onun gelmesini bekledim. Zeval vakti olunca, mer­kebinin sırtına binmiş olarak geldi. Daha önce indiği yerde inmeyip mescidin kapı­sındaki taşın üzerinde indi. Sonra içeri girdi, Resûlullah'a selâm verdi. Sonra her za­man namaz kıldığı yere döndü ve bu davranışını günlerce tekrarladı.

Dedim ki: Ayakkabılarını çıkardığı zaman ben de gelir onun iki ayağını bas­tığı çakılları alırım.

Ertesi sabah zeval vakti geldi, mescidin kapısındaki taşın üzerinde merkebin­den indi, sonra mescide girdi Resûlullah'a selâm verdi, sonra her zaman namaz kıldı­ğı yere geldi ve ayakkabılarını çıkarmadan namaz kıldı ve bunu günlerce tekrarladı.

Kendi kendime dedim ki: "Burada amacımı gerçekleştirmem mümkün değil­dir. En iyisi hamamın kapısına gideyim. O hamama girdiği zaman, ayağını bastığı yerin toprağını alırım." Gidip yıkandığı hamamı sordum.

-Bana dediler ki: "O, Talha'nın soyundan gelen bir adama ait el-Baki'deki ha­mama gider."

Bu arada hamama gittiği günü de öğrendim. O gün hamamın kapısına gittim. Talha'nın soyundan gelen adamın yanına oturdum, onunla konuşmaya başladım. Bir yandan da onun gelmesini beklemeye koyuldum. Talha'nın soyundan gelen adam bana dedi ki: "Eğer hamama girmek istiyorsan, kalk ve hamama gir. Çünkü bu saat­ten sonra bu imkânı bulamazsın."

-  "Niçin?" dedim.

Dedi ki: "Çünkü Rıza'nın oğlu hamama girmek istiyor."

-  "Rıza'nın oğlu kimdir?" dedim.

Dedi ki: "Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin soyundan takva sahibi sâlih bir adamdır."

-   Dedim ki: Onunla birlikte başkasının hamama girmesi caiz değil midir?

-   "O geldiği zaman, hamamı onun için boşaltırız." dedi.

Bu şekilde konuşurken, o (aleyhisselâm) yanında hizmetçileriyle birlikte geldi. Önünde yürüyen hizmetçilerden birinin elinde bir hasır vardı. Hizmetçi hasırı hama­mın soyunma bölümüne götürüp serdi. O da geldi ve odaya merkebinin sırtında gir­di. Soyunma bölümüne girip hasırın üzerine indi. Talha'nın soyundan gelen adama dedim ki: "Sözünü ettiğin takvalı ve salih kişi bu mudur?" [316]

Dedi ki: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, bu güne kadar böyle bir şey yapma­mıştı. İlk defa bu gün böyle yaptı."

Kendi kendime dedim ki: "Bu benim işim. Ben onu bu hatayı işlemeye zorladım." Sonra kendi kendime dedim ki: "Çıkıncaya kadar onu bekleyeyim. Bakarsın çıkarken amacımı gerçekleştiririm."

Hamamdan çıkıp giyinince merkebin getirilmesini istedi. Merkep hamamın soyunma bölümüne götürüldü, hasıra basmış halde merkebe bindi ve dışarı çıktı.

Kendi kendime dedim ki: "Allah'a yemin ederim ki, ona eziyet ettim. Artık böyle bir şey yapmayacağım ve bir daha böyle bir düşünceye kapılmayacağım. Bu sözümü kararlılıkla tuttum. O gün zeval vakti olunca, merkebine binerek mescide geldi. Mescidin avlusunda indi, içeri girdi. Resûlullah'a selâm verdi, Fâtıma'nın evin­de her zaman namaz kıldığı yere geldi, ayakkabılarını çıkardı, kalkıp namaz kıldı."

3-(1304) ...Ali b. Esbat şöyle rivayet etmiştir:

Muhammed b. Ali el-Cevad be­nim tarafıma geldi, baştan ayağa kadar ona baktım ki, Mısır'daki arkadaşlarımıza bo­yunu posunu vasfedeyim. Ben bu şekilde onu süzerken, oturdu bana dedi ki:

«Ey Ali! Allah, nübüvvet hakkında hüccet sunduğu gibi imamlık hakkında da hüccet sunmuştur ve şöyle buyurmuştur: "Biz küçüklükte ona hikmet verdik." (Mer­yem, 12) Bir diğer âyette de şöyle buyurmuştur: "Güçlü çağına erip kırk yaşına varın­ca... " (Ahkâf, 15) Bu iki âyetten de anlaşılacağı gibi hikmet, bir kimseye küçük yaşta verilebileceği gibi kırk yaşında da verilebilir.»

4-(1305) ...Muhammed b. Reyyan, şöyle rivayet etmiştir:

Halife Me'mun, Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’a karşı akla gelebi­lecek her türlü hileye başvurdu; fakat onu tuzağa düşüremedi.[317] Derken hasta düştü ve kızını İmam'la evlendirmek istedi. İki yüz tane güzel cariyeyi çağırdı ve her biri­ne mücevherlerle süslenmiş gecelikler giydirdi. Ebu Cafer damatlık koltuğuna otur­duğunda onun önünden geçmelerini istedi. Fakat İmam bunların hiçbirine bakmadı.

Muharik adında güzel sesli, ud ve def çalan bir adam vardı. Bu adamın uzun sakalları vardı. Me'mun onu çağırdı. Me'mun'a dedi ki:

"Ey Mü'minlerin Emiri! Eğer (İmam Cevâd) dünyevi bir meseleyle ilgiliyse, senin istediğin gibi onun meylini dünyaya çekerim."

Adam İmam'ın karşısına oturdu ve eşek gibi anırmaya başladı. Böylece evde bulunan herkes etrafında toplandı. İnsanların etrafında toplandıklarını görünce, udu­nu çalmaya ve beraberinde şarkı söylemeye başladı. Bir saat kadar çalıp söylediği halde Ebu Cafer, ne ona baktı, ne sağına, ne de soluna baktı. Bir süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi: «Allah'tan kork ey uzun sakallı adam!»

Mızrap ve saz elinden düştü, ölünceye kadar artık elini kullanamaz oldu. Me'mun bu halini sordu.

Dedi ki: "Ebu Cafer bana haykırınca, öyle korktum ki, bir daha ebediyen bu korkudan kurtulmam mümkün değildir."

5-(1306) ...Davud b. Kasım el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın yanına gittim, beraberim­de adressiz üç mektup vardı. Bu mektupların sahiplerini kestiremedim. Bu yüzden üzüldüm, bunlardan birini benden aldı ve dedi ki:

«Bu, Ziyad b. Şebib'in mektubudur.» Sonra ikincisini aldı ve: «Bu, falanın mektubudur.» dedi. Ben, şaşkınlıktan dona kalmıştım. Bana baktı ve gülümsedi. Ay­rıca bana üç yüz dinar verdi, bunları amcaoğullarından birine götürmemi istedi.

Bana dedi ki: «Haberin olsun, o sana şöyle diyecek: "Bana bir sanatkâr göster ki, bu parayla ondan kendime eşya alayım." «Sen de ona göster.»

Derken, söylediği kişiye dinarları götürdüm, bana dedi ki:

"Ey Ebu Haşim! Bana bir sanatkâr göster ki, ondan kendime bir eşya alayım."

-"Evet" dedim. Bu sırada bir deve çobanı, benimle konuştu ve İmam'a yanında bana bir iş vermesini istedi. Bu hususta onunla konuşmak için İmam'ın huzuruna gittim, yemek yediğini gördüm. Yanında da bir topluluk vardı, konuşma imkânını bulamadım. Ba­na dedi ki: «Ey Ebu Haşim! Yemek ye.»

Sonra da yemeği karşıma koydu. Ardından ben kendisine herhangi bir şey söylemeden söze başladı ve dedi ki: «Ey hizmetçi! Ebu Haşim'in getirdiği deve ço­banını yanında tut.»

Bir gün, onunla birlikte bir bahçeye girdik, ona dedim ki: "Sana kurban ola­yım, çamur yeme alışkanlığım var. Benim için dua et."

Üç gün sonra, ben bir şey söylemeden kendisi söze başlayarak bana dedi ki:

«Ey Ebu Haşim! Allah, senden çamur yeme alışkanlığını giderdi.»

Ebu Haşim der ki: "O günden sonra çamur yemekten nefret ettiğim kadar başka hiçbir şeyden nefret etmedim."

6-(1307) ...Muhammed b. Ali el-Haşimî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın halife Me'mun'un kızıyla evlendi­ği gecenin sabahında onun yanına gittim. Bir gece öncesinden bir ilaç almıştım. O gün en erken ben onun yanına gitmiştim. Geceden aldığım ilacın etkisiyle çok susa­mıştım. Ancak su istemekten kaçındım. Ebu Cafer (aleyhisselâm) yüzüme baktı.

-   «Zannedersem susamışsın.» dedi.

-   "Evet" dedim.

-   «Ey hizmetçi veya ey cariye!» dedi, «Bize su getir.»

Kendi kendime dedim ki: "Şimdi ona su verirler, onu zehirlerler." Bu yüzden, içime bir endişe girdi, üzüldüm. Hizmetçi su getirdi, yüzüme bakıp gülümsedi, sonra

«Ey hizmetçi! Suyu bana ver.» dedi ve suyu içti. Sonra, bana verdi, ben de iç­tim. Sonra, tekrar susadım, yine su istemekten kaçındım. O da önceki gibi yaptı. Hizmetçi elinde bardakla gelince, önceki gibi kendi kendime endişemi dile getirdim. İmam bardağı aldı sonra içti, bana verdi ve gülümsedi.

Muhammed b. Hamza der ki: el-Haşimî bana dedi ki: "Ben, İmam Cevad (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın, Şiilerin söylediği gibi olduğunu[318] sanıyorum."

7-(1308) Ali b. İbrahim, babasından şöyle rivayet etmiştir:

Uzak şehirlerden gelen bir grup Şiî, Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın yanına girmek için izin istediler. İmam, onlara izin verdi. İçeri girdiler, bir tek oturumda otuz bin soru sordular, o bu soruların tümüne cevap verdi. Kendisi o sırada, on yaşındaydı.[319]

8-(1309) ...Di'bil b. Ali şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Mu­sa aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Bana bir şeyin verilmesini emretti. Ben de aldım. Fakat alırken Allah'a hamd etmedim.

Bana: «Niçin Allah'a hamdetmiyorsun?» dedi.

Sonra bir ara tekrar Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Bana bir şey verilmesini emretti, ben "Elhamdülillah" dedim.

Bana: «Şimdi edepli oldun.» dedi.

9-(1310) ...Muhammed b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın yanına gittim, bana dedi ki: «Ey Muhammed! Ferecoğullarına bir şey mi oldu?»

"Evet" dedim. "Ömer (Medine valisi) öldü."

-   «Allah'a hamdolsun.» dedi. Yirmi dört defa Elhamdülillah dediğini saydım. Dedim ki: Ey efendim! Eğer, bunun seni bu kadar sevindireceğini bilseydim, yalın ayak koşar sana haber verirdim.

Bana dedi ki: «Ey Muhammed! Biliyor musun bunun -Allah lanet etsin- ba­bam Muhammed b. Ali'ye ne dediğini?»

-"Hayır" dedim.

Dedi ki: «Babam onunla bir hususta konuştuğunda babama şöyle dedi: "Ben, senin sarhoş olduğunu zannediyorum."

Babam dedi ki: «Allah'ım, eğer dün, senin için oruç tuttuğumu biliyorsan -ki biliyorsun- ona savaşın acısını ve tutsaklığın zilletini tattır.»

Allah'a yemin ederim ki birkaç gün geçmemişti ki, sahip olduğu her şey talan edildi, sonra kendisi de tutsak edildi. Şimdi de ölmüş. Allah ona rahmet etmesin. Al­lah ondan intikam aldı. Allah Azze ve Celle, daima dostlarının intikamını, düşman­larından alır.»

10-(1311) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (aleyhisselâm)’la birlikte el-Müseyyib mescidinde namaz kıldım. Kıble tarafında bizim hizamızda durarak bize namaz kıldırdı.

Ravi şunu zikreder: Mescidde kurumuş bir sidre ağacı vardı. Yaprakları dö­külmüştü. İmam, su istedi, ağacın altında abdest aldı. Ağaç yeniden canlandı, yaprak açtı, aynı yıl meyve verdi.

11-(1312) ...el-Mutarrifî şöyle rivayet etmiştir:

İmam Ebu'l-Hasan er-Rıza (aleyhisselâm) vefat ettiğinde, bana dört bin dirhem borçluydu. Kendi kendime "Gitti malım" dedim. Derken, ertesi sabah, Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm):

«Yanıma gel ve yanında da terazi ve tartıları da getir.» diye haber verdi.

Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın yanına gittim bana dedi ki:

«Ebu'l-Hasan vefat etti ve senin onda dört bin dirhem alacağın var değil mi?» Altındaki musallayı kaldırdı, altında dinarlar vardı, onları bana verdi.

12-(1313) ...Muhammed b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Muhammed b. Ali vefat ettiği zaman yaşı, yirmi beş sene üç ay ve on iki gün­dü. İki yüz yirmi senesinin zilhicce ayının altısında, salı günü vefat etti. Babasından sonra on sekiz sene on bir ay beş gün yaşadı.

123) EBU'L-HASAN ALİ B. MUHAMMED'İN -SALAVATULLAHİ ALEYHİMA VER-RIDVAN- HAYATI BABI

İki yüz on iki senesinin zilhicce ayının ortasında doğdu. Bir rivayete göre, iki yüz on dört senesinin receb ayında doğdu. İki yüz elli dört senesinin cemaziyel ahir ayının yirmi altısında vefat etti. Bir rivayete göre, iki yüz elli dört senesinin receb ayında vefat etti. Vefat ettiğinde yaşı, kırk bir sene altı aydı.

Doğumuyla ilgili ikinci rivayete göre de öldüğünde kırk yaşındaydı. Halife el-Mutevekkil, onu Yahya b. Herseme b. A'yen ile birlikte Medine'den Samarra'ya ge­tirtti. Orada öldü, evine defnedildi. Annesi, Ümmü Veled ve adı: Semane idi.

1-(1314) ...Hayran el-Esbatî şöyle rivayet etmiştir:

Medine'de Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Bana dedi ki: «el-Vasik'tan bir haber var mı?»

Dedim ki: "Kurban olduğum, ondan ayrıldığımda sağlığı yerindeydi." Ben herkesten daha çok ona yakınım, çünkü daha on gün önce onu gördüm.

-«Medineliler onun öldüğünü söylüyorlar.» İnsanlar söylüyorlar, der demez bunu kendisinin söylediğini anladım.

Sonra, bana dedi ki: «Cafer[320] ne yaptı?»

Dedim ki: Ondan ayrıldığım zaman durumu herkesten kötüydü ve zindandaydı.

-«O, şu anda, yönetimdedir.» dedi. «İbn Zeyyat[321] ne yaptı?» dedi.

Dedim ki: Sana feda olayım, bütün halk onun yanında ve yetki onun elindedir.

Dedi ki: «Bu kadar ileri gitmesi onun için mübarek olmadı.»

Sonra, bir süre sustu, ardından bana şöyle dedi: «Allah-u Teâlâ’nın belirlediği kaderin ve hükümlerin cari olması kaçınılmazdır. Ey Hayran! Vasık, öldü. el-Mütevekkil Cafer, tahta oturdu. İbn Zeyyat, öldürüldü.»

Dedim ki: Ne zaman, kurban olduğum?

Dedi ki: «Senin oradan ayrılışından altı gün sonra.»

2-(1315) ...Salih b. Said şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve ona dedim ki: "Senin nurunu söndürmek ve senin hakkını gasp etmek için her şeyi yaptı­lar. Sonunda seni bu iğrenç hana, eşkiya hanına getirip yerleştirdiler."

Bana dedi ki: «Sen de mi böyle düşünüyorsun, ey İbn Said?»

Sonra eliyle bana: «Bak!» diye işaret etti. Baktım. Birden insana huzur veren bahçeler ve taptaze meyveler veren bağlar gördüm. Güzel ve hoş kokulu ağaçlar var­dı. Sedeflerde saklı incilere benzeyen çocuklar, kuşlar, ceylanlar, çağıl çağıl çağla­yan nehirler seyrettim. Gözlerim şaşkınlıktan donakaldı, iş göremez hale geldi.

İmam buyurdu ki: «Nerede olursak olalım, bunlar bizim için hazırlanır. Biz, eşkiyaların hanında değiliz.»

3-(1316) ...İshak el-Cellab şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) için çok sayıda koyun satın aldım. Sonra beni çağırdı ve evinin ahırından bilmediğim geniş bir yere götürdü. Sonra bu koyunları vermemi emrettiği kimselere pay ettim. Oğlu Ebu Cafer ve annesi için de ayırmamı emretti ve paylarını gönderdi. Pay ayırmamı istediği diğer kimselerin pay­larını da aynı şekilde gönderdi. Sonra Bağdat'a dönüp babamın yanına gitmek için izin istedim. O gün terviye (zilhiccenin sekizinci) günü idi

Bana yazdı ki: «Yarın bizimle kal, ertesi gün gidersin.»

Ben de kaldım. Arefe günü onunla kaldım ve kurban bayramı gecesini evinin eyvanında geçirdim. Şafak sökünce yanıma geldi ve: «Ey İshak, kalk!» dedi.

Kalktım, gözlerimi açtım, baktım ki, Bağdat'ta evimin kapısındayım. Baba­mın yanına gittim, arkadaşlarım etrafımda toplandılar. Onlara dedim ki: Arefe günü Samarra'daydım, bayram günü Bağdat'a geldim."

4-( 1317) ...İbrahim b. Muhammed et-Tahirî şöyle rivayet etmiştir:

Abbasi halifesi el-Mütevekkil, vücudunda çıkan bir çıbanın sonucu hastalan­dı. Bunun etkisiyle ölüm döşeğine düştü. Hiç kimse ona bir demir parçasıyla yaklaş­maya[322] cesaret edemiyordu. el-Mütevekkil'in annesi, şayet oğlu sağlığına kavuşacak olursa, Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed'e malından büyük bir miktarı vermeyi adadı.

Feth b. Hakan[323] el-Mütevekkil'e dedi ki: "Bu adam (İmam Ali b. Muhammed el-Hadi)'ye bir elçi göndersen, ondan yaran için bir ilaç istesen iyi olur. Çünkü mutlaka onun yanında seni bu dertten kurtaracak bir çözüm yolu vardır."

el-Mütevekkil bir elçi göndererek hastalığını ona tarif etti. Elçi geri döndü ve koyun yağının tortusunun gül suyuyla yoğrulmasını, sonra bunun yaranın üzerine konulmasını tavsiye ettiğini söyledi.

Elçi geri dönüp bu ilaç tarifini onlara anlatınca alay etmeye başladılar.

Feth dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, o ne dediğini herkesten daha iyi bilir. Yağ tortusunu hazırladı ve onun dediği gibi yaranın üzerine koydu. Bunun sonucun­da el-Mütevekkil uyudu, sakinleşti. Sonra yara açıldı ve içinde kan ve irin olarak ne varsa dışarı çıktı.

el-Mütevekkil'in annesine, oğlunun sağlığına kavuştuğu haber verildi. Annesi, İmam Hadi'ye on bin dinar gönderdi ve altına da mührünü vurdu. Sonra el-Mütevek­kil hastalığından tamamen kurtuldu. Bu arada el-Bathavî el-Alevî onun yanında boz­gunculuk yaparak İmam Hadi'ye yüklü miktarda mal ve silah götürüldüğünü söyledi.

Halife, Said el-Hacib'e dedi ki: "Gece vakti ona hücum et ve yanında buldu­ğun mal ve silahlara el koyarak yanıma getir."

İbrahim b. Muhammed der ki: "Bana Said el-Hacib anlattı ki: Geceleyin İma­mın evine gittim. Beraberimde bir merdiven de götürmüştüm. Onunla evin çatısına çıktım. Bir kaç basamak inmiştim ki, karanlıktı ve evin içine nasıl ineceğimi bilmi­yordum. «Ey Said!» diye seslendi, «Yerinde dur, sana bir mum getireyim.»

Çok geçmeden bana bir mum getirdi. Mumun ışığında aşağıya indim. Üzerin­de yünden yapılmış bir cübbe vardı. Başında da yünden bir başlık bulunuyordu. Önünde de bir hasır üzerine serilmiş bir seccade vardı. Onun bu sırada namaz kıldı­ğından kuşku duymadım.

Bana dedi ki: «Evin odalarına bakabilirsin.»

Bunun üzerine odalara girdim ve onları kontrol ettim. Odalarda herhangi bir şey bulamadım. Onun odasında el-Mütevekkil'in annesinin mührüyle mühürlenmiş bir kese buldum.

Bana dedi ki: «Namazgâha da bakabilirsin.»

Kınında sade bir kılıç buldum. Onu da aldım ve el-Mütevekkil'in yanına git­tim. Üzerinde annesinin mührü bulunan keseyi görünce annesini çağırdı, annesi ya­nına geldi.

-Bazı özel hizmetçiler bana dediler ki, annesi ona şöyle demiş: "Sen hastala­nınca ve iyileşeceğinden ümidimi kesince, iyileşmen durumunda ona özel paramdan on bin dinar göndereceğimi adadım. Sen iyileşince, ben de bu parayı ona gönderdim. Kesenin ağzındaki benim mührümdür." Başka bir kese daha açtı. İçinde dört yüz dinar bulunuyordu. Bu keseye başka bir kese daha ekleyerek, bunları ona götürmemi emretti. Bunları alıp İmam'a götürdüm. Kılıcı ve iki keseyi geri verdim.

Ona dedim ki: "Ey efendim! Bu görev bana ağır geliyor."

Bana dedi ki: «"Zâlimler yakında hangi inkılâpla devrileceklerini görecekler­dir. " (Şuarâ, 227)»

5-(1318) ...Ali b. Muhammed en-Nevfelî şöyle rivayet etmiştir:

Muhammed b. Ferec bana dedi ki: Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) bana şöyle yazdı: «Ey Muhammed! İşlerini tamamla ve kendine dikkat et.»

Ben işlerimi bitirmekle meşgul idim ve İmam'ın bunu niçin yazdığını bilmi­yordum. Derken bir adam geldi ve beni Mısır'dan eli bağlı olarak alıp götürdü. Mal varlığımın tümüne el koydu. Sekiz yıl boyunca hapiste kaldım. Sonra hapisteyken ondan bir mektup aldım, şöyle diyordu:

«Ey Muhammed! Batı tarafında[324] konaklama.» Mektubu okudum ve dedim ki: "Ben hapisteyim, o bana bunları yazıyor. Buna şaşmamak mümkün değildir."

Çok geçmeden serbest bırakıldım. Allah'a hamd olsun.

(Ravi der ki) Muhammed b. Ferec, İmam'a kaybolan malları hakkında bir mek­tup yazdı. İmam ona cevap olarak yazdı ki: «Yakında elinden alınan mallar sana geri verilecek, şayet geri verilmeyecek olursa, bunun sana bir zararı olmaz.»

Muhammed b. Ferec Samarra'ya hareket edince, el konulan mallarının geri verildiğine dair ona bir mektup yazıldı. Fakat o mektubu almadan öldü.

Ahmed b. Hadib, Muhammed b. Ferec'e bir mektup yazarak, Samarra'ya gel­mesini istedi. O da Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)'a danışmak için bir mektup yazdı.

İmam ona şu cevabı verdi: «Oraya hareket et. Çünkü inşaallah Teâlâ, orada kurtuluşa ereceksin.» Bunun üzerine yola çıktı. Çok geçmeden de öldü.

6-(1319) ...Ahmed b. Muhammed şöyle rivayet etmiştir:

Bana Ebu Yakub anlattı ki: Ben onu, yani Muhammed'i (İbni Ferec), ölümün­den önce Samarra'da, bir akşam vakti gördüm. Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed el-Hadi aleyhisselâm) karşılamaya gelmişti. İmam ona baktı, o ertesi sabah hasta düştü. Has­talanmasından bir kaç gün sonra kendisini ziyarete gittim. İyice ağırlaşmıştı. Bana, İmam'ın kendisine bir giysi parçası gönderdiğini, kendisinin de bu giysiyi katlayıp başının altına koyduğunu haber verdi. İbn Ferec bu giysiyle kefenlendi.

Ahmed der ki: Ebu Yakub şunları anlattı: Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)'ı, İbn Hadib'in yanında gördüm. İbn Hadib ona dedi ki: "Yürü, sana feda olayım."

İmam ona şu karşılığı verdi: «Sen benden önce gideceksin.»

Bu konuşmanın üzerinden daha dört gün geçmemişti ki, İbn Hadib'in ayakla­rına falaka atıldı,[325] sonra ölüm haberi geldi.

Ondan rivayet edilmiştir ki: İbn Hadib, İmam'dan istediği ev hususunda ısrarcı davranınca, İmam ona şu mesajı gönderdi: «Allah'tan seni öyle bir yere oturtmasını isterim ki, senden geriye hiç bir iz kalmaz.»

Allah Azze ve Celle, onu söz konusu günlerde musibetlere maruz bıraktı.

7-(1320) Muhammed b. Yahya, ashabımızın bazısından şöyle rivayet etmiştir:

Halife el-Mütevekkil'in iki yüz kırk üç tarihinde Ebu'l-Hasan es-Salis (Ali b. Muham­med el-Hadi aleyhisselâm)'a yazdığı mektubun bir nüshasını aldım. Mektup şöyleydi:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... İmdi... Hiç kuşkusuz, Mü'minlerin Emiri senin değerini bilmekte,[326] akrabalığını tanımaktadır, bunun bilincindedir. Senin haklarını vermekte kararlıdır. Senin ve ailenin durumunu düzeltmek, seni ve onları rahat ettirmek, dolayısıyla senin ve onların onurunu korumak, senin ve onların gü­venliğini sağlamak için gerekli olan işlemleri yapmaktadır. Bunu yaparken Rabbinin rızasını ve seninle ve senin ailenle ilgili olarak farz kıldığını bir yükümlülük olarak yerine getirmeyi amaçlamaktadır. Mü'minjerin Emiri, Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin şehri (Medine)'de savaş ve namaz emiri olarak görevlendirilen Abdullah b. Muhammed'i, bu görevlerinden azletmeyi öngörmüştür. Çünkü senin de söylediğin gibi bu adam, senin hakkını bilmezlik etmiş, senin değerini küçümsemiş, seni bir şeyle[327] suçlamış ki, Mü'minlerin Emiri, senin bundan beri olduğunu, bu tür şeylerle uğraşmayı terk etmeye ilişkin niyetinin sadık olduğunu bilmektedir. Mü'minlerin E-miri, senin kendini böyle bir şeye hazırlamadığını bilmektedir. Mü'minlerin Emiri, bu iş için Muhammed b. Fadl'ı görevlendirmiş, ona sana saygı göstermesini, seni ulula­masını, seni dinlemesini, görüşünü almasını, bu şekilde Allah'a ve Mü'minlerin Emiri'ne yakın olmanın yollarını aramasını emretmiştir.

Mü'minlerin Emiri seni özlemiş, seninle ahdini yenilemeyi, seni görmeyi ar­zulamaktadır. Eğer sen de onu ziyaret etmek, yanında bulunmak istersen, her ne va­kit arzu edersen, ailenden, kölelerinden ve yakınlarından istediğin kimselerle hareket edebilirsin. Dinlenerek ve güven içinde yol alırsınız. İstediğin zaman yol alırsın, is­tediğin zaman da konaklarsın. İstediğin gibi yürürsün. Eğer Mü'minlerin Emiri'nin kölelerinden Yahya b. Herseme'nin ve beraberindeki askerlerin seni izlemelerini, se­ninle birlikte yol almalarını, seninle birlikte yürümelerini istiyorsan, bu hususta yetki senindir. Mü'minlerin Emiri'nin yanına varıncaya kadar böyle devam eder. Kardeşle­rinden, çocuklarından ve yakınlarından hiçbiri, onun yanında senden daha saygın, senden daha övgüye değer, senden daha etkili değildir. Mü'minlerin Emiri, onların tümünden daha çok sana karşı şefkatli, sana karşı iyilik duygularını besleyen ve se­nin yanında herkesten daha çok huzur bulan bir kimsedir. İnşaallah Teâlâ Allah'ın selâmı rahmeti ve bereketi üzerine olsun."

Yazan: İbrahim b. Abbas. Allah-u Teâlâ’nın salât ve selâmı Muhammed'in ve Âl-i Muhammed'in üzerine olsun.

8-(1321) Hüseyin b. Hasan el-Hasanî şöyle rivayet etmiştir:

Bana Ebu Tayyib el-Müsenna Yakub b. Yasir anlattı:

Halife el-Mütevekkil etrafındakilere şöyle derdi: "Rıza'nın oğlu (İmam Hadi Ali b. Muhammed aleyhisselâm)’ın tavrı beni usandırdı. Benimle içki içmeyi, bana yaren­lik etmeyi reddetti. Onu bu duruma düşürmek için de bir fırsat da yakalayamadım."

Adamları dediler ki: "Eğer onu tuzağa düşüremiyorsan, kardeşi Musa var. Ça­lıp söylemeye düşkün biridir. Yeme, içme ve aşk ehlidir."

Dedi ki: "Ona adam gönderin ve bana getirin. Onu insanların nazarında Rıza'nın oğlunun yerine koyalım ve işte Rıza'nın oğlu budur, diyelim."

el-Mütevekkil ona bir mektup yazdı, saygı değer biri olarak yola çıkarıldı. Bü­tün Haşimoğulları, askerler ve halk onu karşılamaya çıktı. Gelmesi için koştuğu şart­lardan biri, Samarra'ya geldiğinde el-Mütevekkil ona bir arazi tahsis edecek, orada bir bina yapacak. İçki satanları ve çalgıcıları, şarkıcıları yanına gönderecektir. Ken­disi de onu görmeye gelecek, ona iyilik edecek, orada gizli bir konak yaparak orada kendisiyle görüşmeye gelecektir.

Musa söylenen yere gidince Ebu'l-Hasan, gelenlerin karşılandığı köprü ve yazlık yerde onunla karşılaştı. Ona selâm verdi ve hakkını verdi: «Bu adam (el-Müte­vekkil), seni rezil etmek ve küçük düşürmek için buraya getirdi. Sakın onun yanında, herhangi bir zaman şarap içmiş olduğunu söyleme.»

-Musa ona dedi ki: "Beni bunun için çağırmışsa, ona karşı nasıl bir yol izle­meliyim?"

Dedi ki: «Değerini ayaklar altına alma, onun dediğini yapma. Onun amacı seni rezil etmektir.»

Musa kabul etmedi ve İmam sözlerini bir kaç kere tekrarladı. Baktı ki, kendi­sine olumlu cevap vermiyor, şöyle dedi: «el-Mütevekkil'in senin için tertiplediği mecliste, sen ve o ebediyen bir araya gelemeyeceksiniz.»

Musa üç sene orada kaldı. Her gün sabahleyin Mütevekkil'in sarayına gidiyor­du, ona: "Mütevekkil'in bugün işi var, akşam gel." denilirdi. Akşam gittiğinde ise: "Şimdi sarhoştur, sabah gel." denilirdi. Sabah gidince: "İlaç içti." denilirdi. Üç sene böyle geçti. Nihayet Mütevekkil öldürüldü ve Musa ile bir mecliste buluşamadı.

9-(1322) ...Muhammed b. Ali şöyle rivayet etmiştir:

Bana, Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Zeyd anlattı: Hastalandım. Geceleyin tabib geldi ve o gece kullanmam için bir ilâç tavsiye etti, bu ilâcı şu şu günlere kadar kul­lanmam gerektiğini de söyledi. Fakat benim o gece söz konusu ilâcı hazırlamam mümkün değildi. Daha tabib kapıdan çıkmamıştı ki, Nasr[328] çıkageldi. Elinde bir şişe vardı ve bu şişede doktorun tavsiye ettiği ilâcın aynısı vardı.

Bana dedi ki: "Ebu'l-Hasan (Ali b. Muhammed aleyhisselâm) sana selâm söylüyor ve: «Şu ilâcı şu şu günler boyunca al.» diyor.                                                                                       

-Ben ilâcı aldım, içtim, iyileştim.

Muhammed b. Ali der ki: Zeyd b. Ali bana şunları söyledi: Şimdi eleştirenler[329] ve "aşırılar / gulat" neredeler?

124) EBU MUHAMMED HASAN B. ALİ ALEYHİSSELÂM'IN HAYATI BABI

İki yüz otuz iki senesinin ramazan ayında -bir diğer nüshada, rebiü'l-ahir ayın­da- doğdu. İki yüz altmış senesinin rebiü'l-evvel ayının sekizine tekabül eden cuma günü vefat etti. Vefat ettiği zaman yirmi sekiz yaşındaydı. Samarra'da babasının def­nedildiği eve defnedildi. Annesi ümmü veled[330] idi... Adı, Hudeys, bir görüşe göre de Sevsen (veya Sûsen[331]) idi.

l-(1323) ...Hüseyn b. Muhammed el-Eşarî ve Muhammed b. Yahya ve başka­ları şöyle dediler:

Ahmed b. Abdullah b. Hakan, Kum şehrinin emlak ve haraç işle­riyle görevliydi. Bir gün onun meclisinde Alevilerden ve mezheplerinden söz edildi. Kendisi Aleviliğin[332] düşmanıydı.

Dedi ki: Samarra'da Aleviler içinde, Hasan b. Ali b. Muhammed b. Rıza gibi, kendi ailesi ve Haşimoğulları nezdinde, vakarlı, ağırbaşlı, iffetli, soylu, cömert birini görmedim. Ona o kadar saygı gösteriyorlardı ki, içlerindeki yaşlı ve önde gelen in­sanların önüne geçirip değer verirlerdi. Komutanlar, vezirler ve sıradan insanlar da öyle. Bir gün babamın başucunda duruyordum. O gün babamın halkla toplantı dü­zenlediği bir gündü. Muhafızları içeri girdiler ve dediler ki:

"Ebu Muhammed b. Rıza (Hasan b. Ali aleyhisselâm) kapıdadır."

Yüksek bir sesle dedi ki: "İçeri girmesine izin verin." Ben muhafızların baba­mın huzurunda bir adamı künyesiyle anmaya cesaret etmiş olmaları karşısında şaşkı­na dönmüştüm. Çünkü babamın huzurunda halife veya veliaht ya da sultanın künye­siyle anılmasını emrettiği birinden başkası, babamın huzurunda künyesiyle anılmazdı

İçeri esmer bir adam girdi, boyu, endamı güzeldi. Sevimli, sempatik bir yüzü vardı. Vücud olarak göze hoş geliyordu ve henüz gencecikti. Heybetli ve görkemliy­di. Babam ona bakınca, ayağa kalktı ve yürüyerek onu karşıladı. Böyle bir şeyi, Haşimoğullarından veya askeri komutanlardan birine karşı yaptığını hatırlamıyordum. Ona iyice yaklaşınca kucakladı, yüzünü ve göğsünü öptü. Elinden tuttu ve üzerinde oturduğu namazgâhına oturttu. Kendisi de onun yanında ve yüzünü ona döndürerek oturdu. Onunla konuşmaya başladı ve konuşması esnasında, kendisini ona feda et­mekten söz ediyordu. Ben onun bu davranışları karşısında şaşkınlıktan donakalmış-tım. Bu sırada muhafızlar içeri girip, el-Muvaffak[333] geldi, dediler.

el-Muvaffak geldiği zaman muhafızları ve özel kuvvetleri önceden gelip ba­bamı meclisi ile sarayın makamına kadar saf tutarlardı. O girip çıkıncaya kadar ba­bam da saf tutardı. Fakat babam hâlâ Ebu Muhammed'le ilgileniyor, onunla konuşu­yordu. Nihayet el-Muvaffak'ın özel kölelerini gördü ve ona: "Allah, beni sana feda etsin. İstediğin zaman buraya gelebilirsin."

Sonra muhafızlarına dedi ki: "Onu safların arkasından götürün ki, şu adam -el-Muvaffak- onu görmesin." Kalktı, babam da ayağa kalktı, onu kucakladı ve ar­dından yürüyüp gitti. Babamın muhafızlarına ve özel hizmetçilerine dedim ki:

"Yazıklar olsun size! Babamın huzurunda künyesiyle andığınız ve babamın bunca saygı gösterdiği bu adam da kimdi?"

Dediler ki: "Bu, Ali'nin evladından biridir. Adı, Hasan b. Ali'dir. Daha çok "İbn Rıza" olarak bilinir." şaşkınlığım gittikçe artmıştı. O gün, sürekli olarak onu ve babamın ona karşı takındığı bu tavrı düşünerek kıvranıp durdum. Bu durum akşama kadar sürdü. Babamın adetiydi; önce yatsı namazını kılar, sonra da meclis düzenle­yip görüşülmesi gereken meseleleri görüşür, sultana ulaştırılması gereken hususları tesbit etmeye çalışırdı. Namazı kılıp oturunca gelip önünde oturdum. Yanında hiç kimse yoktu. Bana: "Ey Ahmed! Bir ihtiyacın mı var?"

"Evet" dedim "babacığım. Eğer izin verirsen sana bir soru sormak istiyorum."

Dedi ki: "Sana izin verdim, ey oğulcuğum! İstediğini sor."

Dedim ki: Babacığım! Sabahleyin gördüğüm, senin de daha önce rastlamadı­ğım şekilde hürmet gösterdiğin, saygı sunduğun, kendini, anne ve babanı kurban et­tiğin o adam da kimdi?

Dedi ki: "Ey oğulcuğum! O. Rafızîlerin imamı Hasan b. Ali'dir. İbn Rıza ola­rak bilinir." Babam bir süre sustu. Sonra dedi ki: "Ey oğulcuğum! Eğer imamlık Abbasoğullarının elinden çıkarsa, Haşimoğullarından hiç kimse bu adam kadar bu ma­kamı hak etmemiştir. Bu adam imamlık makamını, fazileti, iffeti, saygınlığı, değeri, takvası, ibadeti, güzel ahlâkı, sâlihliği ile hak etmektedir. Eğer onun babasını gör­müş olsaydın, aydın, soylu, faziletli bir adam görmüş olurdun."

Babamdan duyduklarım karşısında sıkıntım, düşüncem ve öfkem biraz daha arttı. Babamın onun karşısındaki davranışlarını ve onunla ilgili sözlerini gereksiz ve abartılı buluyordum. Bundan sonra bütün çabam onun durumunu sormak, yapıp et­tiklerini araştırmak üzerinde yoğunlaştı. Haşimoğullarından, komutanlardan, kâtiplerden, kadılardan, fakihlerden ve sıradan insanlardan, her kimden onu sorduysam, onun son derece saygın, heybetli, yüksek bir dereceye sahip, güzel söz söyleyen biri olduğunu ve onun bütün akrabalarından, ailesinin ak saçlılarından önde geldiğini söyledi. Duyduklarım karşısında onun benim nezdimdeki değeri arttı. Çünkü ona dost veya düşman olan her kimi gördüysem, onun hakkında güzel şeyler söyledi, o-nu övdü. Meclisine devam eden Eş'ari mezhebine mensup biri ona dedi ki:

"Ey Ebu Bekr! Onun kardeşi Cafer hakkında ne biliyorsun?"

Dedi ki: "Cafer kimdir ki, onun hakkında bilgi edinmek isteyesin veya Hasan ile mukayese edesin? Cafer alenen günah işleyen, günahkâr, arsız, sürekli içki içen, gördüğün insanların en alçağı, düşük karakterli, hafifmeşrep, sefih bir kimsedir."

Hasan b. Ali'nin vefatı sırasında Sultan ve adamlarının başına öyle bir olay geldi ki şaşırdım kaldım. Böyle bir şeyin olabileceğini düşünemezdim.

Şöyle ki: İbn Rıza hastalanınca, babama, İbn Rıza hastalandı, diye haber veril­di. O da o anda atına bindi, hilâfet merkezine gitti, sonra aceleyle geri döndü. Yanın­da Mü'minlerin Emiri (halife)’nin beş özel hizmetçisi bulunuyordu. Tümü de halife­nin güvenilir ve özel adamlarıydılar. Aralarında Nihrir[334] de bulunuyordu. Babam on­lara, Hasan'ın evinde kalmalarını, durumunu iyice öğrenmelerini emretti. Bir kaç ta­bibe haber verdi. Sabah akşam dönüşümlü olarak onun başında nöbet beklemelerini tembihledi. Üzerinden iki veya üç gün geçince, onun iyice bitkin ve zayıf düştüğü haberi geldi. Babam tabiblere, onun evinden ayrılmamalarını söyledi. Ayrıca "kadılar kadısı / Baş yargıç"a da gelmesini emretti, onu meclisinde hazır bulunmaya davet et­ti. Ayrıca dininden, emanete riâyetinden ve takvasından yana güvendiği "on arkada­şını" getirmesini istedi. Bunları Hasan (aleyhisselâm)’ın evine gönderdi, orada gece ve gündüz kalmalarını emretti. İmam vefat edinceye kadar evinde kaldılar.

Samarra bir anda ağlama sesleriyle çalkandı. Sultan, birini evine göndererek, evi ve odalarını teftiş etmesini ve evde bulunan her şeyi mühürlemesini istedi. Çocuğu­nu aramaya başladılar. Hamile olduklarını düşündükleri eşlerini getirdiler. Cariyeleri­nin bulunduğu yere gittiler, onları kontrol ettiler. Aralarında bir cariyenin hamile ol­duğunu söylediler. Bu cariye bir odaya kapatıldı, hizmetçi Nihrir, arkadaşları ve diğer eşleri bu cariyeden sorumlu tutuldular. Bunun ardından cenazesini kaldırma işlem­lerine başladılar. Çarşıları kapattılar. Haşimoğulları, komutanlar, babam ve diğer in­sanlar, cenazesinin ardından yürüdüler. O gün Samarra, kıyamet gününü andırıyordu.

Cenazeyi teçhiz etme işlemi tamamlanınca Sultan, kardeşi Ebu İsa b. Mütevekkil'i çağırdı ve cenaze namazını kıldırmasını istedi. Cenaze musallaya konulunca Ebu İsa yaklaştı, yüzünü açtı, Alevîsinden Abbasîsine, bütün Haşimoğullarına, ko­mutanlara, kâtiplere, kadılara, adaletli olduklarına inanılan tanıklara gösterdi ve: "Bu Hasan b. Ali b. Muhammed b. Rıza'dır. Eceliyle ve yatağında ölmüştür. Öldüğünde, Emir'ül-Mü'minin'in hizmetçilerinden ve güvenilir adamlarından falan ve falan, ka­dılardan, falan ve falan, tabiblerden, falan ve falan yanında hazır bulunuyorlardı."

Sonra yüzünü örttü ve cenazenin kaldırılmasını emretti. Cenaze evin ortasın­dan kaldırılıp, babasının da defnedildiği odaya defnedildi. Defnedildikten sonra, bir süre mirasın paylaşılmasına ara verdiler. Hamile olduğu sanılan cariyenin başında bekleyenler, hâlâ bekliyorlardı. Sonunda cariyenin hamile olmadığı anlaşıldı. Cari­yenin hamile olmadığını anlayınca, mirası annesi ile kardeşi Cafer arasında paylaştı­rıldı. "Annesi onun vasiyetini iddia etti. Ve bu, Kadı'nın huzurunda sabit oldu."

Sultan da buna dayanarak onun oğlunu aramaya koyuldu.[335]

Daha sonra Cafer babamın yanına geldi ve dedi ki: "Kardeşime verdiğin yetki ve makamı bana da ver, senede sana yirmi bin dinar göndereyim."

Babam ona sövdü ve kovdu. Ardından şunları söyledi: "Ey ahmak! Sultan, ba­banın ve kardeşinin imam olduğunu ileri sürenleri bu inançlarından döndürmek için kılıç çektiği halde bunu gerçekleştiremedi. Eğer sen, babanın ve kardeşinin Şiâsı nezdinde imam isen, artık sultanın seni onların mertebesine çıkarmasına ihtiyacın yoktur. Bunun için sultandan başkasına da muhtaç değilsin. Ama eğer, onların nez­dinde bu mertebeye lâyık değilsen, bizim yardımımızla bu makama erişemezsin."

Bu olay üzerine babam, onun hafif biri olduğunu, aklen zayıf olduğunu anla­dı. Dışarı çıkarılmasını emretti ve babam ölünceye kadar yanına girmesine izin ver­medi. Biz Samarra'dan ayrıldık, o hâlâ bu durumdaydı ve halife de Hasan b. Ali'nin oğlunu bulmaya çalışıyordu.[336]

2-(1324) Ali b. Muhammed, Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. Musa b. Ca­fer'den şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali el-Askeri aleyhisselâm), Halife el-Mu'tezz'in ölü­münden yaklaşık olarak yirmi gün önce Ebu'l-Kasım İshak b. Cafer ez-Zübeyrî'ye şöyle bir mektup gönderdi: «Bir olay meydana gelinceye kadar evinden çıkma.»

Bu sırada "Büreyhe" öldürülünce, Ebu'l-Kasım, İmam'a şunları yazdı:

"Olay meydana geldi, şimdi ne yapmamı emredersiniz?"

İmam ona şöyle yazdı: «Benim kastettiğim olay bu değildir. Başka bir olay­dır.» Bir süre sonra el-Mu'tezz olayı meydana geldi.

Yine aynı raviden şöyle rivayet edilmiştir: İmam bir diğer adama da:

«Abdullah b. Muhammed b. Davud öldürülecek.» diye on gün önceden bir mektup yazdı. Onuncu gün, gerçekten öldürüldü.

3-(1325) ...Muhammed b. Ali b. İbrahim b. Musa b. Cafer şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara maddi durumumuz iyice sıkıştı. Babam bana dedi ki: Birlikte şu adama -Ebu Muhammed'i kastediyor- gidelim, çünkü onun cömert biri olduğunu söylüyorlar.

-   "Onu tanıyor musun?" diye sordum.

-   "Hayır, onu tanımıyorum." dedi, "Bu güne kadar hiç görmedim de." Babamla birlikte Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)a gittik. Yolda babam bana: "Bize beş yüz dirhem vermesine ne kadar ihtiyacımız var? İki yüz dir­hemiyle giysi alır, iki yüz dirhemiyle borçlarımızı öder ve yüz dirhemiyle de masraf­larımızı karşılardık." dedi.

Ben de kendi kendime şöyle dedim: "Keşke bana da üç yüz dirhem verseydi. Yüz dirhemle kendime bir eşek satın alırdım. Yüz dirhemiyle masraflarımı karşılar­dım, diğer yüz dirhemiyle de giysi alırdım. Ve sonra dağa[337] giderdim."

Onun kapısına vardığımız zaman, hizmetçisi bizi karşıladı ve dedi ki: "Ali b. İbrahim ve oğlu Muhammed içeri giriyorlar. Yanına girip selâm verdiğimizde baba­ma şöyle dedi: «Ey Ali! Bizi ziyaret etmek için bu güne kadar niçin bekledin?»

Babam dedi ki: Ey efendim! Böyle bir durumda seninle karşılaşmaktan utan­dım.

Onun huzurundan çıktığımızda hizmetçisi geldi ve babama bir kese verdi, son­ra da şunları söyledi: "Burada beş yüz dirhem vardır. Bunun iki yüz dirhemi giysi, iki yüz dirhemi borç ve yüz dirhemi de masraflar içindir."

Bana da bir kese verdi ve şöyle dedi: "Burada üç yüz dirhem var. Yüz dirhemiyle bir eşek, yüz dirhemiyle giysi satın al ve diğer yüz dirhemini de masraflar için kullan. Dağa da gitme. "Sura" adlı bölgeye git."

Sura'a gitti, orada bir kadınla evlendi. Bugün bin dinar geliri vardır. Buna rağ­men Vakıfiye[338] mezhebine bağlıdır.

Muhammed b. İbrahim der ki: Ona şöyle dedim: "Yazıklar olsun sana! Bun­dan daha açık bir kanıt mı istiyorsun?"

Dedi ki: "Bu, alışkanlık haline getirdiğimiz bir gelenektir." [339]

4-(1326) ...Ebu Ali Muhammed b. Ali b. İbrahim şöyle rivayet etmiştir:

Bana Ahmed b. Haris el-Kazvinî anlattı ki:

Samarra'da babamla beraberdim. Babam, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali el-As-keri aleyhisselâm/in ahırında baytarlık yapıyordu. Halife el-Müsta'in'in, güzellikte ve boyda bir benzeri görülmemiş bir katırı vardı. Bu katır sırtına kimseyi bindirmiyor, ağzına gem vurulmasını ve sırtına eğer konulmasını engelliyordu. Bütün eğiticiler toplanmışlardı; ancak sırtına binmenin bir yolunu bulamamışlardı.

el-Müsta'in'in nedimlerinden biri, ona dedi ki: "Ey Mü'minlerin Emiri! Hasan b. Rıza'yı çağırsan ve bu katıra binmesini emretsen olmaz mı? Ya katıra binmeyi başarır veya katır onu öldürür, böylece sen de rahat etmiş olursun."

Ebu Muhammed'i çağırdı. Babam"da onunla birlikte geldi. Babam dedi ki: Ebu Muhammed eve girdiği zaman, ben de onun yanındaydım. Ebu Muhammed evin av­lusunda durarak katıra baktı. Yanına gitti, eliyle perçemini sıvazladı. O sırada katıra baktım, her tarafından ter akıyordu. Sonra el-Müsta'in'in yanına gitti, selâm verdi.

Halife ona: "Hoş geldin." dedi, yanına yaklaştırdı.

Dedi ki: "Ey Ebu Muhammed! Şu katırın ağzına gem vur."

Ebu Muhammed, babama: «Ey hizmetçi, ona gem vur.» dedi.

el-Müsta'in: "Sen ona gem vur." dedi. Bunun üzerine Ebu Muhammed, cübbesini çıkardı, sonra kalkıp katıra gemi vurdu, ardından yerine geri dönüp oturdu.

Halife: "Ey Ebu Muhammed! Ona eğer de tak." dedi.

O da babama: «Ey hizmetçi! Katıra eğer tak.» dedi.

Halife: "Eğeri sen tak." dedi.

Ebu Muhammed bir kez daha yerinden kalktı katıra eğeri taktı ve yerine döndü

Halife ona: "Bu katıra binmek ister misin?" dedi.

-«Evet.» dedi ve katıra bindi. Katır herhangi bir engellemede bulunmadı. Ka­tırı evin içinde dolaştırdı. Olabilecek en güzel ve en rahat şekilde onu sürdü. Sonra geri döndü ve katırın sırtından indi.

el-Müsta'in dedi ki: "Ey Ebu Muhammed! Onu nasıl gördün?"

Dedi ki: «Ey Mü'minlerin Emiri! Onun gibi güzel ve yürüyüşte maharetli bi­rini daha önce görmemiştim. Böyle bir katır ancak Mü'minlerin Emiri içindir.»

Halife dedi ki: Ey Ebu Muhammed! Emir'ül-Mü'minin de seni ona bindirdi.[340]

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) babama: «Onu al.» dedi.

Babam da katırı aldı ve dizginlerinden tutup yürüttü.

5-(1327) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’a yoksulluğumdan bahisle dert yandım, şikâyette bulundum. Bunun üzerine elindeki kırbaçla yeri eşeledi. Sonra üzerini bir mendille örttü ve oradan beş yüz dinar çıkardı. Ardından bana şöyle dedi:

«Ey Ebu Haşim! Bunu al ye bizi de mazur gör.»[341]

6-(1328) ...Ebu Abdullah b. Salih, babasından rivayet etmiş ki:

Ebu Ali el-Mutahhar, Kadisiye senesinde,[342] Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aley­hisselâm)'a. insanların susuzluk korkusuyla Mekke'ye gitmekten vazgeçtiklerini ve kendisinin de susuzluktan korktuğunu bildiren bir mektup yazdı. Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) cevaben dedi ki: «Yolunuza devam edin, sizin için endişelenecek bir şey yoktur, inşaallah.» Onlar da esenlik içinde ve selâmetle yollarına devam ettiler. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.

7-(1329) ...Ali b. Hasan b. Fadl el-Yemanî şöyle rivayet etmiştir:

Cafer'in soyundan gelen el-Caferî'nin[343] üzerine karşı konulamayacak bir kala­balıkta bir ordu saldırdı. Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'a bir mektup ya­zarak bu durumu ona şikâyet etti.

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm), ona şu cevabı yazdı: «İnşaallah bu açıdan herhangi bir şeye ihtiyacınız olmayacaktır.» Bunun üzerine küçük bir orduyla onlara karşı harekete geçti. Düşman askerle­rinin sayısı yirmi binin üzerindeydi. Kendisinin askerleri ise binden daha azdı. Ama sonunda o kalabalık orduyu yere serdiler.

8-(1330) ...Muhammed b. İsmail el-Alevî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'ı, Ali b. Narmeş'in yanında hapse attılar. İbn Narmeş, insanlar içinde Ebu Tâlib soyuna karşı en çok düşmanlık besle­yen, onlara karşı en sert davranan bir kimseydi.

Ona dediler ki: "Buna istediğini yapabilirsin."

İmam onun yanında bir gün kalmadan, bu adam onun önünde eğildi, ona karşı duyduğu saygıdan dolayı gözlerini yerden ayırmaz oldu. İmam onun yanından ayrıl­dığında, artık insanlar içinde en güzel basirete sahip ve İmam hakkında en güzel dü­şünceler besleyen bir kimseydi.

9-(1331) ...İshak b. Muhammed en-Nahaî şöyle rivayet etmiştir:

Süfyan b. Muhammed ed-Dubbaî bana şunları anlattı: Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’a bir mektup yazdım ve: "Sanır mısınız ki ...Allah... Allah'tan, Peygamberinden ve mü'minlerden başka­sını sır dostu edinmeyenleri bilmeyecek?..."(Tevbe, 16) âyetinde geçen "velîce/sırdaş" kelimesiyle ilgili bir soru sordum.

Bir de mektupta yazmayıp içimden şöyle bir soru geçirdim: "Acaba bu âyette geçen "mü'minler"den maksat kimdir?" Bana şöyle bir cevap geldi: «Velîce / sırdaş kelimesiyle gerçek yöneticinin ye­rine haksız yere geçirilen yönetici demektir. Bu arada içinde, bu âyette geçen mü'­minlerden maksat kimlerdir, diye bir soru geçirdin. Bunlardan maksat, "Allah'tan eman alan ve emanlarını gerçek anlamıyla yerine getiren imamlardır."»

10-(1332) İshak der ki: Bana Ebu'l-Haşim el-Caferî anlattı:

Ebu Muhammed (Hasan b.Ali aleyhisselâm)'a hapishanenin darlığından ve pran­ganın sıkılığından şikâyet eden bir mektup yazdım.

Bana cevap olarak yazdı ki: «Bu gün öğle namazını evinde kılacaksın.» Gerçekten öğle vakti hapishaneden çıkarıldım ve onun söylediği gibi öğlen namazını evimde kıldım. Maddi açıdan da sıkıntı içindeydim. Bir mektup yazarak ondan para istemeyi düşündüm; fakat utandım. Evime gittiğimde bana yüz dinar gönderdi ve bir de şöyle bir mektup yazıp bana iletti: «Bir ihtiyacın varsa utanma ve istemekten sakınma. İnşaallah dilediğini görürsün.»

11-(1333) ...Ahmed b. Muhammed el-Akra şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Hamza -hizmetçi Nusayr- bana anlattı ki: Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın hizmetçileriyle kendi dilleriyle, Türkçe, Rumca ve Slavca konuştu­ğunu defalarca gördüm. Bundan dolayı şaşırdım ve kendi kendime dedim ki:

"Bu adam Medine'de doğdu ve babası Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) vefat edince­ye kadar hiç kimseye görünmedi, kimse de onu görmedi. Bunu nasıl becerebiliyor?" -Ben, içimde bu düşünceleri geçirirken- Bana döndü ve dedi ki: «Allah Tebareke ve Teâlâ, hüccetini bütün varlıklar içinde her açıdan belirgin kılar. Ona dilleri öğretir, soy bilgisini verir, ecelleri ve olayları bildirir. Öyle olmasa hüccet ile diğer insanlar arasında bir fark olmaz.»

12-(1334) İshak, Akra'dan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’a bir mektup yazdım ve: "İmam ihtilâm olur mu?" diye sordum.

Mektubu gönderdikten sonra kendi kendime dedim ki: "İhtilâm olmak şeytani bir olaydır. Allah Tebareke ve Teâlâ, velîlerini böyle bir şeyden korumuştur."

Bir süre sonra bana şöyle bir cevap geldi:

«İmamların uykudaki halleri uyanık oldukları sıradaki halleri gibidir; uyku onlarda herhangi bir değişiklik meydana getirmez. Senin de kendi içinden geçirdi­ğin gibi Allah, velîlerini şeytanın çarpmalarından korumuştur.»

13-(1335) ...İshak şöyle der: Bana Hasan b. Zarif şöyle anlattı:

İki mesele zihnimi kurcalıyordu. Bunlarla ilgili olarak Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'a bir mektup yazmak istedim. Bir süre sonra mektubu yazdım.

Sordum ki: "Mehdî (aleyhisselâm) zuhur ettiği zaman nasıl hükmedecek ve in­sanlar arasında hüküm verdiği meclisi nerede olacak?" Bu arada nöbetlerle gelen sıt­manın tedavisini de sormak istedim; fakat bunu yazmayı unuttum.

Bana şöyle bir cevap geldi:

«Mehdî ile ilgili bir soru soruyorsun. Zuhur ettiği zaman insanlar arasında il­miyle hükmedecek, Davud (aleyhisselâm)’ın hükmetmesi gibi. Kanıt istemeyecektir.

Bu arada nöbetlerle gelen sıtma hakkında da bir soru sormak istemiştin; fakat sormayı unutmuşsun. Bir kâğıda: "Ey Ateş dedik, soğu İbrahim 'e karşı ve bir zarar verme ona." (Enbiya, 69) diye yaz ve bu kâğıdı sıtmalı kişinin bir yerine as.»

Ebu Muhammed (aleyhisselâm)’ın söylediği gibi yazıp astık, hasta kendine geldi

14-(1336) ...İsmail b. Muhammed b. Ali b. İsmail b. Ali b. Abdullah b. Abbas b. Abdulmuttâlib anlattı:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın gelip geçtiği yolun üzerinde oturup bekledim. Yanımdan geçerken muhtaç durumda olduğumu söyleyerek şikâyette bulundum ve yemin ederek yanımda bir ve yukarısı hiçbir dir­hem, ne sabah ne de akşam bulunmadığını söyledim.

Bana dedi ki: «Allah'a yalan yere yemin ediyorsun. Oysa sen iki yüz dinar gömmüşsün; ancak bu sözlerim, sana bağışta bulunmayacağım anlamına gelmez. Ey hizmetçi, yanında ne varsa buna ver.»

Hizmetçi bana yüz dinar verdi. Sonra bana döndü ve dedi ki: «Her zamankin­den çok daha muhtaç olduğun bir günde onlardan mahrum kalacaksın.»

Gömdüğüm dinarları kastediyordu. Doğru söylüyordu ve onun dediği gibi de oldu. Gerçekten iki yüz dinar gömmüştüm ve şöyle demiştim:

"Bu para, bir gün bizim için bir dayanak ve sığınak olur."

Bir gün harcayacak paraya şiddetli bir ihtiyaç duydum. O sırada rızık kapıları da adeta üzerime kapanmıştı. Gömdüğüm parayı çıkarmaya çalıştım. Ama oğlum bu paranın yerini öğrenmiş, çıkarıp kaçmış. Bir daha bu paranın zerresini bile elde ede­medim.

15-(1337) ...Ali b. Zeyd b. Ali b. Hasan b. Ali anlattı:

Bir atım vardı ve onu çok beğeniyordum. Her mecliste onun vasıflarını anlatıyordum. Bir gün Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın yanına gittim, bana dedi ki: «Atına ne oldu?»

Dedim ki: Buradadır, senin kapında duruyor. Biraz önce onun sırtından indim.

Bana dedi ki: «Eğer müşteri bulursan gece olmadan onu değiştir, sakın gecik­tirme.»

Bu sırada biri içeri girdi, konuşmayı yarıda kesmek zorunda kaldık. Düşünceli olarak ayağa kalktım, evime yürüdüm. Kardeşime haber verdim.

Dedi ki: Bu hususta ne söyleyeceğimi bilmiyorum.

Cimrilik ettim ve atımı başkasına satmaya kıyamadım. Derken akşam oldu. Bir ara seyis geldi. Yatsı namazını kılmıştık.

Dedi ki: Ey efendim! Atın öldü.

Çok üzüldüm ve onun bana: «Atını sat.» derken bunu kastettiğini anladım.

Bir kaç gün sonra bir kez daha Ebu Muhammed'in yanına gittim. Bir yandan da kendi kendime şöyle diyordum: "Keşke bana bir binek verseydi. Zaten bu üzün­tüme de onun sözleri sebep oldu." Yanına oturduğum zaman dedi ki:

«Evet, sana bir binek veririz. Ey hizmetçi! Al, yük beygirimi ona ver. Bu senin atından daha hayırlıdır. Daha düzgün koşuyor ve daha uzun ömürlüdür.»

16-(1338) ...Muhammed b. Hasan b. Şemun anlattı:

Bana Ahmed b. Muhammed anlattı: el-Mühtedi, mevalileri[344] öldürmekten vaz­geçince Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'a şu mektubu yazdım:

"Onu bizden alıkoyan Allah'a hamd olsun. Çünkü onun seni tehdit ettiğini ve: "Allah'a yemin ederim ki, onları yeryüzünden sileceğim." dediğini duymuştum.

Ebu Muhammed (aleyhisselâm) kendi el yazısıyla şöyle yazdı:

«Bu, onun ömrünü kısaltacak. Bu günden itibaren beş gün say, altıncı günde alçalıp zelîl kılındıktan sonra öldürülecektir.» Onun söylediği gibi oldu.

17-( 1339) ...Muhammed b. Hüseyin b. Şemmun anlattı:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’a bir mektup yazdım, gözlerimin ağrısından dolayı benim için Al­lah'a dua etmesini istedim. Gözlerimden biri kör olmuş diğeri de kör olmak üzereydi.

Bana şu cevabı yazdı: «Allah gözünü korudu.» Sağlam olan gözüm açıldı. Mektubun sonunda da: «Allah senin ecrini versin ve en güzel sevabını bahşetsin.»[345] cümlesi yer alıyordu. Bu sözü okuduktan sonra üzüldüm. Ailemden bir kimsenin öl­düğünü bilmiyordum. Bir kaç gün sonra oğlum Tayyib'in ölüm haberini aldım. O za­man İmam'ın bundan dolayı benim için başsağlığı dilediğini anladım.

18-(1340) ...Ömer b. Ebu Müslim anlattı:

Samarra'da Mısırlı bir adam yanımı­za geldi. Adı, Seyf b. Leys'ti. Hizmetçi Şefi'in gaspettiği mülkünü almak için halife el-Mühtedi'nin nezdinde hakkını aramaya ve adı geçen hizmetçiyi mülkünden çıkar­maya çalışıyordu. Biz Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)a bir mektup yaza­rak işini kolaylaştırmasını istemesini tavsiye ettik.

Ebu Muhammed ona şu cevabı gönderdi: «Endişe etme. Mülkün sana geri ve­rilecektir. Sultanın yanına gitme. Mülkünü elinde bulunduran vekili bul ve onu en büyük sultan olan âlemlerin Rabbi Allah ile korkut.»

Adam gidip onu buldu. Mülkünü elinde bulunduran vekil ona dedi ki: "Senin Mısır'dan ayrılmanın ardından bana bir mektup yazıldı ve seni arayıp bulmam, mül­künü sana geri vermem istendi."

Böylece Kadı Ebu Şevarib'in hükmü ve şahitlerin önünde mülkünü ona geri verdi. Artık el-Mühtedi'nin nezdinde hakkını aramasına gerek kalmadı. Mülk onun oldu ve onun elinde kaldı. Bir daha ondan bir haber alınmadı.

Ravi der ki: Adı geçen Seyf b. Leys bana şöyle anlattı: Mısır'dan çıktığım za­man geride biri hasta, biri de ondan daha yaşlı iki oğul bıraktım. Büyük oğlumu vasî ve benden sonra aileni ve malım üzerinde yetkili olarak ilân etmiştim. Ebu Muhammed (aleyhisselâm)'a hasta oğluma dua etmesi için bir mektup yazdım.

Bana şu cevabı gönderdi: «Hasta oğlun sağlığına kavuştu. Senin vasîn ve sen­den sonra yetkili kıldığın büyük oğlun ise öldü. Allah'a hamd et, sabırsızlık göster­me. Aksi takdirde bütün ecrin boşa gider.»

Bir süre sonra bana haber geldi ki, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'ın cevabını aldığım gün, küçük oğlum sağlığına kavuşmuş, büyük oğlum da ölmüş.

19-(1341) ...Yahya b. el-Kuşeyrî anlattı:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın bir vekili vardı ve bu vekil evin bir odasında kalıyordu. Bu odada beyaz bir hizmetçi de kalıyordu. Vekil, hizmetçiyle ilişki (livata) kurmak istedi. Fakat hizmetçi kendisine şarap vermeden böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini söyledi. Bunun üzerine vekil ona bir şarap hazırladı ve yanına götürdü. Onunla, Ebu Muhammed arasında üç kilitli kapı vardı.

-Ravi der ki- Vekil bir ara bana anlattı ki: Birdenbire bütün kapıların açıldığı­nı gördüm, İmam geldi ve odanın kapısında durdu, sonra şunları söyledi:

«Allah'tan sakının, Ondan korkun.»

Sabah olunca, hizmetçinin satılmasını ve benim de evden çıkarılmamı emretti.

20-(1342) ...Muhammed b. Rebi' eş-Şaî anlattı:

Ahvaz'da Saneviye[346] inancına sahip bir adamla tartıştım. Sonra Samarra'ya git­tim. Adamın bazı sözleri kalbime kuşku düşürmüştü. Ahmed b. Hadib'in kapısında oturmuştum ki Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm), halk kapısından bana doğ­ru geldi. Bir heyete önderlik ediyordu. Bana baktı ve şehadet parmağıyla bana işaret ederek: «O, birdir; birdir, tektir.» dedi.

Bu manzara karşısında kendimden geçmiş, bayılmışım.

21-(1343) ...Ebu Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Ondan bir parça gümüş alıp onu bir yüzük haline getirmeyi, böylece bereketlenmeyi düşünüyor­dum. Oturdum; ama böyle bir istekte bulunmayı da unuttum. Veda edip kalkmaya hazırlandığım sırada yüzüğünü bana doğru attı ve şöyle dedi:

«Sen gümüş istedin, biz sana yüzük verdik. Yüzük taşı ve ücreti de sana kâr kaldı. Allah sana mübarek etsin ey Ebu Haşim!»

Dedim ki: Ey efendim! Şahitlik ederim ki, sen Allah'ın velîsisin ve benim imamımsın. Sana itaat ederek Allah'a ibadet ediyorum.

Buyurdu ki: «Allah, seni bağışlasın ey Ebu Haşim!»

22-(1344) ...Muhammed b. Kasım Ebu'l-Aynai el-Haşimî anlattı:

Bazen Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın yanına gider, susadığım halde, benim için su istemesini ona yakıştıramadığım için sesimi çıkarmazdım. O:

«Ey hizmetçi! Buna su ver.» derdi. Bazen kalkma isteğini içimden geçirir, dü­şünürdüm, o hemen: «Ey hizmetçi! Bineğini hazırla.» derdi.

23-(1345) ...Ali b. Abdulgaffar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm), Salih b. Vasıf ‘ın[347] yanında tutuklu bulunduğu sırada, Abbasiler, Salih b. Ali ve Ehl-i Beyt çizgisinden sapan başkaları Salih'in yanına giderek, ona sert davranmasını istediler.

Salih onlara dedi ki: "Ne yapabilirim ki? Bulabildiğim en kötü, en şerli iki adamı onun başına musallat etmiştim. Bir süre sonra bu iki adam, ibadet, namaz ve oruç bakımından olağanüstü bir mesafe kat ettiler.

Onlara dedim ki: Onun ne özelliği vardır ki, sizi bu derece değiştirebildi?

Dediler ki: Gündüzleri oruç tutan, geceleri sabaha kadar kıyam edip namaz kı­lan, konuşmayan, ibadet dışında bir şeyle uğraşmayan bir insan hakkında ne söyle­nebilir ki? Ona baktığımız zaman vücudumuzdaki bütün damarlar titriyordu. Bize dokunduğu zaman da kendimize hâkim olamazdık.

Bu sözleri duydukları zaman ümitleri kırılarak geri döndüler.

24-(l346) ...Hasan b. Hüseyin şöyle rivayet etmiştir:

Bana, Muhammed b. Hasan el-Mekfuf anlattı: Bizim arkadaşlardan biri, Samarra'da Hıristiyan bir hacamatçıdan dinlemiş: Bir gün öğlen vakti, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) beni çağırdı ve bana: «Şu damarı hacamat yap.» dedi.

Bana bir damar gösterdi ki onun hacamat yapılan damarlardan olduğunu bil­miyordum. Kendi kendime dedim ki: "Bu güne kadar böylesine acayip bir şeyle karşı­laşmadım. Bir kere öğlen vakti hacamat yapmamı istiyor, öğlen vakti hacamat yapıl­maz. İkincisi, bilmediğim bir damardan hacamat yapmamı istiyor."

Sonra bana dedi ki: «Bekle ve evden ayrılma.»

Akşam olunca beni çağırdı ve «Kanı akıt.» dedi. .     :

Akıttım. Sonra bana, «Bağla.» dedi.

Bağladım. Ardından bana, «Evde bekle.» dedi.

Gecenin yarısında beni çağırdı ve bana dedi ki: «Kanı akıt.»

Öncekinden çok daha şaşırdım. Ondan bunun sebebini sormayı da istemedim. Kanı akıttım. Tuz gibi beyaz bir kan aktı.

Sonra bana: «Bağla.» dedi. Bağladım.

Sonra: «Evde bekle.» dedi.

Sabah olunca vekiline, bana üç dinar vermesini emretti. Dinarları aldım ve ev­den ayrıldım. Doğruca Hıristiyan İbn Bahtişu'ya gittim. Olayı ona anlattım.

Bana dedi ki: Allah'a yemin ederim ki dediklerinden hiçbir şey anlamadım, tıp bilimi açısından da böyle bir bilgiye rastlamadım, kitaptan da okumuş değilim. Gü­nümüzde Hıristiyanlık kitaplarını en iyi bilen kişi, Farslı falan şahıstır, ona git.

Basra'ya kadar bir kayık kiraladım ve Ahvaz'a geldim. Oradan Fars bölgesine adamıma gittim. Hikâyeyi baştan sona ona anlattım.

Bana: "Bir kaç gün bekle." dedi.

Bekledim. Sonra cevabı almak üzere yanına geldim.

Dedi ki: "Sözünü ettiğin adamla ilgili olarak bana anlattığın olayı Mesih (aleyhisselâm), ömründe bir kere gerçekleştirmiş."

25-(1347) Ali b. Muhammed, ashabımızın bazısından şöyle rivayet etmiştir:

Muhammed b. Hucr, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'a bir mektup yazarak Abdul'aziz b. Dulef ve Yezid b. Abdullah'ı şikâyet etti, ona şu cevabı yazdı:

«Abdul'aziz artık sana ilişemez. Yezid'e gelince, seninle onun için Allah ka­tında bir makam vardır.»[348]

Bir süre sonra Abdul'aziz öldü. Yezid de Muhammed b. Hucr'i öldürdü.

26-(1348) ...Ali b. Muhammed, ashabımızın bazısından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm), Nihrir'e teslim edildi. Bu adam ona baskı uyguluyor, eziyet ediyordu. Karısı ona dedi ki: "Yazıklar olsun sana. Al­lah'tan kork. Evinde nasıl bir adamın olduğunu bilmiyorsun?"

İmam'ın takva ve salâhını ona anlattı ve dedi ki: "Ondan dolayı senin için endişeleniyorum."

Adam dedi ki: "Onu yırtıcı hayvanların arasına atarım."

Gerçekten öyle yaptı da. Bir süre sonra Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın ayakta namaz kıldığı, yırtıcı hayvanlarınsa etrafında toplandıkları görüldü.

27-(1349) ...Ahmed b. İshak şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve yazı yazmasını istedim, ki ondan herhangi bir yazı geldiğinde tanıyayım.

«Evet.» dedi. Ardından şunları söyledi:

«Ey Ahmed! Kalın kalemle yazılan yazı ile ince kalemle yazılan yazı birbirin­den farklı olur, böyle bir farklılık gördüğün zaman kuşkuya düşme.»

Sonra mürekkep istedi. Ardından yazmaya başladı. Mürekkebi, mürekkeb ku­tusunun dibinden kalemin ucuna çekiyordu. O, yazıyı yazarken ben kendi kendime dedim ki: "Yazı yazdığı kalemi bana bağışlamasını isteyeceğim."

Yazıyı tamamladıktan sonra bana döndü. Bir yandan benimle konuşurken öbür yandan bir mendille kaleme bulaşan mürekkebi siliyordu. Bunu bir süre devam ettir­di. Sonra bana dedi ki: «Bu senindir ey Ahmed.» Kalemi bana verdi.

Dedim ki: Bana musallat olan bir dertten dolayı üzüntülüyüm. Daha önce ba­bana sormak istemiştim; ama buna imkân bulamadım.

- «Nedir derdin, ey Ahmed?»

Dedim ki: "Ey efendim! Atalarından bize rivayet edilmiştir ki, nebiler sırt üstü, mü'minler sağ yanları üzerine, münafıklar sol yanları üzerine ve şeytanlarda yüzü ko­yun yatarlar."

- «Öyledir.» dedi.

Dedim ki: "Ey efendim! Ben sağ yanım üzerine yatmak istediğim halde bunu başaramadım. Sağ yanım üzerine yattığım zaman gözümü uyku tutmuyor."

Bir süre sustu, sonra «Ey Ahmed! Bana yaklaş.» dedi.

Ona yaklaştım. Bana dedi ki: «Ellerini elbisenin içine koy.» Ellerimi elbise­min içine koydum. O ellerini elbisesinin içinden çıkardı, benim elbisemin içine koy­du. Sağ eliyle sol yanımı, sol eliyle de sağ yanımı üç kere sıvazladı.

Ahmed diyor ki: "İmam'ın böyle yaptığı günden beri sol yanım üzerine yata­mıyorum. Sol yanım üzerine yattığım zaman kesinlikle gözüme uyku girmiyor."

125) SAHİB-UZ-ZAMAN (MEHDİ ALEYHİSSELAM)'IN HAYATI BABI

Hicri ikiyüz elli beş senesinin şaban ayının ortasında doğdu.

l-(1350) ...Ahmed b. Muhammed şöyle rivayet etmiştir:

Zübeyri'nin (Allah'ın laneti üzerine olsun) öldürüldüğü sırada, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)'dan bana şöyle bir mesaj geldi: «Allah'ın velîlerine zulme­derek Allah'a karşı küstahlık edenlerin cezası budur. O, beni öldüreceğini ve neslimi kurutacağını iddia ediyordu. Şimdi Allah'ın kudretini görmüş müdür?»

İki yüz elli altı senesinde İmam'ın bir oğlu oldu, adını «Mim. Ha. Mim. Dal.» koydu.

2-(1351) ...Dav'i b. Ali el-İclî, adını andığı Fars halkından birinden şöyle riva­yet etmiştir:

Samarra'ya geldim ve Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın ka­pısında beklemeye başladım. Beni içeri çağırdı. İçeri girdim ve selâm verdim.

Bana dedi ki: «Buraya geliş sebebin nedir?»

-"Sana hizmet etme arzusu beni buraya getirdi" dedim.

Buyurdu ki: «Öyleyse kapıcımız ol.»

Böylece evde hizmetçilerle birlikte kalmaya başladım. Bazen çarşıya gider, ihtiyaç duydukları şeyleri satın alırdım. Evde erkekler olduğu zaman izinsiz içeri gi­rerdim. Bir gün İmam'ın, evin erkeklere ait bölümünde bulunduğu bir sırada yanına girdim. Evde bir hareket sesini duydum.                                 

Bana seslendi ki: «Yerinde dur, hareket etme.»

Artık içeri girmeye veya dışarı çıkmaya cesaret edemedim. Bu sırada berabe­rinde üzeri örtülü bir şey bulunan bir cariye yanıma geldi.

Sonra İmam bana, «İçeri gir.» diye seslendi.

İçeri girdim. Sonra cariyeyi çağırdı, o da İmam'ın yanına geri döndü. Cariye­ye dedi ki: «Yanında bulunanı göster.»

Cariye, beyaz tenli ve güzel yüzlü bir çocuğu bize gösterdi.

Sonra İmam, çocuğun karnını açtı. Baktım, boğazından göbeğine kadar siyah olmayan yeşil tüyler bitmiş.

İmam buyurdu ki: «İşte bu, sizin imamınızdır.»

Sonra cariyeye onu götürmesini emretti.

Bu çocuğu, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) vefat edinceye kadar bir daha görmedim.

Ravi b. Ali der ki: Farslı adama dedim ki: "Onun kaç yaşında olduğunu tah­min ediyorsun?"

-  "İki yaşında olduğunu tahmin ediyorum." dedi.

el-Abdî der ki: Dav'i'ye, "Ya sen, onun kaç yaşında olduğunu tahmin ediyor­sun?" diye sordum.

-  "Onun on dört yaşında olduğunu tahmin ediyorum."

Ebu Ali ve Ebu Abdullah: "Onun yirmi bir yaşında olduğunu tahmin ediyo­ruz." dediler.

3-(1352) ...Ebu Said Ganim el-Hindî şöyle rivayet etmiştir:

Hindistan'ın İç Keşmir[349] kentinde bulunuyordum. Kralın sağındaki kürsülere oturan arkadaşlarım vardı. Bunlar dört kişiydiler ve dört kitabı okuyorlardı. Tevrat, İncil, Zebur ve İbrahim'in suhufu. İnsanlar arasında hükmeder, onlara dinlerini anla­tır, helâl ve haramla ilgili olarak onlara fetvalar verirdik. Bu gibi meselelerde kral ve diğer insanlar bize koşarlardı.

Bir gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin adını andık ve dedik ki:

"Kitaplarda zikredilen bu Nebi'nin durumu hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Onun kimliğini araştırmak, izini bulmaya çalışmak bizim için artık bir görevdir."

Görüş birliğine vardık. Sonunda benim, ülke dışına çıkıp onu arayıp bulmam hususunda ittifak ettik. Yola çıktım, yanımda yüklü miktarda para vardı. On iki ay bo­yunca yol aldım, nihayet Kabil'e yaklaştım. Bir grup Türk yolumu kesti. Bütün ma­lıma el koydular. Ağır yaralar aldım. Beni, Kabil şehrine götürdüler. Oranın sultanı başımdan geçenleri öğrenince, beni onların elinden kurtardı ve Belh şehrine götür­dü. O sırada Belh'in sultanı Davud b. Abbas b. Ebu'l -Esved'di.

Ona, benim Hindistan'dan din araştırması için yola çıktığım, Farsçayı öğrendi­ğim, fıkıhçılarla ve kelâmcılarla tartıştığım söylendi. Davud b. Abbas, bana haber göndererek meclisinde hazır bulunmamı istedi. Bütün fıkıhçılar etrafımda toplandı­lar. Benimle hararetli bir tartışmaya tutuştular.

Onlara dedim ki: "Ben, kitaplarda adına rastladığım Nebiyi bulmak için ül­kemden çıktım."

Bana dediler ki: Hangi nebiyi? Onun adı nedir?'

- "Muhammed'dir" dedim.

Dediler ki: Senin aradığın bizim Nebi'mizdir.

Bunun üzerine onun şerîatıyla ilgili bazı sorular sordum. Bana bilgi verdiler.

Onlara dedim ki: Ben Muhammed'in nebi olduğunu biliyorum; ama sizin söy­lediklerinizin onun nitelikleri olup olmadığını bilmiyorum. Siz bana onun yerini gösterin, oraya gideyim ve öğrendiğim alâmet ve işaretlerle ilgili soruları bizzat ona sorayım. Eğer aradığım oysa derhal ona iman ederim.                                              

Dediler ki: Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat etmiştir. Dedim ki: Peki, onun vasisi ve halifesi kimdir?

-  "Ebu Bekir" dediler.

-  "Bana onun adını söyleyin, çünkü bu söylediğiniz onun künyesidir" dedim. Dediler ki: "Adı, Abdullah b. Osman'dır." Soyunun Kureyş'e dayandığını söy­lediler.

Dedim ki: Bana Muhammed'in soyunu da anlatın.

Onun da soyunu açıkladılar.

Dedim ki: Benim aradığım Nebi bu değildir. Çünkü benim aradığım Nebi'nin halifesi, dinde kardeşi ve soyda da amcasının çocuğudur. Aynı zamanda onun kızı­nın kocası ve çocuklarının babasıdır. O Nebi'nin yeryüzünde soyu olmayacaktır. Yal­nızca halifesi olan bu adamın çocukları onun soyu olarak yeryüzüne yayılacaklardır.

Aniden hep birlikte bana saldırdılar ve dediler ki: "Ey Emir! Bu adam, şirkten çıkıp "kâfir oldu, bunun kanı helâldir."

Dedim ki: "Ey topluluk! Benim bir dinim var ve bu dine sıkı sıkıya sarılıyo­rum. Ondan daha sağlam ve daha doğru bir din bulmadığım sürece de ondan ayrıla­cak değilim. Ben, bu adamın niteliklerini, Allah'ın nebilerine indirdiği kitaplarda gördüm ve ben Hindistan'ı, rahat ve onurlu yaşamımı, bu adamı bulmak için terk et­tim. Sizin söylediğiniz adamın durumunu araştırdığım zaman, onun kitaplarda vasfedilen nebi olmadığını anladım. Beni bırakın."

Bunun üzerine şehrin valisi, Hüseyin b. İşkib adında bir adamı çağırdı ve ona dedi ki: "Şu Hindistanlı adamla tartış."

Hüseyin ona dedi ki: "Allah seni ıslâh etsin, yanında fakihler ve âlimler var. Onlar onunla tartışmayı çok daha iyi bilirler ve çok daha iyi gözlem yapabilirler."

Vali ona dedi ki: "Sana söylediğim gibi onunla tartış, ikiniz baş başa konuşun ve ona karşı son derece kibar davran."

Hüseyin b. İşkib'le tartıştıktan sonra bana dedi ki: "Senin aradığın adam, onla­rın sana vasfettikleri Nebi'dir; ama halifesi ile ilgili durum, onların söyledikleri gibi değildir. Bu Nebi, Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttâlib'dir. Onun vasisi de Ali b. Ebu Tâlib b. Abdulmuttâlib'dir. O, Muhammed'in kızı Fâtıma'nın kocasıdır. Mu­hammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin torunları Hasan ve Hüseyin'in babasıdır."

Ganim Ebu Said der ki: Dedim ki: "Allah-u Ekber. İşte aradığım budur."

Davud b. Abbas'ın evine geri döndüm ve ona dedim ki: "Ey Emir! Aradığımı buldum. "Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Resûlullah. / Allah'­tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik ederim."

Bana son derece iyi davrandı ve büyük lütuflarda bulundu. Hüseyin'e dedi ki: "Onun gönlünü al." Ona yaklaştım ve onunla sıcak ilişkiler kurdum. Namaz, oruç ve diğer farzlar gibi meselelerde bilgi sahibi olmamı sağladı.

Ona dedim ki: "Biz kitaplarımızda, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin son nebi olduğunu, ondan sonra nebi gelmeyeceğini, ondan sonra yetkinin vasisine, mirasçısına ve halifesine geçeceğini okuyoruz ve bu yetki, bir vasiden sonra diğeri­ne geçerek devam edecektir. Dünyanın sonuna kadar Allah'ın emri, onlarla ilgili olarak bu şekilde devam edecektir. Muhammed'in vasisinin vasisi kimdir?"

Dedi ki: Hasan'dır, ondan sonra da Hüseyin'dir. Bunlar Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin oğulları (torunları)'dır. Sonra vasilik işi, bu şekilde devam ede­rek Sahibuz-zaman (Mehdi aleyhisselâm)'a gelip dayanır.

Adam olup bitenleri bana anlattı. O andan itibaren zamanın imamının olabile­ceği yeri aramaktan başka bir amacım kalmadı.

Ravi (Amiri), der ki: "Bu adam Kum'da kalmaya devam etti. İki yüz altmış dört senesinde bizim arkadaşlarla birlikte kaldı. Sonra onlarla birlikte yola çıkarak Bağdat'a geldi. Yanında da Sind'li bir yoldaşı vardı. Bu şahıs onun dindaşıydı."

Ravi der ki: Ganim bana anlattı ki: "Yoldaşımın bazı huylarını beğenmedim ve onu terk ettim. Sonra Abbasiye denilen yere gelinceye kadar yol aldım. Namaz kılmak için hazırlık yapıyordum. Ben aradığım şeyi düşünüyorken, birden bana doğ­ru birinin geldiğini gördüm. İyice yaklaştıktan sonra bana:

"Sen falan -Hindçedeki adımı söyledi- mısın?"

-"Evet" dedim. "Efendin seni istiyor, onun çağrısına uy." dedi.

Onunla birlikte yola düştüm. Durmadan beni o, sokak sokak gezdiriyordu. So­nunda bir evin ve bahçenin önüne geldik. Baktım Mehdî (aleyhisselâm) orada oturuyor

-«Merhaba ey falan.» dedi -Hindçe- «Nasılsın? Ayrıldığın falan ve falan şa­hıslar nasıldırlar?» Kırk kişiyi saydı ve hepsini teker teker sordu. Sonra başımdan geçen olayların tümünü Hindçe anlattı.

Sonra dedi ki: «Kumlularla birlikte hac etmek mi istiyorsun?»

-"Evet, ey efendim!" dedim.

Dedi ki: «Onlarla birlikte hacca gitme. Bu sene geri dön, gelecek sene hacce­dersin.» Sonra önünde duran bir keseyi bana verdi ve dedi ki: «Bunu harcarsın, sa­kın Bağdat'a -adını verdiği- falan adamın yanına gitme. Ona hiçbir şeyi anlatma.»

Ravi der ki: "Kum'a, bizim yanımıza geldi. Sonra bazı fetihlerini[350] bize anlattı. Arkadaşlarımızın Akabe'den geri döndüklerini haber verdi. Horasan taraflarına gitti. Ertesi yıl hacca gitti. Horasan'dan bize hediye gönderdi. Bir müddet orada kaldı. Sonra öldü. Allah rahmet etsin."

4-(1353) ...Sa'd b. Abdullah şöyle rivayet etmiştir:

Hasan b. Nadr, Ebu Sidam ve bir topluluk, Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aley-hisselâm)’ın vefatından sonra "vekillerin yanında emanet olarak duran şey" hususun­da aralarında konuşuyorlardı. Bunun ne olduğunu araştırmak istiyorlardı. Hasan b. Nadr, Ebu Sidam'a gelerek şöyle dedi: "Ben hacca gitmek istiyorum."

Ebu Sidam: "Hac ziyaretini bu sene ertele" dedi.

Hasan b. Nadr ona şöyle dedi: "Ben uykuda korkuyorum. Bu yüzden yola çık­mak zorundayım."

Kişisel işlerinin yönetimini Ahmed b. Ya'la b. Hammad'a vasiyet etti. Bu ara­da Nahiye'ye de bir miktar para bıraktı. "Hiç kimseye para vermemesini; ancak Mehdî'nin zuhur etmesi durumunda kendi elleriyle ona vermesini tavsiye etti."

Ravi der ki: Hasan şöyle dedi: "Bağdat'a vardığım zaman, bir ev kiraladım ve oraya yerleştim. Vekillerden biri, bana bazı elbiseler ve bir miktar para getirdi, bana teslim etti. "Bunlar nedir?" dedim.

-   "Gördüğün gibidir." dedi.

-   Ondan sonra da bir başkası geldi, para ve elbise verdi. Ev tamamen doldu.

Sonra Ahmed b. İshak yanında bulunan her şeyi getirdi. Şaşırdım kaldım. Öy­lece düşüncelere daldım. Bu şekilde düşüncelere dalmışken, adam (Mehdi aleyhisselâm)’ın mektubu geldi.

«Şu kadar gün geçince, yanındaki şeyleri yüklen.»

Ben yanımda bulunan her şeyi topladım ve yola düştüm. Yolda bir eşkıya var­dı. Altmış adamıyla birlikte yolları kesiyorlardı. Onun bulunduğu bölgeden geçtim, Allah beni ondan kurtardı. Sonunda Samarra'ya geldim ve konakladım. Bir mektup daha geldi: «Yanındaki şeyleri yüklen.» diyordu.

Malları iki hamalın sepetine koydum. Dehlize vardığım zaman, orada siyah bir adam gördüm. Bana: "Hasan b. Nadr mısın?" dedi.

-   "Evet" dedim.

-   "Gir." dedi.

Eve girdim. Bir odaya girip iki hamalın sepetlerini boşalttım. Evin bir köşesinde çok sayıda ekmek vardı. Hamalların her birine bir ekmek verip onları dışarı çı­kardı. Üzeri perdeli bir odadan bana seslenildi:

«Ey Hasan b. Nadr! Allah'ın sana verdiği nimetten dolayı Allah'a hamd et ve sakın kuşkuya düşme. Şeytan senin kuşkuya düşmeni ister.»

Bana iki elbise verdi ve dedi ki: «Bunları al. Yakında onlara ihtiyacın olacak.»

Sonra dışarı çıktım.

Sa'd der ki: "Hasan b. Nadr geri döndü, Ramazan ayında öldü ve bu iki elbise ona kefen olarak giydirildi."

5-(1354) ...Muhammed b. İbrahim b. Mehziyar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın vefatından sonra kuşkuya düş­tüm. Babamın yanında da yüklü miktarda mal toplandı. Babam malı aldı ve gemiye bindi, ben de onun ardından gittim. Babamı şiddetli bir sıtma nöbeti tuttu.

Bana dedi ki: "Ey oğlum! Beni geri götür. Bu, ölüm hastalığıdır." Bana dedi ki: "Bu mal hususunda Allah'tan kork." Bana bir takım vasiyetlerde bulundu ve vefat etti

Kendi kendime dedim ki: "Bütün bunlar doğru olmasaydı, babam vasiyet et­mezdi. Bu malı Irak'a götüreyim, orada nehrin yukarısında bir ev kiralarım ve kim­seye de haber vermem. Eğer Ebu Muhammed (aleyhisselâm) zamanında olduğu gibi, İmam'ın yeri benim açımdan açıklığa kavuşursa, malları teslim ederim, aksi takdirde orada bir süre hoş vakit geçiririm."

Derken Irak'a geldim, nehrin yukarısında bir ev kiraladım ve orada günlerce kaldım. Bir gün bir elçi tarafından bana bir mektup ulaştırıldı. Mektupta şunlar yazı­lıydı: «Ey Muhammed! Yanında şu kadar para var ve paraları şuraya koymuşsun.»

Yanımda bulunan her şey birer birer sayılmıştı ki benim dahi bilmediğim birçok şeyden söz ediyordu. Malları elçiye teslim ettim ve bir kaç gün daha orada kal­dım. Fakat kimse başını kaldırıp yüzüme bakmıyordu. Bu durum karşısında üzül­düm. Bir gün bana bir mektup geldi:

«Seni babanın yerine görevlendirdik. Allah'a hamd et.»

6-(1355) ...Ebu Abdullah en-Nesaî şöyle rivayet etmiştir:

Merzubanî el-Harisî'ye ait bazı malları (Sahibuz-zaman Mehdi aleyhisselâm'ın katına) ulaştırdım. Bunların içinde altın bilezikler de vardı. Bütün mallar kabul edil­di; fakat altın bilezikler bana geri verildi. Bunları kırmam emredildi. Kırdım, içinde demir miskaller, bakır veya tunç parçalarının karışmış bulunduğunu gördüm.

Bunları ayıkladıktan sonra altını takdim ettim, kabul ettiler.

7-(1356) ...Fadl el-Hazzaz el-Medainî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Tâlib soyun­dan gelen Medineli bir topluluk, hakkı söylüyorlardı.[351] Belli vakitlerde hakları kendi­lerine ulaştırılırdı. Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) vefat edince, bunlar­dan bazıları, on birinci İmam'ın bir oğlunun olduğu fikrinden vazgeçtiler.

Önceki haklar, onlardan on birinci İmam'ın bir oğlunun olduğu fikrine bağlı kalanlara verilir oldu, geri kalanlara daha önce verilenler verilmez oldu. İsimleri de anılmaz oldu. Âlemlerin Rabbine hamd olsun.

8-(1357) Ali b. Muhammed diyor ki:

Sevad bölgesinden bir adam, kutsal me­kâna bir miktar mal getirdi, malı kendisine iade edildi ve denildi ki:

«Bu malın içinden amcanın çocuklarının hakkı olan dört yüz dirhemi çıkart.» Adamın elinde amcasının çocuklarına ait bir mülk vardı. Bu mülkte hepsi or­taktılar ve o, diğerlerinin hakkına el koymuştu. Adam mülke baktı, gördü ki bu mülk­ten amcasının oğlunun payına dört yüz dirhem düşmektedir. Bu miktarı çıkardı, ge­risini verdi, kabul edildi.

9-(1358) ...el-Kasım b. A'lâ diyor ki:

"Bir kaç oğlum dünyaya geldi. Bunlara dua edilmesi için mektup yazardım; ancak bana onlarla ilgili herhangi bir şey yazılmazdı. Oğullarımın hepsi de öldüler. Oğlum Hasan doğunca, bir mektup yazdım ve dua edilmesini istedim. Bana cevap verildi ve oğlum da yaşadı. Allah'a hamdolsun.

10-(1359) ...Ebu Abdullah b. Salih şöyle rivayet etmiştir:

Bir yıl Bağdat'a gitmek istedim ve gitmek için (Mehdi aleyhisselâm)'dan izin is­tedim. Fakat bana izin verilmedi. Yirmi iki gün bekledim. Kafile Nehrevan'a ulaş­mıştı bile. Çarşamba günü bana yola çıkma izni verildi ve denildi ki: «Yola çık.»

Ben yola çıktım; ama bir yandan da ümitsizdim. Kafileye yetişebileceğimi sanmıyordum. Nehrevan'a vardığımda kafilenin orada beklediğini gördüm. Devele­rime yiyecek verdim. Kervan yola çıktı, ben de onlarla birlikte yola çıktım. Benim esenlikte olmam için dua etmişti. Allah'a hamd olsun, bir kötülükle karşılaşmadım.

11-(1360) ...Muhammed b. Yusuf eş-Şaşî şöyle rivayet etmiştir:

Makatımda kan çıbanı çıkmıştı. Tabiblere gösterdim, bu uğurda çok para har­cadım. "Bunun ilacını bilmiyoruz." dediler. Bunun üzerine bir mektup yazdım ve (Sahib-uz-zaman Mehdi aleyhisselâm)dan dua istedim.

Bana şöyle bir cevap geldi: «Allah, sana sağlık giysisini giydirsin, seni dünya ve ahirette bizimle beraber kılsın.»

Bu mektubun gelişinden bir hafta geçmemişti ki, sağlığıma kavuştum, maka­tım avucum gibi çıbandan arındı. Bir gün bizim arkadaşlardan bir tabibi çağırdım ve çıbanın çıktığı yeri gösterdim.

Dedi ki: «Biz böyle bir ilacı bilmiyoruz.»[352]

12-(1361) Ali b. Hüseyin el-Yemanî şöyle rivayet etmiştir:

Bağdat'taydım. Yemen'den gelen bir kervan hareket etmeye hazırlanıyordu. Ben de bu kervanla birlikte yola çıkmak istedim. Huzurlarına bir mektup yazdım ve yolculuk için izinlerini istedim.

Bana şöyle bir cevap geldi: «Onlarla birlikte yola çıkma, onlarla birlikte çık­makta senin için bir hayır yoktur. Kûfe'de kal.»

Bunun üzerine Kûfe'de kaldım. Kervan yola çıktı. Hanzele kabilesi onlara sal­dırdı ve hepsini tarumar etti.

Bir mektup daha yazdım ve suyoluyla gitmek için izin istedim. İzin vermedi. O sene denizde sefere çıkan gemilerin akıbetlerini sordum, içlerinde bir tek geminin kurtulamadığını öğrendim. Hindî hırsızlarından Bevaric adı verilen bir grup korsan, gemilere saldırmışlardı.

Sonra "Asker-i (Samarra)’yı ziyaret ettim. Gün batımında imameynin kabirle­rinin kapısına geldim ve hiç kimseyle konuşmadım. Hiç kimseyle de tanışmadım. Ziyaretten sonra mescidde namaz kılıyordum ki, bir hizmetçi yanıma yaklaştı ve ba­na: "Kalk." dedi.                              

-   "Nereye?" dedim.

-   Bana: "Varılacak yere." dedi.

-   "Benim kim olduğumu biliyor musun? Belki de başkasını getirmek için gönderildin" dedim.

-   Dedi ki: "Hayır, ben senin için gönderildim. Sen Cafer b. İbrahim'in elçisi Ali b. Hüseyin'sin."

Beni alıp Hüseyin b. Ahmed'in evine götürdü, sonra onunla benim anlayama­yacağım şekilde gizlice fısıldaşarak konuştu. Sonra ihtiyaç duyduğum her şeyi getir­di ve üç gün boyunca yanında oturdum ve ondan, evin içinden ziyaret etmem için izin istedim, bana izin verdi. Bunun üzerine gece ziyaret ettim.

13-(1362) ...Hasan b. Fadl b. Zeyd el-Yemanî diyor ki:

Babam kendi el yazısıyla (Sahibu'z-zaman aleyhisselâm)'a bir mektup yazdı, ona cevap geldi. Sonra ben kendi el yazımla bir mektup yazdım, bana da cevap geldi.

Sonra bizim ashabımızın fakihlerinden bir fakih, bir mektup yazdı. Fakat ona cevap gelmedi. Sonra düşündük ki bunun nedeni, o adamın daha sonra Karmatî[353] ol­ması olduğunu anladık.

Hasan b. Fadl der ki: Irak'taki imamların kabirlerini ziyaret ettim, Tus'a[354] git­tim. Sonra Kâim İmam (Sahib-uz-zaman aleyhisselâm)’ın durumu benim için açıklığa kavuşuncaya ve ihtiyaçlarımı giderinceye kadar orada kalmaya karar verdim. Bu bekleme süresi kölelik yapmamı gerektirecek kadar uzasa bile kalacaktım. Bu bekle­yiş esnasında yüreğim daraldı ve hac ziyaretini kaçırmaktan korktum. Derken bir gün Muhammed b. Ahmed'in yanına geldim ve ondan yardım istedim.

Bana dedi ki: "Şu ve şu mescidlere git, orada bir adamla karşılaşacaksın."

Söylediği mescide gittim. Yanıma bir adam geldi. Bana baktı ve gülümsedi.

Sonra şunları söyledi: «Üzülme. Bu sene hacca gideceksin ve sağ salim olarak ailenin ve çocuklarının yanına döneceksin.»

Bunun üzerine rahatladım, kalbim sükûnete kavuştu. İşte ben bu sözleri, bana söylenenlerin doğru olduğunun açık bir delili olarak söylüyorum. Allah'a hamd ol­sun. Sonra Asker'e (Samarra)’ya döndüm. Bana bir kese dinar ve bir kaç giysi verildi. Üzüldüm ve kendi kendime dedim ki: "Bu kavmin (imamlar)’ın yanındaki karşılığı budur.[355] Cahillik ederek bana sunulan para ve giysileri geri verdim. Bir de mektup yazdım. Mektubu benden alan kişi, herhangi bir işaret vermediği gibi, herhangi bir söz de söylemedi. Bundan sonra büyük bir pişmanlık duydum ve kendi kendime de­dim ki: "Para ve giysileri efendime geri göndermekle küfre girdim, nankörlük ettim."

Bir mektup yazarak yaptığımdan dolayı özür diledim, işlediğim günahtan piş­manlık duyduğumu belirttim, istiğfar ettim. Sonra da mektubu gönderdim. Kendimle baş başa kaldım ve pişmanlıktan dolayı ellerimi ovuşturuyordum. Ben bütün bunları kendi içimde düşünürken, bir yandan da şunları söylüyordum:

"Eğer bana dinarlar bir daha gönderilirse, kesenin ağzını açmayacağım ve ba­bama götürünceye kadar hiçbir harcamada bulunmayacağım. O benden daha iyi bi­lir. Onu istediği gibi kullansın."

Bana daha önce keseyi getiren elçiye, bir mektup geldi. Mektupta şöyle yazı­yordu: «"Bizim zaman zaman dostlarımıza böyle yaptığımız, onların bazen teberrük için bizden bir şeyler istediklerini," o adama söylememekle yanlış bir iş yaptın.»

Bana da şöyle bir mektup geldi: «Bizim iyiliğimizi geri çevirmekle hata ettin. Allah'tan bağışlanma dilediğine göre, kuşkusuz Allah seni bağışlayacaktır. Mademki bu parayı harcamamakta ve yol masraflarında kullanmamakta kararlısın, biz de onu sana göndermekten vazgeçtik. Fakat giysilere ihtiyacın var. Onları ihram olarak kul­lanmak zorundasın.»

Huzurlarına iki mesele ile ilgili olarak bir mektup yazdım, ayrıca bir üçüncü mesele ile ilgili olarak yazmak istedim, İmam'ın bundan hoşlanmayacağını düşüne­rek yazmaktan vazgeçtim. Sorduğum iki meselenin cevabı geldi, bunun yanında içimden geçirdiğim üçüncü meselenin de cevabı açıklamalı olarak geldi. Allah'a hamd olsun. Cafer b. İbrahim en-Nisaburî ile Nisabur'da karşılaştım. Beraber yolcu­luk ettik. Bağdat'a geldiğimde pişman oldum ve ona eşlik etmekten vazgeçtim. Baş­ka bir arkadaş aramaya başladım. İbn Vecna ile karşılaştım. Daha önce ondan bana eşlik etmesini ve binek kiralamasını istemiş; fakat istekli olmadığını görmüştüm.

Bana dedi ki: "Ben de seni arıyordum."

Bana denildi ki: «O seninle arkadaşlık edecek, onunla iyi arkadaşlık et, ona eşlik etmeyi kabul et ve binek kirala.»

14-(1363) ...Hasan b. Abdulhamid şöyle rivayet etmiştir:

Haciz b. Yezid hak­kında kuşkuya düştüm.[356] Bir şeyler topladım, sonra Asker'e (Samarra)'ya, gittim.

Bana bir mektup geldi: «Bizim hakkımızda kuşku olmadığı gibi, bizim emri­miz doğrultusunda bizim makamımıza geçenler hakkında da kuşku yoktur. Yanında bulunan şeyleri Haciz b. Yezid'e geri ver.»

15-(1364) ...Muhammed b. Salih şöyle rivayet etmiştir:

Babam öldükten sonra görev[357] bana kaldı. Babam imamın payından insanlara borç vermişti. İmam'a bunu yazdım ve haber verdim.[358]

Bana şöyle bir mektup yazdı: «Parayı iste ve geri ödemelerini sağla.»

Herkes borcunu ödedi. Bir tek kişi ödemedi. Onun borcu dört yüz dinardı. Adamın yanına gittim ve parayı istedim. "Bugün, yarın" deyip beni oyaladı. Oğlu da beni hafife aldı. Oğlunun bu tavrını babasına şikâyet ettim. Adam, "Ne olmuş yani?" dedi.[359] Bunun üzerine bir elimle adamın sakalını tuttum, diğer elimle de ayağını kav­radım ve evin ortasına yıktım. Birçok yumruk vurdum. Oğlu dışarı çıktı ve Bağdat­lılardan yardım istedi.

Bir yandan da şunları söylüyordu: "Kumlu bir Rafızî babamı öldürüyor!"

Başıma bir sürü adam toplandı. Atıma bindim ve dedim ki: "İyi yapıyorsunuz, ey Bağdatlılar! Mazlum bir yabancıya karşı bir zâlime arka çıkıyorsunuz. Ben Hemedânlı Ehl-i Sünnet'ten bir kimseyim. Bu ise benim Kumlu bir rafızî olduğumu söylüyor. Amacı benim hakkımı ve malımı almaktır. "

Bunun üzerine insanlar adama saldırdılar ve dükkânını dağıtmak istediler. Ben onları durdurdum. Borçlu adam beni çağırdı ve karısının talâkı üzerine yemin ederek borcunu vereceğini söyledi. Ben de adamları dışarı çıkardım.

16-(1365) ...Ahmed b. Hasan'ın hizmetçisi Bedr, şöyle rivayet etmiştir:

Dağlık bölgeye[360] gittim. Ben imamete inanmamakla beraber Ali evladını tü­müyle seviyordum. Derken Yezid b. Abdullah öldü. Hastalığında atının, kuşağının ve kılıcının efendisine verilmesini vasiyet etti.

Atı İzkutekin'e[361] vermezsem, beni azarlayacağından korktum. Ata, kılıca ve kuşağa yedi yüz dinar değer biçtim ve bunu hiç kimseye haber vermedim. Hiç bekle­mediğim bir anda Irak'tan bana bir mektup geldi. Mektupta şöyle yazıyordu: «Atın, kılıcın ve kuşağın bedeli olarak yanında bulunan bize ait parayı gönder.»

17-(1366) Ali, kendisine anlatan birinden şöyle rivayet etmiştir:

"Bir oğlum oldu. İmam (Sahib-uz-zaman Mehdi aleyhisselâm)’ın huzurlarına bir mektup yazarak çocuğu yedinci günde sünnet etmek için izin istedim.

Bana: «Yapma.» diye cevap geldi.

Çocuk yedinci günde veya sekizinci günde öldü. Sonra çocuğun öldüğünü bil­dirmek üzere bir mektup yazdım.

Bana: «Ondan sonra bir başkası, bir başkası daha sana bahşedilecek. Birine Ahmed adını vereceksin, Ondan sonrakine de Ahmed Cafer adını verirsin.»

Nitekim onun söylediği gibi oldu. Daha sonra hac için hazırlandım. İnsanlarla vedalaştım. Yola çıkmak üzereydim ki, bir mektup geldi.

«Biz gitmeni hoş karşılamıyoruz, yine de sen bilirsin.»

İçim daraldı, üzüldüm. Bir mektup yazarak dedim ki: "Sözünü dinledim ve itaat ettim, yola çıkmayacağım. Ancak hacca gidemediğim için üzüntülüyüm."

Bana şöyle bir cevap geldi: «Göğsün daralmasın. İnşaallah gelecek yıl hacca gideceksin.»

Ertesi yıl, hacca gitmek için izin istedim. Bana izin verildiğine dair bir mek­tup geldi. Bir mektup göndererek bildirdim ki: "Ben Muhammed b. Abbas'ı kendim için yoldaş olarak seçtim. Ben onun dinine ve saygınlığına güveniyorum."

Bana şöyle bir cevap geldi:

«Esedî, ne güzel yoldaştır. Eğer Esedî gelirse, başkasını ona tercih etme.»

Esedî geldi ve onu yoldaş olarak seçtim.

18-(1367) Hasan b. Ali el-Alevî diyor ki:

Mecruh-i Şirazî, İmam (Mehdî aleyhisselâm)’a ait bir miktar malı Mirdas b. Ali­'ye emanet olarak bıraktı. Mirdas'ın yanında Temim b. Hanzala'ya ait bir miktar mal daha vardı. Mirdas'a bir mektup geldi ve mektupta şöyle yazıyordu:

«Temim'in malını Şirazî'nin sana emanet ettiği mal ile birlikte gönder.»

19-(1368) ...Ebu Muhammed Hasan b. İsa el-Ureydî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) vefat edince, Mısırlı bir adam, Mekke'ye (Mehdî aleyhisselâm)’ın huzuruna ulaştırılmak üzere bir miktar mal getirdi. Bu hususta ihtilâf baş gösterdi. Bazı insanlar: "Ebu Muhammed vefat ettiğinde geri­de erkek çocuk bırakmadı, onun yerine (yalancı) Cafer geçmiştir." derken, diğer bazı­ları ise, "Ebu Muhammed vefat ettiğinde onun yerine geçecek bir oğlu vardı" dediler.

Hasan b. İsa, Ebu Tâlib künyesiyle anılan bir adamı Samarra'ya gönderdi.

Adam Samarra'ya geldiğinde yanında bir mektup vardı. Cafer'in yanına geldi ve İmam'ın yerine geçtiğinin kanıtını istedi.

Cafer dedi ki: "Kanıt şu anda hazır değildir."

Bunun üzerine adam evin kapısına geldi ve mektubu ashabımızdan birine ver­di. Ona şöyle bir cevap iletildi: «Allah, arkadaşından dolayı seni ödüllendirsin. Ar­kadaşın öldü ve yanındaki malı gerektiği gibi sarf etsin diye güvendiği birine vasiyet etti.» Böylece mektubuna cevap verilmiş oldu.

20-(1369) Ali b. Muhammed diyor ki:

Abe halkından bir adam, Mehdî (aleyhisselâm)’ın huzurlarına sunmak üzere bir miktar mal getirdi. Fakat bir kılıcı Abe'de unutmuştu. Yanında bulunan malları takdim etti.

Ona şöyle bir mektup geldi: «Unuttuğun kılıçtan ne haber?»

21-(1370) Hasan b. Hafif babasından şöyle rivayet etmiştir:

Kâim (Sahib-uz-zaman Mehdi aleyhisselâm) hizmetçilerini Medine'ye gönderdi. Beraberlerinde iki hizmetçi daha vardı. (Belki de hizmetçi değildiler, ücretliydiler.) İmam, Hafife, onlarla birlikte hareket etmesi için mektup yazdı. Kûfe'ye vardıkları zaman bu iki hizmetçiden biri sarhoş edici bir içki içti. Daha Kûfe'den çıkmamışlardı ki, Samarra'dan bir mektup geldi. İçki içen hizmetçinin geri gönderilmesi ve hizmetten azledilmesi isteniyordu.

22-(1371) ...Ahmed b. Hasan şöyle rivayet etmiştir:

Yezid b. Abdullah, bir binek, bir kılıç ve bir miktar para vasiyet etti. Bineğin ve diğer eşyaların bedeli ödenmesine rağmen kılıç gönderilmedi.

Şöyle bir mektup geldi: «Gönderdiğiniz malların yanında bir de kılıç olmalıy­dı; fakat elimize ulaşmadı.» Veya buna benzer bir ifade kullanılmıştı.

23-(1372) …Muhammed b. Ali b. Sazan en-Neysaburî şöyle rivayet etmiştir:

Yanımda imamın hakkı olarak dört yüz seksen -beş yüz dirhemden yirmi dir­hem eksik- dirhem birikmişti. Kendim, malımdan yirmi dirhem ekleyerek el-Esedî'-ye gönderdim. Fakat içinde benim malımın olduğuna dair bir şey yazmadım.

Bana şöyle bir mektup geldi:

«Beş yüz dirhem geldi. Bunun yirmi dirhemi senindir.»

24-(1373) Hüseyin b. Muhammed el-Eş'arî diyor ki:

Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm) tarafından, Faris'i öldüren Cüneyd'in, Ebu'l-Hasan'ın ve arkadaşı­nın işlerinin yürütülmesiyle ilgili emirler içeren mektuplar gelirdi.

Ebu Muhammed (aleyhisselâm) vefat edince, Sahib (Mehdi aleyhisselâm)'dan Ebu'l-Hasan'ın ve arkadaşının işlerinin yürütülmesine dair emirler içeren mektuplar gelmeye başladı; fakat Cüneyd'le ilgili herhangi bir mektup gelmedi. Bundan dolayı üzüldüm. Fakat bir süre sonra Cüneyd'in ölüm haberi geldi.[362]

25-(1374) ...Muhammed b. Salih şöyle rivayet etmiştir:

Bir cariyem vardı ve onu çok beğeniyordum. Kâim (Sahib-üz-zaman aleyhisselâm)’a bir mektup yazarak, onun doğurması hususunda görüşünü öğrenmek istedim.

Bana şöyle bir cevap geldi: «Hamile kalsın; ama Allah dilediğini yapar.»

Bunun üzerine cariyemle beraber oldum ve hamile kaldı. Sonra düşük yaptı ve kendisi de öldü.

26-(1375) Ali b. Muhammed diyor ki:

İbn Acemî malının üçte birini Kâim (Sahib-uz-zaman Mehdi aleyhisselâm)a ayırdı. Malının üçte birini ayırmadan önce, oğ­lu Ebu Mikdam'a bir miktar para vermişti ve bunu kimseye haber vermemişti.

Ona şöyle bir mektup geldi: «Ebu Mikdam için ayırdığın mala ne oldu?»

27-(1376) ...Ebu Akil İsa b. Nasr şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Ziyad es-Saymerî bir mektup yazarak kendisi için kefen istedi. Ona şöyle bir mektup geldi: «Senin seksen senesinde ona ihtiyacın olacak.» Gerçekten seksen senesinde öldü ve Kâim (Sahib-uz-zaman Mehdi aleyhisselâm) ona ölümünden bir kaç gün önce bir kefen gönderdi.

28-(1377) ...Muhammed b. Harun b. İmran el-Hemezanî şöyle rivayet etmiştir:

İmamın hakkından beş yüz dinar benim yanımdaydı; ancak durumum bozul­muş ve bunu veremediğim için son derece rahatsızdım. Sonra kendi kendime dedim ki: Benim dükkânlarım var. Bunları beş yüz otuz dinara satarım ve beş yüz dinarını huzurlarına takdim ederim. Ancak bunu kimseye söylemedim.

İmam, Muhammed b. Cafer'e şu mektubu yazdı: «Muhammed b. Harun'dan bizim ondaki beş yüz dinarımızın karşılığı olarak dükkânları al.»

29-(1378) Ali b. Muhammed diyor ki:

Cafer (yalancı) sattığı köleler arasında, Cafer b. Ebu Tâlib'in soyundan gelen bir cariye de vardı. İmam Askerî (Hasan b. Ali aleyhisselâm)’ın evinde terbiye edilip yetiştiriliyordu. Alevilerden biri, birini alıcının yanına göndererek cariyenin yerini öğrenmesini istedi.

Alıcı ona dedi ki: "Ben onu kendi rızamla geri veririm; ancak onun fiyatından indirim yapmam. Bedelini ver, götür."

Alevî adam gitti ve Kâim (Sahib-uz-zaman Mehdi aleyhisseldin)’ın yakınlarına haber gönderdi. Kâim'in adamları kırk bir dirhem göndererek aldılar ve sahibinin ya­nına gönderilmesini istediler.

30-(1379) Hüseyin b. Hasan el-Alevî diyor ki:

Ruz Hasani'nin yarenlerinden birine, yanındaki bir başka adam şöyle dedi: "Şimdi o (Mehdi aleyhisselâm), insanla­rın mallarını topluyor ve onun vekilleri vardır. Bu vekiller her tarafta tanınıyorlar."

Bu haber, Vezir Abdullah b. Süleyman'ın kulağına gitti. Vezir, bunları yakala­mak istedi. Sultan ona dedi ki: "Bu adamın nerede olduğunu öğrenmeye çalışın. Çün­kü bu önemli bir meseledir."

Abdullah b. Süleyman: "Vekilleri yakalayalım mı?" diye sordu.

Sultan: "Hayır." dedi. "Kimsenin tanımadığı casuslara bir miktar para vererek vekillerin yanına gönderin. Bir kimse bu casuslardan İmam adına mal alırsa, onu derhal yakalayın."

Bunun üzerine İmam'dan bütün vekillere: «Hiç kimseden para almamalarına, bu tür sözlerden kaçınmalarına ve bilmezlikten gelmelerine...» ilişkin bir mektup geldi. Muhammed b. Ahmed'e de tanımadığı bir adam yaklaştı ve yalnız kaldıkları bir sırada, "Yanımda bir miktar para var, onu İmam'a ulaştırmak istiyorum" dedi.

Muhammed ona dedi ki: "Yanılıyorsun, böyle bir şeyden haberim yok."

Adam durmadan kibarca davranarak bir şeyler öğrenmeye çalışıyor, Muham­med de bilmezlikten geliyordu. Casuslar her tarafa yayılmışlardı, vekiller de bu hususta bir şey söylemekten veya İmam adına insanlardan mal toplamaktan kaçındı­lar. Çünkü onlara daha önce Kâim (Sahib-uz-zaman aleyhisselâm)'dan haber gelmişti.

31-(1380) Ali b. Muhammed diyor ki:

İmam Kâim (Sahib'uz-zaman Mehdi aleyhisselâm)’dan Kureyş mezarlarının[363] ve el-Hiyre (Kerbelâ)’nın ziyaret edilmemesine dair bir mektup geldi.

Bir kaç ay sonra Vezir,[364] el-Baktaî'yi çağırdı ve ona dedi ki:

"Furat oğullarını ve Bursîleri bul ve onlara de ki: Sakın Kureyşlilerin mezarla­rını ziyaret etmesinler. Zira Halife, bu mezarların başında tuzak kurulmasını ve onla­rı ziyaret edenlerin yakalanmasını emretti."

126) ON İKİ İMAMLA İLGİLİ AÇIKLAMALAR VE ONLARA İLİŞKİN NASSLAR BABI

l-(1381) ...Ebu Haşim Davud b. Kasım el-Caferî, Ebu Cafer Sani (Muhammed b. Ali el-Cevad aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm), Hasan b. Ali (aleyhisselâm) ile birlikte geliyordu. O (Hasan b. Ali), Selman'ın eline tutunmuştu. Mescid-i Haram'a girdi ve oturdu. O sırada güzel görünümlü ve düzgün giyimli bir adam çıkageldi, Emir'ül-Mü'minin'e selâm verdi. Selâmını aldı. Adam oturdu.

Sonra dedi ki: "Ey Emir'ül-Mü'minin, sana üç soru soracağım, eğer bunları bana haber verirsen, o zaman anlarım ki, Peygamberden hemen sonra seni halife seç­meyerek seninle ilgili bir kabahat işleyen topluluk, kendi aleyhine olan bir tavır içi­ne girmiştir. Onlar dünya ve ahirette güven içinde değildirler. Eğer cevap veremezsen, o zaman anlarım ki, seninle onlar arasında herhangi bir fark yoktur."

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm): «İstediğini bana sor.» dedi.

Adam dedi ki: "Adam uyuduğu zaman ruhu nereye gider? Adam bir şeyi nasıl hatırlar ve nasıl unutur? Adamın çocukları nasıl amcalarına ve dayılarına benzer?"

Emir'ül-Mü'minin Hasan'a döndü ve dedi ki:

«Ey Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm), bu sorulara cevap ver.»

Hasan (aleyhisselâm) sorulara cevap verdi.

Bunun üzerine adam dedi ki: "Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve buna her zaman şahitlik ederim. "Şahitlik ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulü­dür ve buna her zaman şahitlik ederim. Şahitlik ederim ki sen -Emir'ül-Mü'minin'e işaret ederek- Allah'ın Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve âlihi) vasisisin, onun hüccetini ikame edensin ve her zaman buna şahitlik ederim. -Hasan'a işaret ederek- Şahitlik ederim ki sen, onun vasisi ve hüccetini ikame edensin. Şahitlik ederim ki Hüseyin b. Ali, onun vasisi, kardeşi ve ondan sonra onun hüccetini ikame edendir. Şahitlik ede­rim ki Ali b. Hüseyin, Hüseyin'den sonra, onun emriyle imam olarak kâimdir. Şahit­lik ederim ki Muhammed b. Ali, Ali b. Hüseyin'in emriyle kâim olan imamdır. Şa­hitlik ederim ki Cafer b. Muhammed, Muhammed'in emriyle kâim olan imamdır. Şa­hitlik ederim ki Musa, Cafer b. Muhammed'in emriyle kâim olan imamdır. Şahitlik ederim ki Ali b. Musa, Musa b. Cafer'in emriyle kâim imamdır. Şahitlik ederim ki Muhammed b. Ali, Ali b. Musa'nın emriyle kâim olan imamdır. Şahitlik ederim ki Ali b. Muhammed, Muhammed b. Ali'nin emriyle kâim olan imamdır. Şahitlik ede­rim ki Hasan b. Ali, Ali b. Muhammed'in emriyle kâim olan imamdır.

Şahitlik ederim ki Hasan'ın soyundan bir adam, zuhur edinceye kadar künye­si ve adıyla anılmayacaktır. Zuhur edince bütün yeryüzünü, daha önce zulümle dol­duğu gibi adaletle dolduracaktır. Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun ey Emir'ül-Mü'minin!" Sonra adam kalkıp gitti.

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm): «Ey Ebu Muhammed (Hasan b. Ali aleyhisselâm), onu takip et bakalım nereye gidiyor.» dedi.

Hasan b. Ali (aleyhisselâm) dışarı çıktı ve şöyle dedi: «Ayağını mescidin dışına koymuştu ki, Allah'ın arzının neresine gittiğini anlayamadım.»

Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)’a dönüp olanları haber verdim.

Dedi ki: «Ey Ebu Muhammed, onun kim olduğunu biliyor musun?»

Dedim ki: «Allah, Resulü ve Emir'ül-Mü'minin daha iyi bilir.»

Dedi ki: «O, Hızır (aleyhisselâm)’dı

2-(1382) Bana Muhammed b. Yahya anlattı, o da Muhammed b. Hasan es-Saffar'dan duymuş, ona Ahmed b. Ebu Abdullah bildirmiş ki, Ebu Haşim de benzer sözler söyleyerek şöyle rivayet etmiştir:

Muhammed b. Yahya diyor ki: Muhammed b. Hasan'a dedim ki: "Ey Ebu Ca­fer! Gönül isterdi ki, bu hadis Ahmed b. Ebu Abdullah kanalıyla gelmiş olmasaydı."[365]

Dedi ki- "O bana bu hadisi başından geçen hadiseden on yıl önce rivâvet etti"[366]

3-(1383) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle dedi: «Babam, Cabir b. Abdullah el-Ensarîye dedi ki: «Sana bir şey sormak istiyorum. Senin için hangi vakit uygun olursa, baş başa kalalım ve sana bu soruyu sorayım.»

Cabir ona dedi ki: "İstediğin zaman bana sorabilirsin."

Bunun üzerine bir gün yalnız kaldılar ve babam ona dedi ki: «Ey Cabir! Anam Resûlullah'ın kızı Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın elinde gördüğün "levh"i ve anamın bu levh'te olduğunu söylediği bilgilerden haber ver.»

Cabir dedi ki: "Allah şahittir ki, daha Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) ha­yattayken anan Fâtıma'nın yanına gitmiş ve Hüseyin'in doğmasından dolayı onu teb­rik etmiştim. Elinde yeşil bir levh olduğunu gördüm. Onun zümrütten olduğunu san­dım. Levh'te beyaz bir yazı olduğunu gördüm. Güneşin rengini andırıyordu."

Fâtıma'ya dedim ki: "Anam babam sana feda olsun, ey Resûlullah'ın kızı bu levh de nedir?"

Dedi ki: «Bu, Allah'ın, Resûlü'ne hediye ettiği bir levhtir. Burada babamın is­mi, kocamın, iki oğlumun ve benim soyumdan gelen vasilerin isimleri yazılıdır. Ba­bam, müjde olsun diye bunu bana verdi.»

Cabir dedi ki: "Anan Fâtıma (selâmullahi aleyha) o levhi bana verdi, okudum ve orada yazılanları istinsah ettim (kopya aldım)."

Babam ona dedi ki: «Bana orada yazılanları okuyabilir misin ey Cabir?»

- "Evet." dedi.

Babam da onunla beraber evine yürüdü. Cabir üzerinde yazı bulunan bir deri çıkardı.

Babam dedi ki: «Ey Cabir! Sen kitabına bak, ben sana okuyayım.»

Cabir elindeki nüshaya baktı, babam da ona ezberden okudu. Birbirini tutma­yan bir tek harf dahi yoktu.

Bunun üzerine Cabir şunları söyledi: "Allah şahittir ki, ben levh'te şunların yazılı olduğunu gördüm:" «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

Bu mektup, üstün iradeli ve hikmet sahibi Allah tarafından, nebisi, kulu, elçi­si, kullarıyla arasındaki aracısı ve yol göstericisi Muhammed'e gönderilmiştir. Onu Rûhu'1-Emin, âlemlerinin Rabbinin katından indirmiştir.

Şöyle ki: Ey Muhammed! Benim isimlerimi yücelt. Nimetlerime şükret. Lütuflarımı inkâr etme. Şüphesiz ben, Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Zorbaları kırıp geçiren, mazlumları egemenliğe kavuşturan, ceza günü amellerin karşılığını veren benim. Şüphesiz ben, Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Kim benim lütfumdan başkasını ümit ederse veya kim benim adaletimden başkasından korkarsa, onu öyle bir azaba çarptırırım ki, âlemler içinde hiç kimseye böyle bir azap vermemişim. O halde sadece bana ibadet et ve yalnızca bana tevekkül et. Ben bir nebi gönderdi­ğim zaman, o nebinin günleri dolar ve görev süresi tamamlanırsa, mutlaka onun ye­rine bir vasî tayin ederim. Ben seni bütün peygamberlerden üstün kıldım. Senin vasi­ni de bütün vasilerden üstün kıldım. Sana iki aslan yavrusunu, iki torunun Hasan ve Hüseyin'i bahşettim.

Hasan'ı, babasının görev süresi tamamlandıktan sonra, ilmimin kaynağı kıl­dım. Hüseyin'i de vahyimin bekçisi yaptım. Ona şehadeti lütfettim ve ona Sonunda mutluluk bahşettim. O, şehidlerin en üstünü ve yüksek şehadet derecesine ulaşanı­dır. Onunla birlikte sözlerimi tam ve onun yanında kanıtımı eksiksiz kıldım. Onun yakınlığını ödül vermemin sebebi olarak öngördüm.

Bunların ilki, âbidlerin ilki, geçmiş velîlerimin süsü Ali'dir.

Onun oğlu, dedesi gibi övülen (Mahmud) Muhammed'dir. O benim ilmimi or­taya çıkarır ve hikmetimin madenidir.

Cafer hakkında şüphe edenler helak olacaklardır. Onu reddedenler, benim hak sözümü reddedenler gibidir. Ben Cafer'in makamını onur verici bir makam kılacağım Onun taraftarları, yardımcıları ve dostları itibariyle memnun olmasını sağlayacağım.

Ondan sonra Musa'nın devri başlıyor. Bu devir göz gözü görmez, baş döndü­rücü fitnelerin kol gezdiği bir dönemdir. Çünkü benim farzlarımın yerine getirilme­sine ilişkin bağım kopmaz, benim hüccetim ortadan kalkmaz. Benim velîlerim ben­den gelen ilhamla dolu kâseye kanarlar. Bunlardan birini inkâr eden kimse, hiç kuş­kusuz benim nimetimi inkâr etmiş olur. Benim kitabımın bir tek âyetini değiştiren kimse, hiç kuşkusuz bana iftira etmiş olur.

Kulum, sevdiğim, seçkinim, Musa'nın devrinden sonra dostum ve yardımcım Ali'ye karşı yalan söyleyenlerin, onu inkâr edenlerin vay haline. Peygamberlik mis­yonunun ağır sorumluluklarını onun omuzlarına bindirir, bu görevlerin yerine geti­rilmesiyle onu imtihan ederim. Onu habis ve müstekbir bir adam öldürecektir. Salih bir kulun kurduğu şehirde (Tus), yarattıklarımın en kötüsü olan bir adamın (Harun Reşid) yanına defnedilecektir.

Benden sadır olan hak sözdür ki, onun oğlu, halifesi, ilminin varisi Muhammed'i memnun edeceğim. O, benim ilmimin madeni, sırlarımın kutusu, kullarıma karşı benim hüccetimdir. Ona iman eden hiçbir kul yoktur ki, cenneti onun barınağı haline getirmeyeyim. Onu, ailesinden cehennemi hak eden yetmiş kişiye şefaatçi ederim.

Sonunda onun oğlu Ali'ye -ki benim dostum, yardımcım, kullarımın üzerin­deki şahidim, vahyimin eminidir- mutlu bir akibet bahşederim.

Onun sulbünden benim yoluma davet eden birini çıkarırım ki o, ilmimin bek­çisi Hasan'dır.

Bunu onun oğlu "Mim. Ha. Mim. Dal." ile kemâle erdirdim. O, âlemler için bir rahmettir. O, Musa'nın kemâline, İsa'nın heybetine, Eyyüb'ün sabrına sahiptir. Onun kayıp olduğu zamanda velîlerim, dostlarım ezilir ve başları tıpkı Türklerin ve Deylemlerin kesik başları hediye edildiği gibi hediye olarak gönderilir. Öldürülür ve yakılırlar. Gizlenmek zorunda kalırlar. Korkarlar, titrerler. Toprak onların kanıyla boyanır, inlemeler ve sızlanmalar kadınlarının arasında eksik olmaz. Onlar benim gerçek dostlarımdır. Her kör edici ve baş döndürücü fitneyi onlarla savarım. Onlarla sarsıntıları ortaya çıkarırım. Onlar sayesinde felaketleri ve dehşet zincirlerini sava­rım. İşte onlar, Rablerinden esenlikler ve rahmet onların üzerinedir. Onlar doğru yo­la iletilmişlerin ta kendileridir.»

Abdurrahman b. Salim der ki: Ebu Basir şöyle dedi:

"Eğer bütün hayatın boyunca bu hadisten başka bir söz duymamış olsan da sa­na yeter. Şu halde bu hadisi, ona ehil olmayanlara anlatma."

4-(1384) ...Süleym b. Kays şöyle rivayet etmiştir:

Abdullah b. Cafer et-Tayyar'ın şöyle dediğini duydum: Ben, Hasan, Hüseyin, Abdullah b. Abbas, Ömer b. Ümmü Seleme ve Usame b. Zeyd, Muaviye'nin yanında bulunuyorduk. Benimle Muaviye arasında bir konuşma geçti. Muaviye'ye dedim ki:

"Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin şöyle dediğini duydum: «Ben, mü'minlere kendi canlarından daha azizim. Sonra kardeşim Ali b. Ebu Tâlib, mü'minlere kendi canlarından daha azizdir. Ali şehid düşünce, Hasan b. Ali mü'minlere kendi canlarından daha aziz olur. Ondan sonra oğlum Hüseyin mü'minlere kendi canların­dan daha aziz olur. O şehid düşünce, onun oğlu Ali b. Hüseyin mü'minlere kendi canlarından daha aziz olur. Sen onu göreceksin ey Ali! Sonra onun oğlu Muhammed b. Ali, mü'minlere kendi canlarından daha aziz olur. Sen onu göreceksin ey Hü­seyin! Sonra on iki imamı, Hüseyin'in soyundan gelen dokuz imam tamamlar.»

Abdullah b. Cafer dedi ki: Ben, Muaviye'nin yanında benimle birlikte bulunan Hasan, Hüseyin, Abdullah b.Abbas, Ömer b.Ümmü Seleme ve Usame b.Zeyd'den bu sözlerime şahit olmalarını istedim. Muaviye'nin yanında bu sözlerime şahitlik ettiler.

Süleym dedi ki: "Ben bu sözleri Selman'dan, Ebu Zer'den ve Mikdad'dan duy­muştum. Bunu Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den dinlediklerini söylemişlerdi."

5-(1385) ...Ebu Tufeyl şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Bekir öldüğü gün, ben onun cenazesinin basındaydım. Ömer'e bîat edildi­ğinde de oradaydım. O sırada Ali bir kenara çekilmiş oturuyordu. Bu sırada güzel yüzlü, heybetli, üzerinde güzel giysiler bulunan, Harun (aleyhisselâm)’ın soyundan gelen bir Yahudi delikanlısı çıkageldi. Ömer'in başına dikildi ve ona dedi ki:

"Ey Mü'minlerin Emiri! Sen bu ümmet içinde onların kitabını ve peygamberi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin hayatını en iyi bilen kişi misin?"

Ömer başını öne eğdi.

Genç Yahudi: "Sana söylüyorum." dedi ve sözlerini bir kez daha tekrarladı.

Ömer ona dedi ki: "Bunu niçin soruyorsun?"

Genç Yahudi dedi ki: "Sana geldim, çünkü dinim hakkında kararsızlık içinde­yim, kuşkuluyum."

Ömer ona dedi ki: "Öyleyse şu gencin eteğine yapış."

- "Kimdir bu genç? "dedi.

Ömer: "O, Ali b. Ebu Tâlib'dir. Resûlullah'ın amcasının oğlu, Resûlullah'ın oğulları Hasan ve Hüseyin'in babası ve Resûlullah'ın kızı Fâtıma'nın kocasıdır."

Bunun üzerine genç Yahudi, Ali'ye döndü ve "Bunun sözünü ettiği kişi sen misin?" diye sordu.

Ali: «Evet.» dedi.

Genç Yahudi dedi ki: Sana üç soru, üç soru daha ve bir soru sormak istiyorum.

Ali (aleyhisselâm) gülümsedi; ama bu gerçek bir gülümseme değildi. Dedi ki: «Ey Harun'un çocuğu! Niçin yedi soru demiyorsun?»

Genç Yahudi dedi ki: "Sana üç soru soracağım, eğer bunlara cevap verirsen diğer üç soruyu da soracağım, eğer cevap veremezsen, o zaman içinizde âlim bir kimse bulunmadığını anlarım."

İmam Ali ona dedi ki: «Seni, kulluk sunduğun İlâh adına yemine veriyorum, şayet bütün sorularına cevap verirsem, dininden çıkıp benim dinime girer misin?»

Genç Yahudi, "Zaten bunun için geldim." dedi.

Ali (aleyhisselâm): «Sor.» dedi.

Adam dedi ki: "Yeryüzüne damlayan ilk kandamlası hangisidir? Yeryüzünde akan ilk pınar hangisidir? Yeryüzünde kımıldayan ilk varlık hangisidir?"

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) bunlara cevap verdi.

Genç Yahudi dedi ki: Diğer üç sorunun cevabını da söyle.

Söyle bakalım, "Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin kaç âdil imamı var­dır ve o, beraberindekilerle birlikte hangi cennette kalacaktır?"

Ali (aleyhisselâm) dedi ki: «Ey Harun'un çocuğu! Muhammed'in on iki tane imamı vardır. Başkalarının onları terk etmesi onlara zarar vermez. Başkalarının on­lara aykırı hareket etmesi onları yalnız bırakmış olmaz. Onlar, dinde, kazık gibi yere çakılan dağlardan daha sağlamdırlar. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) cennette bu on iki âdil imamla birlikte kalır.»

Genç Yahudi dedi ki: "Doğru söyledin. Kendisinden başka ilâh olmayan Al­lah'a yemin ederim ki, bu söylediklerini babam Harun'dan kalma kitaplarda okudum. Babam Harun kendi elleriyle yazmış ve amcam Musa da ona yazdırmıştır."

Sonra dedi ki: "Şu bir soruya da cevap ver. Söyler misin bana, Muhammed'in vasisi, ondan sonra kaç yıl yaşayacak, ölecek mi öldürülecek mi?"

Dedi ki: «Ey Harun'un çocuğu! Ondan sonra otuz yıl yaşayacaktır. Ne bir gün fazla, ne de bir gün eksik. Sonra şurasına -ensesini işaret ederek- bir darbe vurulur ve şu sakalı, şu ensesinden akan kana boyanır.»

Harun'un soyundan gelen genç Yahudi bir çığlık attı ve Yahudilere özgü bir işaret olarak beline bağladığı ipi koparıp attı, sonra da şunları söyledi:

"Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. O birdir, ortağı yoktur. Şa­hitlik ederim ki Muhammed, O'nun kulu ve Resulüdür, sen de onun vasisisin. Senin üstün olman lazım ve senden üstün kimsenin olmaması gerekir. Senin ululanman ge­rekir, senin zayıf bırakılman uygun değildir."

Ravi der ki: Sonra Ali (aleyhisselâm), onu evine götürdü ve ona dinin temel prensiplerini öğretti.

6-(1386) ...Ebu Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Hüseyin (Zeyriül-Âbidin aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah, Muhammed'i, Ali'yi ve onun soyundan gelen on bir zâtı, azametinin nurundan yarattı. Sonra onları kendisine kulluk etsinler diye nurun aydınlığına birer karartı olarak koydu. Bu, varlıkların yaratılmasından çok önceydi. Daha varlıklar yaratılmamışken, onlar Allah'ı tesbih ediyor, O'nu kutsuyorlardı. Onlar Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin soyundan gelen imamlardır.

7-(1387) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisse­lâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Âl-i Muhammed'den on iki imamın tamamı, muhaddestir. Bunlar, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin soyundandır ve Ali (aleyhisselâm)’ın soyundandır. Resûlullah ve Ali, bunların babalarıdır.»

Ali b. Raşid -Ali b. Hüseyin'in ana bir kardeşi- bu durumu yadırgadı. Bunun üzerine Ebu Cafer haykırdı ve dedi ki: «Senin ananın oğlu da onlardan biridir.»[367]

8-(1388) ...Ebu Said el-Hudrî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Bekir öldüğü zaman ve Ömer onun yerine geçtiğinde ben oradaydım. Yesrib Yahudilerinin ileri gelenlerinden biri yaklaştı. Medine Yahudileri, onun zamanı­nın en bilgini olduğunu ileri sürüyorlardı. Sonunda Ömer'in yanına çıktı ve dedi ki:

"Ey Ömer! Sana geldim, çünkü Müslüman olmak istiyorum. Eğer soracağım sorulara cevap verirsen, o zaman sen Muhammed'in ashabı içinde kitabı ve sünneti en iyi bilen kimse olarak belirginleşirsin. Sormak istediğim her şeyi de herkesten da­ha iyi bilirsin."

Ömer ona dedi ki: "Ben öyle değilim. Ama sana bu ümmetin kitabı ve sünneti ve sormak istediğin her şeyi herkesten daha iyi bilen birisini gösterebilirim. -Ali (aleyhisselâm) işaret ederek- o da şu zâttır."

Yahudi ona dedi ki: "Ey Ömer! Eğer o, söylediğin gibiyse, insanlar ne diye sana bîat ediyorlar? Bu adam değil mi sizin en bilgininiz?" Ömer onu kovdu.

Yahudi, Ali'nin yanına gitti ve ona dedi ki: "Sen Ömer'in dediği gibi misin?"

Dedi ki: «Ömer ne dedi?»

Adam, Ömer'in dediklerini ona anlattı ve dedi ki: "Eğer sen onun dediği gibiysen, bilmek istediğim bazı şeyleri sana soracağım. Bakayım, sizden bunları bilen biri var mıdır? O zaman sizin çağrınızın en hayırlı çağrı olduğunu, ümmetinizin en bilgili ve en sadık ümmet olduğunu anlarım. Ayrıca da dininiz olan İslâm'ı da kabul ederim."

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm), «Evet, ben Ömer'in anlattığı gibiyim.» dedi, «İstediğin şeyi sor, inşallah sana cevaplarını söylerim.»

Adam dedi ki: "Bana üç şeyden, sonra üç şeyden ve bir şeyden haber ver."

İmam Ali ona dedi ki: «Ey Yahudi! Niçin, bana yedi şeyden haber ver, demiyorsun?»

Yahudi adam ona dedi ki: "Eğer, üç şeyin cevabını verirsen, geri kalan şeyleri sorarım, aksi takdirde sormaktan vazgeçerim. Eğer soracağım yedi sorunun cevabını verirsen, bu demektir ki, sen yeryüzündeki insanların en âlimi, en üstünü ve insan­lara, kendilerinden daha önceliklisin."

Ali (aleyhisselâm) ona dedi ki: «İstediğini sor, ey Yahudi!»

Dedi ki: "Yeryüzüne konulan ilk taş hangisidir? Yeryüzünde dikilen ilk ağaç hangisidir? Ve yeryüzünde akan ilk pınar hangisidir?"

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) bu soruların cevabını verdi.

Sonra Yahudi adam ona dedi ki: "Bana söyler misin, bu ümmetin kaç yol gös­terici imamı vardır? Peygamberiniz Muhammed'in cennetteki menzili neresidir? Cen­nette kimler onun yanında olacaklardır?"

Emir'ül-Mü'minin ona şu karşılığı verdi: «Bu ümmetin on iki tane yol göste­rici imamı vardır ve bunlar Peygamberin soyundandırlar. Onlar aynı zamanda ben­dendirler. Peygamberimizin cennetteki menzili, en üstün ve en şerefli cennet olan "Adn" cennetidir. Bu menzilde onunla beraber kalanlar, onun soyundan gelen bu on iki imamdır. Bir de onların anneleri, neneleri, anneanneleri, çocukları kalırlar. Hiç kimse bu makamda onlara ortak olamaz.»

9-(1389) ...Ebu Carud, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan, o da Cabir b. Abdullah el-Ensari'den şöyle rivayet etmiştir:

«Bir gün Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın evine gittiğimde, elinde bir levh olduğunu gördüm. Bu levhte onun so­yundan gelen vasilerin isimleri yazılıydı. On iki isim saydım. En sonuncusu Kâim (Mehdi aleyhisselâm)’dı. Üç tanesinin adı Muhammed, üç tanesinin adı da Ali'ydi.»[368]

10-(1390) ...Ebu Hamza, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah, Muhammed'i, cinlere ve insanlara Peygamber olarak gön­derdi. Ondan sonra on iki tane vasi görevlendirdi. Bu vasilerin bir kısmı gelip geçti, bir kısmı ise henüz gelmemiştir. Her vasi kendine özgü bir "yasaya / sünnete" tâbidir.

Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)den sonraki vasiler, İsa (aleyhisselâm) için geçerli olan yasalara tabidirler. Bu vasiler on iki tanedir. Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm), Mesîh (İsa aleyhisselâm)’ın tâbi olduğu sünnete tâbiydi.»

 

11-(1391) ...Hasan b. Abbas b. Haris, Ebu Cafer Sani (Muhammed b. Ali el-Cevad aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) İbn Abbas'a dedi ki: «Kadir gecesi her senede vardır. O gece seneyle ilgili bütün emirler (işler) iner ve bu işlerin her birinin de Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den sonra bir görevlisi vardır.»

İbn Abbas, "Bunlar kimdir?" diye sordu.

Dedi ki: «Ben ve benim sulbümden gelen on bir kişi. Bunlar, muhaddes imam­lardır.»

12-(1392) Aynı rivayet zinciriyle şöyle rivayet etmiştir:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), ashabına dedi ki: «Kadir gecesine iman edin. O gece, benden sonra Ali b. Ebu Tâlib'e ve onun soyundan gelen on bir kişiye özgü kılınmıştır.»

13-(1393) Aynı rivayet zinciriyle aktarıldığına göre, bir gün Emir'ül-mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm), Ebu Bekir'e şöyle dedi:

«"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar diridirler ve Rableri katında rızıklanırlar." (Âl-i İmran, 169) Ben şahitlik ederim ki Allah'ın Resulü Muhammed şehid olarak öldü. Allah'a yemin ederim ki, o sana gelecektir. Sana geldiği zaman, bundan kesin olarak emin ol. Çünkü şeytan onun suretine giremez.»

Ali, Ebu bekir'in elinden tuttu ve ona Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi göster­di. Peygamber ona dedi ki: «Ey Ebu Bekir! Ali'ye ve onun soyundan gelen on bir ki­şiye iman et. Onlar, nübüvvet hariç, benim gibidirler. Elinde olan görevden dolayı Allah'a tevbe et. Çünkü senin onda bir hakkın yoktur.»

Sonra gitti ve bir daha görülmedi.»

14-(1394) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin soyundan gelen on iki imamın ta­mamı, muhaddes ve Resûlullah'ın ve Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)’ın soyundandırlar. Resûlullah ve Ali, onların babalarıdır.»[369]

15-(1395) ...Ebu Basir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Hüseyin b. Ali (aleyhisselâm)’dan sonra dokuz imam gelecek ve bun­ların dokuzuncusu Kâim (Mehdi aleyhisselâm)’dır.

16-(1396) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhis­selâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Biz on iki imamız (aleyhimusselâm). Hasan ve Hü­seyin bunlardandır. Bundan sonraki imamlar, Hüseyin'in soyundan gelirler.»

17-(1397) ...Ebu el-Carud, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki:

«Ben, benim soyumdan gelen on iki zat ve sen ey Ali, yerin çivileri yani ka­zıkları ve dağlarıyız. Allah, bizimle yeryüzünü dengede tutmuş ki, üzerindeki varlık­ları savurmasın. Benim soyumdan gelen imamların on ikincisi de yeryüzünden gitti­ği zaman dünya, üzerindeki]eri savurur ve artık ona süre verilmez.»[370]

18-(1398) Aynı rivayet zinciriyle, Ebu Said'in merfu olarak Ebu Cafer (Mu­hammed Bâkır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet ettiği belirtilmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki: «Benim soyumdan on iki nakib (başkan), necip (soylu), muhaddes[371] ve mufehhem[372] gelecektir. Bunların sonuncusu hak ile kâimdir. Daha önce zulümle dolu olan yeryüzünü adaletle duracaktır.»[373]

19-(1399) ...Kerram şöyle rivayet etmiştir:

Kendi kendime, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin soyundan Kâim (Sa­hih'uz-zaman aleyhisselâm) zuhur etmedikçe gündüzleri yemek yememeye yemin et­tim. Sonra Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve dedim ki:

"Sizin Şiânızdan bir adam, Âl-i Muhammed'den Kâim zuhur etmedikçe gün­düzleri yemek yememeye yemin etti, nasıl bir çözüm önerirsin?"

Buyurdu ki: «O zaman oruç tut, ey Kerram! Ama iki bayram günleri ve üç teş­rik günleri oruç tutma. Yolculuğa çıktığın zaman veya hastalandığın zaman da oruç tutma. Çünkü Hüseyin (aleyhisselâm) öldürüldüğü zaman gökler, yer, bu ikisinin üze­rinde bulunan varlıklar ve melekler inlemeye başladılar ve dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bize izin ver, bütün insanları helak edelim ve yeryüzünden silelim. Çünkü senin do­kunulmaz kıldığın, haram saydığın bir şeyi helâl saydılar, dokunulmazlığını çiğne­diler. Senin seçkin bir kulunu öldürdüler."

Allah onlara şöyle vahyetti: "Ey benim meleklerim! Ey göklerim ve ey arzım! Sakin olun." Sonra perdelerden birini araladı, arkasından Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve on iki vasisi göründü. Onların içinden Kâim İmam (Sahib-uz-zaman Mehdi aleyhisselâm)’ın elinden tuttu ve şöyle dedi: "Ey meleklerim, ey göklerim ve ey arzım! Bununla onun intikamını alacağım. Bu sözü üç kere tekrarladı.»

20-(1400) ...Sema'e b. Mihran şöyle rivayet etmiştir:

Ben, Ebu Basir ve Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın azadlısı Muhammed b. İmran, Ebu Cafer'in Mekke'deki evinde bulunuyorduk. Muhammed b. İmran dedi ki: "Ebu Abdullah (Ca­fer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Biz, on iki muhaddesiz.»

Ebu Basir ona, "Sen bunu Ebu Abdullah'dan mı duydun?" diye sordu.

O, bir veya iki kere yemin ederek, Ebu Abdullah'tan duyduğunu söyledi. Bunun üzerine Ebu Basir şöyle dedi: "Ama ben bu sözü Ebu Cafer (Muham­medi Bakır aleyhisselâm)'dan duydum."[374]

127) BİR ADAM HAKKINDA BİR ŞEY SÖYLENSE VE BU ÖZELLİK O ADAM­DA YOKSA; FAKAT ÇOCUĞUNDA VEYA ÇOCUĞUNUN ÇOCUĞUNDA BULU­NURSA, ONLARDAKİ BU ÖZELLİK ONUN HAKKINDA SÖYLENENİN KENDİSİ­DİR BABI

l-(1401) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«"Allah Teâlâ, İmran'a salim ve mübarek bir erkek çocuğu bahşedeceğim. Bu çocuk anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirecek ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltecektir. Onu İsrailoğullarına elçi olarak göndereceğim." İmran, karısı Hanne'ye bunu anlattı.

Hanne, Meryem'in annesiydi. Hanne hamile kalınca, bir erkek çocuğuna hamile kaldığını sanıyordu. Çocuğu doğurunca dedi ki: "Ya Rabbi! kız doğurdum; ...er­kek kıza benzemez." Yani kız, erkek gibi peygamber olamaz. Allah, ona şu karşılığı verir: "Allah, onun ne doğurduğunu biliyordu." (Âl-i İmran, 36) Allah, Meryem'e İsa'­yı bağışlayınca bu, İmran'a müjdelediği ve vaat ettiği erkek çocuğuydu.

Tıpkı bunun gibi biz de bir adam için bir şey söylediğimiz zaman, bu sözü­müz o adamın çocuğu veya çocuğunun çocuğu hakkında gerçekleşirse, bizim sözü­müzü inkâr etmeyin.»

2-(1402) ...İbrahim b. Ömer el-Yemanî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Biz, bir adamla ilgili olarak bir şey söylediğimiz za­man, o adamda bu özellik yoksa bunun yerine çocuğunda veya çocuğunun çocuğun­da varsa, sakın sözümüzü inkâr etmeyin. Çünkü Allah Teâlâ dilediğini yapar.»

3-(1403) ...Ebu Hatice şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Bazen bir adam, işlemediği adalet veya zulüm niteliğiyle değerlendirilebilir. Oysa bu nitelik, ondan sonra onun oğlunda veya oğlunun oğlunda görülür. İşte bu, onunla ilgili olarak söylenen niteliğin ta kendisidir.»

128) BÜTÜN İMAMLAR ALLAH'IN EMRİYLE "KAİM"DİRLER VE İNSANLARI ALLAH'IN YOLUNA İLETİRLER'BABI

1-(1404) ...Hakem b.Ebu Nuaym şöyle rivayet etmiştir:

Medine'de bulunan Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanına geldim ve ona dedim ki: "Kabe'nin rüknü ve makam arasında eğer seninle karşılaşırsam, Âl-i Muhammed'den çıkacak "Kâim" olup olmadığını öğrenmeden Medine'den çıkmayacağım diye adak adadım."

Ebu Cafer (aleyhisselâm) bana herhangi bir cevap vermedi. Otuz gün bekledim. Sonra yolda benimle karşılaştı ve dedi ki: «Ey Hakem! Sen hâlâ burada mısın?»

-"Evet" dedim. "Allah adına yemin ederek bir adakta bulunduğumu sana ha­ber vermiştim. Ama sen bana bir şey emretmediğin gibi, herhangi bir yasaklamada da bulunmadın. Bana cevap da vermedin."

Dedi ki: «Yarın sabah erkenden evime gel.»

Sabahleyin erkenden evine gittim. Bana dedi ki: «Ne ihtiyacın varsa söyle.»

Dedim ki: Kâbe’nin rüknü ve makam arasında, seninle karşılaşacak olursam, Âl-i Muhammed'den çıkacak Kâim olup olmadığını öğrenmeden Medine'den çıkma­yacağıma ilişkin olarak adakta bulundum, oruç tutmayı ve sadaka vermeyi adadım.

Eğer sen Kâim'sen, sana bağlanıp gitmeyeceğim. Değilsen, yeryüzünde dolaşıp geçimim için çalışacağım."

Bana dedi ki: «Ey Hakem! Hepimiz, Allah'ın emriyle "Kâim"iz.»

Dedim ki: "O halde sen Mehdi misin?"

Dedi ki: «Hepimiz, insanları Allah'ın yoluna hidâyet ederiz.»

Dedim ki: "Sen kılıç sahibi misin?"

Dedi ki: «Hepimiz kılıç sahibiyiz ve kılıç bize mîras kalmıştır.»

Dedim ki: "Allah'ın düşmanlarını öldürecek, Allah'ın dostlarını güçlendirecek ve Allah'ın dinini üstün getirecek olan kişi sen misin?"

Buyurdu ki: «O kişinin ben olması mümkün müdür? Hâlbuki benim yaşım kırk beşi buldu? Bu emrin sahibi ise süt emme dönemine benden daha yakın olur ve binek sırtına bindiğinde daha hafif olur.»[375]

2-(1405) ...Ebu Hatice şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a Kâim (Mehdi aleyhisselâm) ile ilgili bir soru soruldu.

Buyurdu ki: «Hepimiz, Allah'ın emriyle Kâimiz. Birer birer peş peşe geliriz. Ta ki kılıç sahibi gelinceye kadar. Kılıç sahibi, geldiği zaman, bu güne kadar veril­meyen bir emir kendisine verilmiş olarak gelir.»

3-(1406) ...Abdullah b. Sinan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedim ki:

"Ogün her topluluğu imamı ile çağırırız." (İsra, 71) âyetinin anlamını sordum. Buyurdu ki: «Maksat, aralarındaki imamdır. Bu da her dönemin insanları ara­sında kâim olan imamdır (zamanın imamı).»

129)- İMAM  (ALEYHİSSELÂM) 'A   MAL   VERMEK   BABI

1-(1407) Hüseyin b. Muhammed b. Amir kendi rivayet zinciriyle merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «Kim, imamın insanların sahip olduğu şeylere muhtaç olduğunu iddia ederse o, kâfirdir; aksine insanlar imamın verdikleri şeyleri kabul etmesine muhtaçtırlar. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "Mallarından sadaka al da temizle, arıt onları."[376] (Tevbe, 103)»

2-(1408) ...Yunus b. Zabyan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duyduk: «Allah, katında, parayı imama ulaştırmaktan daha sevimli bir hareket yoktur. Allah, bir kimsenin imama verdiği bir dirhemi cennette Uhud dağı kadar çoğaltır.»

Sonra şöyle buyurdu: «Allah-u Tealâ, kitabında şöyle buyuruyor: "Kimdir o ki Allah'a güzel bir surette borç versin de, Allah onu o kimseye fazlasıyla ve kat-kat öde­mesin?... " (Bakara, 245) Bu âyet özellikle imama mal vermekle ilgilidir.»

3-(1409) ...Sahib-ul Eksiye (giysiler sahibi) Muaz, şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah, ihtiyaç duyduğu için insanların ellerindeki mallardan borç istiyor de­ğildir. Allah'ın kulları üzerinde ne hakkı varsa, bu Onun velîsine özgüdür.»

4-(1410) ...İshak b. Ammar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)'a, "Kimdir o ki Allah'a güzel bir surette borç versin de, Allah onu o kim­seye fazlasıyla ve kat-kat ödemesin?..." (Bakara, 245) âyetini sordum.

Buyurdu ki: «Bu âyette, imama mal vermekle ilgili olarak nazil olmuştur.»

5-(1411) ...Hasan b. Meyyah, babasından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ey Mayyah! İmama ulaştırılan bir dirhem, Uhud dağından daha ağırdır.»

6-(1412) ...Muhammed b. İsa, Yunus'tan, o, hadis rivayet ettiği bazı adamlar­dan, onlar da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«İmama verilen bir dirhem, hayır amacıyla başka yerlere sarf edilen bir milyon dirhemden daha üstündür.»

7-(1413) ...İbn Bukeyr şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Ben her­hangi birinizden bir dirhem para alırım. Hâlbuki ben, Medine'de en çok malı olan kimselerden biriyim. Sizi arındırmak istediğimden sizden para alıyorum.»

130) "FEY', GANİMET, HUMUS"UN AÇIKLAMASI, HÜKÜMLERİ VE HUMUS İÇİN GEREKLİ OLAN ŞARTLAR BABI

Allah Tebareke ve Teâlâ, dünyayı bütünüyle halifesine vermiştir. Nitekim bir âyette Meleklere hitaben şöyle buyurmuştur: "Ben yeryüzünde bir halîfe yarataca­ğım... " (Bakara, 30) Böylece dünya, bütünüyle Âdem’in oldu. Ondan sonra da çocuk­larından iyi olanlara ve halifelerine geçti. Dolayısıyla düşmanları bazı şeyleri ele ge­çirdiklerinde, bunları savaş veya galibiyet yoluyla geri aldıkları zaman buna "Fey"[377] adı verilmiştir. Fey, bir şeyin galibiyet veya savaşla geri alınması demektir.

Bunun hükmüyle ilgili olarak Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ve iyice bi­lin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın ve Resûlü'nün ve yakınların ve yetimlerin ve yoksulların ve yolda kalmışlarındır." (Enfâl, 41) Şu halde, ganimet, Allah'a, Resule, Resulün akrabalarına aittir. Bu, geri dönen Fey'dir. Geri dönüşü, başkalarının elinde olan malın kılıçla tekrar alınması şeklinde gerçekleşir.

Fakat atlara ve develere binme gereği duyulmaksızın[378] onlara geri gelen mal­lara ise Enfâl denir. Enfâl ise, sadece Allah'a ve Resulüne aittir. Hiç kimsenin bunda payı yoktur. Başkalarının ortaklığı, sadece uğruna savaşılan mallar için söz konusu olabilir. Savaşanlar için ganimetten dört hisse vardır. Resûlullah'ın da bir hissesi var­dır. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye ait olan pay da altı kısma ayrılır. Üç kıs­mı yine Resûlullah'a, üç kısmı da yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verilir.

Enfâl dediğimiz ganimetin paylaşımı ise böyle değildir. O sadece Resûlullah'a aittir. Fedek sadece Resûlullah'ındı. Çünkü Fedek'i Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm) fethetmişti. Yanlarında da onlardan başka kimse yoktu. Bu yüzden Fedek, Fey' kapsamından çıkmış, Enfâl kapsamına girmişti.

Ormanlar, maden yatakları, denizler ve çöller de imama aittir. Bir topluluk imamın izniyle bunları işletirse, gelirin beşte dördü onlarındır. İmamın payı ise beşte birdir. İmamın aldığı pay, humus yerine geçer. Bunları İmamın izni olmadan işleten­lerin gelirleri ise bütünüyle alınır. Hiç kimsenin bunların üzerinde payı yoktur. Aynı şekilde bir kimse herhangi bir yeri imar ederse, bir su kanalı açarsa, harap bir yeri sahibinin izni olmadan kullanılır hale getirirse, bu yer ona ait olmaz. Yerin sahibi isterse, bunların tümünü ondan alır, isterse onun elinde kalmasına izin verir.

l-(1414) ...Süleym b. Kays şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Al­lah'a yemin ederim ki, Allah'ın "zil kurba / yakınlar" diyerek kendisine ve Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye yakın kıldığı, birlikte andığı kimselerden maksat, bizleriz. Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimet­ler; Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar... içindir." (Haşr, 7) Bu özellikler bize aittir. Çünkü sadaka (zekât)’tan bize pay ayırmamıştır. Allah, insanların ellerin­deki malların kirlerini bize tattırmayarak Nebi'sine ve bize lütufta bulunmuştur.»

2-(1415) ...Muhammed b. Müslim, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan, "Ve iyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın ve Resûlü'nün ve yakınların..." (Enfâl, 41) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Burada kastedilenler Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)nin yakınlarıdır.

Dolayısıyla humus, Allah'a, Resûlü'ne ve biz Ehl-i Beyt'e aittir.»

3-(1416) ...Hafs b. el-Behterî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Enfâl,[379] üzerine at ve deve sürülerek elde edilmemiş ganimet de­mektir. Müslümanlarla barışan veya kendiliğinden getirip teslim eden toplulukların verdikleri mallardır. Bütün harap yerler, vadilerin derinlikleri, Resûlullah'a aittir. On­dan sonra da imama aittir. İmam onları istediği kimseye verir.»

4-(1417) ...Hammad b. İsa, ashabımızın bazısından, onlar da sâlih kul (Musa b. Cafer aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Humus, beş şeyden verilir:

1) Ganimetler (kazançlar).

2) Denizden çıkarılan eşya.

3) Defineler.

4) Madenler.

5) Tuzlalar (tuz madenleri). Bu tür gelirlerin tümün­den humus alınır. Bu da Allah'ın belirlediği kimselere verilir. Beşte dörtlük kısım, bunları elde etmek için savaşan ve bunları idare eden kimselere verilir.

Humus bunlar arasında altı pay şeklinde taksim edilir: Bir pay Allah'a. Bir pay Resûlullah'a. Bir pay Nebi'nin yakınlarına. Bir pay yetimlere. Bir pay yoksullara. Ve bir pay da yolda kalmış olanlara verilir.

Allah'ın ve Resulünün payı, Resûlullah'tan sonraki emir sahibine (Ehl-i Beyt imamları), mîras olarak verilir. Böylece onun üç payı olur. İki payı mîras yoluyla, bir payı da taksimden kendine düşen pay olarak alır. Bu pay, Allah-u Teâlâ tarafından ona verilmiştir. Dolayısıyla humusun yarısı bütünüyle onundur.

Diğer yansı da Ehl-i Beyt'i arasında pay edilir. Dolayısıyla bir pay, onların yetimlerine. Bir pay yoksullarına. Ve bir pay da onlardan yolda kalmış olanlarına verilir. Bu taksim, onlar arasında kitap ve sünnet doğrultusunda gerçekleştirilir.

Böylece, bir yıl içinde ihtiyaç duyacakları şeyler karşılanmış olur. Eğer ihti­yaçlarından artarsa, artan kısım valiye verilir. Yetersiz veya ihtiyaçlarından eksik kalırsa, valinin kendi yanından onların eksik kalan ihtiyaçlarını gidermesi gerekir. Onların ihtiyaçlarının giderilmesine eksiklik varsa vali tarafından karşılanır, çünkü ihtiyaçlarının fazlası da valiye verilir.

Yüce Allah, burada sözü edilen humusu sadece onlara has kılmıştır, diğer yoksulları ve yolda kalmış olanları bu taksimin dışında tutmuştur. Çünkü onlar da zekâttan pay almazlar. Zekâttan pay almamaları, Allah'tan onlara yönelik bir arındır­madır. Bunun nedeni de Resûlullah'm yakınları olmalarıdır. Allah onları insanların mallarındaki kirlerden uzak tutarak onurlandırmıştır. Kendi katından onlara özel bir pay vererek, onları maddi açıdan zelîl ve miskin duruma düşmekten kurtarmıştır. Ama onların kendi aralarında birbirlerine zekât vermelerinin bir sakıncası yoktur.»

Allah'ın kendilerine humus tahsis ettiği peygamberin akrabaları, Allah'ın, "En yakın aşiretini uyar." (Şuarâ, 214) âyetinde sözünü ettiği kimselerdir. Bunlar da bizzat Abdulmuttâlib oğullarıdır. Kadınları ve erkekleridir. Kureyş kabilesinin diğer aileleri veya Araplardan başka bir kimse, onlar arasında yer almazlar. Azatlıkları da bu taksimde onlar arasında yer almazlar. İnsanların zekâtları, onların azatlıkları için helâldir. Onlarla diğer insanlar arasında herhangi bir fark yoktur.

Anası Haşimoğullarından olup, babası Kureyş'in herhangi bir oymağından olan bir kimseye zekat verilebilir. Ona humustan herhangi bir pay ayrılmaz. Çünkü Allah, "Onları babalarına nisbet ederek çağırın." (Ahzâb, 5) buyurmuştur.

Ganimet mallarının en seçkinleri, imamlara aittir. Bu malların en seçkinlerini alır. En güzel cariyeyi, en güzel bineği, istediği veya canının çektiği giysiyi ve eşya­yı alma hakkına sahiptir. Bunu paylaştırmadan ve humusun çıkarılmasından önce gerçekleştirebilir. Bu maldan ihtiyaç duyduğu ve yapmak durumunda kaldığı her harcamayı karşılayabilir. Örneğin kalpleri İslâm'a ısındırılanlara ve başka şeylere verme hakkına sahiptir. Bundan sonra bir şey kalırsa humusu bundan çıkarır ve hak sahipleri arasında taksim eder. Geri kalanını da bu işi yürütenler arasında pay eder. Şayet harcamaların karşılanmasından sonra bir şey kalmazsa, onlara da bir şey veril­mez. Savaşçıların, arazide veya elde ettikleri şeylerde bir hakları yoktur. Ancak as­kerlerin savaş alanında tasarrufları altına aldıkları şeyler başka.

Vali ile birlikte savaşa katılmış olsalar da bedevi Araplara bir pay verilmez. Çünkü Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bedevilerle, yurtlarında kalmaları ve Me­dine'ye hicret etmemeleri hususunda barış antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşmanın şartı şudur: "Eğer düşmanları, Resûlullah'a saldırırlarsa ve onlardan yardım isterse, onlar da savaşırlarsa, kendilerine ganimetten pay verilmeyecektir. Bu, hem onlar hem de başkaları için geçerli olan bir kuraldır.

Süvarilerin ve piyadelerin zoruyla zapt edilen araziler ise onları imar eden, ye­niden ihya eden, düzenleyip idare edenlere bırakılır. Vali onlarla güçleri miktarınca bir bedel karşılığı antlaşma yapabilir. Gelirin yarısını veya üçte birini ya da üçte iki­sini almak üzere bir sözleşme gerçekleştirebilir. Burada önemli olan onların çıkarla­rının ve zarara uğratılmalarının gözetilmesidir.

Bunlardan elde edilmesi gereken ürün elde edildiği zaman, bunların tümünden onda birlik bir pay çıkarılır, şayet arazi yağmur suyuyla veya akarsuyla sulanmışsa. Şayet arazi kuyulardan kovalarla su çekmek suretiyle sulanmışsa yirmide bir pay alınır. Bu payları vali alır. Vali aldığı bu payları Allah'ın belirlediği gruplar arasında taksim eder.

Allah sekiz sınıf belirlemiştir. Fakirler, miskinler, zekat toplamakla görevli memurlar, kalpleri İslâm'a ısındırılanlar, köleler, borçlular, Allah yolunda savaşanlar ve yolcular. Bu sekiz gruba payları verilir. Ve burada bir yıllık ihtiyaçları, darlığa düşmeyecek ve yoksul kalmayacak şekilde tespit edilir. Eğer bu taksimden sonra bir miktar mal artarsa, bu artan kısım valiye verilir. Şayet ihtiyaçların karşılanması için eldeki mal yeterli gelmezse, noksanlık varsa, valinin kendi yanındaki mallardan bu eksikliği, onların kapasiteleri oranında gidermesi gerekir. Böylece kendi kendilerine yeterli olmaları, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmaları sağlanır.

Onda birlik paydan arta kalan kısım da vali ve diğer görevliler, araziye bakan memurlar ve çiftçiler arasında taksim edilir. Anlaşıldığı şekilde onlara payları veri­lir. Arta kalan mal olursa, bu da Allah'ın dini, İslâm’ın güçlenmesine ve dinin ege­men olmasına dönük cihad gibi maslahatlar hususunda valiye yardım edenler arasın­da taksim edilir. Çünkü bu gibi tavırları kamunun yararınadır. Bunda kişinin kendi­sinin az veya çok bir çıkarı söz konusu olmaz.

İmamın humustan başka Enfâl denilen ganimetlerde de hakkı vardır. Halkı göç eden her harap arazi, at ve deve üstünde saldırılarak elde edilmemiş; ama barış yoluyla veya sahiplerinin savaşsız olarak kendi elleriyle teslim ettikleri her toprak parçası Enfâl sayılır. Dağ başları, vadilerin derinlikleri, ormanlar, sahipsiz bütün topraklar imamındır. Savaşta Müslümanlara yenilen kralların ellerindeki malların en seçkinleri onundur. Hiç kuşkusuz gasp yöntemine baş vurulmamış olması esastır. Çünkü gasbın her çeşidi reddedilmiştir. İmam, vârisi olmayanın vârisi, çaresizlerin yardımcısıdır. Allah, bütün mal çeşitlerini taksim etmiştir. Özel ve genel olarak her hak sahibinin hakkını vermiştir. Fakirlerin, miskinlerin, bütün insan gruplarının hak­kını eksiksiz olarak belirlemiştir. Eğer insanlar adalete uygun olarak yönetilip herke­sin hakkı verilirse, kimseye ihtiyaçları kalmaz. Adalet, baldan tatlıdır. Adaleti bil­meyen, adalete uygun bir yönetim ve paylaşım düzeni gerçekleştiremez.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), çölde oturanlardan toplanan zekâtları çöl­de oturanlara, şehirlerde oturanlardan toplanan zekatları da şehirde oturanlar arasın­da dağıtırdı. Zekâtları, zekat verilmesi gereken sekiz grup arasında eşit şekilde, yani her gruba sekizde birlik bir pay vermek suretiyle paylaştırmazdı, bilakis, sekiz grup­tan hazır bulunanlar arasında onların bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacak miktarı ver­mek suretiyle taksim ederdi. Bu hususta belirli bir vakit, adı konmuş veya yazılmış bir miktar yoktur. Burada önemli olan, imamın uygun görmesi ve hazır bulunan her grubun açığının kapatılması esastır. Eğer bundan sonra bir şey artarsa, artan malın tamamı onlardan başkalarma verilir. Enfâl, valiye verilir. Peygamberimiz zamanında fethedilen bütün topraklar, İslâm'a davet amacıyla fethedilen yerler, zorba veya âdil yöneticiler tarafından fethedilen toprakların tümü, valinin yetkisi dahilindedir.

Çünkü Resûlullah'ın zimmeti, hem öncekiler hem sonrakiler için aynı düzeyde geçerlidir. Çünkü Resûlullah şöyle buyurmuştur: «Müslümanlar kardeştir. Kanları birbirine eşittir. En aşağıları dahi onların verdiği zimmeti tutmakla yükümlüdür.»

_ Humus malında zekât olmaz. Çünkü insanların yoksul olanlarının rızıklarının sekiz grup halinde insanların mallarından temin edilmesi öngörülmüştür. Hiçbir yok­sul grubu dışarıda bırakılmamıştır. ResûluUah'm akrabası olan yoksullar için de hu­musun yarısı öngörülmüştür. Böylece onların insanların zekâtlarına, Resûlullah'ın veya valinin zekâtına muhtaç olmaları önlenmiştir. İnsanlar arasındaki bütün fakirler ve Resûlullah'ın akrabası olan bütün fakirler için başkalarına muhtaç olmaları engel­lenecek şekilde pay sahibi kılınmıştır. Bu paylar gözetilirse, hiç fakir kalmaz. Bu yüzden Resûlullah'ın ve valinin malından zekât verilmez. Çünkü ihtiyaç sahibi bir fakir kalmamıştır. Ama onların da harcamada bulunacakları alanlar vardır. Onlar, yetkileri dâhilindeki bu alanlarda harcama yapmakla yükümlüdürler.»[380]

5-(1418) ...Ali b. Esbat şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan Musa (aleyhisselâm) Halife el-Mehdî'nin yanına vardığında, onun msanlardan haksız yere alınan malları sahiplerine geri vermek suretiyle yargılama yapmakla meşgul olduğunu gördü. Ona dedi ki: «Ey Mü'minlerin Emiri! Bizden haksız yere alman mülkümüz neden geri verilmiyor?»

- "Neresidir bu mülk, ey Ebu'l-Hasan! (Musa b. Cafer aleyhisselâm) dedi.

Dedi ki: «Allah Tebareke ve Teâlâ, Fedek ve mücavir alanlarının Peygamberi­miz tarafından, üzerine atlı ve develî süvarilerin saldırısı olmaksızın fethedilmesini sağlayınca, Peygamberine şöyle vahyetti: "Akrabaya hakkını ver." (İsrâ, 26) Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bununla kimlerin kastedildiğini bilmiyordu. Bu hususta Cebrail'e başvurdu, Cebrail de Rabbine başvurdu. Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti: "Fedek'i Fâtıma'ya ver."

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Fâtıma'yı çağırdı ve ona dedi ki:

«Ey Fâtıma! Allah bana, Fedek'i sana vermemi emretti.»

Fâtıma dedi ki: «Allah'ın ve senin bu bağışını kabul ettim.»

Orası, Resûlullah hayatta olduğu sürece, Fâtıma'nın vekilleri tarafından idare ediliyordu. Ebu Bekir yönetime gelince, Fâtıma'nın vekillerini oradan çıkardı. Bu­nun üzerine Fâtıma, Ebu Bekir'in yanına geldi ve Fedek'in tekrar kendisine verilme­sini istedi.

Ebu Bekir ona dedi ki: "Bana siyah derili veya kızıl derili birini getir, (kim olursa olsun), buranın sana verildiğine şahitlik etsin."

Fâtıma da Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Talib aleyhisselâm)’ı ve Ümmü Eymen'i getirdi, onlar da Fâtıma lehine şahitlikte bulundular.

Bunun üzerine Ebu Bekir, Fâtıma'ya ait olan Fedek'e girmekten vazgeçilmesi­ne dair bir yazı ona verdi. Fâtıma Ebu Bekir'in yanından çıktı, bu yazı da elindeydi. Yolda Ömer'le karşılaştı.

Ömer: "Yanındaki bu yazı da nedir ey Muhammed'in kızı?" dedi.

Dedi ki: «İbn Ebu Kuhafe'nin benim için yazdığı bir yazıdır.»

Ömer: "Bana göster." dedi.

Fâtıma göstermedi. Ömer yazıyı elinden çekip aldı ve yazılanları okudu. Son­ra üzerine yağlı su döktü, sildi ve yırtıp attı.

Fâtıma'ya dedi ki: "Burayı senin baban, atlı ve develi süvarilerle zapt etmemiştir. Çıkart artık şu kölelik bağlarını boyunlarımızdan."

Bunları dinledikten sonra el-Mehdî (Halife), Ebu'l-Hasan (Musa b. Cafer aleyhisselâm)a dedi ki: "Ey Ebu'l-Hasan! Bana Fedek'in sınırlarını anlat."

Dedi ki: «Bir sınırı Uhud dağıdır. Bir sınırı Mısır sırtlarıdır. Bir sınırı Siyfu'l-Bahr'dir. Bir sının da Dûmetu'l-Cendel'dir.»

el-Mehdî dedi ki: "Buraların tamamı mı?"

-«Evet» dedi. «Ey Mü'minlerin Emiri! Buraların tamamı. Buraların tamamı­nı, Resûlullah atlı veya develi süvarilerle saldırmaksızın ele geçirmiştir.»

Dedi ki: "Çok geniş bir arazi. Bu hususta biraz düşüneyim."

6-(1419) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Enfâl, nefelden gelir. Enfâl suresinde düşmanların burunlarının sürtülmesi anlatılır.»

7-(1420) ...Ahmed b. Muhammed b. Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a, "Ve iyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın ve Resulünün ve yakınların..." (Enfal, 41) âyeti soruldu ve denildi ki: "Allah'a ait olan kısım kime verilir?"

Buyurdu ki: «Resul (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye aittir. Resûlullah'a ait olan da imama aittir.»

Denildi ki: "Bu âyette sözü edilen gruplardan birinin sayısı fazla, birinin sayı­sı daha az olursa taksimat ne şekilde yapılacaktır?"

Buyurdu ki: «Bu, imamın takdirine bağlıdır. Resûlullah'ın nasıl davrandığını bilmiyor musun? Nasıl uygun görürse öyle taksim etmez miydi? İmam da öyle yapar»

8-(1421) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a altın, gümüş, demir, kurşun ve bakır madenleri hakkında bir soru soruldu. - «Bunlara humus düşer.» dedi.

9-(1422) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

İmam, ganimetler paylaşılmadan önce, dilediği kadarını infâk edebilir, kendi­sine ayırabilir veya başkalarına verebilir. Nitekim Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bir grupla birlikte savaşa girmiş ve savaşta elde edilen ganimetten onlara pay ayırmamıştı. Dileseydi bunu onların arasında taksim edebilirdi.

10-(1423) ...Hâkim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a "Ve iyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte biri Allah'­ın ve Resulünün ve yakınların..." (Enfâl, 41) âyetinin anlamını sordum.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm), iki dirseğini dizlerinin üzerine koydu ve iki eliy­le işaret ederek dedi ki: «Allah'a yemin ederim ki, bundan maksat, gündelik istifade­dir. Su kadarı var ki babam, arınsınlar dive Şiâlarına helâl etmiştir.»

11-(1424) ...Sema'e şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’a humus hakkında bir soru sordum. Buyurdu ki: «İnsanların istifade ettiği az veya çok miktardaki her şeyden hu­mus vermek gerekir.»

12-(1425) ...Ahmed b. Muhammed b. İsa b. Yezid şöyle rivayet etmiştir:

Yazdım[381] ki: "Sana feda olayım, faydalanma nedir ve onun sınırı ne kadardır? Senin bu husustaki görüşün nedir? Bana öğret -Allah-u Teâlâ seni başımızdan eksik etmesin- Bu hususu açıklamakla bana büyük bir iyilikte bulunmuş olursun. Ta ki haram üzere kâim olan namazı ve orucu boşa giden biri olmaktan kurtulurum."

İmam şu cevabı verdi: «Faydalanmadan maksat, ticaretten kazandığın kâr ve­ya ekinden elde ettiğin üründür. Borç veya başkasına verdiğin (yâda sana verilen) bir armağan bunun dışındadır.»

13-(1426) ...İbn Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)a yazdım ki: "Humusu, masrafları çıkarmadan önce mi ayırayım, yoksa masrafları çıkardıktan sonra mı?"

-«Masrafları çıkardıktan sonra ayır.» diye yazdı.

14-(1427) ...Ebu Basir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın Resûlü'dür, şe-hadeti uğruna savaşılarak elde edilen her şeyin humusu bize aittir. Hiç kimse, bizim hakkımızı vermeden humustan bir şeyi satın alamaz.»

15-(1428) ...Abdul'aziz b. Nafi şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)dan görüşme izni istedik ve ona bir mesaj ilettik.

Bize şöyle bir mesaj gönderdi: «İkişer ikişer gelin.»

Ben ve bir başka adam beraber içeri girdik.

Adama dedim ki: "Senin, İmam'dan soru sorma iznini almanı istiyorum."

Adam: "Tamam." dedi.

Sonra İmam'a şöyle dedi: "Sana kurban olayım, benim babamı, Ümeyye oğul­ları esir etmişti. Biliyorum ki, Ümeyye oğulları bir şeyi haram veya helâl kılma hak­kına sahip değildirler. Ellerindeki şeylerin azı da çoğu da onlara ait değildir. Bunlar sizindir. Sahibi olduğum şeyleri geri vermeyi düşündüğüm zaman içime bir kuşku giriyor ve bunun sonucunda neredeyse aklım bozulacak."

İmam ona dedi ki: «Bu hususla ilgili olarak sana helâl ediyorum. Senin duru­munda olan kimseler de benden sonra kendilerine sahip oldukları şeyler helâl kılın­mıştır.» Bunun üzerine ayağa kalktık ve dışarı çıktık.

Bizden önce Muattib,[382] içeri girmek için Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın iznini bekleyenlerin yanına gitti ve onlara dedi ki: "Abdul'aziz b. Nafî öyle bir başarı elde etti ki, bundan önce hiç kimse böyle bir sonuç elde etmemişti."

Ona, "Nedir bu başarı?" diye soruldu. O da olup bitenleri onlara bütün ayrıntı­larıyla anlattı. Bunun üzerine iki kişi kalktı ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına girdi.

Bunlardan biri İmam'a dedi ki: "Sana feda olayım, benim babam, Ümeyye oğullarının esiriydi. Biliyorum ki, Ümeyye oğulları, az veya çok olsun sahip olduk­ları şeylerin gerçek sahipleri değildirler. Bunları bana helâl etmeni istiyorum."

İmam dedi ki: «Bu bizim işimiz midir? Hayır, bizim böyle bir hakkımız yok­tur. Bizim bir şeyi haram veya helâl etmemiz söz konusu değildir.»

İki adam dışarı çıktılar. Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) öfkelendi. O gece yanına her kim girdiyse Ebu Abdullah söze şöyle başladı: «Falan adamın yaptı­ğına hayret etmiyor musunuz? Bana geliyor ve Ümeyye oğullarının yaptıklarından dolayı benden helâllik istiyor. Sanki bu bizim işimizmiş gibi.»

O gece hiç kimse az veya çok ondan istifade edemedi. Önceki iki adam hariç. Onlar istedikleri cevabı almışlardı.

16-(1429) ...Durays el-Kunasî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: «İnsanlar hangi yoldan zi­naya düşüyorlar?»

-   "Bilmiyorum" dedim. "Sana feda olayım."

-   Dedi ki: «Ehl-i Beyt'e ait humustan dolayı. Ancak bizim tertemiz Şiâmız başka. Onlara analarından doğdukları günden beri helâldir.»

17-(1430) ...Ebu Sabbah şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki:

«Biz (Ehl-i Beyt) öyle bir topluluğuz ki, Allah bize itaat edilmesini farz kılmış­tır. Ganimetler bizim ve malların en seçkinleri bize aittir.»

18-(1431) ...Eban b. Tağlib, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan ölen ve geride mirasçı ve azatlı bırakmayan bir adamla ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Bu adam, şu âyetin işaret ettiği kimselerin kapsamına girer: "Sana enfâlden sorarlar." (Enfâl, l)»[383]

19-(1432) ...el-Halebî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan defineden ve madenlerden ne kadar hak olduğuna dair şöyle rivayet etmiştir:

«Bunlardan humus verilmesi gerekir. Kurşun, bakır ve demirden de verilmeli­dir. Altın ve gümüşten ne alınıyorsa bütün madenlerden de o alınır.»

20-(1433) ...Muhammed b. Müslim, İmam Bakır veya İmam Sadık (aleyhimus-selâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«İnsanların kıyamet günü en çok zorluk çektikleri husus şudur: Humus sahibi kalkar ve: "Ya Rabbi, humusum" der. Biz, doğumları hoş ve te­miz olsun diye bunu Şiâmıza helâl etmişiz.»

21-(1434) ...Muhammed b. Ali şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)'a denizden çıkarılan inci, yakut ve zeberced, ayrıca altın ve gümüş madenlerinden ne kadar hak olduğunu sordum.

Buyurdu ki: «Bunların fiyatı bir dinarı buluyorsa, humus vermek gerekir.»

22-(1435) ...Ali b. Mehziyar şöyle rivayet etmiştir:

İmam (aleyhisselâm)'a şöyle yazdım: «Ey efendim! Bir adama hacca gitsin diye bir miktar para verilmişse, acaba bu mal onun eline geçer geçmez humusunu vermeli midir, yoksa haccını eda ettikten sonra arta kalan miktarından mı vermelidir?"

Bana şöyle bir cevap geldi: «Humus vermesi gerekmez.»

23-(1436) ...Ali b. Hüseyin b. Abdurabbih şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) babama bir miktar para ve hediye gönderdi.

Babam ona yazdı: Bana gönderdiğin bu maldan humus vermem gerekiyor mu?

Babama şu cevabı yazdı: «Humus sahibinin sana gönderdiği maldan humus vermen gerekmez.»

24-(1437) ...İbrahim b. Muhammed el-Hemezanî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’a yazdım ki: "Ali b. Mehziyar babanızın mektubunu bize okudu.

Bu mektupta "bağ sahiplerinin, masraflarını çıkardıktan sonra on ikide birini vermekle yükümlü oldukları belirtilmiştir. Bağının geliri, masraflarını karşılamayan kimsenin, ne onikide bir, ne de başka bir miktar vermesinin gerekmediği" yazılmıştır Bizim yanımızda bulunan bazı insanlar, bu hususta ihtilâf etmişler ve diyorlar ki:

"Bağın gelirinden masraflar çıkarıldıktan sonra humus verilmesi gerekir. Bu­rada kastedilen bağın masrafları ve harcamalarıdır. Kişinin ailesi için yaptığı harca­malar değil." İmam şu karşılığı verdi:

«Ailesinin masraflarından ve sultanın vergisinden sonra humus verilir.»

25-(1438) ...Ahmed b. Müsenna şöyle rivayet etmiştir:

Muhammed b. Zeyd et-Taberî bana şöyle dedi:

"İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın izleyicilerinden Faris bir tüccar, ona bir mektup yazdı. Mektubunda humus hakkında ondan izin istiyordu.

İmam ona şöyle yazdı: «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Hiç şüphesiz Allah'ın lütfü geniş ve O, cömerttir. Amel için ödülü ve sıkıntı için de üzüntüyü ga­ranti etmiştir. Bir mal ancak, Allah'ın öngördüğü amaç doğrultusunda harcanırsa he­lâl olur. Humus, dinimiz, ailemiz ve izleyenlerimiz hususunda bize yönelik bir yar­dımdır, bir destektir. Bunun bir kısmını dağıtırız. Bir kısmını da baskılarından kork­tuğumuz insanlar karşısında saygınlığımızı korumak için sarf ederiz.

Elinizden geldiğince onu bizden esirgemeyin Ve kendinizi dualarımızdan yok­sun bırakmayın. Çünkü humusu çıkarmanız, rızkınız için bir anahtar ve günahlarını­zı da temizler. O, kaçınılmaz olarak karşılaşacağınız bir güne yönelik bir hazırlıktır.

Müslüman, kendisine verilen şeyleri tekrar Allah'a geri veren kimsedir.

Müslüman, diliyle kabul edip kalbiyle karşı çıkan kimse değildir. Vesselam.»

26-(1439) ...Muhammed b. Zeyd şöyle rivayet etmiştir:

Horasan'dan bir topluluk, Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın hu­zuruna geldiler ve onları humustan muaf tutmalarını istediler.

Buyurdu ki: «Bu ne hilebazlık! Dilinizle bize dostluğunuzu iade ediyorsunuz, buna karşılık Allah'ın bize tanıdığı hakkımızı bizden esirgiyorsunuz. Bu hakkımız da humustur. Yapmayız, yapmayız, hiçbirinizi humustan muaf tutmayız.»

27-(1440) Ali b. İbrahim, babasından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer Sani (Muhammed b. Ali el-Cevad aleyhisselâm)’ın yanında bulundu­ğum bir sırada Salih b. Muhammed b. Sehl, içeri girdi. Kendisi, Kum şehrindeki va­kıfların mütevelli heyetinde yer alıyordu.

Dedi ki: "Ey efendim! On bini bana helâl et. Çünkü ben onu harcadım."

Buyurdu ki: «Sana helâl ettim.»

Salih çıktıktan sonra Ebu Cafer şöyle dedi: «Adam, Âl-i Muhammed'in yetim­lerinin, miskinlerinin, fakirlerinin, yolda kalmışlarının hakkı olan malı alıyor, sonra da geliyor: Bana helâl et diyor. Yoksa Helâl etmem, diyeceğimi mi sanıyor? Allah'a yemin ederim ki, Allah kıyamet günü, bundan kesinlikle sorguya çekecektir onları.»

28-(1441) ...el-Halebî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhis­selâm)’a "Anberin, denizden çıkarılan incilerin humusunun olup olmadığını sordum." Buyurdu ki: «Bunlardan humus vermek gerekir.»

el-Kâfi'nin "Kitab-ul Hüccet" bölümünden oluşan cildi tamamlandı. Bundan sonra "İman ve Küfür" kitabı yer alıyor. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun. Muhammed'e ve Onun pak, tertemiz Ehl-i Beyt'ine selâm olsun.



[75]-   FELSEFİ BİR AÇIKLAMA VE BİR ŞÜPHENİN GİDERİLMESİ

   Ehl-i Beyt İmamlarından gelen, çok sayıdaki rivayette yüce Allah'ın Resûlullah'a ve imamlara her şeyin bilgisini öğrettiği belirtilmiştir. Yine bu rivayetlerin bazısında Resûlullah (s.a.a) bu bilgiyi vahiy yoluyla edindiği, imamlarınsa Resûlullah'dan aldıkları şeklinde bir açıklama yapılmıştır.

   Buna karşılık şöyle bir değerlendirme yapılmıştır: "Peygamberin ve imamların hayatlarına dair rivayetlerde, onların bütün hayatları boyunca diğer insanlarınkine benzer bir hayat yaşadıkları, onlar gi­bi bir takım amaçlar edindikleri, bu amaçlara ulaşmak için çalıştıkları, amaca götüreceğini düşündükle­ri zahiri sebeplere sarıldıkları ve herkesin izleyebileceği normal yolları takip ettikleri, bu bağlamda ba­zen amaçlarına ulaştıkları, bazen de izledikleri yolun kendilerini yanlış bir sonuca götürdüğü, yani isa­bet etmedikleri belirtilmektedir. Eğer gaybı bilselerdi, asla hedeflerini şaşırmazlardı, hedefe yönelik o-larak sarf ettikleri çabaları boşa gitmezdi. Çünkü akıl sahibi bir kimse, kesin olarak kendisini amacına ulaştıracağım bildiği bir yolu bırakıp yine kesin olarak kendisini amacına ulaştırmayacağım bildiği bir yolu izlemez.

   Görüldüğü gibi, bu problem "Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak is­terdim." (Araf, 188) "Bana ve size ne yapılacağını da bilmem." Ayetlerinden kaynaklanmaktadır…

   Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür:

   Bu değerlendirme ve bu değerlendirmenin esasını oluşturan problem, sıradan bilgilerle sıra dışı bilgileri birbirine karıştırmak şeklinde belirginleşen demogojiden kaynaklanmaktadır. Çünkü olguların hakikatine ilişkin sıradan bilginin, objektif hadiselerin akışım değiştirmek gibi bir etkisi yoktur.

   Bizim kendi seçimimizle gerçekleşen fiillerimiz bizim irademizle ilintili oldukları gibi zaman ve mekâna ait bir takım diğer maddi neden ve şartlarla da ilintilidirler. Fiillerimizin öncesinde bu neden' ve şartlar oluştuğu ve irade de gerçekleştiği zaman, onların varoluşuna dair eksiksiz illet tamamlanmış olur. Bu durumda fiilin gerçekleşmesi gerekli ve zorunlu olur. Çünkü sonucun, eksiksiz illetinden farklı olması, diğer bir ifadeyle eksiksiz illet tamamlandığı zaman sonucun gerçekleşmemesi imkânsızdır.

   Çünkü malul (sonuç) olan fiil ile onun eksiksiz illeti arasındaki bağlantı, gerekli ve zorunlu bir bağlantıdır. Her olayın eksiksiz illeti ile zorunlu ve gerekli bir bağlantı içinde olması gibi. Ama fiilin bizim irademizle olan bağlantısı, irademiz eksiksiz illetin bir cüzü olduğu için, mümkün, caiz, olabilir nitelikli bir bağlantıdır.

   Bu da gösteriyor ki, bütün objektif hadiselerin, bu arada bizim serbest seçimimizle gerçekleşen fiillerimizin, objeler dünyasında meydana gelişlerinin, objeler dünyasında gerçekleşmelerinin zorunlu­luk niteliğinde olması ile serbest seçimimize dayanan fiillerimizin, yukarıda işaret ettiğimiz bağlamda zorunlu olmalarına karşın, bizim açımızdan mümkün nitelikli oluşları arasında bir çelişki yoktur.

   Bütün hadiseler, bu arada serbest seçim niteliğine sahip olarak bizim ihtiyari fiillerimiz, eksiksiz illetleri bulunan maluller (sonuçlar) olduklarına göre, bu sonuçların, eksiksiz illetleri, sebepleri gerçek­leştiği halde, gerçekleşmemeleri imkânsızdır. Dolayısıyla hadiseler düzenli bir silsile ile gerçekleşirler ve bu silsilenin zorunlu olarak sonuç alıcı gibi bir özelliği vardır. Silsilenin hiçbir halkası bulunduğu yeri aşmaz, bir başkasıyla yer değiştirmez ve bu halkaların her biri daha ilk günden itibaren, sonucun oluşması açısından zorunludur, gereklidir. Bu hususta geçmişte gerçekleşen ile daha sonra gerçekleşen arasında herhangi bir fark yoktur. Bu nedenle, hadiselerin realitedeki hakikatlerine dair bir bilginin ol­duğunu bir an için varsayalım; bu bilgi, ihtiyari de olsa herhangi bir hadiseyi vücup (zorunluluk) ala­nından alıp mümkünlük (olabilirlik) alanına çıkarmaz.

   Eğer desen ki: Bilakis bu kesin bilgi, tıpkı normal yollardan elde edilen bilgi gibi, ihtiyari fiille­rin sebepleri işlevini görür ve normal yollardan elde edilen bilgi ile sonuç arasında bir farklılık meyda­na geldiği durumlarda bu kesin bilgiden istifade edilir. Dolayısıyla bu kesin bilgi, aynı zamanda normal yollardan elde edilen bilgi geçersiz olduğu için, fiilin yapılmasına veya yapılmamasına sebep teşkil eder

   Buna cevap olarak derim ki: Kesinlikle hayır. Çünkü varsayılan, ihtiyari fiilin diğer sebepleri ile birlikte, normal yollardan elde edilen sıradan bilginin eksiksiz illetinin gerçekleşmesidir. Bunun ti­pik örneği, inatçı ve inkârcı kâfirlerdir. Bunlar, bu inkârcılıklarının kendilerini kesin olarak cehenneme götüreceğini bilirler. Buna rağmen, inkâr etmelerini gerektiren nevalarının egemenliği altında kalarak inkârcılıklarında ısrar ederler. Onların bu tavrı, fiilin gerekliliğine ilişkin normal bilgi konumundadır. Nitekim yüce Allah Firavun hanedanının kıssasını aktarırken şöyle buyurmaktadır: "Kendileri de bun­lara yakinen inandıkları halde, onları inkâr ettiler." (Neml, 14)

   Bu açıklama, aynı zamanda "öngörülenin aksine olan kesin (yakini) bir bilginin irade üzerinde etkin olmaması tasavvur edilemez. Aksi takdirde, irade üzerinde etkisinin olmayışı, bu nitelikte bir bil­ginin tahakkuk etmediğini gözler önüne serer." şeklindeki bir yorumu da geçersiz kılmaktadır.

   Şöyle ki: Salt öngörülenin aksine bir bilginin gerçekleşmesi, bu bilgiye dayalı iradenin gerçek­leşmesini gerektirmez. Bu sadece, nefsin gereğini yapmasıyla birlikte fiilin gerekliliğine dair bir bilgi­dir. Nitekim kesin olarak bildikleri halde hakkı inkâr eden inkârcı kafirler örneğinde buna işaret etmiştik. Bunun bir örneği de yüksek bir dalın üzerine çıkıp dikilen bir kimsenin yere düşmesi, sırf oradan düşmesinin kesin olarak ölmesine sebep olacağının bilinmesiyle engellenemez.

   Bazıları üzerinde durduğumuz bu mesele ile ilgili olarak şu cevabı vermişlerdir: Hz. Peygambe­rin (s.a.a) ve imamların (a.s) her birinin kendine özgü bir yükümlülüğü vardır. Bu yüzden, bizim gibi sıradan insanlar açısından, kendini tehlikeye atmak, dolayısıyla haram bir davranış olsa da, onların ken­dilerini bu tehlikeye atmaları gerekiyordu. Nitekim bazı rivayetlerde de buna işaret edilmiştir.

Bazılarının cevabı ise şöyledir: Yükümlülüklerin yerine getirilmesini gerektiren bilgi, normal yollardan elde edilen bilgidir. Onun dışındaki bilgilerin bağlayıcılığı yoktur... Bu iki yorumu önceki değerlendirme temelinde yorumlamak mümkündür. [el-Mîzan, (Ahkaf, 9) Tefsir.]

 

[76]- Allah'ın Şiîlere kızması, ya onların İmam Musa Kâzım (a.s)'ın imamlığını gizlemek ve takiye etmek hususunda gerekli özeni göstermemeleri sonucu, zamanın Halifesi Harun Reşid'in Şiîleri takibe alıp öldürmesine ve imam'ı da zindana atıp zehirlemesinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla İmam da Şii­lerin selametini kendi canına tercih etmiştir. Veya Şiîler, Musab. Cafer (a.s)'a gerekli bağlılığı göstere­medikleri için Harun Reşid'in taraftarları kendilerine musallat olmasından kaynaklanmıştır.

   Dolayısıyla yüce Allah, Musa b. Cafer (a.s), Harun Reşid taraftarlarıyla savaşa karar verip bir­çok Şiî'nin ölmesiyle, bir kenara çekilip zindana atılmaya ve şehit düşmeye razı olmak arasında bir ter­cih yapma hususunda muhayyer bırakmıştır ve İmam Şiilerin Harun Reşid orduları tarafından kıyıma uğratılmasından ise kendisinin zindana atılarak şehid edilmesini tercih etmiştir

 

[77]- İmam demek istiyor ki, şu su kanalında balıkların bulunduğu ne kadar somut ve gerçek bir şeyse, benim peygamberi rüyamda görmüşlüğüm de o kadar açık ve gerçektir.

[78]- Allah tarafından, itaat edilmesi farz kılınan

[79]- Bu bilgilere sahip olmamıza rağmen peygamber değiliz

 

[80]- Size verilen sırları tutabilseydiniz

[81]- Aşura gecesi arkadaşlarına başlarına geleceklerini, şehit düşeceklerini haber vermiştir

 

[82]- Sırları tutmasını biliyorlardı

 

[83]- Bu hadiste, Musa b. Eşyem'e doğrudan verilen bir cevap olmadığı ve sadece üç kişinin aynı âyetle ilgili sorularına verilen farklı cevaplar söz konusu olduğu halde, hadisin sonunda, Musa b. Eş­yem, iki kişiyle birlikte kendisine de cevap verildiğinden söz ediyor. Allâme Meclisi, başka bir rivayet­te, Musa b. Eşyem'in kendisinin de aynı soruyu sorduğu ve ayrı bir cevap aldığı belirtiliyor, demekte­dir. Dolayısıyla bu yukarıdaki rivayette görülen çelişkiyi ortadan kaldırmak için, İbn Eşyem, kendi duyduklarını başlı basma bir soru cevap gibi değerlendirmiş olabilir, demek durumundayız.

 

[84]- Yüce Allah'ın Peygamberi'ne (s.a.a) ve onun soyundan gelen imamlara (a.s) verdiği yetkinin açıklaması bağlamında birçok hadis rivayet edilmiştir. Fakat bu hadisin içerdiği anlam; Allah'ın kitapla ilgili olarak imamlara büyük bir bilgi bahşettiği, dolayısıyla herhangi bir ayete ilişkin bilgilerinin bir veya iki yorumla sınırlandırılmayacağı ve bu bilgilerden istediklerini sunup, istediklerini sunmama yet­kisinin kendilerine verildiği şeklindedir. Aynı sonucu, İmam'ın ayette işaret edildiği şekliyle Davud (a.s) oğlu Süleyman (a.s)'a verilen yetkiyi kendilerine uyarlamasından da algılamak mümkündür. İmam'ın, okuduğu ayetle de bu anlama işaret etmek istemiş olması da muhtemeldir. Fakat daha güçlü ihtimal, İbn Eşyem'in yaşadığı kalbî sıkıntı, ıstırap ve huzursuzluk münasebetiyle ayeti kalplerin durumuna iliş­kin bir açıklama getirmek için okumuş olmasıdır. [el-Mîzan, c.6, s.507]

[85]- "Allah'ın sana gösterdiği... Sana kitabı hak ile indirdik." (Nisa, 105) ayeti, genel nitelikli olan "İnsanlar bir tek ümmetti..." (Bakara, 213) ayetine benzemektedir. Ancak ayette ek bir husus daha var. O da Resûlullah'a (s.a.a) hüküm yetkisi tanıması, görüşünü ve bakışını hüccet olarak görmesi­dir. Çünkü hükmetme yani, yargılayıp karara bağlama ve dava konusunu sonuçlandırma gibi bir husus­ta hâkimin ve yargıcın (Peygamberin) dava konusuyla ilgili olarak genel hükümlere ve bütünsel yasala­ra ilişkin bilgiye sahip olmasının yanında kendi görüşünü yürütmesi, bildiğini uygulamaya geçirmesi gereklidir. Çünkü hükümlerin genelini ve insanların haklarını bilmekle, dava konusu olan meseleyi, il­gili yasaya tatbik ederek hükme bağlamak farklı şeylerdir.

   "Gösterdiği..." tabiriyle kastedilen husus, görüş oluşturma ve hükmü tanımlamadır, bazıları­nın ihtimal verdiği gibi hükümleri ve yasaları öğretme değildir. Dolayısıyla, ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla ayette anlatılan husus şudur: Allah sana kitabı indirdi; hükümlerini, şeriatını ve hü­küm vermesini öğretti ki, sana bahşettiği, icat ettiği görüşü ve tanıttığı hükmü buna ekleyerek insanlar arasında hükmedesin, böylece aralarındaki ihtilafları çözüme kavuşturasın. [el-Mîzan, c.5, s.l 13]

[86]- Muhaddes; sözlükte yeni bir haber ve söz ulaştırılan, söylenen kimse anlamına gelir. Rivayetler terminolojisinde imamlar için muhaddes niteliği kullanılır. Çünkü yüce Allah, gök menşeli bilgi ve haberleri ilham veya meleğin sesi aracılığıyla onlara ulaştırır.

[87]- Daha önce "muhaddes" sözcüğünün âyette yer almadığını, bunun İmam'ın tefsiri olduğunu belirtmiştik okuyucuların bu hususa dikkat etmeleri için tekrarlamakta yarar gördük. [Mütercim]

 

[88]- Ebu'l-Hattab (Muhammed b. Mıklas b. Esed-i Kûfî'dir). Gulattan bir mel'undu. İmamların Muhaddes olduğunu duymuş. Muhaddesle peygamberin farkını anlamadığı için imamların peygamber­liğine inanıyor ve hatta onların mabud olduklarını ileri sürüyordu. [Usul-i Kafi Terc. ve Şerhi (farsca), Muhammed Bakır Kamerei, c.2, s.38]

 

[89]- Anlatılan, anlamaları sağlanan

[90]-  Bu hadiste ruh kavramı, gizli, manevi güç anlamında kullanılmıştır ki, İmam'ın açıkladığı gi­bi çeşitli etkinliklerin ve davranışların kaynağını oluşturmaktadır.

[91]- "Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin." (Şûra, 52) Bu ayet, Resûlullah'ın yanında bulu­nan ve insanları davet ettiği gerçeklik bilgileri ve serî hükümler, Allah tarafından ona bildirilmiştir, kendiliğinden kavradığı şeyler değildir, anlamını ifade etmektedir.

   Dolayısıyla ona yerilen bu bilgiler de, peygamber olduktan sonra, vahiy yoluyla kendisine ve­rilmiştir. Şu halde Resûlullah'm (ş.a.a) kitabı bilmemesi, kitabın içerdiği inanca dair bilgilerin ve pratik hayata ilişkin hükümlerin ayrıntısını bilmemesi anlamındadır. İmam bilmemesi de, hak inançların ve sahih amellerin detaylarını hayatında pratize edememesi demektir. Nitekim yüce Allah bir ayette ameli, iman olarak nitelendirmiştir: "Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir." (Bakara, 143)

   Bu açıdan şöyle bir anlam karşımıza çıkıyor: Vahiyden önce, sende, kitabın ruhuna, içerdiği gerçeklik bilgileri ve serî hükümlere dair bir şey yoktu. Yine vahiyden sonra inanç ve amel olarak kita­bın içerdiğini esas alan yaşayış tarzına da, vahiyden önce sahip değildin... Bu, Resûlullah (s.a.a)'nin, peygamber olmadan önce mümin ve sahih amel sahibi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çünkü aye­tin olumsuzladığı, kitabın içeriğinin ayrıntılı olarak bilinmesi, inanç ve amel olarak kitabın içeriğinin ayrıntılı olarak esas alınmasıdır. Ayrıntılı bilgi ve uygulamanın olumsuzlanması, mutlaka, genel anlam­da Allah'a iman ve hakka bağlılık olgusunun olmayışım gerektirmez.

   Bu da gösteriyor ki, bazı müfessirlerin bu ayeti delil göstererek Hz. Peygamberin (s.a.a), pey­gamber olmadan önce imana sahip olmadığım ileri sürmeleri geçersiz bir iddiadır.

   Ve yine, bazı müfessirlerin, Resûlullah'm (s.a.a), peygamber olarak görevlendirilmesinden önce eksiksiz bir bilgiye ve amele sahip olduğunu ileri sürmeleri de yanlıştır. Onun, kitap nedir, iman nedir bilmediğini söyleyen ayetin zahiriyle çelişen bir çıkarsamadır. Çünkü Resûlullah'm, peygamber olma­dan önceki durumuyla peygamber olduktan sonraki durumu arasında fark bulunması kaçınılmazdır. İşte bu ayet de, bu farka işaret etmektedir. [el-Mîzan, (Şûra, 52) Tefsir.]

 

[92]- Fırat kenarında bir şehir

[93]-  Hadisin orijinalinde geçen "emir" den maksat, ya imamet ve hilâfettir veya itaat edilmesi zo­runlu olan emretme yetkisidir. Bazı rivayetlerde Hz. Ali'nin diğer imamlardan üstün olduğu anlamına gelen ifadeler yer alır. Bu rivayetlerden biri de yukarıdaki hadistir.

   Bir diğer rivayette ise Emir'ül-mü'minin lakabının sadece Hz. Ali için kullanılması gerektiği vurgulanıyor. Yine bazı rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Ali'den sonra Hasan ve Hüseyin, ardın­dan on ikinci imam Mehdi üstündür. Diğer sekiz imam ise fazilet bakımından eşit düzeydedirler (selâm üzerlerine olsun). [Mir'atu'1-Ukul, c.3, s.178]

[94]- İsmail'den maksat, İmam'ın en olgun oğullarından biridir. Ve daha İmam hayatta iken vefat etmiştir. Bundan dolayı İsmailiye grubu, onun imam olduğuna inanır. Nitekim hadiste sözü edilen mec­liste, Ebu Basir de onun imam olmasından söz etmiştir; fakat İmam Sadık (a.s) bunu reddetmiştir.

[95]- Müellif Kuleynî der ki: Hadisin Süleyman (a.s)'ın verdiği hükmü içeren birinci kısmının an­lamı şudur: Eğer koyunlar üzüm bağına gündüz girmiş olsalardı, sürü sahibinin aleyhine herhangi bir hüküm verilemezdi. Çünkü sürü sahibi, sürüsünü gündüz vakti salmak ve otlamalarını sağlamak durumundadır. Bağ sahibi de bağını korumakla yükümlüdür. Bunun yanında sürü sahibi, geceleyin koyunla­rını bir yere kapatmakla yükümlüdür. Bağ sahibi de doğal olarak gece evinde uyumak durumundadır.

 

[96]- Önceki Ümmetlerde Vasiyet

   «Âdem’in vasisinin ismi, İbranice Şeys denilen Hibetullah'tı. İbrahim'in vasisi, İsmail'di. Ya-kub'un vasisi, Hz. Yusuftu. Musa'nın vasisi, Hz. Yusuf un torunlarından Yu'şa b. Nun b. Efrahim b. Yusuf tu; Hz. İsa'nın vasisi, Şemun'du. Peygamberlerin sonuncusunun (s.a.a) vasisinin ismi Ali b. Ebu Talib ve ondan sonra onun on bir oğludur (a.s).» (İsbatu'I-Vasiyet, Necef baskısı, s.5-70. Ebu'l-Hasan Ali b. Hüseyin Mes'udî, sahabe Abdullah b. Mes'ııd'un torunlarındandır. Mes'udî, öl.k. 346. Biyografisi Tabakatu'ş-Şafıiyye, 2/307. Ketbî, Fevatu'l-Vefeyat, 2/45; Yakut el-Hamevî, Mu'cemu'l-Udeba, 13/94 onun bu kitabına işaret etmiş ve onun Esmau'l-Eimme adlı bir kitabının oldu­ğunu söylemişlerdir. İbn Hacer de Kitabu'l-Mizan, 4/224'te, Mes'udî'nin Tayinu'l-Halife adlı bir kitabı olduğunu yazar; fakat bu kitap ez-Zeria adlı eserde İsbatu'I-Vasiyet diye anılmıştır.)

1-    Hz. Âdem’in (a.s) Vasisi Şeys

   Yakubî, şöyle yazar: "Âdem’in ölüm vakti gelince... Şeys'i kendine vasi tayin etti."

   Taberî de yazar ki: "İbranice, Şeys denilen Hibetullah Âdem’in vasisiydi. Âdem ona vasiyet etti ve vasiyetnamesini yazdı. Denildiğine göre, Şeys, babası Hz. Âdem’in vasisiydi."

   Mes'udî, şöyle yazar: "Âdem, Şeys'e vasiyet ettikten sonra, ölünceye kadar vasiyetini diğerle­rinden gizledi..." İbn Esir de yazar ki: "Şeys, Allah'ın bağışı anlamındadır. Şeys, Âdem’in (a.s) vasisiy­di; Âdem (a.s), ölüm vakti ulaşınca Şeys'i kendine vasi ve halife etti."

   İbn Kesir de Hz. Âdem’in hayatı ve Şeys'e vasiyeti hakkında şöyle der: "Şeys, Allah'ın bağışı anlamına gelir. Âdem’in (a.s) ölüm vakti ulaşınca oğlu Şeys'i kendine vasi ve halife etti."

   2-Hz. Musa'nın (a.s) Vasisi Yu'şa b. Nun
   a) Tevrat'ta Yu'şa b. Nun:

   Kamus-i Mukaddes kitabında, "Yu'şa" sözcüğünde Tevrat'tan naklen şöyle geçer: "Yu'şa b. Nun, Musa'yla birlikte Sina dağındaydı ve Harun'un döneminde buzağıya tapma işine bulaşmadı." Ve Sıfrı Aded'in yirmi yedinci Eshahı'nın sonunda, Allah tarafından Musa'nın vasiliğine atandığı geçer. (Bu ata­manın fotokopisi bu kitabın orijinalinde geçer; biz tercümesini naklediyoruz.) Musa Allah'la konuştu; Allah'ım, bütün insanlara ve topluluklarına, giriş ve çıkışlarında, her işlerinde ön ayak olacak bir kişiyi belirt, toplulukları çobansız bir sürü gibi olmasın. Allah, Musa'ya dedi ki, Yu'şa b. Nun böyle bir-güce sahip bir gençtir, elini ona sür. Ve onu kâhin "Eliazar" ve bütün cemaatin (İsrail Oğulları'nın) karşısın­da ve gözleri önünde kendine vasi ilân et. Sonra, ona kendi heybet ve gücünden ver ki, bütün İsrailoğulları ona itaat etsin de "Eliazar"dan öne geçsin. Ve Allah'tan onun arzularının gerçekleşmesini iste ki, bütün İsrailoğulları onunla birlikte olsunlar ve onun emriyle her işi yapsınlar. Musa Allah'ın emrine uydu ve Yu'şa'yı alarak kâhin "Eliazar" ve bütün İsrailoğulları karşısında tuttu. Ve Allah'ın Musa'ya dediği gibi iki elini onun ellerine sürerek onu kendine vasi etti.    (Tevrat, Kitab-ı Mukaddes, Beyrut, Amerikan Basımevi, M. 1907)

   b) Kur'ân'da ve Diğer İslâm Kaynaklarında Yu'şa b. Nun:

   İbranice olan Yu'şa ismi, Kur'ân'da Arapçalaştırılmış, En'am Suresi'nin 86. ayetinde ve Sâd Su-resi'nin 48. ayetinde "Elyesa" olarak gelmiştir. Yakubî kendi Tarih'inde (c. 1, s. 46'da) şöyle yazar:

   Musa'nın ölüm vakti ulaşınca Allah Azze ve Celle, ona, Yu'şa b. Nun'u Kubbe-i Rumman'ın içi­ne çağırmasını ve bereketinin Yu'şa b. Nun'un bedenine intikal etmesi, onu vasi tayin etmesi ve İsrail Oğulları'nın işlerini onun üzerine bırakması için elini onun bedenine sürmesini emretti.

   Hz. Muhammed'in (s.a.a) Vasisiyle Hz. Musa'nın Vasisinin Benzerlikleri

   Yu'şa b. Nun, Musa'yla (a.s) birlikte Sina dağındaydı ve asla buzağıya tapmadı. Allah Teâlâ, Musa'ya, Allah'a tapanların, çobanı olmayan sürü gibi olmaması için kendisinden sonra Yu'şa b. Nun'u kendisine vasi etmesini emretti. Ali (a.s) de Hira Dağı'nda Resûlullah'ın (s.a.a) beraberindeydi ve hiçbir zaman hiçbir puta tapmamıştır. Allah Teâlâ da, Resulüne veda haccmdan dönüşte hacıların karşısında Ali'yi (a.s) kendisinden sonra vasisi ve ümmetin önderi tanıtmasını, İslâm ümmetini başsız bırakma­masını emretti. Resûlullah (s.a.a) da itaat ederek Gadir-i Hum'da, Ali'yi (a.s) kendisine vasi tayin etti. Gerçekten ne kadar da doğru buyurmuştur Resûlullah: "Yakında İsrailoğulları'nın başına gelen şey aynen benim ümmetimin de başına gelecektir..." (Yüz Elli Uydurma Sahabe, (Farsça') c.3, s.21-52)

   3- Hz. İsa'nın (a.s) Vasisi Şem'un

   a) İncil'de Şem'un: Kamus-i Kitab-ı Mukaddes'te, "Şem'un" sözcüğünde bu isimle on kişi sa­yılmıştır; bunlardan biri Şem'un Petros'tur. Bu isim Tevrat'ta "Sem'un" diye geçer. Matta İncili'nin, onuncu Eshah'ında şöyle geçer: Sonra -İsa- on iki öğrencisini çağırarak, kötü ruhları kendilerinden uzaklaştırmaları ve bütün hastalıkları iyileştirmeleri için onlara güç ve kötü ruhlarla karşılaşma kuvveti verdi. Onun on iki sefirinin isimleri şöyledir: Birincisi Petrus denilen Sem'an... Yuhanna İncili'nde, 21. Eshah'ta, (sayı: 15-18) Hz. İsa'nın Şemun'a, "Sürünün sorumlusu ol." şeklinde vasiyet ettiği geçer. Hz. İsa (a.s) burada demek istiyor ki: "Bana iman edenlerin sorumluluğunu üstlen."

   Yine Kamus-i Kitab-ı Mukaddes'te, "İsa onu (Şem'un'u) kilisenin önderi etti." diye geçer.

   b) İslâm Kaynaklarında Şem'un:

   Yakubî kendi Tarih'inde Şem'un'u "Sem'anu's-Sefa" diye anmıştır. Mes'udî de der ki: "Yunanca Şem'un ve Arapça Sem'an olan Petrus Roma'da öldürüldü." (Tarih-i Mes'udî, c.l, s.343) Mu'cemu'l-Buldan'da şöyle geçer: "Sem'an'ın manastırı" Dımeşk yakınlarındadır. Bu manastıra mensup olan Sem'­an Hıristiyanların ileri gelenlerinden biriydi; onun Şem'un-i Sefa olduğu söylenmektedir."

   Resûlullah'ın (s.a.a) Hadislerinde Vasi

   Resûlullah Ali hakkında: «Bu; sizin aranızda benim kardeşim, vasim ve halifemdir. Ona itaat edin.» buyurdu... Allah da buyurmuştur ki: "Peygamber size ne verirse artık onu alın." (Haşr,7)

   Taberânî, Selman-i Farisî'den şöyle nakleder: «Resûlullah'a, "Her peygamberin bir vasisi vardı; peki, sizin vasiniz kimdir?" diye sordum. O hazret bana cevap vermedi.

   Bir müddet geçtikten sonra beni görünce "Selman!" buyurdu. Ben aceleyle huzuruna giderek "Efendim." dedim. Resûlullah, "Musa'nın vasisinin kim olduğunu biliyor musun?" buyurdu. Ben, "Evet Yu'şa b. Nun'du." dedim. Buyurdu: "Neden?" Ben, "Çünkü o günün insanlarının en bilginiydi o" de­dim. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: "Vazifemi üstlenen ve borcumu ödeyen Ali b. Ebu Talib de aynı şekilde benim vasim, sırlarımın mahzeni ve en iyi hatıramdır.»

   (Mecmau'z-Zevaid, Heysemî, c.9, s.113; Mu'cemu'l-Kebir, Heysemî, c.6, s.221'de Taberânî'den naklen. Sıbt İbn Cevzî, Tezkiretu Havassi'1-Ümme, "Hadisu'n-Necva" babı, Ahmed b. Hanbel'in el-Fezail adlı kitabından naklen er-Riyazu'n-Nazira, Muhibbuddin Taberî, c.2, s.234)

   Ebu Eyyub el-Ensari, Resûlullah'ın (s.a.a), kızı Fâtıma'ya (s.a) şöyle buyurduğunu nakleder:

   «Allah Teâlâ’nın, yeryüzündekilere bakıp onların arasından babam seçerek peygamberliğe seç­tiğini, bir kez daha bakarak kocam seçtiğini ve vahiy meleğine, seni ona nikâhlamamı ve yine onu ken­dime vasi etmemi buyurduğunu bilmez misin?»

   (Mecmau'z-Zevaid, Heysemî, 8/253; 9/165. Muntehabu Kenzu’l-Ummal, Müsned-i Ahmed b. Hanbel'in hamişi, 5/31; KenzüT-Ummal, KitabuT-Fezail, Fezailu Ali b.Ebu Talib, 12/204; Mev-suet-i EtrafiT-Hadis, Taberanî'nin Mu'cemu'l-Buldan, 4/205; Cem'u'l-Cevami, Suyutî, h: 4261)

   Ebu Said el-Hudrî de Resûlullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakleder: «Benim vasim, sırlarının mahzeni ve en iyi hatıram, vazifemi üzerine alan ve borcumu ödeyen Ali b. Ebu Talib'dir.»

   (Kenzü'l-Ummal, 12/209, 2. baskı, Kitabu'l-Fezail, 2. bölüm, Fezailu Ali b. Ebu Tallb, h: 1192; Kenzü'l-Ummal'dan naklen Etrafu'l-Hadis, h: 32952; Mucenıu'l-Kebir, Taberânî, 6/271)

   Bureyde Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu nakleder: «Her peygamberin bir vasisi ve mirasçısı vardır; benim de vasim ve mirasçım Ali'dir.» (Tarih-i İbn Asâkir, 3/5; er-Riyazu'n-Nazira, 2/234)

   Beyhakî'nin el-Mesavî ve'1-Mehasin kitabında bir rivayet özetle şöyledir: «Cebrail, Allah tara­fından, Resûlullah'a, amcası oğlu ve vasisi Ali b. Ebu Talib'e vermesi için bir hediye getirdi.»

   (Muhammed b. İbrahim Beyhakî'nin (hk. 320 yılından önce yaşıyordu) el-Mehasin ve'l-Mesavi', Muhammed Ebu'l-Fazl İbrahim incelemesi, Kahire baskısı, k. 1380, el, s.64-65)

   Geçmiş Ümmetlerin Kitaplarında Vasiyet

   Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) ordusu Sıffm'e doğru hareket ederken bir çölde, kötü bir şekilde susuzlukla karşılaştı. İmam Ali ordusunu bir kayaya doğru yönlendirerek o kayayı yerinden oynatmala­rını emretti, kendisi de onlara yardım ederek o kayayı kenara ittiler. O kayanın altından bir su kaynağı çıktı. Bütün askerler o sudan içerek susuzluklarını giderdiler. O civarda bir kilise vardı. Kilisenin rahibi bu olayı duyunca dedi ki: Bu kilise yalnız bu kaynağın buradan çıkması için yapılmıştır. Ve bize bu kaynağı, peygamber veya peygamberin vasisinden başka hiç kimsenin çıkaramayacağı bildirilmiştir.

   (Vak'atu Sıffln, Nasr b. Müzahim, 1382 Mısır-Medenî baskısı, s.145; Tarih-i Hatib, c.12, s.305. Bu olaydan asırlar geçmektedir. O kilisenin temelleri üzerine Berasa mescidi yapılmıştır; şimdi bile o mescit vardır; yalnız hâlihazırda Irak'tan geçen Dicle ve Fırat nehirlerinin yönü de­ğişmiştir; şimdi o mescidin yakınlarından sadece Dicle nehri geçmektedir.)

   Bunu Teyit Eden Bir Rivayet Daha

   Nasr b. Müzahim'in Vak'atu Sıffın kitabında ve Tarih-i İbn Asâkir'de şöyle geçer:

   Emirü'l-Müminin Ali (a.s) Fırat kıyısında Rıkka'da, Belih adlı bölgede (Belih, Rıkka'da kay­nak suların birikmesiyle meydana gelen bir nehrin ismidir, bk. Mu'cemu'l-Buldan.) konaklayınca, o bölge sakinlerinden olan bir rahip manastırdan çıkıp İmam'm (a.s) yanma giderek dedi ki:

   "Elimizde babalarımızdan bize miras olarak ulaşan, Hz. İsa'nın ashabından birinin hattıyla yazıl­mış olan bir yazı var, onu size okumamı ister misiniz?" İmam (a.s) "Evet." deyince rahip şöyle okudu:

   Bismillahirrahmamrrahim

   Allah'ın takdir ettiği şey gerçekleşecek. Allah okuma yazma bilmeyenler arasından ve onların kendilerinden, ümmetine kitap ve hikmeti öğretmesi ve Allah'ın yoluna yöneltmesi için bir peygamber gönderecektir... Bu Peygamber'in ümmetinden Fırat'ın bu kıyısında, marufu emreden ve münkerden nehyeden bir kişi inecektir... O salih kulun zamanını görenler de onun yardımına koşmalıdırlar, çünkü Onunla öldürülmek şehadettir. Daha sonra rahip: "Sana ulaşan bana da ulaşıncaya dek ben senden ay­rılmam." dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) ağlayarak şöyle buyurdu: "Beni gözden düşürmeyen ve ismimi iyilerin kitaplarında getiren Allah'a şükürler olsun." Bu rahip... Sıffin Savaşı'nda şahadet şerbetini içinceye kadar Hz. Ali'den ayrılmadı. Savaş bitince askerler şehitlerini gömerlerken Ali (a.s), o rahibin ce­sedini bulmalarını emretti. Onun cesedini bulduklarında Ali (a.s) şahsen ona namaz kılarak toprağa ver­dikten sonra mezarının üzerinde, "Bu, bizim ailemizdendir." buyurdu ve defalarca onun için Allah'tan bağışlanma diledi. (Vak'atu Sıffin, Mısır-Medenî baskısı, s.147-148; Tarih-i İbn Kesir, c.7, s.254)

   Sahabe ve Tabiînin Sözlerinde Vasiyet

   1- Ebuzer Gıfârî'nin Sözlerinde Vasiyet:

   Yakubi kendi tarihinde şöyle kaydeder: Ebuzer, Osman'ın hilâfeti döneminde Resûlullah'm mescidinin önünde şöyle dedi: «Muhammed, Âdem’in ilminin ve diğer peygamberleri seçkin eden şe­yin mirasçısıydı. Ali b. Ebu Talib de, Muhammed'in vasisi ve ilminin mirasçısıdır...»

   2-Malik Eşter'in Sözlerinde Vasiyet:

   Malik Ester (r.a), Emirü'l-Müminin Ali'ye (a.s) biat edince şöyle dedi:

   «Ey insanlar! Bu adam vasilerin vasisi ve peygamberlerin ilminin mirasçısıdır. Öyle birisidir ki, Allah yolunda musibet ve ıstırapları canıyla satın almış ve imtihandan çok iyi çıkmıştır. Öyle bir kişi­dir ki, Kur'ân onun imanına tanıklık etmiş ve Resûlullah (s.a.a) cennetle müjdelemiştir. Kemal ve üs­tünlükler onda zirveye ulaşmış, onun İslâm'ı kabulde önceliğinde, ilim ve faziletinde geçmişler ve gele­cekler şüphe etmemiş ve etmeyeceklerdir. (Tarih-i Yakubî, c.2, s.178.)

   3- Amr b. Hamık el-Huzaî'nin Sözlerinde Vasiyet: Amr b. Hamık el-Huzaî şöyle dedi:

   "Ya Emirü'l-Müminin! Seninle aramızda olan akrabalık yüzünden, bana bir servet bağışlaman için veya beni yüceltecek bir makama ulaştırmanı umarak seni sevip sana biat etmiş değilim. Ben -şu-beş özellikten dolayı seni sevmekteyim: Sen Resûlullah'ın (s.a.a) amcası oğlusun, onun vasisisin, Resûlullah'tan (s.a.a) bizlere hatıra kalan evlâtların babasısın, İslâm'ı ilk kabul eden kişisin ve Allah yolunda cihadda muhacirler arasında herkesten çok payın var. (Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 1/281)

4- Muhammed b. Ebu Bekir'in Mektubunda Vasiyet:

   Muhammed b. Ebu Bekir bir mektubunda Muaviye'ye şöyle yazdı:

   "Bismillahirrahmanirrahim.

   Ebu Bekir oğlu Muhammed'den Sahr oğlu azgına. Allah'a itaat edenlere selâm olsun, Allah'ın velayet ve imametine sahip olanlar karşısında teslim olanlara selâm olsun. Ama sonra; Allah Teâlâ... Muhammed'i seçti ve peygamberliği ona özgü kıldı. Vahyini alsın ve risaletinin emini olsun diye onu seçti. Onu kendine peygamber etti ve o da kendisinden önceki ilâhî kitapları doğruladı ve onu hüküm ve kuralları için kılavuz kıldı. O, hikmet ve güzel öğütle insanları Allah yoluna davet etti. Tamamen ha­lis olarak ve tam bir alçak gönüllülükle davetini kabul edip onu doğrulayan, onunla birlikte olup iman eden ve emirlerine teslim olan ilk kişi kardeşi ve amcası oğlu Ali b. Ebu Talib'di (a.s). O, gizli ve açık işlerde Resûlullah'ı (s.a.a) doğruladı ve onu bütün değerli işlere seçti ve bütün zararlardan savundu ve onu bütün korkunç olaylardan kendi canıyla korudu. Düşmanlarıyla savaştı, dostlarıyla barış içerisinde oldu, ilk başından beri zor ve sıkıntılı durumlarda ve korkunç yerlerde ihlâsla ve fedakârlıkla dayandı. Nihayet her öne geçenden öne geçti. Öyle ki savaşta onun gibisi bulunmaz, hareket ve davranışta onun benzeri yoktu. Şimdi görüyorum ki, sen kendini onunla bir saymışsın; oysa sen, sensin ve o da odur. O her iyiliğe ilk koşan, Müslüman olanların ilki ve insanların arasında niyeti en temiz olanıdır. Öyle bir kişidir ki evlâtları, insanların evlâtlarının en temizi, eşi, kadınların en üstünü ve amca oğullan arasından dünyanın en üstün amcaoğludur. Fakat sen ve baban bütün hilelerinizle daima Allah'ın dini karşısında azgınlık yapıp Allah'ın nurunu söndürmeye çalışmaktaydınız. Bu düşünceyle diğerlerini etrafınıza çağı­rır, bu yolda mal verir ve ona karşı diğer kabilelerle ahitleşirdiniz. Yine bu düşünceyle baban öldü, onun yolunu sürdürmek için yerine sen geçtin. Bunun en bariz delili, Ahzab'dan kalanlar, münafıkların başları ve Resûlullah'a kin besleyenlerin senin etrafında toplanmış ve sana sığınmış olmalarıdır. Ama Ali'nin şahsiyetinin deliline gelince; sahip olduğu apaçık fazileti, üstünlüğü ve İslâm'ı herkesten önce kabul etmiş olması dışında, onun ashabı da Kur'ân'da fazilet ve makamlarına değinilen, Allah Tealâ'nın kendilerini övdüğü Muhacir ve Ensar'dır. Böyle tanınmış çehreler onunla birliktedirler. Onun etrafında öyle savaşçılar toplanmışlardır ki kılıçlarını yıldırım gibi düşmanın tepesine indirir, onun yolunda can­larım verir ve kanlarını dökmekten çekinmezler. Çünkü fazilet ve şerefi onu izlemekte, zillet ve bed­bahtlığı onun emrine itaatsizlikte görürler. Vay hâline senin! Nasıl olur da sen kendini Ali'yle bir tutar­sın?! O, Resûlullah'ın mirasçısı, vasisi, onun evlâtlarının babası, onu izleyen ilk kişi, onun -hayatının sonuna kadar- yanında olan, buyruklarını duyan, sırlarını göğsünde gizleyen, işlerinde onunla ortakla-şan en son kişidir."

   Muaviye, Muhammed b. Ebu Bekir'e cevap olarak şöyle yazdı:

   "Ebu Süfyan oğlu Muaviye'den babasına zulmeden Muhammed b. Ebu Bekir'e. Selâm Allah'a itaat edenlerin üzerine olsun. Ama sonra; mektubun elime ulaştı; mektubun Allah'ın azamet ve kudre­tinden, Resûlullah'ın özelliklerinden bahseden ve aklının kısalığını, babana karşı küstahlık ve eleştirini gösteren şahsen uydurup eklediğin diğer konuları içermektedir. Ebu Talib oğlunun hakkından bahset­miş, onun geçmişine, Resûlullah'a yakınlığına değinmiş ve ona yardım etmesinden söz etmişsin, yine onun sıkıntı, zorluk ve korku anlarında canı ve malıyla Peygamber'e yardımda bulunduğunu kaydetmiş­sin. Sonunda da kendi fazilet ve üstünlüğün hakkında değil, başkasının fazilet ve üstünlüğüne delil ge­tirmişsin. O hâlde fazilet ve üstünlüğü senden alarak başkasına veren Allah'a şükrediyorum. Peygambe­rimiz hayattayken babanla yan yanaydık, Ebu Talib oğlunun hakkını kendimiz için bilirdik, onun fazilet ve üstünlüğü her ikimize de açıktı. Fakat Allah Teâlâ kendi yanında Peygamber'i için olanı ona verip, ona vaat ettiği her şeyi yerine getirince ve davetini açığa vurup, hüccetini muvaffak edince onu kendine çağırdı. Babanla (Ebu Bekir) Faruk (Ömer), zorla ve çirkin bir şekilde onu (Ali'yi) hakkından mahrum eden ve onunla muhalefete kalkışan ilk kişilerdi! Çok önceden bu işi yapmayı kararlaştırmış, onun ön hazırlıklarını yapmışlardı. Sonra babanla Ömer ondan kendilerine biat ve yardım etmesini istediler. Fa­kat Ebu Talib oğlu onlardan uzak durdu, onlara biat ve yardım etmekten sakındı. O ikisi de ona ruhî ıs­tırap ve kederi tattırdılar ve onu öldürmeye kalkıştılar; nihayet o da teslim olup onlara biat etti. Fakat buna rağmen o ikisi ecelleri gelip ölünceye kadar onu işlerine karıştırmadılar, sırlarını ondan gizlediler. Daha sonra sıra onların üçüncüsü Osman b. Affan'a geldi; o da onlar gibi hareket etti..."

   Muaviye'nin mektubundan özellikle, Muhammed b. Ebu Bekir'in mektubundakileri açıkça itiraf edip doğruluğunu onayladığı bölümü iktibas ettik. Bu iki mektubun metninin tamamı, Nasr b. Müzahim'in Vak'atu Siffin'inde ve Mes'udî'nin Murucu'z-Zeheb'inde kaydedilmiştir. Fakat Taberî'yle İbn Esir h.36 yılında vuku bulan olaylarda bu iki mektuba değinmelerine rağmen kitaplarında kaydetmemişlerdir.

   Kaydetmemesinin sebebi, "onun doğruluğunda şüphe etmesi değil, avam halkının ondan haberi olmasını doğru bulmamasıdır." Taberî kendi senediyle Yezid b. Zebyan'dan şöyle yazar: «Muhammed b. Ebu Bekir, Mısır valiliğine atandığında Muaviye'ye bir mektup yazdı, Muaviye de onun mektubuna cevap verdi. Fakat ben bu mektuptakileri avam halkın duymasından hoşlanmıyorum; çünkü avam halk bunu duymaya güç yetiremezü» İbn Esîr de büyük tarih kitabında Taberî'nin bahanesini öne sürerek şöyle demiştir: "Avam halkın tahammül edememesinden korkarak bunların zikrinden sakındım."

   (Vak'atu Sıffln, Nasr b. Müzahim, 1382 Kahire baskısı, s.118-119. Tarih-i Taberî, Avrupa baskısı, c.l, s.3248; Tarih-i İbn Esîr, Avrupa baskısı, c.3, s.108; Mıırucu'z-Zeheb, Mes'ııdî, 1385 Beyrut baskısı, c.3, s.ll; Şerhu NehciT-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, c.l, s.284)

   5-           Amr b. As'ın Mektubunda Vasiyet:

   Amr b. As'ın, Muaviye'ye yazmış olduğu mektupta şöyle geçer: "...Ama bizden yapmamızı iste­diğin... bâtıl üzere olmana rağmen sana yardım edip Resûlullah'm kardeşi, vasisi, mirasçısı, borcunu ödeyen, vaadini yerine getiren... Ali'ye kılıç çekmemi istediğin..." (el-Menakıb, Harezmî, s.125)

   6-           İmam Ali'nin (a.s) Sözlerinde Vasiyet ve İstidlali:

   «Ben, Resûlullah'ın (s.a.a) kardeşi ve vasisiyim...» (el-Menakıb, Harezmî, s.143) Mısır halkına yazdığı mektubdan: «Bilin ki, hidayet imamıyla, sapıklık önderi ve Peygamberin vasisiyle Peygamber'in düşmanı eşit değildir.» (Şerhu Nehci'I-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, c.2, s.28)

   Yakubî de kendi Tarih'inde Haricîlerin İmam Ali'ye (a.s) karşı getirdikleri delillerini şöyle kay­deder: "O (Ali -a.s-) vasiyete özen göstermedi ve onu zayi etti."

   İmam Ali (a.s) onlara vermiş olduğu cevabın bir bölümünde şöyle buyurur: «Benim Resûlullah'ın vasisi olduğum hâlde onu zayi ettiğimi söylüyorsunuz; bunun cevabı şu­dur, Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i (Kâbe’yi) haccetmesi Allah­'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre saparsa, kuşkusuz, Allah âlemlere karşı muhtaç olmayandır." (Âl-i İmrân, 97) Buna göre, sizce, Kabe'yi haccetmeyen kimse mi Allah'ın evine küf­retmiş olur, yoksa onu ziyaret etme gücüne sahip olduğu hâlde ziyaret etmeyen mi?! O hâlde beni bıra­karak kâfir olanlar sizlersiniz, ben değil; çünkü sizler beni terk ettiniz.» (Tarih-i Yakubî, 2/192-193)

   7-           İmam Ali'nin (a.s) Hutbelerinde Vasiyet:

   «Ey insanlar! Ben size önceki peygamberlerin ümmetlerine verdikleri öğütleri verdim ve pey­gamberlerin vasilerinin onlardan sonraki vazifelerine göre davrandım.» Nehcü'l-Belâğa 82. hutbeden.

   88. hutbede şöyle buyurur: «Dinlerinin delillerindeki o kadar ihtilâflara rağmen bu grubun hata­larına nasıl şaşırmayayım; onlar ne Peygamber'i izlerler ve ne de onun vasisinin davranışına uyarlar.»

   Diğer bir hutbede şöyle buyurur: «Bu ümmetin fertlerinin hiçbiri Âl-i Muhammed'le mukayese edilemez. Onların bağışlama nimetine ulaşan kimse, onlarla asla eşit olamaz. Onlar dinin asıl temelleri­dirler... Onlar hak olarak imamet ve velayet özelliklerine, mirasçılık ve vasilik makamına sahiptirler.»

   Ali (a.s) şöyle buyurdu: «Ben Allah'ın kulu ve Peygamber'inin kardeşiyim; benden önce veya sonra böyle bir iddiada bulunan kimse yalan konuşmuş olur. Ben rahmet peygamberinden miras aldım, bu ümmetin hanımlarının efendisiyle evlendim, vasilerin en sonuncusuyum ben.» (Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, birinci baskı, c.l, s.208)

   8-İmam Hasan'ın (a.s) Hutbesinde Vasiyet:

   «Ben Ali oğlu Hasan'ım, ben Resûlullah'ın oğluyum, Resûlullah'ın vasisinin oğluyum.»

   (Müstedrek-i Hâkim, 3/172; Zehairu'1-Ukba, s.138; Mecmau'z-Zevaid, 9/146, Taberânî.)

   9-           Şiilerin İmam Hasan'ın (a.s) Şehadetinden Dolayı İmam Hüseyin'e (a.s) Yazmış Olduk­ları Başsağlığı Mektubunda Vasiyet:

   İmam Hasan (a.s) şehit edildiği haberi Kûfe'de Şiîlere ulaşınca, İmam Hüseyin'e (a.s) hitaben bir mektup yazıp kardeşinin şahadetinden dolayı ona taziyelerini arz ettiler: Bu mektup şöyledir:

   Bismillahirrahmanirrahim

   Kendi takipçileri ve babası Emirü'l-Müminin'in takipçileri tarafından, Hüseyin b. Ali'ye. Selâm olsun sana. Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a hamd ediyoruz. Ama sonra. Hasan b. Ali'nin... şehadet haberi bize ulaştı... Resûlullah'ın vasisinin ve kızının oğlunun şehadet haberi genel olarak bu üm­mete, özellikle sizin şahsınıza ve Şiîlerinize çok ağır geldi. (Tarih-i Yakubî, c.2, s.228)

   İmam Hasan'ın (a.s) şahadet haberi Şam'da Muaviye'ye ulaşınca, İbn Abbas ona dedi ki:

   Bizim musibete uğramamız yeni bir şey değildir. Biz bundan önce peygamberlerin efendisi, muttakilerin önderi ve âlemlerin Rabbinin gönderdiği Resûl'e ve ondan sonra da peygamberlerin vasile­rinin efendisine matemliydik; Allah Teâlâ bu musibeti telâfi etsin. (Murucu'z-Zeheb, Mes'udî, 2/430)

   10-          İmam Hüseyin'in (a.s) Hutbesinde Vasiyet:

   İmam Hüseyin (a.s) Aşura günü Yezid'in ordusu karşısında kendi hakkını şöyle ispata çalıştı: «... Benim soy ve akrabalığımı göz önünde bulundurun ve benim kim olduğuma bakın. Sonra kendinize gelerek, beni öldürüp hürmetimi çiğnemeniz caiz midir diye kendinizi kınayın. Acaba ben si­zin peygamberinizin kızının ve onun amcası oğlu olan vasisinin oğlu değil miyim? Ben, İslâm'a giren ilk kişinin oğluyum. O, Allah'a ilk iman eden, Peygamber'inin risaletini ve Allah tarafından Hz. Peygamber'e vahyedilenleri doğrulayan ilk kişiydi? (Tarih-i Taberî, Avrupa baskısı, 2/329; Tarih-i İbn Esîr, Avrupa baskısı, 4/52. tbn Kesir, 8/179'da kaydetmiş, fakat "vasiyet" sıfatını atmış ve sade­ce "Babam Ali" demekle yetindikten sonra gerisini kaydetmiştir.)

   İmam Hüseyin'in (a.s) babası Emirü'l-Müminin'i (a.s) "vasi" diye nitelendirmesinin nedeni, bu sıfatın o dönemde halk arasında meşhur oluşudur; tıpkı dedesinin "peygamber" diye meşhur oluşu gibi.

   11- Seffah'ın amcası Abbasî Halifesi Abdullah'ın İstidlalinde Vasiyet:

   Abbasîler ilk başta halkı Âl-i Muhammed adına Emevîlere karşı kıyama davet ediyor, Ebu Müs­lim Horasani'yi "Âl-i Muhammed'in Emiri" (Tarih-i Yakubî, 2/352; et-Tenbih ve'1-İşraf, Mes'udî, s. 293; Tarih-i İbn Esîr, 5.139.142.194, h.129-130 olayları) diye adlandırıyorlardı ve muhaliflerine karşı, hükümet ve önderliğin Âl-i Muhammed'in hakkı olduğuna dair, Resûlullah'tan rivayet edilen hadis ve naslarla istidlal ediyorlardı. Fakat galip gelip hükümeti ele geçirince Âl-i Muhammed'e sırt çevirdiler.

   Buna rağmen, Abbas Oğulları'ndan "vasiyet" meselesine istidlal edenlerden biri, ilk Abbasî ha­lifesi Seffah'ın amcasıdır. Bu hususta Zehebî'nin Ebu Amr-ı Evzaî'den naklettiği özetle şöyledir:

   "Evzaî der ki: Seffah'ın amcası Abdullah b. Ali Şam'a girip Ümeyye Oğulları'nı öldürünce biri­ni bana gönderdi. Ben onun yanma gittiğimde dedi ki: "Yazıklar olsun sana! Bizim hükümetimiz meşru değil midir?" Ben, "Nasıl?" dedim. Bunun üzerine, "Resûlullah Ali'yi kendine vasi etmedi mi?" dedi.

   Ben, "Eğer Hz. Peygamber, onu vasi ettiyse hakemler de neyin nesi oluyordu, neyi halletmek istiyorlardı?" dedim. Ben bu cevabı verince Abdullah sustu, öfkesi yüzünden belli oluyordu. Ben öldü­rüleceğime emin olup her an başımın önüme yuvarlanacağını bekliyordum. Ama o eliyle beni dışarı çı­karmalarını işaret etti. Bunun üzerine dışarı çıktım...

   12- Muhammed b. Abdullah b. İmam Hasan'ın Vasiyet Konusunda Mansur'a İstidlali:
"Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Ali b. Ebu Talib'in, Abbasî halifesi Ebu Cafer Mansur'a karşı kıyam edip Medine halkı kendisine biat edince Mansur'a cevaben yazmış olduğu mektubunun bir bölümünde şöyle diyor: "Babamız Ali, hem imamdı, hem de Peygamber'in vasisiydi. O hâlde, onun ev­lâtları hayattayken sen nasıl oldu da onların kesin hakkı olan imamet ve velayeti miras aldın?!" Mansur, her ne kadar bir mektup yazarak Muhammed'e cevap verdiyse de, bu delil karşısında sessiz kalıp bir şey yazmadı. Mansur'un, bu sessizliği, onun bu iddianın doğruluğunu itiraf etmesini gösterir. (Tarih-i Taberî, Avrupa baskısı, 3/209, Tarih-i İbn Esîr, Mısır, l.baskı, 5/199; Tarih-i İbn Kesir, 10/85.)

   13- Harun'un Ehl-i Beyt'in Vasiliğini İtirafı:

   Ahbaru't-Tival'da Esmeî'den rivayet edilenler (Esmeî (d.h.216), lügatçi ve nahivciydi; onun on iki bin recez ezberlediği söylenmektedir. el-Kuna ve'l-Elkab, Kummî.) özetle şöyledir:

   Esmeî der ki: Harun Reşid'in yanma gittim. Oğullarının birini sağ tarafına, diğerini ise sol tara­fına oturttu ve bana onlara bazı sorular sormamı emretti. Ben onlara edep kurallarını sordum. İkisi de iyi cevap verdiler. Harun bana, "Bu ikisinin edebim nasıl buldun?" Dedim ki: "Ya Emirü'l-Müminin! Ben şimdiye kadar zekâ, akıl, anlayış ve edepte bunlar gibisini görmedim." Benim bu sözümden dolayı Harun gözlerinden yaşlar döküldüğü hâlde oğullarını bağrına bastı. Sonra onlara gitmesini söyledi. Ba­na dedi ki: "Onların arasında, insanların çoğu bu iki kardeşin ölümlerini arzulayacak şekilde bir düş­manlık çıkar da bunlar birbirlerine kin ve nefret besleyip birbirlerine karşı savaşırlarsa sen ne yaparsın?"

   Ben, "Ya Emirü'l-Müminin! Bu, onlar doğarken müneccimlerin uydurduğu bir şey midir, yoksa ulemanın onlar hakkındaki zanları mıdır?!" dedim. Harun, "Hayır." dedi, "Bu, ulemanın vasilerden ve onların da peygamberlerden bu iki kardeş hakkında naklettikleri bir gerçektir..."

   Abbasî halifesi Me'mun'un kendi hilâfeti döneminde şöyle dediğini kaydederler: "Babam Reşid, benimle kardeşim Emin arasında vuku bulan bütün olayları, daha önce Musa b. Cafer (a.s)'dan duymuş­tu; işte bu yüzden böyle söylüyordu." (Ahbar-ut-Tival, Ebu Hanife Dinverî (öl.h.282), Kahire 1960, l.basım, s.389; Murucu'z Zeheb, c.3, s.351)

   İmam Ali'nin (a.s) "Resûlullah'ın Vasisi" Lakabıyla Meşhur Oluşu ve Bu Lakabın Saha­belerle Tabiînin Şiirlerinde ve Lügat Kitaplarında Yayılışı

   İslâm'ın İlk Döneminde Hz. Ali (a.s) İslâm'ın ilk döneminde "Vasi" lakabıyla meşhurdu; hatta lügat kitaplarında da böyle kaydedilmiştir. Tacu'1-Arus, kitabında, "el-Vasiy" sözcüğünde şöyle geçer: "el-Ganiy vezninde olan el-Vasiy Ali'nin (r.a) lakabıdır."

   Lisanu'1-Arap kitabında ise şöyle geçer: "Ali'ye, 'vasi' diyorlardı."

   Yine Resûlullah'ın şairi Hassan b. Sabit Ensarî gibi şairlerin şiirlerinde de geçmiştir.

   Allah Teâlâ bizden yana hayırlı mükâfat versin Ebu'l-Hasan'a; / Herkesin mükâfatı O'nun elin­dedir; kim denk olabilir Ebu'l-Hasan'a? Sen aramızda Resûlullah'ın bekçisiydin; o da velayetini verdi sana; / Kim senden daha lâyık olabilir, kim bu makama? Sen onun ortağıydın hidayette, irşatta / Vasisi ve Kur'ân'la sünneti herkesten daha iyi bilen değil miydin?

   (el-Muvaffakiyyat, Zübeyr b. Bekkar, Bağdat, s.574-575. Hassan'ın şiiri Tarih-i Yakubî, c.2, s.l28'de biraz farkla nakledilmiştir. Şerhu Nehci'l- Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 1.baskı, c.2, s.15)

   Kureyş şairlerinden birinin, Abdullah b. Abbas'ı öven bir şiiri. Şair bu şiirinin bir yerinde şöyle der: Vallahi bütün insanlar arasında vasi olan Ali'den sonra Hiç kimse İbn Abbas gibi güzel konuşmamıştır. (el-Muvaffakiyyat, s.575; Şerhu Nehci'l-Belâğa, Mısır baskısı, 1. baskı, c.2, s.201.)

   Velid b. Ukbe b. Ebu Muayt, Osman'ın mateminde okuduğu şiirin de şöyle der: "Bilin ki, o üçünden sonra insanların en üstünü, / Mısır'dan gelen "Tucibi"yi (İbn Udeys'ten kinayedir) öldürendir."

   Fazl b. Abbas ise ona şöyle cevap vermiştir: "Bilin ki Allah Teâlâ yanında Muhammed'den sonra, / İnsanların en üstünü seçkin peygamberin vasisidir. Peygamber'in kardeşi, ilk namaz kılan; / Bedir'de küfür ve sapıklığın ileri gelenlerini öldüren kişidir." (Tarih-i Taberî, Avrupa baskısı, 1/ 3064-3065; Tarih-i İbn Esîr, Avrupa baskısı, 3/152, Tucibî Kabilesi'nden olan ve Ali (a.s)'ı şehit eden Abdurrahman b. Mulcem el-Muradî et-Ted'ulî'dir. Ensab-ı Sem'anî, "Tucibî" ve "Ted'ulî" sözcükleri ve İbn Makûla, el-İkmal, c.l, s.214, 256; İbn Esîr, Kitabu'l-Lübab Fî Tehzibi'l-Ensab.)

   Yine Ensardan olan şair Nu'man b. Aclan Zerkî el-Ensarî, (Ensarın şair ve sözcüsüydü. İmam Ali (a.s) onu Bahreyn valiliğine atamıştı. Hayatı için bk. el-İstiab, c.l, s.298,1323 sayısında ve Usdu'1-Gabe, c.5, s.26; el-İsabe, c.3, s.532. Soyu için ise İbn Hazm'ın Cemhere'si, s.327-338 ve İbn Dureys'in İştikak'ı, s.461. Şiirleri için el-Muvaffakiyyat, Zubeyr b. Bekar, s.592-594. Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, Muhammed Ebulfazl incelemesi, c.6, s.31)

   Resûlullah'ın (s.a.a) irtihâlinden sonra okuduğu bir kasidesinde şöyle der: "Biz Ali'nin taraftarı­yız, sen bilmesen de / Ey Amr! Bu sevgiye lâyıktır o; / Allah'ın seçkin peygamberinin vasisi, amcası oğludur o. / O küfür ve sapıklık azgınlarını öldürendir." Nu'man bu kasideyi, Sakife olayında Ensar'a öfkelenerek, onları kınayan ve onları öfkelendiren Amrb. As'a cevap olarak okumuş.

   İbn Ebi'l-Hadid der ki: Asr-ı Saadet'te okunan ve İmam Ali'nin, Resûlullah'ın vasisi olduğunu dile getiren şiirlerden biri de Hars b. Abdulmuttalib torunu Abdullah b. Ebu Süfyan'ın şu şiiridir:

   Hayber Savaşı'nın ünlü kahramanı Ali bizdendir. / Yine Bedir Savaşı'nda, her taraftan orduların kükrediği gün. / Peygamber'in vasisi ve amcası oğludur bizdendir, / Bu özellikte kim ona denk olabilir?

   Abdurrahman b. Cuayl ise şöyle der şiirinde:

   Canıma andolsun, öyle birine biat ettiniz ki o / Koruyucusudur dinin, temizlik ve zaferiyle meş­hurdur. / Ali, Resûlullah'ın vasisi, amcası oğlu ve ilk namaz kılandır, / Peygamber'in kardeşi, yardımcı­sı ve takvalı bir kişidir. (Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 1/47; Futuh-ı İbn A'sem, 2/277)

   Cemel Savaşı Şiirlerinde "Vasi"

   Bedir Savaşı'na katılmış Ebu Heysem b. Teyyihan, Cemel Savaşı'nda şu şiirleri okuyordu:

   Talha'yla Zübeyir'e de ki, biz / Ensar arasında meşhur olanlarız / Kureyş Bedir Savaşı'nda gör­müştür. / Kuyu savaşında bizim yeteneğimizi / Peygamberlerin şiarları bizim ismimizdi / Biz koruyucu­larıydık onun, / Canımızı ve gözümüzü feda ediyorduk ona. / Peygamber'in vasisi, bizim imamımızdır; velimizdir. / Şimdi gerçekler ortaya çıktı ve sırlar perde arkasından zahir oldu!

   (Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 1/47, 49; Futuh-ı İbn A'sem, 2/307)

   Ömer b. Harise el-Ensarî'nin, Cemel Savaşı'nda, Ali (a.s)'m oğlu Muhammed b. Hanefıye hak­kında okuduğu şiir: O, Resûlullah'la adaştır, onun vasisine benzer. Sancağı kan rengindedir onun.

   Ezd Kabilesi'nden bir adam o savaşta şöyle bir şiir okudu:

   Bilin ki bu Ali'dir, Peygamber'in vasisidir o / Muhacirle Ensarı kardeş ettiği gün onu kendine kardeş etti de dedi ki: Benden sonra vasidir o; / Bahtiyarlar kabul ettiler ve bedbahtlar ise unuttular onu.

   Yine o savaşta Benî Zabbe kabilesinden bir genç elde bayrak Aişe'nin ordusundan çıkarak İmam Ali'ye şöyle hitap etti: "Biz, Zabbe Oğulları, Ali'nin düşmanlarındanız; / O ki öteden beri "Resû­lullah'ın vasisi" diye meşhurdur! / Resûlullah dönemi kahramanının düşmanıyız biz; / Bu kadar fazilet ve üstünlüğe karşı kör değilim ben; / Fakat Affan'ın sakınan oğluna matemliyim ben; Karşınızdaki bu genç, efendisinin intikamını almaya kalkışan onun sevgilisidir. (İbn A'sem'in Futuh'u, c.2, s.321)

   Cemel Savaşı'nda İmam Ali'nin safında savaşan Said b. Kays Hemdanî şu şiiri okumuştur:

   "Resûlullah'ın vasisine haber ver Kahtan'ın geldiğini, / Öyle bir kabiledir ki bu kabilenin Hemdan boyu bile tek başına sana yeter.

   Bedir ashabından Hazimet b. Sabit Zu'ş-Şehadeteyn Cemel Savaşı'nda İmam Ali'nin safında:

   Ey Peygamber'in vasisi! Savaş düşmanı yok etti. Tahtırevana binenler yıkıldılar yere, işlerin iyi gitti / Şam tarafından da teslimiyet ve yenilgi alameti göründü. / Gördükleri yeter onlara. Bizim olduğu­muz gibi kalmamız, / onların da oldukları gibi kalmaları yeter sana.

   Huzeyme o savaşta Ümmü'l-Müminin Aişe'ye hitaben şiirinde şöyle dedi:

   O, ailesi arasında Resûlullah'ın vasisidir / Ve sen de buna tanıktın elbet.

   Yine o savaşta Abdullah b. Zübeyir'in konuşmasının peşinden Hasan b. Ali (a. s) de bir konuş­ma yaptı. Bunun üzerine Amr b. Uheyha İmam Hasan'ı şöyle övdü:

   Ey babası Ali'ye benzeyen hayırlı Hasan! / Perdeleri kenara iterek gerçekleri ortaya koydun / Sen şaşkın şaşkın her kapıya başvuran / Zübeyir oğlu gibi saçmalayan, / bağırıp gürültü çıkaran bir kişi değilsin. / Allah da onun, soylu kişinin ve / vasisinin oğlunun yerinde durmasını caiz görmez. / Pey­gamberle vasisi arasında yer alan / senin gibi bir şahıs meçhul değildir.

   İbn Ebi'l-Hadid burada çok az bir bölümünü kaydettiğimiz bu gibi şiirleri naklettikten sonra şöyle der: Bu beyitleri Ebu Mihnef b. Yahya, Vak'ai Cemel adlı eserinde kaydetmiştir. Ebu Mihnef, se­çim yoluyla imamın başa geçirilmesini doğru gören hadisçilerdendir. O, Şiî değildir, Şiî ricallerinden sayılmaz. Sıffın Savaşı'nda Emirü'l-Müminin Ali'yi "vasi" diye lakaplandıran şiirleri, hadis ricallerin­den Yesar Mankerî'nin torunu Nasr b. Müzahim'in Sıffın adlı kitabından kaydetmiştir.

   Sıffin Savaşı'ndaki Şiirlerde ve Destanlarda "Vasi"

   Emirü'l-Müminin Ali'nin mektubu Osman tarafından İran şehirlerine vali olarak atanmış olan Cerir b. Abdullah Becelî ve E'şas b. Kays Kindî'ye ulaşınca Cerir şiirler yazarak ona cevap vermiştir:

   Ali'nin mektubu bize ulaştı; ... / Sınırlarda onun kumandanlarıyız bizler. / Savaş anında ölüm kadehiyle ölüm zehrini / Düşmana tattırır da şifa veririz kalplere. / Peygamberimizin dinine güvenerek ilerleriz. / Öyle bir peygamber ki Allah'ın eminidir, / Adalet timsali ve insanların dayanağıdır o. / O Al­lah'ın Peygamber'idir ve ondan sonra / İşleri ele geçiren bizim halifemizdir. / Maksadım Peygamber'in vasisi Ali'dir. / Hangi milletten olursa olsun ona muhalif azgınlarla savaşırız. (Nasr b. Müzahim, Sıf­fın, s.15-18, Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, c.l, s.247; İbn A'sem, Futun, c.2, s.305)

   Eş'as'ın dilinden İmam Ali'ye (a. s) cevaben şu beyitler rivayet olmuştur: "Ali'nin gönderdiği el­çi ulaştı, / Peygamberin, İslâm'ı ilk kabul eden vasisinin elçisi. / Öyle bir vasinin elçisi ki, Allah ve Re­sulü emin peygamberimiz / Mustafa yolunda ihlâs gösterdi, / Allah yolunda savaştı, yıkılıp düşmedi, kâfirler ve azgınlarla savaştı / Zalimlerin başına inen ölüm kılıcıdır o. (Sıffin, Nasr b. Müzahim, s.20)

   Muaviye, Amr b. As'ı, Ali'yle (a.s) savaşta kendisine yardım etmesi ümidiyle Mısır valiliğine atayınca Emirü'l-Müminin Ali (a.s) bir şiir okudu. Bu şiirinde şöyle geçer:

   Hayret, kötü bir şey duydum. / Allah'a yalan isnat etmek saçı ağartır; / Kulağı sağır, gözü kör eder. / Resulün haberi olursa sevinmez buna: / Resûlullah'ın (s.a.a) vasisini, onun azarladığı / O gözü eğri soysuz melunla eşit bilmişler. (Sıffin, Nasr b. Müzahim, s.43)

   Sıffın Savaşı'nda, Eş'as'ı, kendi kabilesine komutanlıktan alıp onun yerine başka birini tayin et­me konusunda Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) ordusunda ihtilâf çıkınca şair Necaşî şöyle bir şiir okudu:

   Biz Ali'nin bizim için hayırlı gördüğüne razıyız; / Onun seçimi hoş gelmese bile bize.

   Çünkü Resûlullah'ın ailesi arasında o tek vasisidir,

   (Sıffin, Nasr b. Müzahim, s.137. Necaşî diye meşhur olan Kays b. Amr, cahiliye dönemiy­le İslâm'ı gören ve her iki dönemde de meşhur olan bir şairdir. Öl. h. 40. A'lam-u Zerkulî.)

   Sıffin Savaşı'nda okunan şiirlerden biri de Nazr b. Aclan Ensarî'nin şu şiiridir:

   Andolsun, Sıffin'de arasında geçenlerden / Tamamen gafil ve habersizdim ben. / Çekilmemem gerekirdi benim savaştan. / Gerçekten itiraf etmeliyim ki kaynağı cahillikten. / Önderimiz "vasi" olduğu hâlde ihtilâf neden? / İhtilâfın bize zillet ve şaşkınlıktan başka bir sonucu yoktur. / Sapık ve azgın Muaviye'yi bırakıp uyun Vasi'ye / Hemen kılıç çekip savaşın Muaviye'yle." (Sıffin, s.365)

   Hucr b. Adiy de o savaşta şöyle bir şiir okumuştur:

   Allah'ım! Bizim için Ali'yi koru. / Allah'ım! Peygamber'ini koruduğun gibi onu koru. / Çünkü Peygamberinin velisidir o / Emrinle, Peygamber'in onu kendinden sonra vasi seçti. (Sıffin, s.381)

   Abdurrahman b. Zueyb Eslemî şiirinde şöyle der:

   Harb oğlu Muaviye'ye de ki: / Neden doğru yola dönmüyorsun? / Bunu bil ki, dünyanın ömrün­den / Bir gün kalsa da sen hayatta olsan, / Büyük bir orduyla sana saldıracağız; / Öyle bir orduyla ki, onun komutasını / Elbetteki Vasi üzerine alacak / Seni azgınlıktan engellemek için. (Sıffin, s.382)

   Muğiyre b. Haris b. Abdulmuttalib'in de bu savaşta okumuş olduğu şiirlerden bir bölümü:

   Ey düşman için ölüm haberi getiren öncü! / Sabırlı ol ve Muaviye'nin hilesi sizi korkutmasın; / Hak apaçık bellidir. Savaşın sizinle savaşanlarla; / Zorlukta sabredenindir zafer. / İndirin kılıçlarınızı onların tepesine / Dileyin Allah'tan savaşta mükâfatını, zaferini. / İyi bilin ki, size muhalefet edenler / Bedbaht olur, hep kendisine zarar verirler. / Resûlullah'ın vasisi önderdir karşınızda, / Onun Ehli Beyt'i, Allah'ın Kitabı var aranızda. (Sıffîn, s.385) Fazl b. Abbas da şiirinde şöyle der: "Ailesi arasında Pey­gamberin vasisi olan tek yiğit; / Savaşçı istediklerinde herkesten önce çıkan erdir." (Sıffin, s.416; Şer­hli Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 1. baskı, 1/284) Munzir b. Humeyse Vidaî der ki: Ey velayet ve vasilik makamının sahibi! / Allah için seni kendisine veli tanımayan bizden değildir. (Sıffin, s.436)

   İbn Abbas'ın Mektubunda "Vasi": İbn Abbas Sıffin Savaşı'nda Muaviye'nin mektubuna şöy­le bir cevap yazdı:

   "Bismillahirrahmanirrahim

   ...Fakat bil ki, insanlar Resûlullah'ın kardeşi, amcası oğlu, vasisi ve veziri Ali'ye biat ettiler; o daha üstündür. Fakat hükümette senin hiç hakkın yoktur; çünkü sen, azat edilen köle ve azat edilen kölenin oğlu (Mekke'nin fethine işarettir), Ahzab'ın öncüsü, ciğer yiyen Hind'in oğlusun. Ve'sselâm."

   Yine Mes'udî, Hucr b. Adiy'in öldürülmesinden bahsederken şöyle yazar: Hucr'un katili, kılıçla onun başını bedeninden ayırmaya gidince Hucr'a dedi ki: "Emirü'l-Müminin Muaviye bana, sapıkların başı, küfür ve bozgunculuk kaynağı ve Ebu Turab'm dostlarından olan senin boynunu vurmamı; fakat küfründen dönüp arkadaşınıza (Ali'ye) küfreder de ondan uzak durursan affetmemi emretti."

   Hucr ona şöyle cevap verdi: Kılıcın keskin ağzına sabretmek, bizden istediğiniz şeyden daha kolaydır. Allah'a kavuşup Resûlullah'ın ve vasisinin huzuruna çıkmak cehennem ateşine girmekten bi­zim için daha sevimlidir. (Murucu'z-Zeheb, Mes'udî, 3/4) Ali b. Muhammed b. Cafer Alevî, kendile­rinin Same b. Luey b. Galib'in soyundan olduklarını söyleyenler hakkında şöyle bir şiir okumuştur:

   "Same bizdendir, fakat evlâtlarının durumu bize belli değildir. / Onlar öyle kişilerdir ki hurafe veya bir rüyadan başka bir şey olmayan soylarıyla övünürler. / Biz onlara Resûlullah'ın vasisinin buyru­ğunu söylüyoruz; çünkü onun buyruğu sağlam ve metindir: / Sana bir şeyi sorarlar da sen onun ne oldu­ğunu bilmezsen, "Allah bilir." de. (Murucu'z-Zeheb, Mes'udî, 2/408)

   Abbasî Halifesi Me'mun'un Şiirinde "Vasi"

   Abbasî halifesi Me'mun, Alevilere yaklaşma siyaseti doğrultusunda, İmam Rıza'yı (a.s) kendine veliaht etmek zorunda kaldı. Me'mun bu konuda bir şiirinde Resûlullah'ın vasisini şöyle anmıştır: "Aca­ba, Resûlullah'ın vasisi Ebu'l-Hasan'ı sevdiğim için kınanıyor muyum ben? / Bu, zamanın şaşırılacak şeylerinden biridir! (Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 2/22) Resûlullah'ın vasisinin evlâdına yaklaştığım için kin besleyerek bana kızan sapıklardandır. (el-Mehasinu ve'l-Mesavi', Beyhakî, 1/105)

   Tarih Boyunca Ali'nin (a.s) "Vasi" Diye Meşhur Oluşu

   Muberred, el-Kâmil adlı eserinde şair Kumeyt'in bir şiirinde şöyle dediğini nakleder: "Vasi, Tucubî'nin öldürerek ümmetin arzular sarayını yıktığı kimsedir." (Tucubî, Ali'nin (a.s) katili Abdurrah-man b. Mulcem et-Ted'ulî'dir. Ted'ul, Mısır'da Abdurrahman b. Mulcem'in Kûfe'ye gitmeden önce ikamet ettiği mahallenin ismidir. el-Kâmil, Muberred, Mektebetu'l-Maarif, Beyrut, 2/151)

   Sonra Muberred, o dönemin insanlarının Kumeyt'in (Kumeyt Ebu'l-Mustehil b. Zeyd el-Ese-dî, Küfe ahalisinden olup Arap lügati, edebiyatı, rivayet ve soy bilimlerini bilen ve sözü senet ola­rak geçen bir kişiydi. Onun Haşimiyat şiiri Almanca'ya tercüme edilmiştir. Kumeyt, hicrî 126 yı­lında vefat etmiştir. A'lam-i Zerkulî, c.6, s.92) şiirinde getirdiği "vasi" sözcüğünü bildiklerini ve çok kullandıklarını eklemektedir. Dolayısıyla, Hz. Ali (a.s) "Ebu Turab" diye meşhur olduğu gibi "Vasi" diye de meşhurdu. Öyle ki bu lakap onun özelliklerinden biri sayılıyordu. Muberred, Hz. Ali'nin (a.s) "Vasi" lakabıyla meşhur olduğuna tanık olarak, bu lakabı Hamza ve Abbas isimleriyle birlikte getiren v e onların hiçbirini özel bir şekilde tanıtmayan Ebu'l-Esved Duelî'nin şiirini getiriyor.

   Ebu'l-Esved diyor ki: "Çok seviyorum Muhammed'i, Abbas'ı, Hamza'yı ve Vasi'yi."

   (el-Kâmil, Muberred, 2/152; Ebu'l-Ferec, el-Agânî, Himyerî'nin biyografisi, Şasi, 7/10)

   Yine Himyerî'nin şu şiiri: "Ben vasinin inandığı dinin izleyicisiyim. Ben bu inançla Nuhayle Savaşı'na katıldım. (el-Kâmil, Muberred, c.2, s.175, Himyerî, öl.h. 173 A'lam-i Zerkulî, c.l, s.320)

   Şafiîlerin imamı, Muhammed b. İdris Şafiî (öl. 204) şiirinde şöyle der: "O Vasi'yi sevmek Ra-fızîlikse, ben herkesten daha çok Rafizîyim." (Divan-i Şafiî, s.35,1403-Beyrut.)

   İbn Dureyd de bu konuda şöyle der: "Ben Muhammed'in, onun vasisinin, iki evlâdının ve pak kızının taraftarıyım." (el-Kuna ve'1-Elkab, 1/274. İbn Dureyd diye meşhur olan Ebu Bekir Muham­med b. Hasan eJ-Ezdî, h. 321 yılında vefat etmiştir. O, şair, nahivci ve lügatçiydi.)

   Ve Divan-i Mutenebbî'de, yazara, neden Emirü'l-Müminin Ali b. Ebu Talib'i (a.s) övmediğini sorduklarında şöyle cevap verdiği geçer: "Ben kasıtlı olarak Vasi'yi övmedim; çünkü onun kendisi kapsamlı bir nurdur. Kıvamı kendinden olan şeyin tanıtımı güneşin ışığını tanıtmak gibidir."

   (Divan-ı Ebu Tayyib el-Mutenebbî, Feridruh incelemesi, s.846,1861 Berlin baskısı.) Ve Şeyhu'l-İslâm Hamevinî Cüveynî (öl: 722) de şöyle der: "Haşim Oğulları'nın seçkini olan seçilmiş Ahmed'in kardeşi, efendilik, şeref, bereket ve yüceliğin ileri gelenidir Ali Ebu'l-Hasan; pey­gamberlerin önderi Muhammed'in vasisidir." (Tahran Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'nden fotoğ­rafı çekilmiş olan Feraidu's-Sımtayn kitabının ön sözünde, el yazması 2/b yaprakta, 1164, 1690 sayısında; ikinci beyitte "Ali" ismiyle "Vasi" sıfatını bir araya toplamıştır.)

   Yine der ki: "... Âlemlerin Rabbinin tertemiz peygamberi Muhammed'in (s.a.a) kardeşi, Peygamber'in vasisi, yardımcısı, şeref ve yüceliğin ileri geleni Haydar Ali'dir."

   (Feraidu's-Sımteyn 1. kısmında, 7/b yaprakta.) [Mealimu'l-Medreseteyn, c.l, s.306-339]

 

[97]- Evet, imam benim; ama bunu, muhaliflerimize ve düşmanlarımıza söyleme

[98]- Şu halde, vasiyetin içinde her şeyin yazılı olması imkânsız bir şey değildir.

[99]- Konuya [ricat=geri dönüş] ilişkin... Ehl-i Beyt İmamlarından aktarılan rivayetler, anlam iti­bariyle tevatür düzeyindedir... "Ve her ümmetten ayetlerimizi yalanlayan bir gurubu toplayacağımız gün..." (Neml, 83) Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bazı ayetler de, genel bir üslupla "rec'at ve geriye dönüş" olgusuna işaret etmektedir. Örneğin bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: "Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Bakara, 214) Bizden önceki toplulukların yaşadığı olaylardan biri de, ölülerin diriltilmesidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, İbrahim, Musa, İsa, Üzeyir ve İrmiye kıssalarında bu tür olaylardan söz etmektedir.

   "Recat" dediğimiz bu geriye dönüş günü, kıyamet gününün ön mertebelerinden biridir. Bununla beraber, belirginlik bakımından kıyamet gününden aşağıdır. Çünkü "geriye dönüş" gününde belli ölçü­de şer ve bozgunculuk olabilecektir. Kıyamet gününde ise, böyle bir şey kesinlikle olmayacaktır.

   "O gün, her ümmet içinden ayetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak sevk edilirler." (Neml, 83) el-Fevci: Rağib el-İsfahanî'nin dediği gibi hızla geçen cemaat demektir. el-İzau: Bir topluluğu durdurup dağılmasını önlemek demektir.

   "O gün, toplarız..." ifadesinin orijinalindeki "min" edatı, bütünden parça anlamım ifade eder­ken "Yalan sayanlardan..." ifadesinde ise, açıklayıcı bir edattır ya da burada da bütünden parça anla­mını kazandırmak üzere kullanılmıştır. "Ayetlerimizi yalan sayan..." ifadesinde geçen ayetlerden maksat, dünyanın var edilişine ve ahirete delalet eden, mutlak olarak her türlü ayettir. Peygamberler, imamlar ve semavi kitaplar bu mutlaklığın kapsamına giren ayetlerdir. Sadece kıyametin kopması, kı­yamet esnasına yaşanan, kıyametin kopuşuyla meydana gelen olaylar veya sadece Kur'an ayetleri değil. Çünkü haşir, sadece İslam ümmetine değil, değişik ümmetlerden topluluklara özgüdür.

   Ayetin zahiri gösteriyor ki, sözü edilen bu haşir, kıyamet günü gerçekleşecek olan haşirden ay­rıdır. Çünkü bütün ümmetlerin değil, her ümmetten bir cemaatin toplanmasından söz ediliyor. Kıyamet günü gerçekleşecek haşirdense, yüce Allah şöyle bahsediyor: "Hiç birini bırakmaksızın onları mahşerde toplamış olacağız." (Kehf, 47)

   Bazılarına göre, bundan maksat, herkesi kapsayan genel haşirden sonra ki, azaba çarptırılmak üzere toplanmalarıdır. Yani haşirden sonraki haşir...

   Buna vereceğimiz cevap şudur: Eğer kast edilen, azaba çarptırılmak üzere toplanmaları olsay­dı, kapalılığı ortadan kaldırmak için bu amaca işaret edilirdi. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: "Allah'ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman..." (Fussilet, 19-20) Kaldı ki, [Neml, 83] ayetinden sonra da, sadece azarlamadan ve haklarında adalete uygun kesin hükmün verilmesinden söz ediliyor, azaptan değil. Görüldüğü gibi aye­tin ifadesi mutlaktır ve sözü edildiği türden özel bir haşre işaret edecek bir ipucu barındırmıyor. Hemen sonrasında yer alan: "Nihayet, geldikleri zaman." ifadesi de ayetin mutlaklığını bir kat daha artırmak­tadır. Sözgelimi: Azaba geldikleri zaman. Veya: "Ateşe geldikleri zaman" gibi bir ifade kullanılmıyor.

   Bu ve bundan sonraki iki ayetin, kıyamet alametlerinden olan "dabbet-ul arz"dan söz eden ayet­ten sonra, "sura üfürüldüğü..." ifadesiyle başlayıp kıyamet gününe ilişkin gelişmeleri vasfeden ayet­lerden önce yer almış olmaları da bu çıkarsamamızı destekleyen bir husustur. Çünkü kıyamet günü ya­şanacak bir olayı, kıyametin başlamasından, o esnada meydana gelecek genel hadiselerden önce zik­retmenin belirgin bir anlamı olmaz. Çünkü gerçekçi bir tertip, şayet her ümmetten bir grubun toplanma­sı kıyamet günü yaşanan olaylardan biri olsaydı, bu olayın, sura üfürülmesinden ve hepsinin boyunları bükük olarak gelmesinden sonra zikredilmesini gerektirirdi.

   Artık şu hususu açıkça söyleyebiliriz: Tevil kabul etmeyen bir nass şeklinde olmasa da üzerinde durduğumuz ayet, kıyamet gününden önce vuku bulacak daha lokal (sınırlı) bir haşre işaret ediyor. [el-Mîzan, c.2, s.165-167; (Neml, 83) Tefsir]

 

[100]- En büyük oğlun imam olmasının iki istisnası vardır.

a)    İmam Hüseyin (a.s)'ın İmam Hasan (a.s)'dan sonra imam olması.

b)  (742.) hadiste de işaret edileceği gibi büyük oğlun bir kusurunun bulunması.

 

[101]- Cevap verememesi, yalan söylediğinin göstergesi olur

[102]- "Ancak ve ancak Allah, Ey! Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmek diler." (Ahzâb, 33)

   Cümlenin başındaki "innema=sadece" edatı, isteme fiilinin, günahı giderme ve tertemiz yap­ma ile sınırlı, buna özgü olduğuna delalet eder. "Ehl-i Beyt" niteliği de, ister özgü oluşu ifade etsin, is­ter bir övgü anlamında olsun, ister salt bir seslenme sözünden ibaret olsun, özet olarak günahı giderme­nin ve tertemiz kılmanın, "sizden..." diye hitap edilen kimselere özgü kılındığına delalet eder.

   Şu halde, ayette gerçek anlamda iki sınırlandırmanın bulunduğunu söyleyebiliriz.

   Birincisi, iradenin / istemenin günahı giderip tertemiz kılmayla sınırlı oluşu.

   İkincisi, günahı giderme ve tertemiz kılmanın da Ehl-i Beyt'le sınırlı oluşu...

   "Ehl-i Beyt" nitelemesiyle özellikle ve sadece Hz. Peygamberin eşlerinin kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü hitap edilirken müzekker ikinci çoğul "Ankum" zamiri kullanılmıştır, müennes ikinci çoğul "Ankunne" zamiri kullanılmamıştır. Yani, bu hitabın sırf Peygamberimizin (s.a.a) eşle­rine yönelik olması dilbilgisi kuralları açısından imkânsızdır. Bu hitabın, Peygamberimizin (s.a.a) eşle­riyle birlikte başkalarına yönelik olması tezine gelince... Bu anlamda birçok görüş ileri sürülmüştür. Örneğin bazılarına göre, "Ehl-i Beyf'ten maksat, Mescid-i Haram ehlidir. Bunlar da muttakilerdir. Çün­kü yüce Allah: "Allah'ın velileri ancak muttakilerdir." (Casiye, 19) buyurmuştur. Ya da, bundan maksat, Resûlullah mescidinin ehlidir. Veya Peygamberin ev halkıdır. Geleneksel olarak ev halkı deni­lirken kimler kastediliyorsa... Eşleri ve akrabaları yani. Abbasoğulları, Akiloğulları, Caferoğulları ve Alioğullan gibi. Ya da Hz. Peygamber ve eşleri kastedilmiştir. Muhtemelen İkrime ve Urve'den rivayet edilen: "Bundan maksat, özellikle peygamberin eşleridir." sözünden maksat da budur.

   Bir diğer tez de, hitabın, peygamberimizin eşlerinin dışındaki kimselere yönelik olmasıdır. Ni­tekim bundan maksat, Abbasoğulları, Akiloğulları, Caferoğulları ve Alioğullarmdan oluşan peygambe­rin akrabalarıdır, şeklinde bir görüş ortaya atılmıştır.

   Bütün bu ihtimaller bağlamında, günahı giderip tertemiz kılma, yasaklardan kaçınıp emirleri yerine getirmek suretiyle salt dinsel takvaya sahip olmayı ifade eder. Bu durumda da ayetin anlamı şu şekilde belirginleşir: Allah bu yükümlülükleri size yöneltmekle kendisine herhangi bir menfaat sağlayacak değildir. Yalnızca sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor. Yani aşağıdaki ayetin an­lamına yakın bir anlam kastediliyor: "Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak ister." (Maide, 6)

   ...Fakat bu anlam, yukarıda "Ehl-i Beyt" kavramıyla ilgili olarak verilen anlamların hiç biriyle bağdaşmıyor. Çünkü Ehl-i Beyt sözünden anlaşılan apaçık "özgülükle, hususilikle çelişmektedir." Çünkü sözü edilen yükümlülükler, emirlere uymak, yasaklardan kaçınmak anlamında dinsel takva niteliği­ne sahip olmak, salt hangi anlamda olursa olsun, Ehl-i Beyt'e özgü değil, dinin hükümlerine muhatap tüm Müslümanlara şamil bir yükümlülüktür.

   Diyelim ki, günahı giderip tertemiz kılmaktan maksat, üst düzeyde güçlü takva niteliğine sahip olmaktır. Bu durumda karşımıza şöyle bir anlam çıkar: Ey Peygamber hanımları! Size yöneltilen bu ağırlaştırılmış yükümlülükler, sevap ve cezanın katlanarak verilmesi, Allah'ın yararlanacağı bir şey de­ğildir; bilakis sizden günahı giderme ve sizi tertemiz kılma amacına yöneliktir. Bu durumda da, hitap Peygambere eşlerine özgü kılındıktan sonra, onları ve başkalarını kapsayacak şekilde genelleştirilmiş olur. Bu ise, hitabın, Peygamber eşlerinden başkalarına özgü olması ihtimaliyle bağdaşan bir anlamlan­dırma değildir. Bu, son derece açıktır.. Ayrıca, hitabın onlarla birlikte başkalarını da kapsayacak genel­likte olması ihtimaliyle de bağdaşmaz. Kaldı ki, hitabın bu şekilde genel olmasına imkân yoktur. Çünkü başkaları, onlar gibi, ağırlaştırılmış yükümlülüğe, sevap ve cezanın katlanarak verilmesine muhatap değildirler.

   Bu noktada: "Neden, bu takdirde hitabın Peygamberle (s.a.a) birlikte onlara yönelik olmasın ve Peygamber de onlar gibi ağırlaştırılmış bir yükümlülüğe muhatap olmasın?" denemez.

   Denemez; çünkü o zaman şöyle bir karşılık verilir: Hz. Peygamber Allah tarafından masumiyet zırhıyla korunmuştur. Bu ise, ilâhî bir bağıştır, amel ederek kazanılan bir vasıf değildir. Dolayısıyla, Hz. Peygamberle ilgili olarak ağırlaştırılmış yükümlülüğü ve cezanın katlandırılmasını, güçlü bir takva­nın hâsıl oluşunun öncülü veya sebebi olarak görmenin ve ayetin akışından anlaşılacağı üzere, ona bir lütuf olarak minnet etmenin gerekçesi gibi sunmanın bir anlamı olmaz. Bu yüzdendir ki, bir tek müfessir dahi, buradaki hitabın, salt Hz. Peygamberle birlikte onun eşlerine yönelik olduğunu açık bir şekilde söylemiş değildir. Biz, bu ihtimale yer verdik ki, "Ayet, sırf Hz. Peygamberin eşlerine özgüdür." diyen­lerin sözlerini tashih edelim.

   Diyelim ki, günahı giderme ve tertemiz kılma ile, Allah'ın buna ilişkin mutlak iradesi kastedil­miş olsun. Yani, mutlak yükümlülük ve ağırlaştırılmış yükümlülük yöneltmek değil de, Ehl-i Beyt ol­maları hasebiyle, Ehl-i Beyt'e özgü olmak üzere günahın giderilmesine ve tertemiz kılınmalarına ilişkin mutlak ilâhî irade kastedilsin. Bu da, onların takva üstünlüğüne sahip olmaları şartı ve kaydıyla çelişen bir anlam olur. İrade ile teşrii veya tekvini iradenin kastedilmiş olması sonucu değiştirmez.

   Buraya kadar sunduğumuz analitik değerlendirmeler, ayetin iniş sebebiyle ilgili rivayetler kap­samında, bu ayetin özel olarak Resûlullah, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (selam üzerlerine olsun) hak­kında indiğini, bu niteliğe başka hiç kimsenin ortak olmadığını ifade eden hadisleri te'yid etmektedir.

   Bunlar yetmişi aşkın rivayettir. Ki Ehl-i Sünnet kaynaklarında aktarılan konuyla ilgili hadisle­rin sayısı Şia kaynaklarında aktarılan hadislerden çok daha fazladır. Ehl-i Sünnet ravileri, konuyla ilgili hadisleri Ümmü Seleme, Aişe, Ebu Said el-Hudri, Sa'd, Vaile b. Eskaş, Ebu Hamra, İbn Abbas, Pey­gamberin azatlısı Sevban, Abdullah b. Cafer, Ali (a.s) ve Hasan b. Ali (a.s)'dan yaklaşık kırk değişik kanaldan rivayet etmişlerdir. Şîî raviler ise, İmam Ali, Seccad, Bakır, Sadık (a.s), Ümmü Seleme, Ebu Zer, Ebu Leyla, Ebu'l-Esved ed-Düeli, Amr b. Meymun el-Evdi, Sa'd b. Ebu Vakkas'tan yaklaşık otuz küsur değişik kanaldan rivayet etmişlerdir.

   Biri diyebilir ki: "Bu rivayetler sadece, ayetin, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i de kapsadığına delalet ediyorlar. Bu ise, ayetin Peygamberin eşlerine yönelik hitabı içeren ayetlerin akışı içinde yer al­masından da anlaşılacağı gibi, aynı zamanda Peygamberin eşlerini de kapsamasına engel oluşturmaz..."

   Buna cevap olarak deriz ki: Rivayetlerin çoğu, özellikle Ümmü Seleme'den gelen rivayet -ki ayet onun evinde nazil olmuştur- ayetin onlara özgü olduğunu ve Peygamberin eşlerini kapsamadığını açık bir şekilde ifade ediyorlar. Ki bunların içinde sahih olanların sayısı büyük bir yekûn tutuyor.

  Yine denilirse ki: "Bu çıkarsama, kitabın nassının açıkça Peygamberin eşlerini kapsıyor olma­sıyla reddedilmektedir. Çünkü söz konusu ayet, Peygamberin eşlerine yönelik hitabı içeren ayetlerin akışı içinde yer almaktadır."

  Buna cevabımız şöyle olur: Bütün mesele, söz konusu ayetin, kendisinden önceki ayetlerle bağlantısı noktasında odaklanıyor. Oysa büyük bir yekûn tutan bu hadisler, söz konusu ayetin tek başı­na indirildiğine ilişkin nasslar konumundadırlar. Bir tek rivayette, bu ayetin, Peygamberin eşleriyle ilgi li ayetlerin kapsamında indiği ifade edilmiyor. Ayetin Peygamberin eşlerine özgü olduğuna dair görüşü savunan Ikrime ve Urve de dâhil olmak üzere bir tek kişi, bu ayetin, Peygamberin eşlerine hitap eden ayetlerle birlikte indiğini söylememiştir. Şu halde ayet, inişi itibariyle, Peygamberin hanımlarıyla ilgili ayetlerin bir parçası olmadığı gibi, onlarla bağlantılı da değildir. Ya Peygamberimizin (s.a.a) emriyle ya da Peygamberimizin vefatından sonra, Kur'an ayetlerinin derlenip toplanması (Kur'an'ın cemi) esna­sında, Peygamberin hanımlarıyla ilgili ayetlerin arasına yerleştirilmiştir. Nitekim bu ayetten hemen sonra yer alan: "Evlerinizde oturun..." ayeti, şayet Ehl-i Beyt'in arındırılmasına ilişkin ayet aradan çıkarılırsa, önceki ayetlerle uyumlu ve bütünlük oluşturan bir akışa sahip olması da bu ihtimali destekle­mektedir. Şu halde, Ehl-i Beyt'in arındırılmasına ilişkin ayetin "evlerinizde oturun" ayetiyle ilişkisi, "Bu gün kafirler ümitsizliğe düştüler." (Maide, 3) ayetinin Maide suresinde haram yiyecekleri içeren ayetle ilişkisine benzemektedir.

   Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere "Ehl-i Beyt" sözü, Kur'an terminolojisinde, rivayetler­de sözü edilen beş kişinin, yani Hz. Peygamberin Ali'nin, Fatıma'nın, Hasan ve Hüseyin'in özel ismidir ve başkaları için kullanılamaz. Bu başkaları, peygamberin (s.a.a) çok yakın akrabaları dahi olsalar ve geleneğe göre, bu şekilde isimlendirilmeleri normal de olsa, Kur'an ve rivayetlerdeki özgü kılıcı gerek­çelerden ötür bu isimle anılamazlar.

   "er-Rics," er-Ricase masdarından bir sıfattır ve pislik anlamına gelir. Pislik ise, bir şeyin, uzak durmayı ve kaçınmayı gerektiren biçimi, görüntüsü demektir. Bu bazen bir şeyin zahiri itibariyle kulla­nılır. Domuzun pis olması gibi "...Veya domuz eti. Çünkü o pisliktir." (En'am, 145) Bazen de içyapısı itibariyle söylenir -bundan maksat da manevi pislik ve iğrençliktir- Şirk, küfür ve kötü amelin in­san üzerinde bıraktığı iz, etki gibi. "Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların pisliklerine pislik kattı ve kâfir olarak öldüler." (Tevbe, 125) "Kimi saptırmak isterse, onun göğsünü göğe doğru yükseliyormuş gibi dar ve sıkışık yapar. Allah, iman etmeyenlerin üzerine işte böyle pislik atar." (En'am, 125) Her halükârda bundan maksat, nefsanî bir algılayış ve kalbin bâtıl inanışlarla veya kötü amellele ilgili olmasından kaynaklanan duygusal bir etkilenimdir.

   Pisliğin giderilmesi ise -ki er-Rics kelimesinin başındaki "elif-lam" cins ifade eder- hak inanç­tan ve salih amelden sapma sonucu nefiste oluşan her türlü pislik biçimini, görüntüsünü gidermek de­mektir. Dolayısıyla ilâhî masumiyetle örtüşen bir durumdur. Masumiyet ise, insanı bâtıl inanışlardan ve kötü amelden koruyan, nefsanî, manevi, ilmi bir şekil, bir mekanizmadır.

   Bir de şunu düşün: Biliyorsun ki, Takvayı veya yükümlülükleri ağırlaştırmayı istemek, hitabın, ayette Ehl-i Beyt'e özgü kılınmış olmasıyla bağdaşmıyor.

Yine biliyorsun ki, böyle bir şeyi istemek, Resûlullah'ın masumiyet makamıyla da örtüşmüyor. Bütün bunlardan sonra, ayette işaret edilen günah ve pisliği gidermenin masumiyet şeklinde yo­rumlanması gerektiği belirginlik kazanıyor. "Sizi tertemiz yapmak" ifadesi de -masdarla pekiştirilmiş olması son derece dikkat çekicidir- pisliğin, günahın aslını giderdikten sonra, onun karşıtı olan bir şeyi yerleştirmek suretiyle günah ve pisliğin izini, etkisini bütünüyle yok etmek anlamındadır. Bilindiği gibi, bâtıl inanışın karşıtı, hak inanıştır. O halde, onların tertemiz kılınmaları, inanç ve amel bazında hak kav­rayışa, hak algılayışa sahip kılınmaları, bu özellikle donatılmalarıdır. O zaman diyebiliriz ki, ayette ge­çen "irade=isteme"den maksat da teşrii irade değildir. Çünkü bir mükellefe yükümlülükleri yönlendir­mek demek olan teşrii iradenin ayetin bağlamıyla örtüşmediğini biliyoruz. [el-Mîzan, (Ahzâb, 33) Tefsir]

 

[103]- Ali b. Ebu Talib (a.s)'ın kardeşi

 

[104]- Resûlullah (s.a.a)'nin amcası

 

[105]- Bu iki ayet [Mâide, 55-56] Ehl-i Kitab'ı ve kâfirleri veli edinmeyi yasaklayan ayetler arasında yer alıyor. Bundan dolayı Sünnî tefsircilerin bir kısmı, bu iki ayetin önceki ve sonraki ayetlerle aynı an­lamı paylaştıklarını düşünerek hepsini aynı anlamda saymışlardır. Bu ortak anlam, müminlerin yardım­cı anlamında şahısları veli edinme konusundaki görevlerini açıklıyor ve Yahudileri, Hıristiyanları ve kâfirleri veli edinmeyi yasaklıyor, veliliği sadece Allah'a, Peygamberine ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlere mahsus kılıyor. Çünkü bunlar gerçek müminlerdir. Böylece münafıklar ile kalplerinde hastalık olanlar dışarıda bırakılarak gerçek müminlerin veliliğinin gerekliliği vurgulanıyor.

   Çünkü münafıklar Ehl-i Kitab'm yardımına koşuyorlar ve bunu vurguluyorlardı. Bu sebeple yüce Allah, onları böyle davranmaktan sakındırdı ve onların velilerinin (yardımcılarının) Ehl-i Kitap ve münafıklar değil, Allah, O'nun Resulü ve gerçek müminler olduğunu ifade etti.

   Buna göre bu ayet, "Allah müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68) "Peygamber, müminler üzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir." (Ahzâb, 6) "Onlar birbirlerinin velileridirler." (Enfâl, 72) "Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar." (Tevbe, 71) ayetleri ile aynı anlamı taşır. Dolayısıyla bu ayet, yardımcı olma anlamın­da Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerin müminler üzerinde velayeti bulunduğunu ifade etmektedir.

   Bu durumda ayette açıklanması gereken tek bir nokta kalıyor. O da, "zekât veren" ifadesiyle bağıntılı olan "rükû hâlinde iken" şeklindeki hâl cümlesidir. Bu problem "rükû" kelimesinin mecazî anlamda kullanıldığım kabul etmekle ortadan kalkar. Bu mecazî anlam, mutlak anlamda yüce Allah'a boyun eğmek veya yoksulluk gibi sebeplerle düşük durumda olmaktır. O zaman ayetin anlamı şöyle olur: Sizin velileriniz (yardımcılarınız) Yahudiler, Hıristiyanlar ve münafıklar değildirler. Sizin velileri­niz (yardımcılarınız) Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan, zekât veren ve bütün bu durumlarda Rableri-ne boyun eğerek O'nun emirlerine kayıtsız şartsız uyan veya geçim darlığı çeken fakirler oldukları hâl­de zekât veren müminlerdir.

   Fakat bu iki ayet ile öncesi ve sonrasındaki ayetlere, ayrıca surenin bütününe yönelik irdeleyici ve dikkat yoğunlaştırıcı bir inceleme, bizi sözünü ettiğimiz tefsircilerin söylediklerinin tersine sonuçla­ra götürür. Onların sözlerindeki ilk yanlış, bu ayetler arasında anlam birliği olduğu, ayetlerin yardımcı olma anlamındaki veliliğe değinerek bunun hangisinin doğru ve hangisinin yanlış olduğunu ayırt ettiği yolundaki açıklamalarıdır.

   Çünkü bu surenin Peygamberimizin son günlerinde, Veda Haccı sırasında indiği gerçek olmak­la birlikte, diğer bir gerçek de onun bütün ayetlerinin hep birlikte inmemiş olmasıdır. Onun içindeki ba­zı ayetlerin bundan daha önce indiği şüphesizdir. Bunun kanıtı, o ayetlerin içerikleridir.

   Ayrıca bu ayetlerin iniş sebeplerine ilişkin aktarılan rivayetler de bunu desteklemektedir. Dola­yısıyla ne bir ayetin bir ayetin öncesinde veya sonrasında yer alması, o ayetler arasında anlam bütünlü­ğüne delil sayılabilir, ne de iki ayet arasında belirli bir münasebetin olması, o ayetlerin birlikte indikle­rine veya anlamları arasında bütünlük olduğuna delil teşkil eder.

   Üstelik bir de şu var: Bu ayetlerin öncesindeki ayetler, yani "Ey inananlar, Yahudileri ve Hı­ristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridirler." diye başlayan ayetler, müminlere Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyi yasaklamakta, münafıkları ve kalplerinde hastalık olanları onlara doğru koşmakla, onların tarafını tutmakla suçlamakta, fakat Yahudilere ve Hıristiyanlara herhan­gi bir hitap yöneltmemekte, onlara herhangi bir mesaj vermemektedir.

   Buna karşılık bu iki ayetin sonrasında yer alan ayetlerde, yani "Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve kâfirlerden dinlerinizi alaya alanları, eğlence konusu ya­panları veli edinmeyin." diye başlayan ayetlerde durum böyle değildir. Bu ayetler, Yahudileri ve Hıris­tiyanları veli edinmeyi yasakladığı gibi, onların durumunu ele alarak kendilerine hitap edilmesini emre­diyor, sonra da onları münafıklık ve fasıkhkla suçluyor. Görülüyor ki, bu iki ayetin öncesinde ve sonra­sında yer alan ayetlerin amaçlan farklıdır. Böyleyken nasıl olur da aralarında anlam bütünlüğü olabilir?!

   Bir de şu var: "Ey inananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin..." diye başlayan ayetleri incelerken gördük ki, yardımcı olma anlamındaki velilik bu ayetlerle bağdaşmaz; bu ayetlerdeki özellikler ve kullanılan öğeler, özellikle "Onlar birbirlerinin velileridirler." ve "Sizden kim onla­rı veli edinirse, onlardandır." ifadeleri yardımcılık anlamındaki velilikle uyuşmaz. Çünkü iki kavim arasında yardımlaşma anlaşması yapılması, o kavimlerden birinin diğerinden olmasını, o kavimden sa­yılmasını gerektirmediği gibi, böyle bir anlaşmayı yasaklamanın gerekçesi olarak, o falanca kavmin fertleri birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır, demek de yerinde olmaz.

   Fakat sevgi anlamındaki velilik anlaşması yapmak böyle değildir. Çünkü bu tür bir anlaşma, ta­raflar arasında psikolojik ve ruhsal kaynaşmayı gerektirir, taraflardan birinin diğerinin hayatî meselele­rinde ruhsal ve fiziksel tasarrufta bulunmasını mubah hâle getirir, iki toplumu ahlâkta ve davranışlarda birbirine yaklaştırarak bu toplumların kendine özgü özelliklerini giderir.

   Şu da var ki, Peygamberimizi (s.a.a) yardımcı anlamında müminlerin velisi saymak caiz değil­dir. Bunun tersi doğrudur. Çünkü yüce Allah'ın önemle üzerinde durduğu ve Kur'ân'm birçok ayetinde sözünü ettiği bu yardım, din konusundaki yardımdır. Bu durumda, dinin yasamacısı ve kanunlarının ko­yucusu olduğu için, 'Din Allah'ındır' denebilir.

   Bunun sonucu olarak Peygamberimiz veya müminler ya da her ikisi Allah'ın dinine yardım et­meye çağrılırlar veya Allah'ın koyduğu din hususunda Allah'ın yardımcıları olarak adlandırılırlar. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Havariler, 'Biz Allah'ın yardımcılarıyız' dediler." (Saff, 14) "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder." (Muhammed, 7) "Allah peygamberlerden söz aldı ki, ...ona inanacaksınız ve ona yardım edeceksiniz." (Âl-i İmrân, 81) ...

   Aynı şekilde örneğin dine çağırdığı, onu tebliğ ettiği için 'Din Peygamberindir' veya biri yasamacı, diğeri yol gösterici olması hasebiyle, 'Din Allah'ın ve Peygamberinindir' de denebilir. Bunun so­nucu olarak insanlar dine yardım etmeye çağrılır veya dine yardım ettikleri gerekçesi ile müminler övü­lür. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Onlar ki, onu korudular ve ona yardım ettiler." (A'râf, 157) "Onlar ki, Allah'a ve Peygamberine yardım ederler." (Haşr, 8) "Onlar ki, barındırdılar ve yardım etti­ler." (Enfâl, 72) Bu anlamda daha birçok ayet vardır.

   Yine dinin hükümleri ile yükümlü oldukları ve o hükümlerle amel ettikleri için, 'Din Peygam­berin ve müminlerindir.' de denebilir. Bu durumda da yüce Allah'ın onların velisi ve yardım edicisi ol­duğu ifade edilir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Hiç şüphesiz, Allah kendisine yardım edenlere yardım eder." (Hac, 40) "Biz peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin (şahitlik için) ayağa kalktıkları gün mutlaka yardım ederiz." (Mü'min, 51) "Müminlere yardım etmek bi­zim üzerimize borçtur." (Rûm, 47) Bu anlamda başka ayetler de vardır.

   Fakat herhangi bir bakımdan dini müminlere tahsis etmek, o konuda müminleri temel kabul edip Peygamberimizi dışarıda tutmak, sonra da onu o konuda müminlerin yardımcısı saymak doğru de­ğildir. Çünkü Peygamberimizin müminlere en güzel şekilde ortak olmadığı, en iyi şekilde pay sahibi ol­madığı hiçbir dinî üstünlük yoktur. Bundan dolayı Kur'ân'da Peygamberimizin (s.a.a) müminlerin yar­dımcısı olduğunu ifade eden bir tek ayet bile yoktur. İlâhî kelâm, o benzersiz edebini gözetmeyi ihmal etmekten münezzehtir.

   Bu gerçek, Kur'ân'da Peygamberimize izafe edilen veliliğin tasarruf yetkisi veya sevgi ve mu­habbet anlamına geldiğinin en güçlü delillerindendir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Peygamber, mü­minler üzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir." (Ahzâb, 6) "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." (Mâide, 55) Görüldüğü gibi hitap, müminlere yöneltilmiştir. Pey­gamberi müminlerin yardımcısı anlamında onların velisi saymanın bir anlamı yoktur.

   Bu dediklerimizden şu sonuç ortaya çıktı: "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü..." diye başlayan iki ayetin, öncesindeki ayetlerin yardımcı olma anlamındaki veliliğe değindikleri farz edilirse, bu iki ayetin içeriği o ayetlerin içeriği ile aynı değildir. İkinci ayetin sonundaki, "...galip gelecek olan­lar, yalnız Allah'ın hizbidir." cümlesi sakm seni yanıltmasın. Çünkü galibiyet, yardım anlamındaki velayetle uyuştuğu gibi, tasarruf velayeti ve aynı şekilde sevgi ve muhabbet velâyetiyle de bağdaşır. Çünkü din mensuplarının nihaî hedefi olan dinî galibiyet, müminlerin herhangi bir vesile ile Allah'a ve Peygambere bağlanmaları ile gerçekleşir.

   Yüce Allah açık vaadi ile bu gerçeği müminlere duyurmuştur. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Al­lah, 'Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz' diye yazdı." (Mücâdele, 8) "Gönderilen peygamber kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecek ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." (Sâffât, 173)

   Üstelik, Şiî ve Sünnî kanallardan gelen çok sayıdaki rivayete göre, bu iki ayet namaz sırasında yüzüğünü sadaka olarak veren Hz. Ali hakkında inmiştir. Buna göre, bu iki ayet genel değil, özel an­lamlıdır. Eğer çokluklarına ve yoğunluklarına rağmen bu tür rivayetler ayetlerin tefsirinde iniş sebebi olarak kabul edilmeyecek ise, hiçbir ayette hiçbir iniş sebebine dayanmak doğru olmaz. Bu açıktır. Do­layısıyla bu iki ayeti genel anlamlı sayarak müminlerin birbirlerinin velileri olduklarını ifade ettiğini söylemenin hiçbir dayanağı yoktur.

   Evet, bazı tefsirciler bu rivayetlere itiraz etmişler. Oysa bu kadar çok sayıdaki rivayete itiraz etmeleri yersizdir. İleri sürdükleri itirazlar şunlardır:

1)    Bu rivayetler, bu ayetlerin yardımcı olma anlamındaki velilikle ilgili zahirî içeriği ile çelişir.

2) Bu rivayetler, çoğul kipi kullanıldığı hâlde tekilin kastedilmiş olmasını gerektirir. Çünkü bu rivayetlere dayanıldığı takdirde, "... namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminler"den Hz. Ali'nin kastedildiği kabul edilecektir ki, dil kuralları böyle bir tefsire müsait değildir.

3)    Bu rivayetler, zekâttan maksadın yüzüğü sadaka olarak vermek olmasını gerektirir ki, buna zekât adı verilemez.

   "Namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir." ifadesinde çoğul kullanıldı­ğı hâlde tekilin kastedilmesi konusuna gelince; çoğul kipi kullanıp bununla tekil kastetmek ve çoğul kipini tekil anlamında kullanmak ile uyarlanabileceği örneklere uyarlansın diye çoğul lafzı ile genel bir hüküm ortaya koymak ya da çoğul lafzı ile bazı vasıfları haiz bir topluluktan haber vermek, ancak bu genel hükmün uyarlanabileceği örneğin ya da bu vasıfları taşıyan ferdin sadece bir tane olması, birbi­rinden farklı şeylerdir. Birinci şıkkı dilbilgisi kuralları kabul etmez. Fakat ikincisi kurallara uygundur ve kullanımı yaygındır.

   Bu itirazı yapanlar, acaba "Ey iman edenler, düşmanlarımı ve düşmanlarınızı veli edinme­yin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz... Siz onlara gizlice sevginizi iletiyorsunuz." (Mümtehine, 1) ayeti hakkında ne diyecekler? Çünkü ayette Kureyşliler ile mektuplaşan Hatıb b. Ebu Baltaa'nın kaste­dildiğini biliyoruz. "Eğer Medine'ye dönersek, üstün olanlarımız aşağı konumda olanları oradan çıkaracak." (Münafıkun, 8) ayeti de öyledir. Çünkü bu sözü Abdullah b. Übey b. Selul'un söylediği biliniyor. "Sana, ne infak edeceklerini sorarlar." (Bakara, 215) ayeti de böyledir. Çünkü bu soruyu soran tek kişidir. "Mallarını gece-gündüz, gizli-açık (Allah yolunda) harcayanlar..." (Bakara, 274) ayeti de bu kategoriye girer. Çünkü rivayetlere göre, ayette sözü edilen harcama Hz. Ali veya Ebu Be­kir tarafından yapılmıştır. Bu çeşit ayetler çoktur.

   Bu örneklerin en şaşırtıcısı "Kalplerinde hastalık bulunanların, 'Bize bir felâketin gelme­sinden korkuyoruz' diyerek..." (Mâide, 52) ayetidir. Çünkü bu itirazı yapan tefsircilerin de kabul et­tikleri iniş sebebine ilişkin rivayetlere göre, bu sözü söyleyen Abdullah b. Übey'dir ve bu ayet sözünü ettiğimiz ayetler arasında yer almaktadır.

   Şöyle denebilir: Bu örneklerde, genellikle adı geçen kişiler gibi düşünen veya onların davra­nışlarını onaylayan başka kimseler de vardır. Bu yüzden yüce Allah onları ve onlar gibi olanları çoğul kipi ile ifade etmiştir.

   Buna şöyle cevap verilebilir: Demek ki, bu kullanımı caiz kılan bir incelik söz konusu olduğu zaman dil kuralları bakımından bunun bir sakıncası yoktur. O hâlde, "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir." ayeti de pekâlâ bu ka­tegoriye girebilir ve bunun inceliği de şu gerçeğe işaret olabilir: Ayette ifade edilen veliliğin de arala­rında bulunduğu dinî üstünlükler, bazı müminlere rastgele verilip diğerlerine verilmeyen ayrıcalıklar değildir. Bunlar, ihlâsta ve amelde öne çıkmanın sonucudur, başka türlü elde edilemezler.

   Bir de şu var: Sözünü ettiğimiz rivayetleri nakledenlerin büyük çoğunluğu sahabîler ile onların hemen arkasından gelen tabiîndir. Bunlar, dillerinin saflığı bozulmamış öz Araplardır. Eğer böyle bir kullanım, dilbilgisi kurallarına aykırı olup o dili kullananların yadırgadığı bir tarz olsaydı, onların tabi­atı bunu kabul etmez ve buna itiraz etmek asıl onlardan beklenirdi. Oysa onların hiçbirinden böyle bir itiraz rivayet edilmemiştir.

   Sözü edilen tefsircilerin "sadaka olarak yüzük vermeye zekât adı verilmez" şeklindeki itirazları­na gelince; buna şu şekilde cevap veririz: "Zekât" kelimesi, şeriat ehlinin dilinde bilinen ıstılahı anlamı­nı, onun dinde farz edildiğini bildiren ayetin inmesinden sonra kazanmıştır. Kelimenin sözlük anlamı ise, şeriat ehlinin dilindeki ıstılahı anlamından daha geniş kapsamlıdır. Bu kelime, mutlak olarak veya namazla yan yana kullanıldığında "Allah rızası için mal harcama" anlamına gelir. Bu gerçek, eski pey­gamberlerden söz eden ayetlerde açıkça görülür. Meselâ Hz. İbrahim'den, Hz. İshak'tan ve Hz. Yakup'-tan söz edilirken, "Onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik." (En­biyâ, 73) buyruluyor. Başka bir ayette Hz. İsmail'den söz edilirken, "O, ehline namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabbi katında beğenilmiş bir kişi idi." (Meryem, 55) buyruluyor. Hz. İsa'nın beşikte söylediği sözleri nakleden şu ayette de aynı şey söz konusudur: "Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretti." (Meryem, 31) Oysa bu peygamberlerin şeraitlerinde İslâmiyet'te bilinen şekli ile malî zekâtın olmadığı bilinen bir gerçektir.

   Şu ayetler de bu kategoriye girer: "Gerçekten kurtulmuştur, zekât verip arınan ve Rabbinin adım anıp namaz kılan." (A'lâ, 15) "O kimse ki, malını verip arınır." (Leyl, 8) "Onlar ki, zekât vermezler ve onlar ahireti inkâr ederler." (Fussilet,7) "Onlar ki, zekâtı verirler." (Mü'minûn, 4)

   Mekke inişli surelerde, özellikle Fussilet ve benzeri gibi Peygamberimizin (s.a.a) peygamberli­ğinin başlangıç döneminde inen surelerde bu türden başka ayetler vardır. O sıralarda henüz bilinen an­lamı ile zekât yasalaşmış değildi. Acaba o dönemde Müslümanlar bu ayetlerdeki "zekât" kelimesinden ne adıyorlardı?! Hatta zekât ayeti olarak bilinen "Onların mallarından bir miktar sadaka al ki, onunla onları temizleyesin, arındırasın; ve onlara dua et, çünkü senin duan onların ıstıraplarını yatıştırır." (Tevbe, 103) ayeti, zekâtın sadakanın bir türü olduğunu ve zekât adını almasının sebebinin, mutlak olarak sadakanın temizleyici ve armdırıcı olması olduğunu gösterir. Ne var ki, bununla birlikte "zekât" kelimesi çoğunlukla şer'î dildeki sadaka anlamında kullanılmıştır. Bütün bu anlattıklarımızdan açıkça anlaşılıyor ki, mutlak sadakaya ve Allah yolunda yapılan malî harcamaya zekât adı verilmesinin hiçbir engeli yoktur. Yine ortaya çıktı ki, "rükû" kelimesine mecazî anlam vererek onu zahirî anlamın­dan başka bir anlamda kullanmanın gerekçesi yoktur.

   Ayrıca "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." ifadesinin orijinalinde "inne" edatının ismi (veliyyukum=veliniz) tekil olduğu hâlde atfedilerek onun haberi olan cümlede (el-lezîne âmenû=müminler) çoğul getirilmesini göz önünde bulundurarak farklı yorumlar yapmanın da gerekçesi yoktur. Bundan iyice faydalanmalısın.

   "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." Ragıp İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor: "Velâ ve tevalî kelimeleri, iki ve daha çok sayıda nesnenin aralarında yabancı bir nesne olmayacak şekilde bir arada bulunmaları demektir. Bu kelime istiare yolu ile yer, nispet, arka­daşlık, yardım ve inanç bakımından yakınlık anlamında kullanılır. Vilâyet yardım, velayet ise bir işi üstlenmek demektir. Velayet ve vilâyet kelimelerinin, tıpkı delâlet ve dilâlet gibi, her ikisinin de aynı anlamı taşıdığı ve o anlamın, bir işi üstlenmek olduğu da söylenmiştir. Veli ve mevlâ kelimeleri de bu anlamda kullanılır. Bu kelimelerin her biri hem fail, yani muvalî, hem de meful, yani muvalâ anlamına gelebilir. Mümin için 'O yüce Allah'ın velisidir' denir, fakat 'mevlâsıdır' dendiğine hiç rastlanmamıştır. Fakat Allah, müminlerin velisi ve mevlâsıdır' denir." Ragıp, sonra şöyle devam ediyor: "Tevellâ fiili, kendiliğinden geçişli (müteaddî binefsih) olarak kullanıldığı zaman tıpkı 'velayet' gibi bir şeyin diğer şeye daha yakın noktada yer aldığını ifade eder. Örneğin, 'velleytu sem'î keza=kulağımı şu yöne çevir­dim', 'velleytu aynî keza=gözümü şu tarafa çevirdim' ve 'velleytu vechî keza=yüzümü şu yöne döndür­düm' dendiği zaman o uzuvların o yöne doğru döndürüldüğü ve o yöne daha yakın bir vaziyet aldığı an­lamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Seni razı olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yü­zünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olsanız, yüzünüzü ona doğru çevirin.' [Bakara, 144] Ancak lafızda veya takdirde 'an' harf-i cerriyle geçişli (müteaddî) kılınırsa, o zaman bir şeyden yüz çe­virme, ondan uzaklaşma anlamını ifade eder." (Ragıp'tan aktardığımız burada son buldu.)

   Anlaşılan o ki, velayet kelimesi ile ifade edilen yakınlık kavramı, insan tarafından ilk önce ci­simlerin yerleri ve zamanları arasındaki yakınlık hakkında kullanılmıştır. Sonra da Ragıb'm anlattığının tersine istiare yolu ile manevî yakınlığı ifade etmek üzere kullanılmıştır. İnsanın gelişme süreci ile ilgili araştırmalar bu sonucu ortaya koyar. İnsanın, hayatında somut nesneleri algılayıp onlarla ilgilenmesi, kavramlar ve anlamlar hakkında düşünüp onlarda tasarrufta bulunmasından daha öncedir.

   Özel bir yakınlık türü olan velilik, manevî meselelerde ele alındığında bunun gerekli sonucu şu olur: Veli, velisi olduğu kimsenin ancak kendi sahip olduğu ve kendi aracılığı olmaksızın başka hiç kimsenin sahip olmadığı bir hakka sahiptir. Dolayısıyla bir kimsenin kendisiyle ilgili başkasını yerine koyabileceği tüm tasarruflarda, onun yerini velisi tutar, başkası tutamaz. Ölünün velisi gibi. Ölünün sağlığında mülkiyet gerekçesi ile üzerinde tasarrufta bulunduğu malda velisi olan mirasçısı, mirasçılık veliliği gerekçesi ile tasarrufta bulunur. Küçük yaştaki çocuğun velisi, velilik gerekçesi ile küçük çocu­ğun malî işlerinde tasarrufta bulunarak işlerini düzenler. Yardımcı anlamındaki veli, yardım ettiği kim­senin işlerinde savunmasını kuvvetlendirme yönünde tasarrufta bulunur.

   Yüce Allah da kullarının velisidir. Onların dünya ve ahiret işlerini plânlayıp düzenler. O'ndan başka veli yoktur. Allah müminlerin dinleri konusundaki işlerini düzenleme konusunda onların velisi­dir. Bu veliliği hidayet, hakka çağrı, tevfık, yardım etme ve başka yollarla gerçekleştirir.

   Peygamber de, yasa koymak ve hüküm vermek suretiyle müminlerin lehine ve aleyhine hük­metmekle yetkili bir velidir. Devlet başkanı da, hükümdarlık yetkisinin çerçevesi içinde halka hükmeden bir velidir. Diğer velilik türlerinde de bu ölçüler geçerlidir. Köle azat etme, anlaşma yapma, kom­şuluk, boşama ve amcaoğlu velilikleri, sevgi veliliği ve veliahtlık veliliği gibi...

   "Yuvellûn'el-edbâr" yani, sırtlarını savaş meydanına doğru çeviriyorlar. "Tevelleytum" yani, siz kendinizi veya yüzünüzü falan şeyin tersi yönüne çevirerek onu kabul etmediniz. Veliliğin değişik kul­lanım alanlarındaki ortak anlamının özü, veliye tasarruf ve düzenleme yetkisi veren bir yakınlık türüdür

   "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." ayeti, bu ayette sözü edilen veli­liğin aynı türden tek bir velilik olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah, O'nun Resulü ve o müminler sayıl­dıktan sonra hepsi birlikte "sizin velinizdir" ifadesine bağlanıyor. Bundan bütün bu sayılanlardaki veli­liğin aynı anlamda olduğu anlaşılır. Bir sonraki ayetteki "galip gelecek olanlar, Allah'ın hizbidir." Cüm­lesi de bunu teyit eder. Çünkü bu ifade, Allah'ı, O'nun Resulünü ve söz konusu müminleri veli edinen­lerin tümünün Allah'ın velayeti altında olmaları hasebiyle O'nun hizbi olduğunu ima veya ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberin ve sözü edilen müminlerin velayeti, Allah'ın velayeti türünden bir velayettir.

   Allah, velayet türlerinden tekvini velayeti kendine izafe eder. Bu velayet O'nun her şeyi tasarrufu altında bulundurması, yaratıkların işlerini dilediği gibi düzenlemesi anlamına gelir. Şu ayetler de oldu­ğu gibi: "Yoksa onlar Allah'tan başka veliler mi edindiler? Veli yalnız Allah'tır." (Şûra, 9) "Sizin Allah'tan başka bir veliniz, bir şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz?" (Secde, 4) "Dünyada ve ahirette benim velim sensin." (Yûsuf, 101) "Allah kimi saptırırsa, artık onun O'ndan başka bir velisi olmaz." (Şûra, 44) Şu ayetler de aynı anlamdadır: "Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kaf, 16) "Biliniz ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer." (Enfâl, 24)

   Yüce Allah'ın bazı ayetlerde kendine izafe ettiği yardım etme anlamındaki velayeti de tekvini ve­layetin kapsamında sayabiliriz. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Bu böyledir. Çünkü Allah müminlerin velisidir (yardımcısıdır). Kâfirlerin ise velisi (yardımcısı) yoktur." (Muhammed, 11) "O'nun (Peygam­berin) velisi (yardımcısı) Allah'tır." (Tahrîm, 4) Şu ayet de aynı anlamdadır: "Müminlere yardım et­mek üzerimize borçtur." (Rûm, 47)

   Yine yüce Allah, müminlerin dinî işleri ile ilgili olan yasa koyma, hidayet, irşat ve tevfık gibi ko­nularda onların veliliğim de kendine izafe eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah müminlerin velisidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara, 257) "Allah müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68) "Allah takva sahiplerinin velisidir." (Câsiye, 19) "Allah ve Resulü bir işte hüküm ver­dikleri zaman artık mümin bir erkek ve kadının, işlerini kendi isteğine göre belirleme hakkı yok­tur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb, 36)

   Yüce Allah'ın Kur'ân'da kendine izafe ettiği velayet türleri bunlardır. Bunlar özleri itibariyle "tek­vini velayet" ile "teşriî velâyet"e dönerler. Bunlara "hakikî velayet" ve "itibari velayet" de denebilir.

   Yüce Allah, Peygambere (s.a.a) mahsus velayet türü olarak teşriî velayeti zikreder. Teşriî velayet yasa koymayı, hakka çağırmayı, ümmeti eğitmeyi, onlara hükmetmeyi ve aralarında hüküm vermeyi içerir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Peygamber, müminler üzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir." (Ahzâb, 6) "Biz sana hak olarak kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin." (Nisa, 105) "Sen insanları kesinlikle doğru yola iletirsin." (Şûra. 52) "Allah, onlara kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, ken­dilerine kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi." (Cum'a, 2) "Sana da bu Kur'ân'ı in­dirdik ki, insanlara indirileni kendilerine açıklayasın." (Nahl, 44) "Allah'a itaat edin, Peygambe­re itaat edin." (Nisa, 59) "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman artık mümin bir erkek ve kadının, işlerini kendi isteğine göre belirleme hakkı yoktur." (Ahzâb, 36) "Onların ara­sında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Dikkat et de Allah'ın indirdiğinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar." (Mâide, 49) Fakat daha önce de söylediğimiz gibi yüce Allah, ümmete yardımcı olma anlamındaki veliliği Peygamber efendimize (s.a.a) izafe etmemiştir.

   Bütün bunlardan çıkan ortak sonuca göre Peygamberimizin, ümmeti Allah'a sevk etme, onları yö­netme ve aralarında hüküm verme konusunda onlar üzerinde velilik yetkisi vardır. Onlar da ona mutlak anlamda itaat etmekle yükümlüdürler. Buna göre Peygamberimizin veliliği Allah'ın teşriî veliliğinin kap­samına girer. Bununla şunu kastediyoruz: Peygamberimize ümmetin önderi olarak itaat etmek farzdır. Çünkü ona itaat, Allah'a itaat ve onun velayeti Allah'ın velayetidir. Az önce okuduğumuz ayetlerin bir kısmı bunun delilidir. Şu ayetler gibi: "Allah'a itaat edin, Rasule... itaat edin." (Nisa, 59) "Allah ve Peygamber bir işte hüküm verdikleri zaman..." (Ahzâb, 36) Bu anlamdaki diğer ayetler de öyledir.

   "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." ayetinde Allah'a ve O'nun Resu­lüne atfedilerek müminler için söz konusu edilen velilik de, Allah ve Peygamberimiz için sabit olan bu anlamdaki veliliğin aynısıdır. Çünkü ayetin akışı, bu veliliğin bir velilik olduğunu ve bu veliliğin asaleten yüce Allah'ın, bağımlı olarak ve Allah'ın izni ile de Peygamberin ve ayette sözü geçen müminlerin hakkı olduğunu gösteriyor.

   Eğer ayette Allah'a izafe edilen velilik, müminlere izafe edilen velilikten başka türde olsaydı, yan­lış anlama ihtimalini ortadan kaldırmak için müminler için başka bir velilik zikredilmesi uygun olurdu. Buna benzer durumlarda olduğu gibi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "O sizin için hayırlı bir kulaktır. Allah'a inanır, müminlere inanır." (Tevbe, 61) Bu ayette "inanmak" kelimesi tekrarlanmış; çünkü her iki yerdeki anlamı birbirinden farklıdır. Bunun benzerini "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisa, 59) ayetinde de görüyoruz.

   Üstelik "Sizin veliniz" ifadesindeki "veli" kelimesi tekil, izafe edildiği "müminler" kelimesi ise çoğuldur. Tefsirciler, bu durumu buradaki veliliğin tek anlamı olduğu ve bunun asaleten yüce Allah 'a, bağımlı olarak da O'ndan başkalarına ait olduğu şeklinde açıklamışlar.

   Bütün bu dediklerimizden, "Sizin veliniz ancak..." ifadesindeki sınırlamanın "kasr'ul-ifrad" anla­mında olduğu hususu da açıklık kazanmış oldu. Yani muhatapların, bu veliliğin hem ayette sayılanlar, hem de başkaları için söz konusu olduğunu zannetmemeleri için bu veliliğin sadece ayette sayılanlara mahsus olduğu vurgulanmıştır. Bu sınırlama, "kasr'ul-kalb" anlamını ifade etmeye yönelik bir sınırlama olarak da yorumlanabilir. (Bu durumda, "Allah, O'nun Resulü ve ayette sözü edilen müminler sadece sizin velinizdir, başkaları değil" gibi bir anlam ortaya çıkar.)

   "Namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren" Bu ifade, (inananların velisi olarak bildirilen) "müminler" hakkında bir açıklamadır "ve rükû hâlinde iken" ifadesi "zekât veren" ifadesiyle ilintili hâl­dir, "Rükû" insan vücudunun belirli bir durumunu ifade eder. Beli bükülmüş yaşlı adama da "şeyh-i râki " derler. Şeriat dilinde ise ibadette belirli bir durum anlamına gelir. Yüce Allah, "rükûa varanlar ve secde edenler" (Tevbe, 112) buyuruyor. Rükû, Allah'a boyun eğmeyi, O'nun karşısında alçalmayı tem­sil eder. Fakat secdenin aksine bu ibadet biçimi İslâm'da namaz dışında meşru değildir. Rükû, boyun eğ­meyi ve alçalmayı içerdiği için bazen istiare yolu ile her boyun eğme ve alçalma veya fakirlik ve geçim sıkıntısı gibi normal olarak başkasına boyun eğme sonucunu doğuran hâller anlamında da kullanılır.

   "Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü edilen müminleri veli edinirse, (bilsin ki) galip gele­cek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." (Mâide, 56) Ayette geçen "yetevelle" fiilinin mastarı olan "tevellî" veli edinmek demektir. "Müminler"den maksat, bir önceki ayette sözü edilen müminlerdir. "Ga­lip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." ifadesi, şartın cezası yerindedir, ama ceza değildir. Bu ifade, hükmün sebebine delâlet etsin diye büyük önermeyi sonuç yerine koymak kabilindendir.

   Buna göre ayetin anlamı, "Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü edilen müminleri veli edinirse galiptir. Çünkü o Allah'ın hizbindendir ve Allah'ın hizbi kesinlikle galiptir" şeklindedir. Buna göre bu ifade, o kimselerin Allah'ın hizbi olduklarım kinaye yolu ile dile getiren bir ifadedir.

   Ragıp İsfahanî'nin açıklamasına göre "hizb" katı ve sert bir topluluk demektir. Yüce Allah, Kur'ân'ın başka bir yerinde de buradakine yakın bir içeriği bulunan bir ayette "Allah'ın hizbi" tabirini kul­lanmış ve onların kurtuluşa eren kimseler olduklarını belirtmiştir. Sözünü ettiğimiz ayet şudur: "Allah­'a ve ahiret gününe inanan bir topluluğun babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları da olsa Al­lah'a ve Peygambere düşman olanlarla dost olduklarını göremezsin. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onlar Allah'ın hizbidirler. İyi bil ki, felaha erenler, yalnız Allah'ın hizbidir." (Mücadele, 22)

   Ayette geçen "felah" kelimesi, istenileni elde etme, hedefe kavuşma anlamında zafer ve galibiyet demektir. Yüce Allah bu galibiyet ve felahı, müminlere en güzel ifadelerle vaat etmiş, onlara buna ka­vuşacakları müjdesini vermiştir. "Müminler kesinlikle felaha ermiştir." (Mü'minûn, 1) ayetinde ol­duğu gibi. Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur. Bu ayetlerin hepsinde "felah" kelimesi mutlak biçimi ile yer almıştır. Buna göre maksat mutlak galibiyet, mutlak felahtır. Yani dünyada ve ahirette mutluluğa ermek, hakka erişmek, kötülüğe galip gelmek ve bâtılı yok etmektir. Bu sonuç, dünyada Allah'ın dost­larından oluşmuş ve şeytanın dostlarından arınmış takva sahibi sağlıklı bir toplumda var olabilen temiz hayatla, ahirette ise âlemlerin Rabbinin huzurunda gerçekleşebilir.

   Bu iki ayetin yüzüğün sadaka olarak verilmesi konusunda indiğine dair rivayetler çoktur... Bu ri­vayetlerin nakledilmesinde Ebuzer, İbn Abbas, Enes b. Malik, Ammar, Cabir, Seleme b. Kuheyl, Ebu Rafı ve Amr b. As gibi çok sayıda sahabî ve Hz. Ali, İmam Hüseyin, İmam Seccad, İmam Bakır, İmam Sadık ve İmam Hadi gibi Ehl-i Beyt İmamları (hepsine selâm olsun) iştirak etmiştir.

   Bu rivayetleri Ahmed, Neseî, Taberî, Taberanî, Abd b. Humeyd ve diğerleri gibi tanınmış tefsir imamları ile hadis hafız ve imamları reddetmeden ittifakla nakletmişlerdir. Kelâmcılar tarafından da bu rivayetlerin doğruluğu kabul edilmiştir. Fıkıh bilginleri de bu rivayetleri namazda "amel-i kesir" ve "nafile sadakalara zekât adı verilip verilemeyeceği" konularında yer vermişlerdir. Zemahşerî ve Ebu Heyyan gibi edebiyetta tanınmış tefsirciler de eserlerinde bu rivayetlere yer verdikleri hâlde ayetler ile rivayetler arasındaki uyumluluğu tartışma konusu yapmamışlardır. Hepsi birer dil uzmanı olan raviler de böyle bir tartışmayı gündeme getirmemişler.

   Bütün bunlardan sonra bir tefsircinin, bu ayetin iniş sebebinin yüzük meselesi olduğu yolundaki rivayeti uydurma saymasına asla itibar edilmez. İbn Teymiye de daha da ileri giderek bu rivayetin uy­durma olduğuna dair âlimler arasında ittifak olduğunu iddia etmiştir ki, bu şaşırtıcı bir iddiadır. Gerçe­ğin ne olduğunu ise yukarıdaki açıklamamızda ortaya koymuş bulunuyoruz. [el-Mîzan, c.6, s.5-19, 31]

 

[106]- "Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalana­rak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç- dikili taşlar üzerine bo­ğazlanan hayvanlar ve (hayvanın etini) fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır.

   Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum. O hâlde kim, (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlar­dan yiyebilir; çünkü) Allah hiç şüphesiz bağışlayan ve esirgeyendir." (Mâide, 3)

   "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ayet, bulunduğu yer ve içerdiği anlama açıklık getirme açısından ilginçtir. Çünkü ayetin baş tarafım yani, "Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti... Bunlar yoldan çıkmak­tır." kısmını incelediğin ve buna son kısmını, yani "O hâlde kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah, bağışlayan ve esirgeyendir." İfadesini eklediğin zaman, bunun eksiksiz bir ifade olduğunu görürsün; anlamının tamamlığının ve maksadının anlaşılırlığının, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesine bağlı olmadığını gözlemlersin ve bu ifadenin tam bir ayet olduğunu, daha önce nazil olan En'âm [145], Nahl [115] ve Bakara surelerinde haram yiyecekleri açıklayan ayetlere benzediğini görürsün. Örneğin, Bakara süresindeki ilgili ayette şöyle buyruluyor: "Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başka­sı adına kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur ka­lırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü, Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 173)

   Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir..." ifadesi, bir ara söz niteliğindedir ve ayetin ortasına yerleştirilmiştir. Ayetin kanıtsallık ve açıklık bakımından bu ara söze bağlılığı yoktur. Artık bundan sonra dilersek şunu söyleyebiliriz: Bu ara söz, ilk baştan bu ayetin orta­sında nazil olmuştur ve indiği andan itibaren bu ayetle birlikte inmiştir. Ya da şöyle diyebiliriz: Bunlar iki ayrı ayettiler ve farklı zamanlarda nazil olmuşlardı. Birini diğerinin ortasına yerleştirmeyi Hz. Pey­gamber (s.a.a) vahiy katiplerine emretti. Ya da şöyle deriz: Bu ifade, ayetin geneliyle aynı zamanda in­mediği hâlde, Mushaf m cemi esnasında ayetin bir parçası olarak yazıldı. Bu ihtimallerin hangisi doğru olursa olsun, "ayetin başı ile son kısmını birlikte mütalâa ettiğimiz zaman, ifade bir ara söz gibi belir­ginleşiyor" şeklindeki değerlendirmemiz üzerinde bir etkisi söz konusu olmaz.

   Bu çıkarsamamızı destekleyen bir diğer husus da -büyük bir yekûn tutan rivayetlerin tamamı olmasa bile- nüzul sebebine ilişkin rivayetlerin büyük bir kısmının özel olarak, "Bugün inkâr edenler ..." ifadesini esas almaları ve ayetin aslını yani, "Size (şunlar) haram kılındı..." diye başlayan kısmını esas almamalarıdır. Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün... umudu kesmişlerdir..." kısmı, ayetin başın­dan ve sonundan ayrı ve bağımsız olarak nazil olmuştur.

   ed-Dürr-ül Mensur tefsirinde, Abd b. Hamid kanalıyla Şa'bi'den aktarılan rivayet de bu yaklaşı­mı destekler mahiyettedir: "Peygamberimiz (s.a.a) Arefe'de bulunduğu sırada ona şu ayet indi: 'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' Bazı ayetler Peygamberin ilgisini çektiğinde onu surenin baş tarafına koyardı." Daha sonra Şa'bî şöyle ekledi: "Ona hac ibadetlerini nasıl yapacağını Cebrail öğretiyordu."

   Öte yandan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." cümlesi ile "Bu­gün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi, içerik bakımından birbirine yakındır ve anlam itibariyle birbiriyle irtibatlı oldukları da kuşku götürmez. Çünkü kâfirlerin Müslümanların dinlerinden umudu kes­miş olmaları ile Müslümanların dinlerinin olgunlaştırılmış, kemale erdirilmiş olması arasındaki bağıntı açıktır. Ayrıca her iki cümlenin içerikleri iç içe geçebilir ve parçalan birbiriyle ilintili, birbiriyle bütün­leşmiş tek bir içerik hâline gelebilir. Kaldı ki, iki cümle arasında belirgin bir akış birliği de göze çarp­maktadır. Bunu destekleyen bir diğer unsur da sahabe ve tabiin kuşaklarının ilk ve son dönem müfessir-leri ile sonradan gelen tefsir bilginlerinden günümüze kadar ortaya çıkan tefsir âlimlerinin bu iki cümleyi birbirini bütünleyen bitişik iki cümle olarak ele almalarıdır. Bunun tek nedeni, söz konusu iki cüm­leden bizim anladığımız şeyi anlamış olmaları, iki cümlenin birlikte indiğini ve aynı anlama delâlet et­me noktasında birleşmelerini esas almış olmalarıdır.

   Bundan da şu sonuç çıkar: Ayetin akışı içinde bir ara söz olarak yer alan, "Bugün inkâr eden­ler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, parçalan birbi­riyle bütünlük arz eden tek bir sözdür ve tek bir hedefi vurgulamaya yöneliktir. Arada bir farklılık ol­maksızın iki cümle bütünlük içinde bu hedefe işaret etmektedir. Bu açıdan, bu iki cümleyi de içeren ayetle irtibatlı olduğunu söyleyip söylememiz arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bu, söz konusu ifadenin bir söz oluşunu olumsuz yönde etkilemez. Bu bir ara sözdür. İki ayrı hedefe yönelik iki ayrı söz değil. Yine, "Bugün inkâr edenler..." ve "Bugün sizin dininizi..." ifadelerinde tekrarlanan "gün" le, kâfirlerin umut kestikleri ve dinin olgunlaştığı bir tek gün kastediliyor.

   [1] Acaba, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın." ifadesinde geçen "gün"le ne kastediliyor? Peygamberin (s.a.a) gönderilişi ve davete baş­laması ile birlikte İslâm'ın ortaya çıkış zamanı mı? Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz:

   "Allah size İslâm'ı gönderdi. Böylece dininizi olgunlaştırdı, üzerinizdeki nimeti tamamladı ve kâfirleri sizin dininizden umutsuz kıldı."

   Fakat böyle bir sonuç elde etmenin imkânı yoktur. Çünkü ayetin zahirî akışı gösteriyor ki, onla­rın bir dinleri vardı ve kâfirler bu dini yok etmeyi veya değiştirmeyi umuyorlardı. Müslümanlar da din­lerinden dolayı onlardan korkuyorlardı. Ancak şimdi yüce Allah, kâfirleri beklentileri noktasında umut­suzluğa düşürdü ve Müslümanlara bu açıdan güvence verdi. Yine anlaşılıyor ki, bu güne kadar din ek­sikti, Allah onu kemale erdirdi ve üzerinizdeki nimetini tamamladı. Oysa, onların İslâm'dan önce bir dinleri yoktu ki, kâfirler onu yok etmeyi kursunlar ya da yüce Allah onu kemale erdirsin, böylece üzer­lerindeki nimetini tamamlasın.

   Kaldı ki, yukarı da ileri sürülen bir anlam elde etmek için, ifadenin akışında bir değişikliğin ya­pılması ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin, "Bugün inkâr edenler, sizin dininiz­den umudu kesmişlerdir." ifadesinden önce yer alması gerekir ki, söz dizimi böyle bir anlama uygun hâle gelsin.

   [2] Acaba "gün"den maksat, Mekke fethinden sonraki dönem midir? Ki yüce Allah o gün Ku-reyş müşriklerinin plânlarını boşa çıkarmış, tuzaklarını başlarına geçirmiştir; müşriklerin etkinliklerini yok etmiştir. O gün dinlerinin temeli yıkılmış, putları parçalanmış, artık dizlerinin üstüne dikilmekten umutlarını kesmişlerdir. İslâm'a karşı koyacak, egemenliğini ve yayılmasını önleyecek güçleri kalma­mıştır. Acaba bu mudur kastedilen?

   Ayetten hareketle böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir. Çünkü ayette dinin kemale er­dirilmesinden ve nimetin tamamlanmasından söz ediliyor. Oysa, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Mekke fethiyle din kemale erdirilmiş değildir. Bundan sonra nice farzlar nazil olmuştur. Bugünden Pey­gamberin (s.a.a) vefatına kadar geçen süre içinde nice helâller ve haramlar hükme bağlanmıştır.

   Kaldı ki, "İnkâr edenler..." (kâfirler) ifadesi geneldir; bütün Arap müşriklerini kapsar, ki müş­riklerin tümü Müslümanların dinini yok etmekten ümitlerini kesmiş değillerdi. Bunun bir kanıtı da müş­riklerin İslâm'a karşı saldırgan tutumlarını sürdürmeleri ve kimi taraflar arası saldırmazlık anlaşmaları­nın yürürlükte kalmalarıdır. Müşrikler, müşrik geleneklere uygun olarak hac ziyaretinde bulunuyor, müşrik kadınlar çıplak hâlde tavaf yapabiliyorlardı. Bu durum, Resûlullah Ali'yi Tevbe süresindeki ilgi­li ayetleri okumak üzere gönderip cahiliye geleneklerinin kalıntılarını geçersiz kılıncaya kadar sürdü.

   [3] Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Tevbe suresinin inişinden sonraki bir dönem midir? Çünkü Tevbe suresinin inişinin ardından İslâm, yaklaşık olarak bütün Arap yarımadasına yayılmıştı. Şirkin izleri silinmiş, cahiliye gelenekleri ölmüştü. Müslümanlar dinî ayinlerde ve hac ibadetinde bir tek müşrike rastlamaz olmuşlardı. İş Müslümanlar için netlik kazanmıştı. Allah, korkularım güvene dönüş­türmüştü. Ona kulluk ediyor ve hiçbir şeyi Ona ortak koşmuyorlardı. Acaba bu dönem midir kastedilen?

   Ayetten böyle bir sonuç çıkarmanın imkânı yoktur. Çünkü Arap müşrikleri, Tevbe süresindeki ilgili ayetlerin inişi, şirkin yarımadadan silinişi ve cahilî geleneklerin ortadan kalkışı karşısında Müslü­manların dinlerini yok etmekten umut kesmişlerdi; ancak din henüz kemale erdirilmemişti. Çünkü bun­dan sonra da çeşitli farzlar ve hükümler içeren ayetler inmişti. Bunlardan biri de Mâide suresinde yer alan kimi ayetlerdir. Mâide suresinin Peygamberimizin (s.a.a) son dönemlerinde indiği hususunda âlim­ler arasında görüş birliği vardır. Bu surede helâl, haram, hadler ve kısas gibi meselelere ilişkin birçok hüküm vardır.

   Bundan şu sonuç çıkıyor: Ayette geçen "gün" kelimesiyle ilk bakışta ayetin anlamıyla uyum sağlayacak örneğin, İslâm davetinin ortaya çıktığı zaman veya Mekke fethinden sonraki zaman ya da Tevbe süresindeki ilgili ayetlerin indiği dönemden sonraki günler gibi günün geniş anlamının [dönem] kastedilmiş olmasına imkân yoktur. Dolayısıyla şunu söylemekten başka seçeneğimiz yoktur: Ayette ge­çen "gün"den maksat, ayetin indiği gündür. Bu da bizzat surenin indiği gündür de. Bunun için de, "Bu­gün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir." ifadesinin anlam itibariyle kendisini kuşatan ayetle irtibatlı bir ara cümle olarak algılanması gerekir. Ya da Peygamberinizin son zamanlarında ve Mâide suresinden sonra inmiş olması lazım gelir. "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." İfadesi bunu gerektirmektedir.

   [4] Acaba belirli günlerle, bizzat Mekke'nin fethedildiği gün mü kastedilmiştir? Yoksa Tevbe suresinin ilgili ayetlerinin indiği gün mü? Bu yaklaşımın yanlışlığını göstermek bakımından, önceki ikinci ve üçüncü ihtimale ilişkin olarak gündeme getirdiğimiz müşküller yeterlidir.

   [5] Bazı müfessirlerin savunduğu ve çeşitli rivayetlerde işaret edildiği gibi, kastedilen gün, ve­da haccındaki Arefe günü müdür? Şu hâlde, o gün Müslümanların dinlerini yok etmekten umudu ke­senlerden kimler ve ne kastedilmiştir? Şayet umutsuzluktan maksat, Kureyş müşriklerinin, Müslüman­ların dinlerine üstünlük sağlamaktan ümit kesmeleriyse, bu, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Mek­ke'nin fethedildiği gün ortaya çıkan bir durumdur, onuncu yılın Arafe günü değil. Eğer kastedilen tüm Arap müşriklerinin bu konuda ümitsizliğe düşmeleriyse, bu da Tevbe suresinin inişinden sonraki dö­nemde, yani hicretin dokuzuncu yılında ortaya çıkan bir durumdur. Eğer maksat, Yahudi'si, Hıristiyan'ı ve Mecusî'siyle bütün kâfırlerse -ki "İnkâr edenler..." şeklindeki mutlak ifade bunu gerektirir- bunlar henüz İslâm'ı yenilgiye uğratmaktan umutlarını kesmemişlerdi ve henüz İslâm, Arap yarımadasının dı­şında üstünlük, egemenlik, güç ve caydırıcılık kazanmamıştı.

   Öte yandan -Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının dokuzuna denk düşen- bu günün, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesine uygun düşecek özelliğini, ayrı­calığını düşünüp üzerinde durmamız gerekir.

   Denebilir ki: Bununla, Peygamber efendimizin (s.a.a) bizzat katılarak hac merasimini kemale erdirmesi sözlü öğreticiliğinin yanı sıra, fiilî olarak da insanlara hac ibadetinin nasıl yerine getirileceği­ni öğretmesi kastedilmiştir.

   Ne var ki: Sırf Peygamberimizin (s.a.a) hac merasimini öğretmesinin -insanlara temettü haccmı öğrettiği hâlde, kulak ardı edilişi somut bir örnek olarak ortadayken ve ondan önce de namaz, oruç, hac, zekât ve cihat gibi dinî farzlar hükme bağlanmışken- dinin kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmesi doğru olmaz. Dinin gereklerinden bir vacibin öğretilmesi, o vacibin tamamlanması ve kemale erdiril­mesi olarak isimlendirilebilir mi? Bu bile olmazken, dinin bir vacibinin öğretilmesi dinin tümünün ke­male erdirilmesi olarak nasıl kabul edilebilir?

   Kaldı ki bu ihtimal, "Bugün inkâr edenler.-.umudu kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdını." cümlesi arasındaki bağıntının kesilmesini gerektirir. Resûlullah'm insanlara temettü haccmı öğretmesi ile kâfirlerin dinden ümitlerini kesmeleri arasında ne gibi bir bağlantı vardır?

   [6] Bazılarının şöyle demeleri de mümkündür: Bundan maksat, söz konusu günde, Mâide sure­sinde yer alan diğer helâl ve haramlara ilişkin hükümlerin indirilerek dinin kemale erdirilmesidir. Çün­kü bundan öte helâl ve haram yoktur. Dinin bu şekilde kemale erdirilmesiyle kâfirlerin kalplerini ümit­sizlik kaplamıştır. Bu ümitsizliğin ve karamsarlılığm belirtileri yüzlerine yansımıştır.

   Fakat bu takdirde ayette "inkâr edenler" şeklinde ifade edilen bu kâfirleri belirlemede titiz davranmamız gerekir. Kim bunlar? Eğer Arap kâfirler kastediliyorsa, o gün İslâm onları kaplamıştır, hiç kimse İslâm'dan başka bir görünümle ortaya çıkamıyordu ki bu da gerçek İslâm'ın aynısıydı. [Çün­kü gerçek İslâm, zahirî teslimden başka bir şey değildir.] Şu hâlde ümitleri kırılan kâfirler kimlerdir?

   Eğer bunların dışında, Arap olmayan diğer kâfir topluluklar ve kuşaklar kastedilmişse, az önce işaret ettiğimiz gibi, onlar henüz Müslümanlara üstünlük kurmaktan ümitlerini kesmemişlerdi.

   Sonra, Mâide suresinin inişi ve Arefe gününün sona erişiyle birlikte hüküm koyma işleminin sona erdiği meselesini irdeliyoruz ve görüyoruz ki, elde birçok rivayet vardır ve azımsanmayacak bir yekûn tutan bu rivayetlerde, bu günden sonra da birçok hüküm ve farzın indirildiğine işaret ediliyor. "Sayf Ayeti" [=Yaz Ayeti] diye adlandırılan ayeti (Nisa suresinin sonunda yer alan kelâle yani, geride mirasçı olarak ana baba ve çocuk bırakmadan ölen kimsenin durumuna ilişkin ayet.) ve faiz ayetlerini buna örnek gösterebiliriz. Nitekim Ömer'in yaptığı bir konuşmada şöyle dediği rivayet edilir: "Kur'ân'ın en son inen ayeti faiz ayetidir. Resûlullah (s.a.a) bu ayeti bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla bu hususta kuşku duyduğunuz şeylerden kaçının ve kuşku duymadıklarınızı uygulayın..." Buharî, Sabih'in-de İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder:

   "Resûlullah'a inen en son ayet faiz ayetidir." ... daha birçok rivayet örnek gösterilebilir. O hâlde hiç bir araştırmacı, bu rivayetleri zayıf kabul ederek, ayete öncelik tanıyamaz. Çünkü ayet söz konusu günle, falan günün kastedildiği hususunda kesin ve açık bir ifadeye sahip değildir. Bilâkis bu, verilen ihtimallerden sadece biridir. Bunun kesinlik kazanması için bununla bağdaşmayan ihtimallerin olumsuz-lanması gerekir. Bu rivayetlerinse, hiçbir dayanağı olmayan diğer ihtimallerden eksik bir yanı yoktur.

   [7] Ayetle ilgili olarak şöyle de denebilir: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, Kabe'nin kâ­firlerden temizlenmesi, müşriklerin oradan uzaklaştırılmasıdır. Böylece Müslümanlar, aralarına müşrik­ler karışmadan haccettiler.

   Bu ihtimale karşı şunu diyebiliriz: Söz konusu iş bundan bir yıl önce Müslümanlar için netlik kazanmıştı ve sadece Müslümanlar haccediyorlardı. Dolayısıyla bunu, "Bugün sizin için dininizi ol­gunlaşırdım." ifadesinde geçen "bugün" sözcüğüyle sınırlandırmanın anlamı nedir acaba?

   Kaldı ki, Beytullah'ın sadece Müslümanlara has kılmışı ve müşriklerden arınması, nimetin ta­mamlanması olarak değerlendirilse bile, dinin kemale erdirilmesi olarak değerlendirilmesi kabul edil­mez. Kâbe’nin şirk kalıntılarından arındırmasının, dinin kemale erdirilmesi olarak nitelendirilmesi ne anlam ifade ediyor? Değil mi ki din, inançlar ve hükümler toplamıdır. Dolayısıyla dinin kemale erdiril­mesi, parçalarının ve kısımlarının sayısına başka sayıların eklenmesi anlamını ifade eder. Ortamın dinin uygulanmasına uygun hâle getirilmesi, dinî pratiğin önündeki engellerin ve barikatların kaldırılması ise, kesinlikle dinin kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmez. Kaldı ki, kâfirlerin dini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmeleri problemi de olduğu gibi duruyor.

   [8] Ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirmenin söylenmesi de mümkündür: Dinin ke­male erdirilmesinden maksat, söz konusu haramların ayrıntılı bir şekilde açıklanmasıdır. Bundan mak­sat da Müslümanların açıklamaları dikkate alıp haramlardan kaçınmaları ve bu konuda kâfirlerden korkmamalarıdır. Çünkü kâfirler, Müslümanların dinlerini yok etmekten ümit kesmiş bulunuyorlardı. Bu, Allah'ın Müslümanları desteklemesi, dinlerini üstün kılması ve onları kâfirler karşısında galip getir­mesi sayesinde gerçekleşmiştir.

   Konuyu biraz daha açacak olursak: İlâhî hikmet, İslâm'ın ilk dönemlerinde dört temel haram­dan, yani leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına kesilenlerden bazı Mekke inişli surelerde ge­nel olarak söz edilmesini yeterli görmüştür. Bu surelerde ayrıntıya başvurulmamıştır. İslâm'ın Müslü­manlar açısından uygun görmediği daha başka detaylar bu ayrıntıların kapsamında peyderpey açıklan­mak üzere terk edilmiştir. Mekke'nin fethinden sonra, tefsiri sunulan ayetin kapsamında ayrıntıya baş­vurulmuştur. Bu, söz konusu pisliklerin haramlılığına yönelik aşamalı bir yasaklama ve zorlaştırmadır.

   Nitekim aynı yöntem, şarabın haram kılmışında da uygulanmıştır. Bununla güdülen amaç, Arap­ların İslâm'dan kaçmamalarıdır. İslâm'da zorluk görüp de inanan yoksulların geri döneceği ümidine kapılmamalarıdır. Ki ilk Müslümanların büyük çoğunluğunu yoksullar oluşturuyordu.

   Fakat İslâm güçlendikten sonra, bu haramların ayrıntılı açıklamasına başvuruldu. Artık Allah Müslümanlara bolluk bahsetmişti, onları güçlendirmişti. Müşrikler de Müslümanların dinlerinden kaçıp uzaklaşmalarından ümitlerini kesmişlerdi. Müslümanları yenilgiye uğratacaklarına ve caydırıcı, ezici bir güç toplayıp İslâm'ı ortadan kaldırmalarına dair bir duygu taşımaz olmuşlardı. Dolayısıyla artık mü­minlere onları dikkate almaları, dinlerinden ve canlarından yana onlardan korku duymaları yakışırdı.

   Şu hâlde ayette geçen "gün"den maksat, Veda Haccı yılının Arefe günüdür. Geri kalan hüküm­leri açıklayan bu ayet o günde inmiştir. Bu hükümlerle yüce Allah cahiliyenin basit anlayışlarının, pis­liklerinin ve asılsız kuruntularının kalıntılarını da geçersiz kılıp ortadan kaldırdı. Bu ayet, Müslümanla­rın müşriklere tam anlamıyla üstünlük sağlamalarının müjdesiydi. Artık müşrikler İslâm'ın yok olacağı­nı umacak durumda değildiler. Bundan sonra onlarla hoş geçinmeye bakmanın, onlardan korkmanın, sonuçtan endişe etmenin gereği yoktu.

   Dolayısıyla yüce Allah, bu ayette Müslümanlara, kâfirlerin onların dinlerini yok etmekten umut kestiklerini haber vermektedir. Şu hâlde -zayıflıkları güce, korkuları güvene ve yoksullukları zenginliğe dönüştüğü bu süreçte- Allah'tan başkasından korkmamaları gerekmektedir. Ayette ayrıntılı biçimde açıklanan haramlardan uzak durmaları lazım gelir. Bu, dinlerinin kemale ermesi anlamını ifade eder. İş­te bazıları özet olarak sunulan bu alıntı şeklinde, ayet hakkında bir görüş ileri sürmüşlerdir.

   Yukarıdaki yoruma ilişkin açıklamamız şudur: Bu değerlendirmeyi yapan kişi, sözü edilen ihtimallerden birkaçını birleştirmek, böylece her ihtimal ile bir başka ihtimalin karşılaştığı problemi savmak amacındadır. Bunu yaparken bütünüyle bir çıkmaza girmekte ve hem ayetin anlamını, hem de lafzını bozmaktadır.

   Şunun farkında değildir: Eğer umutsuzluğa düşmekten maksat, Mekke'nin fethiyle veya Tevbe süresindeki ilgili ayetlerin inmesiyle birlikte İslâm'ın üstünlük sağlaması ve güçlenmesi, dolayısıyla kâfirlerin içine düştükleri karamsarlıksa, bunun hicretin onuncu yılının Arefe gününde gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz. "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." Oysa kâfir­ler, bu bağlamda bundan bir veya iki yıl önce ümitlerini kesmişlerdi zaten. Bu konuda adı geçen zatın da ayetle ilgili değerlendirme yaparken belirttiği gibi, zamanını belirten "ümitsizliğe düşmüşlerdi" ve­yahut [zamanı belirtmeyecek örneğin] "onlar şüphesiz ümitsiz olanlardırlar" şeklinde tabirler kullanıl­ması gerekirdi.

   Yine, bazı yiyeceklerin haram kılmışının aşamalı olduğunu söyleyip içkinin haram kılınışıyla mukayese ederken de yanılmaktadır. Eğer aşamalılıktan kastı, bazı maddelerin bazı maddelerden sonra haram kılınmış olması ise, bilindiği gibi ayet, kendinden önce inen Bakara, En'âm ve Nahl surelerinde-ki ilgili ayetlerin içerdikleri maddelerden fazlasını içermiyor ve bu ayette söz konusu edilen boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu surelerde zikredilen kavramlara giren hususlardır.

   Şayet aşamalılıktan kastı, insanların kabul etmekten kaçınacakları korkusuyla başvurulan ic­mali, sonra ayrıntılı açıklama ise, bu, yersiz bir değerlendirmedir. Çünkü Mâide suresinin inişinden ön­ce, haram oldukları açıkça belirtilen leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanlar nesnel karşılıkları itibariyle daha belirgin, daha ağır gelen ve boğulmuş ya da vurulmuş hayvanlara göre daha etkileyicidir. Bunlarsa az rastlanan ve nadiren yaşanan olgulardır. Şu hâlde, nasıl oluyor da daha önemli ve daha etkileyici olan bu dört maddenin haram olduğu, en ufak bir korku duyulmadan açıklanı­yor da, bunlara göre pek önemli olmayan bu maddelerin gündeme getirilişinden korku duyuluyor, ha­ram oluşları aşamalı olarak açıklanıyor, açıkça belirtme hususunda insanlardan korku duyuluyor?

   Kaldı ki, böyle bir şey olmuş olsa bile bu, dinin kemale erdirilmesi anlamına gelmez. Hükümle­rin yasalaştırılması din olarak adlandırılabilir mi ki, bunların tebliğ edilişi ve açıklanışı dinin kemale er­dirilmesi olarak adlandırılsın? Bu, doğru kabul edilse bile, ancak dinin bir kısmının kemale erdirilmesi ve nimetin bazısının tamamlanması anlamına gelir; tamamının ve bütünün değil. Oysa yüce Allah, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." buyurmuştur. Yani hiçbir kayıt belirtmeksizin, sözü mutlak tutmuştur.

   Kaldı ki, yüce Allah, daha birçok günde birçok hüküm açıklamıştır. Öyleyse bu günde açıkla­nan hükmün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah onu veya ayrıntılı açıklamasını dinin kemale erdirilmesi ve nimetin tamamlanması olarak isimlendirmiştir?

   [9] Yoksa dinin kemale erdirilmesinden maksat, haram yiyecekleri ayrıntılı bir şekilde açıkla­yan bu ayetin inişinden sonra yasama kapısının kapanması şeklindeki tamamlanışı mıdır?

   Bu durumda Mâide suresinin inişi ile Peygamberin (s.a.a) bu dünyadan göç edişi arasında inen hükümlerin durumu ne olacaktır? Hatta bizzat Mâide suresinin içinde bulunup da bu ayetten sonra inen öteki hükümler için ne diyeceğiz? Varın siz düşünün!

   [10] Bütün bunlardan sonra, eğer maksat hicrî onuncu yılın Arefe gününde inen ayetin kapsadı­ğı haramların zikredilişinden dolayı yapılan iyiliği anmaksa, "size din olarak İslâm'a razı oldum." (ki cümlenin takdiri, "Bugün razı oldum"dur) ne anlam ifade ediyor? Bu günün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah özellikle o günde din olarak İslâm'dan razı olsun? Ki bu razı oluşa uygun düşecek nitelikte bu gü­ne özgü bir durum da söz konusu değildir?!

   Bundan önceki yaklaşımlar için ileri sürülen problemlerin birçoğu ya da çoğunluğa yakın mik­tarı bunun için de söylenebilir. Fakat biz onları tekrarlayarak sözü uzatmak istemiyoruz.

   [11] Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Arefe günü ile Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye vardığı gün arasındaki herhangi bir gün müdür, demek isteniyor? Nitekim kâfirlerin ümitsizliğe düşme­leri ve dinin kemale erdirilişi bazılarınca bu şekilde yorumlanmıştır!

   Bundan önceki yaklaşımlara ilişkin problemler, aynı detayıyla bunun için de geçerlidir.

   Şimdiye kadar ayetin anlamını belirleme yolunda sunduğumuz araştırma, ayetin anlamı ile ilgili olarak söylenenler veya söylenebilecek şeyler üzerine yapılan değerlendirmelerdir ki bu bizim ayetle ilgili araştırmamızın bir kısmıdır sadece. Şimdi tefsirimizin kendine özgü araştırma yöntemine uygun olarak diğer kısmına bakalım.

   "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın." Ayette geçen "ye's=umutsuzluk" kelimesi, "recâ=umut" kelimesinin karşıtıdır. Din ise, Allah katından peyderpey inmiştir. Buna göre bu ifade gösteriyor ki, kâfirler, Müslümanların dini olan İslâm'dan yana olumsuz bir beklenti içindeydiler. Uzun süreden beri onun bir şekilde ortadan kalkmasını umuyorlardı. Onların bu tavırları, zaman zaman İslâm için de bir tehdit oluşturuyordu. Din onlardan yana günbegün tehditle karşı karşıya kalıyordu. Bu da müminleri sakınmaya ve korku duymaya iten bir durum olmalıy­dı zaten.

   Buna göre, "Artık onlardan korkmayın." ifadesi, yüce Allah'tan müminlere, karşı karşıya bulun­dukları tehlikeye ve içlerinde biriken korkuya karşı bir güvence niteliğindedir. Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmuştur: "Ehlikitap'tan bir grup sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı." (Âl-i İmrân, 69) "Ehl-i Kitap'tan çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoşgö­rün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir." (Bakara, 109)

   Kâfirlerin, Müslümanların başlarına çorap örmek için fırsat kollamaları, Müslümanların dinleri­ne duydukları hınçtan kaynaklanıyordu. İslâm dini karşısında göğüslerinin daralması, kalplerinin sıkış­masının tek nedeni İslâm'ın onların zorba egemenliklerine son vermesi, haksızlıklarla elde ettikleri onurlu görüntünün sahteliğini ortaya çıkarmasıdır. Canlarının istediğini yapmalarına engel olmasıdır. Nefislerinin alışkanlıklarına son noktayı koymasıdır. Her istediklerini hiçbir koşula ve kayda bağlı kal­maksızın yapmalarına izin vermemesidir.

   Onların öfkeleri dinin kendisine yönelikti, dinin inananlarına yönelik öfkeleri hak dinlerinden dolayıydı. Onların amacı bütün Müslümanları öldürmek, yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmamak değildi. Aksine onların amacı, Allah'ın nurunu söndürmek ve sarsılan ve yılmaya yüz tutan şirkin te-melerini sağlamlaştırmak, müminleri yeniden küfre döndürmekti. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz ayette de buna işaret edilmiştir: "Sizi küfre döndürmek isterler." Bir diğer ayette şöyle buyruluyor: "Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, Elçisini, hidayet ve hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da onu, bütün dinlere üstün getirsin." (Saff, 8-9) "Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarın." (Mü'min, 14)

   Bu yüzden kâfirlerin tek derdi, bu güzel ağacı kökünden kesmekti. Müminlere dinden döndür­me amaçlı baskılar uygulayarak, topluluklarına nifak tohumlarını saçarak, dini bozmaya dönük kuşku ve hurafeler yayarak bu görkemli yapıyı temelinden yıkmaktı.

   İlk etapta Hz. Peygamberin (s.a.a) moralini bozup kararlılığını kırmaya, mal ile, mevki ile o za­tın dinî davetine ilişkin azmini boş ve sonuçsuz göstermeye dönük faaliyetlere giriştiler. Nitekim yüce Allah buna şu şekilde işaret etmiştir: "Onlardan bir grup fırladı; yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir." (Sâd, 6) Aralarına sızıp yağcılık yaparak bu işi yapmayı düşündü­ler. Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "istediler ki, sen yağcılık yapasın da onlar da yağcılık yapsınlar." (Kalem, 9) "Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacak­tın." (İsrâ, 74) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tap­mazsınız." (Kâfırûn, 1-3) Bu ayetlerde, nüzul sebebiyle ilgili rivayetlerde açıklanan iniş sebeplerine göre bu hususlara işaret edilmektedir.

   Bu dinin son bulmasıyla ilgili son beklentileri şuydu: "Bu misyonu yerine getiren şahsın erkek çocuğu yoktur. Dolayısıyla onun ölümüyle birlikte bu hak çağrısı da son bulacaktır." Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber kılığında bir kraldı, çağrısı da risalet kalıbı içinde sunulan bir saltanat davasıydı. Eğer o ölür veya öldürülürse, arkasından onun da, dininin de adı sanı unutulur gider. Sultan­ların ve Tiranların yaşamında gözlemlenen bir durumdur bu. İktidarları ne kadar görkemli, zorbalıkları ne denli kapsayıcı olursa olsun, insanları hangi düzeyde boyun eğdirmiş olurlarsa olsunlar, ölümleriyle birlikte adları, sanları da unutulur. İnsanların hayatlarına egemen kıldıkları yasaları ve kuralları da ken­dileriyle birlikte mezara gömülür. İşte kâfirlerin bu beklentilerine şu şekilde işaret edilmiştir: "Asıl so­nu kesik olan, sana kin duyandır." (Kevser, 3) Nüzul sebebine ilişkin rivayetlerde, ayetin kâfirlerin bu tür beklentilerine cevap olarak indiği ifade edilir.

   Bu ve benzeri duygular, kâfirlerin ruhlarına sinmiş beklentilerdi. Böylece Allah'ın dininin nuru­nu söndürmeyi umuyorlardı. Bir kuruntu olarak, bu tertemiz davetin bir türedi hareket olduğunu ve ge­lişmelerin onu yalancı çıkaracağını, işini bitireceğini, günlerin ve gecelerin geçmesiyle birlikte etkisinin geçeceğini düşünüyorlardı. Ancak İslâm'ın peyderpey ulaştığı bölgelerde halkına ve halkının dinine üs­tünlük kurması, sesinin gitgide yayılması, mesajının güç ve etkinlik kazanması kâfirlerin bu tür beklen­tilerini boşa çıkardı. Bu yüzden kâfirler Peygamberin (s.a.a) kararlılığını kırmaktan yana umutsuzluğa düştüler. Mal ve mevki vaadiyle hedeflerinden alıkoyacaklarına ilişkin ümitleri suya düştü.

   İslâm'ın ulaştığı güç ve caydırıcı egemenlik, biri hariç diğer tüm beklentilerden yana onları ka­ramsarlığa itti. Ümit bağladıkları diğer neden ise, Peygamberin (s.a.a) erkek çocuğunun olmaması, on­dan sonra misyonunu yürütecek, onun yerine geçip dinsel daveti yürütecek birinin bulunmamasıydı. Şu hâlde, onun ölümüyle birlikte dini de ölecekti. Hiç kuşkusuz, hükümler ve bilgiler bağlamında dinsel kemale eriş ne düzeyde olursa olsun, dinin kendini koruması açısından tek başına yeterli bir unsur değildir. İcat edilen yasalar ve insanlarca tâbi olunan dinler, ne kendi kendilerini ve ne de yayılmalarıyla, bağlılarının çokluğuyla varlıklarım ve orijinalliklerini koruyamazlar. Aynı şekilde, dinler ve yasa sis­temleri baskıyla, zorbalıkla, diktacı uygulamalarla, tehditle, dinden döndürme amaçlı baskı ve işken­ceyle silinip gitmezler. Ancak taşıyıcılarının, koruyucularının yok olmalarıyla, yöneticilerinin bulun­mamasıyla tarih sahnesinden silinirler.

   Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkıyor: Kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini kesmeleri şu realiteden ileri geliyordu: Yüce Allah, dini koruyacak, hareketini yönlendirecek ve dine inanan ümmete yol gösterecek birini Peygamberin yerine tayin etmiştir. Bunun üzerine kâfirler, Müslümanların dinlerini ortadan kaldırmaktan yana ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlar dinin kişisel taşıyı­cı aşamasından, tüzel taşıyıcı aşamasına adım attığını gözlemliyorlardı. İşte dinin kemale ermesi buydu. Oluşum aşamasından, kalıcılık aşamasına geçiş yani. Bunun anlamı, nimetin tamamlanmasıydı.

   Dolayısıyla, "Ehlikitap'tan çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerinde­ki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir." (Bakara, 109) ayetinde geçen, "Allah emrini getirinceye kadar..." ifadesiyle buna işaret edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

   Bu değerlendirme, ayetin Gadir-i Hum günü, yani hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on se­kizinde Hz. Ali'nin (a.s) velayeti ile ilgili olarak indiğine ilişkin rivayetleri destekleyen bir açıklamadır. Bunu esas almamız durumunda, ayetin iki bölümü arasında net bir irtibat kurulmuş ve yukarıda işaret ettiğimiz problemler bertaraf edilmiş olur.

   Ayette geçen "umutsuzluk" ifadesinin anlamını öğrendiğine göre, "Bugün inkâr edenler, si­zin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesinde geçen "bugün" kelimesinin "umudu kesmişler­dir" ifadesiyle ilintili zarf olduğunu ve cümlenin akışı içindeki takdimin [yani "el-yevm=bugün" ifade­sinin ilintili olduğu "yeise=umudu kesmişlerdir" ifadesinden öne geçirilmesi] günün önemim ve büyük­lüğünü vurgulamaya yönelik olduğunu bilirsin. Çünkü o günde din, kişisel denetçiyle ayakta durma aşamasından tüzel denetçi kontrolünde ayakta durma aşamasına, ortaya çıkış ve doğuş aşamasından ka­lıcılık ve süreklilik aşamasına adım atmıştır.

   Bu ayeti, bundan sonra yer alan "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı" ayetiyle karşılaştır­mak doğru değildir. Çünkü her iki ayet farklı akışlara sahiptirler. "Bugün... umudu kesmişlerdir." ifadesi, bir ara söz, "Bugün... helâl kılındı." ifadesi ise, konuya yeni bir başlangıç konumundadır. Ay­rıca, her iki ifadenin hükmü de farklıdır. Birinci ifadenin hükmü, tekvinî=varoluşsaldır; bir yandan müjde, bir yandan da uyarı ifade etmektedir. [Kâfirlerin umutsuzluğa kapılması, tekvini bir olgu olup Müslümanlar için müjde ve kâfirler için tehdittir.] İkinci ifadenin hükmü ise, teşriî=yasamasaldır; ku­rallara yönelik ilâhî lütfü vurgulamaya yöneliktir. Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir." İfade­si, o günün büyük önemini göstermektedir. O gün, büyük ve önemli bir hayrın gerçekleştiği gündür. Kâfirlerin müminlerin dinlerini yok etmekten umudu kesmeleri yani... Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen "kâfirler"den maksat, Putperesti, Yahudisi ve Hıristiyanıyla bütün kâfirlerdir. Bu sonucu, ifadenin mutlaklığından çıkarıyoruz.

   "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi, yol gösterici bir tavsiyedir, yaptırım gerektirici bir buyruk değildir. Bunun anlamı şudur: Daha önce sizin için tehlike oluşturan kâfirlerin umutsuzluğa düşmelerinden sonra korkmanızı gerektirecek bir şey yoktur. Bilindiği gibi insan, bütü­nüyle ümitsizliğe düşmüş olduğu işe yönelmez; tüm çabasının boşa gideceğinden emin olduğu işte çaba sarf etmez. Dolayısıyla siz kâfirlerden yana güvendesiniz. Bundan sonra dininiz için onlardan korkma­nız gerekmez. Artık onlardan korkmayın; benden korkun.

   Bundan da anlaşılıyor ki, ayetin akışının oluşturduğu atmosferin de desteğiyle, "benden kor­kun." ifadesiyle şu anlam kastediliyor: Kâfirlerin umudu kesmemeleri durumunda onlardan yana kor­kuya kapılacağınız hususta, yani dininiz ve onun elinizden alınması hususunda şimdi benden korkmalı­sınız. Görüldüğü gibi bu, Müslümanlara yönelik bir tür tehdittir. Bu yüzden ayeti, lütfün vurgulanışı esasına göre yorumlamadık.

   Söylediklerimizi destekleyen bir husus da şudur: Allah'tan korkmak her halükârda bir zorunlu­luktur. Bir durumdan diğerine, bir koşuldan diğerine göre değişmez. Dolayısıyla, eğer burada söz edi­len korkudan özel bir alanda korkma anlamı kastedilmezse, "Artık onlardan korkmayın" ifadesinden "benden korkun." ifadesine vurgulu geçiş yapmanın anlamı olmazdı.

   Bu ayeti, "Eğer inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun." (Al-i Im­rân, 175) ayetiyle karşılaştırmak yanlıştır. Çünkü Âl-i İmrân suresinin ilgili ayetinde işaret edilen "havf =korku" iman koşuluna bağlı olduğu gibi, ayetteki hitap da mevlevî buyruksaldır. Dolaysıyla şu anlamı ifade eder: Müminlerin, kendileri için kâfirlerden korkmaları caiz değildir. Bilâkis yalnızca yüce Allah­'tan korkmaları gerekir.

   Bundan da anlaşılıyor ki, ayet kâfirlerden duydukları, kendi nefisleri açısından hissettikleri ge­reksiz bir korkuyu yasaklıyor. Bu açıdan Allah'tan korkmalarının emredilip emredilmemesi arasında fark yoktur. Bu yüzden Allah'tan korkmaya ilişkin emir ikinci kez, illeti çağrıştıran bir kayıtla gerekçe­lendiriliyor. Bununla, "eğer inanıyorsanız." sözünü kastediyoruz. Ama "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi açısından farklı bir durum geçerlidir. Çünkü müminlerin duydukları bu kor­ku, dinleri açısından hissettikleri bir endişeden kaynaklanıyordu. Böyle bir korku da Allah'ın gazabını gerektirmez. Çünkü bu korku gerçekte Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya dönüktür. Bu yasak, korkuyu gerektiren sebebin -kâfirlerin umudu kesmemiş olmaları- ortadan kalkmış olmasından, etkisinin gideril­mesinden kaynaklanıyor. Şu hâlde yasak, irşadî yani, yol gösterme ve öğüt niteliklidir.

   Yüce Allah'ın kendisinden korkmalarını emretmesi de yol gösterme amaçlıdır. Bundan şu so­nuç çıkıyor: "Din konusunda endişeye kapılıp korkmanız gereklidir. Fakat, korkunun sebebi bu güne kadar kâfirlerden kaynaklanıyordu. Siz, onların sizin dininizle ilgili kötü emeller beslemelerinden dola­yı onlardan korkuyordunuz. Ama bu gün onların umudu kesilmiştir. Sebep artık Allah'ın katındaki ge­rekçelere bağlanmıştır. Şu hâlde yalnızca O'ndan korkun." Okuyucu bu hususta iyice düşünmelidir.

   Dolayısıyla, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesini içermesinden dolayı, ayetin tehdit ve sakındırma, uyarma niteliği de vardır. Çünkü müminler için her takdirde ve her durum­da zorunlu olan genel korku yerine, özel bir korku duymaları emrediliyor. Öyleyse, bu korkunun özelli­ği üzerinde durmamız, onu gerektiren ve emredilmesini sağlayan sebebi irdelememiz gerekir.

   Şunda kuşku yoktur ki, "Bugün... umudu kesmişlerdir." Cümlesi ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." cümlesi, ayet içinde birbiriyle bağlantılı ve bir hedefe yöneliktir. Daha önce bu hususu açıkladık. Dolayısıyla Allah'ın bugün kemale erdirdiği ve bugün ta­mamlamış olduğu nimet -ki gerçekte bu ikisi aynı şeydir- kâfirlerin daha önce beklentiye düştükleri ve müminlerin onlardan korktukları husustur. Fakat yüce Allah, kâfirleri bu hususta umutsuzluğa düşürdü. Dinini kemale erdirdi, nimetini tamamladı. Müminlerin bu konuda kâfirlerden korkmalarını yasakladı. Dolayısıyla kendisinden korkmalarım istediği şey de, kâfirlerden korkmalarına neden olan şeyin kendi­sidir. O da yüce Allah'ın dini ellerinden çekip çıkarması ve bu bahşedilmiş nimeti gidermesidir.

   Yüce Allah, nimeti gidermenin tek sebebinin nankörlük olduğunu belirtmiş ve nankörleri son derece sert ifadelerle tehdit etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Bu böyledir, çünkü bir millet ken­dilerinde bulunan nimeti değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir." (Enfâl, 53) "Kim, Allah'ın kendisine gelen nimetini değiştirirse, şüphesiz, Allah'ın cezası çetindir." (Bakara, 211) Ayrıca yüce Allah, bahşettiği nimetlere ve bu nimetleri inkâr edenlerin akıbet­lerine ilişkin bütünsel bir örnek vermektedir: "Allah şöyle bir kenti örnek olarak anlattı: Güven, hu­zur içinde idi, her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun üzerine yaptıklarından ötürü Allah ona açlık ve korku elbisesi tattırdı." (Nahl, 112)

   Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, Müs­lümanların dinlerinin kâfirlerden yana güvende olduğunu, kâfirler tarafından gelecek bir tehlike karşı­sında koruma altında olduğunu duyurmaktadır. Bu demektir ki, kâfirler bu dini bozmaya ve yok etmeye yönelik bir yol bulamayacaklardır. Olsa olsa bu, bizzat Müslümanların elinden olacaktır. Yani, bu ek­siksiz nimeti inkâr etmeleri, bu razı olunmuş dini reddetmeleri ile dinin yok olması söz konusu olabilir. Bunu yaptıkları gün, yüce Allah nimeti ellerinden alacak ve onu ceza ile değiştirecektir. Onlara açlık ve korku elbisesini tattıracaktır. Nitekim Müslüman halklar İslâm dinini kulak ardı ettiler, Allah da onlara açlık ve korku elbisesini giydirdi.

   Bu ayetin, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." cümlesinin içerdiği geleceğe dair gaybî haberin ne ölçüde doğru olduğunu somut örnekleriyle kavramak isteyenler, bugün İslâm âleminin içinde bulunduğu pratik durumu gözlemlesinler, sonra tarihsel olayları analiz ederek geriye doğru git­sinler ve problemlerin temellerine ve tarihsel arka plânlarına ulaşsınlar.

   Kur'ân'da "velayet"le ilgili olarak yer alan ayetlerin, tefsirini sunduğumuz ayetin içerdiği uyarı ve azap tehdidi ile tam bir bağlantısı vardır. Yüce Allah, kitabında sadece "velayet" konusunda kullarını kendisinden sakındırmıştır. Bu konuda defalarca, "Allah sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i İmrân, 28-30) buyurmuştur. Bu konuyu etraflıca ele alırsak, kitabımızın tefsir yönteminin dışına çıkmış oluruz.

   "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm­'a razı oldum." "İkmal=olgunlaştırma" ve "itmam=tamamlama" kelimeleri, anlam itibariyle birbirleri­ne yakın kavramlardır. Ragıp el-İsfahanî der ki: "Bir şeyin kemale ermesi (olgunlaşması), o şeyle güdülen amacın gerçekleşmesi demektir. Bir şeyin tamamlanması da, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyaç duy­mayacağı bir sınıra gelmesidir. Eksik, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyacı olan demektir."

   Bu iki kavramın anlamını başka bir yöntemle de belirginleştirebiliriz. Şöyle ki: Etkinlik göste­ren şeylerin etkileri iki kısımda incelenebilir. Bunların bir kısmı -şayet cüzleri varsa- bütün cüzlerinin var olması durumunda o şeye terettüp ederler. Şöyle ki, bu cüzlerden veya koşullardan biri ortadan kal­karsa, bu olgular ona terettüp etmeyeceklerdir. Oruç ibadetini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü oruç, gündüzün bir vaktinde, bir şeyler yemekle bozulur. Bu şeyin bu nitelikte olmasına tamamlama denir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ta gece oluncaya dek orucu tamamlayın." (Bakara, 187) "Rabbinin sözü hem doğruluk, hem de adalet bakımından tamamlanmıştır." (En'âm, 115)

   Diğer kısmı ise, bir şeyin bütün cüzlerinin oluşmasına bağlı olmaksızın ona terettüp eden etki­ler, sonuçlardır. Dolayısıyla bütünün etkisi, cüzlerin etkilerinin toplamı hükmündedir. Bir cüz var ol­dukça, ona özgü olan sonuçlar ve etkiler de ona terettüp ederler. Bütün cüzler var olursa, onlara da iste­nen bütün etkiler terettüp eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kurbanı bulamayan kimseye üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüzde oruç vardır. İşte bu, kâmil tam on gündür." (Bakara, 196) "Bu, sayıyı kâmil etmeniz=tamamlamanız içindir." (Bakara, 185) Çünkü bu sayının bütününe teret­tüp ettiği gibi, bir kısmına da sonuç terettüp eder. Araplar derler ki: "Temine li-fulanin emruhu ve ke-mule akluhu=falanın işi tamamlandı, aklı olgunlaştı." Ama "İşi olgunlaştı, aklı tamamlandı." demezler.

   Kemale erdirme, olgunlaştırma anlamına gelen "ikmal" ile "tekmil" ve tamamlama anlamına gelen "itmam" ile "tetmim" kelimeleri arasındaki fark, if al ve tef il kalıplarının ifade ettikleri anlamlar arasındaki farktan kaynaklanır. Çünkü if al kalıbı, köken itibariyle eylemin bir defada oluşuna, tef il ka­lıbı da peyderpey oluşuna delâlet eder. Ancak konuşma sanatındaki gelişmeler ve dilin kapasitesinin genişlemesi bu iki kalıbın kökeni üzerinde etkinlikte bulunmuş, kalıpları bir ölçüde kökünün mecrasın­dan ya da asıl anlamından uzaklaştırmıştır. İhsan [iyilikte bulunmak] ve tahsin [diğerini övmek], isdak [mehir vermek] ve tasdik [onaylamak], imdad [yardıma koşmak] ve temdid (süreyi uzatmak], ifrat ve tefrit kelimelerini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, kullanıldıkları konuların özelliği doğrultusunda or­taya çıkan sonra da kullanım dolayısıyla lafızda yerleşen anlamlardır.

   Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç çıkıyor: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesi gösteriyor ki, "din" kelimesiyle bütün bilgiler ve yasalaştırılan tüm hükümler kastediliyor. Bu gün de bunların sayısına başka bir şey eklenmiştir. Ve nimet ne kastedilirse kastedilsin, tek bir manevî olguydu. Eksik ve etkisi yoktu. Bu gün söz konusu nimet tamamlandı ve ondan beklenen etki terettüp etti.

   "Nimet" kavramı türe işaret eden bir kalıp ve köktür. Bununla, şeyin öz doğasıyla uyum içeri­sinde olup doğasının onu kendisinden itmediği şey kastedilir. Varlıklar, düzen içinde olmaları açısından bitişik ve bağlantılıdırlar, birbirleriyle uyum içerisindedirler; bunların büyük kısmı veya tüm varsayılan başka bir şeye izafe edildiğinde nimet niteliğini kazanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız." (İbrahim, 34) "Size zahir ve batın nimet­lerini bol bol verdi." (Lokman, 20)

   Fakat yüce Allah varlıkların bir kısmını kötülük, basitlik, oyun, eğlence vb. övgü ifade etmeyen olumsuz vasıflarla nitelendirmiştir: "İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet ve fırsat ver­memiz, onlar için daha hayırlıdır. Onlara sırf suçlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âli İmrân, 178) "Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur." (Ankebût, 64) "İnkâr edenlerin, (zevk içinde) di­yar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın! Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra varacak­ları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yurttur, yataktır!" (Âl-i İmrân, 196-197) ...

   Bu ayetler gösteriyor ki, nimet olarak sayılan şeyler insan için yaratılışlarının gerisindeki ilâhî amaçla örtüştüklerinde nimet kategorisine girerler. Çünkü bunlar, insanlara yönelik ilâhî bir yardım olarak yaratılmışlardır. Ki insanlar kendi gerçek mutlulukları yolunda onlar üzerinde tasarrufta bulun­sun. İnsanın gerçek mutluluğu da kulluk sunmak ve Rabbani otoritesine boyun eğmek suretiyle her tür­lü eksiklikten münezzeh olan Allah'a yaklaşmasıdır. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyurmuş­tur: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattın." (Zâriyât, 56)

   Şu hâlde insanın Allah'ın huzuruna yaklaşmak ve hoşnutluğunu elde etmek amacıyla üzerinde tasarrufta bulunduğu her şey nimettir. Aksi takdirde bu nimet onun hakkında azaba dönüşür. Buna göre, varlıklar kendi başlarına nötrdürler. Ama kulluk ruhunu kapsadıkları zaman, bu tasarruf açısından Allah'ın velayeti altında oldukları zaman nimet niteliğini kazanırlar. Allah'ın velayeti ise, yüce Allah'ın kulların işlerini rubûbiyetiyle düzenlemesi demektir. Bu da gösteriyor ki gerçek nimet Allah'ın velayetidir. Bir şey, Allah'ın velayetinden etkilendiği takdirde nimet sayılır.

   Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara, 257) "Bu böyledir, çünkü Allah inananların velisidir. Kâfirlerin ise velileri yoktur." (Muhammed, 11) Allah Elçisi hakkında şöyle buyuruyor: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükmü, içle­rinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisa,65)...

   Şu hâlde İslâm, kulları O'nun kuralları doğrultusunda ibadet etsinler diye Allah katından indiri­len hükümlerin toplamı olması açısından dindir. Amelde esas alınması koşuluyla, Allah'ın, Elçisinin ve ondan sonra ululemrin velayetini kapsaması açısından da nimettir.

   Allah'ın velayeti, yani din aracılığıyla kullarının hayatını yönetmesi, ancak Elçisinin velayeti aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin velayeti de, ondan sonra ululemr aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin ve on­dan sonra ululemrin velayeti, Allah'ın izniyle ümmetin dinsel işlerini yönetmeleri anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin." (Nisa, 59) Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun elçisi ve namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." (Mâide, 55) ...

   Dolayısıyla ayetin anlamı gelip şu noktaya dayanıyor: Bu gün -yani kâfirlerin sizin dininizi yok etmekten umutlarını kestikleri gün- velayeti farz kılmak suretiyle, size indirmiş bulunduğum dinî bilgi­leri kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Bu nimet, dinsel işlerin ilâhî bir tarzda yöne­tilip yönlendirilmesi anlamına gelen velayettir. Bu güne kadar Allah ve Resulünün velayeti şeklindeydi ve vahiy indiği sürece bu yetiyordu. Fakat bundan sonra, vahyin iniş zamanının sona erişiyle ve Allah­'ın dininin hamisi ve koruyucusu konumundaki Resulün insanların arasından ayrılışıyla birlikte bu velayet yetmez. Bu yüzden bu misyonu yürütecek kimsenin tayin edilmesi bir zorunluluktur. O, Resulullah'tan sonra dini ve ümmetin yönetimini üstlenecek veliyy-i emr (emir sahibi-yönetici)'dir.

   Buna göre, velayet bir tek meşru (yasalaştırılımş olgu) idi, Resûlullah'tan sonra veliyy-i emrin tayinine kadar eksikti, tam değildi.

   Dinin yasaması kemale erip velayet nimeti tamamlanınca, din olarak sizin için İslâm'dan razı oldum. Ki İslâm, tevhid dinidir; bu dine göre sırf Allah'a kulluk edilir, itaat (itaat ibadet demektir) O'na ve itaatini emrettiği Resule veya veliyye edilir ancak. Bu açıdan ayet, müminlerin bu gün korkudan kurtuluş ve güvene kavuştuklarını, yüce Allah'ın, tevhit dini olan İslâm'a göre hayatlarını düzenlemele­rinden razı olduğunu haber vermektedir. Öyleyse onların Allah'a ibadet etmeleri, Allah'tan başkasına ve Allah'ın itaat edilmesi gerektiğini açıkladığı kimseden başkasına itaat etmek suretiyle O'na herhangi bir şeyi ortak etmemeleri gerekir.

   "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir. Onlardan öncekileri nasıl hüküm­ran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da in­kâr ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır." (Nûr, 55) ayetini düşünüp cümleleri, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ayetiyle karşılaştırdığın zaman, Mâide süresindeki ayetin, Nûr suresinin ilgili ayetinin içerdiği vaadin gerçekleştiğinin somut ifadesi olduğunu göreceksin. Çünkü bize göre, "Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." ifadesi, amaç bildirir niteliktedir. Nitekim "Kim bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır." ifadesi de bunu ima ediyor. Nûr suresi, İfk Kıssası'nı, zina cezasını, örtü vb. hükümleri içermesinin de gösterdiği gibi Mâide suresinden önce nazil olmuştur. [el-Mîzan, c.5, s.263-285]

   Rivayetlere göre, Ehl-i Kitap'tan birisi -bazısında bu birisinin Ka'b olduğu belirtilir- Ömer'e der ki: Kur'ân'da bir ayet vardır ki, eğer onun bir benzeri biz Yahudi topluluğuna inseydi, onun indiği günü bayram ilân ederdik. O şu ayettir: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..." Ömer ona şu cevabı verir: "Vallahi, ben o günü biliyorum. Veda Haccmın Arefe günüdür."

   ed-Dürr-ül Mensur tefsirinde, İbn Ebi Şeybe ve İbn Cerir'in Antere'den şöyle rivayet ettikleri yer alır: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayeti Hacc-ı Ekber günü inince, Ömer ağlamaya baş­ladı. Resûlullah (s.a.a), "Niye ağlıyorsun?" dedi. Ömer dedi ki: "Şunun için ağlıyorum: Bugüne kadar dinimiz bir artış sürecindeydi. Ama bugün kemale ermiş bulunuyor. Kemale eren hiçbir şey yoktur ki, eksilmesin." Resûlullah "Doğru söylüyorsun." dedi. ed-Dürr-ül Mensur tefsirinde: Ahmed, Alkame b. Abdullah el-Muzeni'den şöyle rivayet eder: O demiş ki: Bana bir adam şunları söyledi: Ömer b. Hattab-'m meclisinde bulunduğum bir sırada, Ömer meclistekilerden birine sordu: "Resûlullah'ın İslâm'ı ne şe­kilde nitelendirdiğini duydun mu?" Adam dedi ki: "Resûlullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: İslâm yeni doğmuş bir deve yavrusu gibi hayata başladı, sonra iki yaşına, dört yaşma, altı yaşma girdi, derken en güçlü dönemine girdi." Ömer dedi ki: "Güçlü ve olgunluk döneminden sonra, sıra eksilmeye gelir."

   Görüldüğü gibi, bu rivayetlerin ortak özellikleri, ayetin Arefe günü inişinin anlamının, insanla­rın dikkatini dinin egemen oluşuna, hac mevsiminde Mekke'de tek başına etkin bir güç hâline gelişine çekmek olduğunu açıklamaya yöneliktir. Bu rivayetlerde dinin kemale erdirilişi ve nimetin tamamlanı­şı, Mekke atmosferinin arındırılması, o gün için sırf Müslümanların yaşadıkları bir ortama dönüşmüş olması, ondan başka ibadete esas alınacak bir dinin bulunmayışı, artık düşmanlardan korkup sakınmala­rını gerektirecek bir durumun olmayışı şeklinde yorumlanmıştır.

   Diğer bir ifadeyle; dinin kemale erdirilişinden ve nimetin tamamlanışından maksat, onlara göre, düşmanların müdahalesinin veya onlardan çekinmelerinin söz konusu olmadığı bir ortamda ellerinde bulunan şeylere tamamen amel etmeleridir. Maksat, Allah katından gelen bilgi ve hükümleri içeren şe­riat değil. Yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, onlara göre İslâm, amel bazında iş gördükleri İslâm­'ın zahiridir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Dinden maksat, amellerine yansıyan, gözlemlenebilir dinin şeklidir, İslâm da öyle... Çünkü artıştan sonra eksiliş ancak bu anlamda söz konusu olabilir.

   Oysa Allah tarafından konulan hüküm ve O'nun tarafından inzal edilen bilgiler, Ömer'in; "Ke­male eren hiçbir şey yoktur ki eksilmesin." sözüyle anlatmak istediği türden bir artıştan sonra eksilişi kabul etmez. Kuşkusuz "artışın ardından eksiliş" evrensel bir yasadır, evrenin yapısı gereği tarihin ve toplumsal hayatın akışına egemendir. Din ise, bu tür yasalara tâbi değildir. Sadece, dini diğer toplumsal düzenler gibi gelişen ve değişen bir sosyal düzen olarak görenler böyle bir yaklaşım içinde olabilirler.

   Bu gerçeği kavradığına göre, bu tür değerlendirmelerde öncelikle şu şekilde bir tutarsızlığın ol­duğunu bilirsin: Daha önce anlamını sunduğumuz "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım." ayeti dinin kemale erdirilişi olgusuna getirilen açıklamayla örtüşmüyor.

   İkincisi: İslâm toplumunda müşriklerden çok daha zararlı ve yıkıcı unsurların bulunmasıyla birlikte, sadece yeryüzünün zahiren müşriklerden temizlenmesine, toplumun zahiren İslâm üzere olup müşrik düşmanlar tarafından tehdit edilmemesine dayanarak, Yüce Allah'ın dini salt şekli olarak kema­le ermiş sayıp bu durumu kendine nispet ederek insanlara yönelik bir lütfü olarak nitelendirmesi müm­kün müdür? Müslümanların arasında gizlice toplantılar düzenleyen, aralarına sızan, bozgunculuk çıka­ran, işleri tersine çevirmeye çalışan, dini ifsat edici çalışmalar yapan, kuşkular yaratan münafık gruplar vardı. Bilindiği gibi münafıklar sorunu büyük ve önemliydi. Kur'ân'ın birçok ayetleri bu hususa değin­miştir. Örneğin, Münafıkun suresinin neredeyse tüm ayetleri, Bakara, Nisa, Mâide, Enfâl, Tevbe ve Alızâb surelerinin bir kısmı onlara ayrılmıştır.

   Anlayamıyorum, o gün münafık gruplar nereye kayboldular? Sesleri, solukları nasıl kesildi? Hileli düzenleri nasıl bir anda boşa çıktı, bâtıl zihniyetleri yok olup gitti? Münafıkların varlıklarına rağ­men sırf müşriklerin Mekke'den uzaklaştırılmasına dayanarak yüce Allah'ın o gün Müslümanlara, dinin zahirini kemale erdirmesini, nimeti zahiren tamamlamasını, İslâm'ın zahirine razı oluşunu lütuf sayması ve bunu bir minnet olarak zikretmiş olması nasıl mantıklı olabilir? Oysa münafıklar, müşriklerden daha şiddetli ve yıkıcı düşmandırlar. Nitekim "Onlar düşmandır, onlardan sakın." (Münafıkun, 4) ayeti bu sözümüzü doğruluyor.

   Yüce Allah'ın içyapısı bu şekilde karmaşık olan bir dinin zahirini kemal olarak nitelendirmesi yahut içyapısı bedbaht unsurlar barındırmasına rağmen nimetini tamamladığını vurgulaması veya bu anlamıyla İslâm'ın zahirinden razı olduğundan haber verip bunun bir lütuf olduğunu belirtmiş olması mümkün müdür? Oysa Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yoldan saptırıcıları yardımcı tutmuş deği­lim." (Kehf, 51) Yüce Allah, münafıklarla ilgili olarak -onların dinini kastederek- şöyle buyuruyor: "Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkan topluluktan razı olmaz." (Tevbe, 96) Bütün bunlarm ötesinde ayetin ifade tarzı mutlaktır; kemale erme, tamamlama, razı olma, din, İslâm ve nimet gibi olguları herhangi bir açıdan kayıtlamıyor.

   Diyebilirsiniz ki: Bu ayet -daha önce de işaret edildiği gibi- aşağıdaki ayetin kapsadığı vaadin yerine getirilişinin ifadesidir: "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Onlardan ön­cekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." (Nûr, 55)

   Görüldüğü gibi, ayette Müslümanlara kendileri için razı olunmuş dinlerinin kemale erdirileceği vaat ediliyor. Tefsirini sunduğumuz ayette ise, bu vaade şu ifadeler tekabül ediyor: "Bugün sizin dini­nizi olgunlaştırdım (kemale erdirdim) ve size din olarak İslâm'a razı oldum." Şu hâlde, razı olunmuş dinlerinin kemale erdirilişinden maksat, dinin onlar için egemen kılmışı, onun müşriklerin sıkıştırmalarından kurtarılışıdır. Münafıklara gelince, onların durumu farklıdır, dini baskı altında tutup sıkıştırmay­la bir ilintileri yoktur. Ayetin Arefe günü nazil olduğuna ilişkin rivayetlerin işaret ettikleri anlam da bu­dur. Nitekim bir diğer grup da, burada dinî amellerin ve bu amelleri yerine getiren Müslümanların müş­riklerin sıkıştırmalarından kurtuluşları kastedilmiştir, şeklinde görüş belirtmişlerdir.

   Size verecek cevabım şudur: "Bugün... olgunlaştırdım." ayetinin, "Allah inananlara vaat etmiştir..." ayetinin içerdiği vaadin somut ifadesi oluşu, keza tefsirini sunduğumuz ayette geçen, "si­zin dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin öteki ayetteki, "kendileri için seçip beğendiği dinlerini ken­dilerine sağlamlaştıracak..." ifadesine tekabül edişi, onun anlamım ifade ediyor oluşu bir gerçektir ve bunda en ufak bir kuşkuya mahal yoktur.

   Ne var ki Nûr süresindeki ayet, "Allah inananlara ve iyi işler yapanlara vaat etmiştir" ifa­desiyle başlıyor. Burada Müslümanlar arasında amellerinin içi-dışı bir olan özel bir grup kastediliyor. Dinin öngördüğü biçimde sergiledikleri amelleri, Allah katında hükme bağlanan dinî kurallarla örtüşii-yor. Dolayısıyla Allah'ın onlar için razı olduğu dinlerinin sağlamlaştırılması hoşnut olunan dinin Allah­'ın ilmi ve iradesi kapsamındaki kısmının yasa kalıplarına dökülerek, vahiy yoluyla cüzlerini onların nezdinde toplayarak kemale erdirmesi anlamını ifade eder. Ki kâfirlerin onların dinlerini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmelerinden sonra, kendileri kemale erdirilmiş bu dinin buyrukları doğrultusunda Allah'a yönelik kulluk yükümlülüklerini yerine getirsinler.

   Bizim söylediğimiz şudur: Yüce Allah'ın dini kemale erdirmesinin anlamı, farzların yasa niteli­ğinde hükme bağlanması açısından kemale erdirilmesidir. Dolayısıyla adı geçen ayetin inişinden sonra herhangi bir farz konulmamıştır. Yoksa kastedilen, müminlerin amellerinin, özellikle haclarının müş­riklerin amellerinden ve haclarından kurtarılması, iki tarafın amellerinin birbirine karışmayacak şekilde ayrılması değildir. Diğer bir ifadeyle, dinin kemale erdirilişinin anlamı, onun artıştan sonra eksilişi ka­bul etmeyecek şekilde en yüksek mertebeye çıkarılışıdır. [el-Mîzan, c.5, s.305-309]

 

[107]- Bu iki ayet [Mâide, 3,67] ile ilgili olarak Sünni ve Şiî kanallarla aktarılan hadisleri ve tevatür düzeyine ulaşan Gadir-i Hum rivayetleri üzerinde düşünülüp, Peygamberimizin döneminin sonlarına doğru İslâm toplumunun iç durumu incelendiğinde, çok yönlü araştırmalara tâbi tutulduğunda kesin ola­rak görülecektir ki, velayet hükmünü içeren ayet, Gadir-i Hum gününden birkaç gün önce inmiştir.

   Yine bu tür irdelemeden anlaşılacaktaki, Resûlullah (s.a.a) bunu açıklamaktan sakınıyordu, ka­bul görmemesinden veya kendisine yönelik bir suikast düzenlenmesinden, dolayısıyla İslâm devletinin yara almasından korkuyordu. Bu yüzden, bu emrin tebliğini günden güne erteliyordu... Maksadı uygun bir fırsat ve güvenli bir ortam bularak çağrısının başarıya ulaşabileceği şartları yakalamak ve çabasının boşa gitmemesini sağlamaktı... Nihayet, "Ey elçi!...duyur." (Maide, 67) ayeti indi de artık bu farzın tebliğim ertelemeye izin vermedi. [el-Mîzan, c.5, s.304]

 

[108]- "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri (bu mesajı inkâr edenleri) amaçlarına ulaştırmaz." (Mâide, 67)

   Ayetin anlamı kendiliğinde (tek başına ele alındığında) gayet açıktır. Tehdit üslûbu ile Peygam­berimize (s.a.a) aldığı mesajı tebliğ etmesini emrediyor ve yüce Allah'ın kendisini insanlardan koruya­cağım vaat ediyor. Fakat bulunduğu yer bakımından incelendiğinde hayret verici bir durum ortaya çıkı­yor. Çünkü Ehl-i kitab'ın durumuna değinen, Allah'ın haramlarını çeşitli şekillerde çiğnemeleri ve ayet­lerini inkâr etmeleri gerekçesi ile onları kınayan ve azarlayan ayetler arasında yer alıyor. Zira öncesinde, "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni yaşatsalardı, başlan üze­rinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi..." (Mâide, 66) ayeti ve sonrasında, "Ey Ehl-i Kitap, sizler Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça), bir şey (temel) üzerinde değilsiniz." (Mâide, 68) Ayeti bulunuyor.

   Ayrıca ayetin kendisi ve içindeki cümleler arasındaki bağlantı üzerinde derin bir incelemeye gi­rişilince insanın hayreti ve şaşkınlığı kat kat artıyor.

   Eğer ayet, Ehl-i Kitap konusu ile ilgili olarak aynı söz bütünlüğü bağlamında önündeki ve arka­sındaki ayetlere bağlı olsaydı anlamı şu olurdu: Yüce Allah, Peygamberimize Ehl-i Kitap konusunda indirdiği mesajı vurgulu bir dille tebliğ etmeyi emrediyor ve sözün akışı hasebi ile Rabbinden kendisine gelen mesajdan maksat da, "Ey Ehl-i Kitap, sizler Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indi­rilenleri ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça)..." ayetinde tebliğ edilmesi emredilen mesajdır.

   [1] Oysa ayetin akışı bu ihtimali reddeder. Çünkü "Allah seni insanlardan korur." cümlesi gösteriyor ki, Peygambere indirilen ve duyurulması emredilen konu önemli bir konudur ve Peygambe­rin şahsı veya tebliğinin başarısı açısından Allah'ın dini ile ilgili tehlike içermektedir. Öte yandan Ya­hudilerin ve Hıristiyanların Peygamberimize yönelik tehlikelerini, onun tebliği durdurmasına veya bir süre için ertelemesine yol açacak kadar büyük görmek ve bu gerekçe ile Allah'ın onu koruyacağım vaat etmesine ihtiyaç duyduğunu düşünmek de anlamsızdır. Çünkü Medine'ye göç ettiği ilk günlerde bile Peygamberimiz için böyle büyük bir tehlike söz konusu olmamıştır ki, o günlerde Yahudiler Hayber gi­bi çatışmalara yol açacak derecede şiddet ve saldırganlık gösteriyorlardı.

   [2] Üstelik bu ayet, Yahudilere yönelik şiddetli bir emir ve keskin bir ifade de içermiyor. Oysa daha önce Yahudilere bundan daha şiddetli, daha ağır ve daha sert emirleri tebliğ etmesi istenmiştir. Genel tebliğinde Peygamberimiz bundan daha ağır mesajları tebliğ etmekle görevlendirilmiştir. Kureyş kâfirlerine ve müşrik Araplara tevhit ilkesini ve putperestlikten vazgeçmelerini tebliğ etmiştir. Üstelik Kureyşli kâfirler ile müşrik Araplar Yahudilerden ve diğer Ehl-i Kitap'tan daha kaba, daha saldırgan, daha kan dökücü ve daha cür'etli idiler. Buna rağmen yüce Allah onlara yönelik tebliğinde Peygamberi­mizi ne tehdit etmiş, ne de kendisini onlardan koruyacağım vaat etmişti.

   [3] Şu da var: Ehl-i Kitap'ın durumunu ele alan ayetler, Mâide suresinin büyük bölümünü oluş­turur. Bu surenin Ehl-i Kitap hakkında indiği kesindir. Bu surenin indiği sırada Yahudilerin gücü kırıl­mış, ateşleri sönmüştü. Başlarına ilâhî gazap ve lanet çökmüştü. "Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa, Allah onu söndürdü." (Mâide, 64)

   Bu yüzden Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın dini hakkında onlardan korkmasının anlamı yok­tur. Çünkü o sırada İslâm'ın egemenlik alanı içinde barış ortamına girmişler ve Hıristiyanlarla birlikte cizye vermeyi kabul etmişlerdi. Bu yüzden Allah'ın, Peygamberimize onlardan korktuğunu ve aldığı emri onlara tebliğ etme konusunda sıkıntıya düştüğünü söylemesi de anlamsızdır.

    Üstelik Peygamber (s.a.a), onlara bundan daha önemli emirler tebliğ etmiş, bundan önce daha tehlikeli ve korkutucu durumların ortasında kalmıştır.

   Dolayısıyla bu ayetin anlam bütünlüğü bakımından önceki ve sonraki ayetlerle ortak bir nitelik taşımadığı, onlarla bağlantılı olmadığı, tek başına inmiş, ayrı bir ayet olduğu hususunda şüphe etme­mek gerekir.

   Bu ayet yüce Allah'ın Peygambere indirdiği bir emrin söz konusu olduğunu ortaya koyuyor. Bu emir ya dinin bütünü veya bazı bölümleri ile ilgilidir. Peygamberimiz bu emri insanlara duyurmaktan korktuğu için onu uygun bir zamana erteliyordu. Eğer Peygamberimizin korku sebebi ile o emri duyur­maktan kaçınması söz konusu olmasaydı, "Eğer yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine ge­tirmemiş olursun." ifadesiyle tehdit edilmesine ihtiyaç duyulmazdı.

   Nitekim peygamberliğinin ilk döneminde bu tür vurgulayıcı emirler almıştı, ama bu emirler tehdit içermiyordu. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Oku yaratan Rabbinin adıyla." diye başlayan Alak suresinin bütünü, "Ey elbiselerine bürünen kişi, kalk ve uyar." (Müddessir, 1-2) "O'na doğru yöne­lin, O'ndan af dileyin. O'na ortak koşanların vay hâline!" (Fussilet, 6) Kur'ân'da bunlar gibi başka ayetler de vardır.

   O hâlde Peygamberimiz insanlardan korkuyordu. Fakat bu korku yüce Allah karşısında kendi canı ile ilgili değildi. O Allah yolunda canını feda etmekten çekinmez, Allah'ın dini uğruna kanının akı-tılmasmda cimrilik yapmazdı. O, böyle olmaktan çok daha yüce idi. Onun hayat hikâyesi ve çizdiği gö­rüntü böyle bir ihtimali tekzip eder.

   Üstelik yüce Allah, bütün peygamberleri hakkında bunun tersine şahitlik eder. Nitekim O şöyle buyuruyor: "Allah'ın kendisi ayırdığı şeyde Peygambere herhangi bir sıkıntı yoktur. Bu, Allah'ın önceden geçip giden peygamberler hakkında da geçerli olan bir yasasıdır. Allah'ın işi ölçülüp bi­çilmiş bir iştir. O peygamberler Allah'ın emirlerini tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka hiç kimseden korkmazlar. Allah yeterli hesap görücüdür." (Ahzâb, 38-39)

   Allah bu tür farzlarla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Eğer gerçekten mümin iseniz, onlardan değil, benden korkun." (Âl-i İmrân, 175) Yüce Allah bir bölüm kulunu, insanlar kendilerini korkut­tukları hâlde onlardan korkmadıkları için şöyle övmektedir: "O kimseler ki, insanlar kendilerine, 'İnsanlar size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkun.' dediler de bu söz daha da onla­rın imanını artırdı ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.' dediler." (Âl-i İmrân, 173)

   [1] Şöyle demek de doğru değildir: Peygamber öldürülmekten ve bunun sonucunda yaptığı çağ­rının boşa gitmesinden ve arkasının kesilmesinden korktuğu için kendisine gelen emrin açıklanmasını böyle bir sakıncanın söz konusu olmayacağı bir zamana erteliyordu. Bu da doğru değildir. Çünkü Allah ona, "Bu konuda senin yapabileceğin bir şey yok." (Âl-iİmrân, 128) diyor. Allah, Peygamber öldürülse bile, istediği herhangi bir vesile ile dilediği herhangi bir sebeple davetini yürütmekten âciz değildir.

   [2] Evet, "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin anlamına dayanılarak şöyle farz edilebi­lir: Peygamber bu emri tebliğ ettiği takdirde İslâm çağrısını ebedî bir zarara uğratacak bir suçlama ile karşılaşabileceğinden korkmuş olabilir. Bu tür görüş ve içtihatlar Peygambere caiz ve sakıncasızdı ve bu gibi durumlardaki korku Peygamberin kendisi ile ilgili değildi.

   [3] Bundan anlaşılıyor ki, bu ayet bazı tefsircilerin söylediği gibi, peygamberliğin başlangıcın­da inmemiştir. Çünkü o zaman "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin tek anlamı şu olurdu: Pey­gamberimiz kendisi ile ilgili olarak öldürülür de hayattan mahram olur veya öldürülür de İslâmiyet'i yayma çabalan boşa gider diye korktuğu için tebliğ konusunda ihmalkârlık ediyor, ağır davranıyordu. Dolayısıyla bütün bu faraziyelerin hiçbiri muhtemel değildir.

   [4] Şu da var ki, eğer bu ayetteki Rabbinden kendisine indirilenden maksat, dinin özü veya bü­tünü olsa, o zaman "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olur­sun." İfadesinin anlamı şöyle olur: Ey Peygamber dini tebliğ et. Eğer dini tebliğ etmezsen, dini tebliğ etmemiş olursun!

   Bazı tefsirciler bu ifadeyi şair Ebu Necm'in şu mısrası gibi saymak istemişler: "Ben Ebu Necm'im ve şiirim şiirimdir." O takdirde ayetin anlamı şöyle olur: Eğer peygamberlik görevini yapmazsan, Allah'ın sana ısrarla emrettiği konuya koşmakta ihmalkâr ve onu tebliğ etmekte kusurlu davranmış ol­ma suçunu işlemiş olursun. Nitekim Ebu Necm'in yukarıdaki mısrasının anlamı da "Ben Ebu Necm'im ve Benim şiirim, belagatı ve güzelliği ile meşhur olan şiirimdir" şeklindedir.

   Bu ihtimal de geçersizdir. Çünkü Ebu Necm'in kullandığı bu söz sanatı genel-özel, mutlak-kayıtlı ve benzeri yerlerde söz konusu olabilir. O zaman bu tür ifade tarzıyla o iki şeyin aynı olduğu ifade edilmiş olur. Buna göre Ebu Necm'in "Şiirim, şiirimdir" sözünün anlamı şöyledir: Hiç kimse benim şiir yeteneğimin kaybolduğunu veya olaylar beni yıprattığı için eskiden söylediğim kalitede şiir söyleyeme­diğimi sanmasın. Bu gün söylediğim şiir, dün söylediğim şiirin aynısıdır.

   "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun." İfadesin­de ise böyle bir söz sanatı geçerli değildir. Çünkü eğer bu ayetin, peygamberliğin başlangıcında indiği farz edilirse, buradaki elçilik görevi dinin bütününü veya özünü tebliğ etmek olur ki, o zaman ortalıkta tek şey olur, farklı ve değişik iki şey olmaz ki, "Eğer bu görevi tebliğ etmezsen, o görevi veya o göre­vin özünü tebliğ etmemiş olursun" demek doğru olsun. Çünkü bu farza göre tebliğ edilmesi istenilen görev, dinî bilgilerin tümü demek olan elçilik görevinin özüdür.

   Böylece ortaya çıktı ki, bu ayet bu içeriği ile peygamberliğin başlangıcında inmiş kabul edilme­ye elverişli değildir ki, burada Peygambere (s.a.a) indirilen mesajdan maksat, dinin bütünü veya özü olabilsin. Bundan şu da ortaya çıkıyor: Bu ayet peygamberliğin başlangıcı dışındaki başka bir zaman diliminde dinin bütününü veya özünü tebliğ etme konusunda inmiş kabul edilmeye de elverişli değildir.

   Çünkü yine "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun." ifade­sinin anlamsız kalması problemiyle karşı karşıya kalırız.

   Üstelik eğer ayetteki peygamberlik görevi ile dinin bütününün veya özünün kastedildiği farz edilirse, "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ifadesi, ayetin peygamberliğin başlangıcı dışındaki herhangi bir zaman diliminde inmiş olması ile uyuşmaz. Bu açıktır.

   Üstelik "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin, Peygamberimizin tebliğinde insanlardan korktuğuna delâlet etmesi sakıncası da aynen devam eder.

   Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Peygamberimize indirilen ve ayetin tebliğ edilmesi­ni ısrarla istediği emir, varsayılabilecek bütün ihtimalleri dâhil dinin bütünü veya özü değildir. O hâlde bu emrin dinin bir bölümü olduğunu söylemeliyiz. O zaman ayetin anlamı "Rabbin tarafından sana in­dirilen hükmü tebliğ et, eğer bunu yapmazsan peygamberlik görevini ifa etmemiş olursun." şeklinde olur. Bu varsayım, "peygamberlik görevi" deyiminden maksadın, Peygamberin yüklenmiş olduğu dinî görevin tümü olmasını gerektirir. Aksi hâlde ifadenin anlamsız duruma düşmesi sakıncası aynen geçerli olur. Çünkü "peygamberlik görevi" deyimi ile söz konusu hükümle ilgili görevin kastedildiği takdirde ayetin anlamı, "Bu hükmü tebliğ et; eğer onu tebliğ etmezsen, onu tebliğ etmemiş olursun." şeklinde olur ki, bu ifade açık bir şekilde anlamsız olur.

   Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: "Bu hükmü tebliğ et; eğer onu tebliğ etmezsen, peygamber­lik görevinin özünü veya bütününü tebliğ etmemiş olursun." Bu da doğru ve mantığa uygun bir anlam­dır. Böyle olunca bu ifade, Ebu Necrn'in "Ben Ebu Necm'im ve şiirim şiirimdir." ifadesinin kullanıldığı duruma benzer bir durumda kalmış olur.

   [6] Şöyle bir varsayım da ileri sürülebilir: Bu hüküm tebliğ edilmez ise, peygamberlik görevi ifa edilmemiş gibi olur. Bunun sebebi, dinî bilgilerin ve hükümlerin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmaları­dır. Öyle ki, bu karşılıklı bağlılığın gayet sıkı olmasından dolayı özellikle tebliğ konusunda eğer bir emir ihlâl edilirse, bütün emirler ihlâl edilmiş olur.

   Bu varsayım her ne kadar sakıncasız ise de, ayetin devamı olan "Allah seni insanlardan ko­rur. Allah kâfirleri doğru yola iletmez." ifadesi ile uyuşmaz. Çünkü ayetin bu son bölümünden, iman etmemiş olan kâfir bir topluluğun Peygambere inen bu hükme karşı çıkmayı kararlaştırdığı veya du­murlarının bu hükme şiddetle karşı çıkacaklarını, bu çağrıyı geçersiz kılmak, boşa çıkarmak, etkisiz ve faydasız hâle getirmek için ellerinden gelen her tedbiri alacaklarını gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu yüz­den de yüce Allah Peygamberini onlardan koruyacağını, onların hilelerini boşa çıkaracağını, onları komplolarında başarıya erdirmeyeceğini vaat ediyor.

   Bu anlam ise, Allah'ın indirdiği herhangi bir hükümle bağdaşmaz. Çünkü İslâm'ın öğretilerinin ve hükümlerinin tümü aynı derecede değildir. Bunların içinde dinin direği olan vardır; bunların içinde yeni ayı (hilâli) görünce dua etmek de vardır. Bunların içinde evli birinin zina etmesi vardır; bunların içinde yabancı kadına bakmak da vardır. Bu hükümlerin hepsi hakkında Peygamberimizin korkuya düş­tüğünü ve Allah'ın ona koruma vaat ettiğini farz etmek doğru değildir. Bu korku ve koruma bazı hü­kümlerle ilgilidir.

   [7] Dolayısıyla bu hükmün tebliğ edilmemesinin diğer hükümlerin tebliğ edilmemiş olmasını gerektirmesi, o hükmün ihmalinin aslında diğer hükümlerin ihmal edilmesi anlamına gelecek derecede önemli bir konumda olmasından, o hükmün hayat, hareket ve duygunun kaynağı olan ruh, diğer hü­kümlerin ise beden mesabesinde olmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre ayet, yüce Allah'ın Pey­gamberimize (s.a.a) dini tamamlayıp istikrara kavuşturacak nitelikte bir hüküm emrettiğini ortaya koy­maktadır. Bu hüküm öyle bir hükümdür ki, insanların ona karşı çıkması, Peygamberimizin gayretlerini boşa çıkarabilir, kurduğu din binasının temellerini yıkabilir, parçalarının dağılıp gitmesine yol açabilir. Peygamberimiz bu ihtimali sezdiği ve insanların tepkisinden korktuğu için bu hükmün tebliğini art arda erteliyordu. Maksadı, uygun bir fırsat ve güvenli bir ortam bularak çağrısının başarıya ulaşabile­ceği şartları yakalamak ve çabasının boşa gitmemesini sağlamaktı. Fakat Allah, kendisine hemen o hükmü tebliğ etmesini emretti, hükmün önemini açıkladı; kendisini Onun insanlardan koruyacağını, onların komplolarını başarıya erdirmeyeceğini ve kutsal çağrıyı alt-üst etmelerine izin vermeyeceğini vaat etti.

   Peygamberimizin (s.a.a) çağrısının alt-üst edilmesinin, İslâm'ın yayılmasından sonra emekleri­nin boşa çıkarılmasının müşrikler, Arap putperestler veya başkaları tarafından olmayacağını düşünmek gerekir. Aksi hâlde bu ayet hicretten önce Mekke'de inmiş de Peygamberimizin insanlardan korkusu, müşriklerin iftiralarından ve kendisine yönelik suçlamalarından yanaymış gibi olur. Kur'ân'm naklettiği bu iftiraların bazı örnekleri şunlardır: "O, eğitilmiş bir delidir." (Duhân, 14) "O bir şairdir, zamanın şartları içinde öleceğini bekliyoruz." (Tür, 30) "O, ya bir büyücü ya da bir delidir." (Zâriyât, 52) " Siz ancak büyülenmiş bir adamın peşinden gidiyorsunuz." (İsrâ, 47) "Bu ancak eskilerden öğre­nilmiş bir büyüdür." (Müddessir, 24) "Bu (Kur'ân) eski milletlerin masallarıdır. (Muhammed) on­ları adamlarına yazdırmış; bunlar sabahları ve akşamları ona okunmaktadır." (Furkan, 5) "Onu (Kur'ân'ı), bir insan ona öğretiyor." (Nahl, 103) "Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin. Sizden istenen budur." (Sâd, 6) Müşriklerin Peygamber hakkında bu türden daha birçok saçma sözleri vardır.

   Bütün bu iftiralar ve hakaretler dinin temelini zayıflatmayı gerektirecek şeyler değildir. Bunla­rın kanıtladığı tek şey, müşriklerin ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemedikleri ve belirli bir tutum sahibi olamadıklarıdır. Üstelik bu iftiralar ve hakaretler sadece Peygamberimize yapılmış değil ki, onla­rı sezince sıkıntıya düşsün ve gerçekleşmelerinden korksun. Çünkü diğer peygamberler de onun gibi bu belâlara ve sıkıntılara maruz kalmışlar, ümmetlerinin bu tür nahoş tepkileri ile karşılaşmışlardır. Nite­kim yüce Allah, Hz. Nuh'un ve ondan sonra gelip FCur'ân'da adı geçen diğer peygamberlerin karşılaştık­ları bu türden sıkıntıları nakletmektedir.

   Eğer bir şey varsa -ki var- bu emrin hicretten ve İslâm toplumunda dinin yerleşmesinden sonra geldiği düşünülmelidir. O günün Müslümanları karmaşık bir yapı arz ediyorlardı. Bir kesimi salih mü­minlerdi. Bir bölümü münafıklardı. Bunlar küçümsenmeyecek bir güce sahiptiler. Diğer bir kesimi has­ta kalplilerdi. Bunlar Kur'ân'ın deyimi ile dışarıdan gelen sözlere kulakları son derece duyarlı idi. Bunlar Peygamberimize gerçekten veya görünüşte inanmış olmakla birlikte onu bir padişah gibi görüyor ve Allah'ın dininin hükümlerine de beşerî ve millî kanunlar gözü ile bakıyorlardı. (Âl-i İmrân süresindeki Uhud Savaşına ilişkin ayetler ile Nisa suresinin 105-126. ayetleri buna örnektir.)

   Bu yüzden bazı dinî hükümlerin tebliğ edilmesi, zihinlerde Peygamberimizin koyduğu kanun­larla kişisel yarar sağladığı vehmini uyandırabilir, bu kanunların uygulanması ile de peygamber görün­tüsünde bir padişah ve yasaları da din görüntüsünde padişahlık kanunları olarak algılanabilirdi. Nitekim bazılarının sözlerinde bu çarpık algılamanın delillerine rastlanmaktadır. (Osman'ın halifeliğe getirildiği toplantıda Ebu Süfyan'ın söylediği sözler bunun örneğidir.)

   Bu öyle bir şüphedir ki, eğer kendisi veya benzeri insanların kalplerinde meydana gelmiş olsa, dinde hiçbir gücün gideremeyeceği, hiçbir tedbirin düzeltmeyeceği çapta büyük bir yıkım ve zarar meydana getirir. Demek oluyor ki, Peygambere inen ve kendisine tebliğ edilmesi emredilen bu hüküm, Peygamberimizin faydasına olacağı sanılan ve ona diğer Müslümanların ortak olamayacakları, hayatî bir imtiyaz sağladığı düşünülen bir hükümdü. Zeyd olayında, çok eşlilik konusunda, ganimetlerin beşte birini alma ayrıcalığında ve bunlara benzer hükümlerde olduğu gibi.

   Yalnız şu var ki, eğer ayrıcalıklar Müslümanların genelini ilgilendirmeyen konularda olmazsa, doğal olarak kalplerde şüphe de uyandırmaz. Meselâ evlâtlığın eşi ile evlenmek sadece Peygamberimi­ze mahsus bir imtiyaz değildi. Eğer Peygamber (s.a.a) dörtten çok kadınla evlenmeyi Allah'ın izni ol­maksızın kendi arzusu ile gerçekleştirmiş olsaydı, aynı serbestliği diğer Müslümanlara da tanımaktan geri durmazdı. Allah adına ve kendine ayırdığı ganimet mallarında ve diğer hususlarda Müslümanları kendine tercih eden tutumu da, bu konularda en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı.

   Bütün bu anlattıklarımızdan şu ortaya çıkıyor: Bu ayet, Peygamberimizin faydasına olacağı iz­lenimini veren ve ona başkalarının da sahip olmak istediği bir imtiyaz sağladığı düşünülen bir hüküm ortaya koyuyor. Bu hükmün tebliğ edilip hayata geçirilmesi, halkın o imtiyazdan mahrum olmasını ge­rektiriyordu. Peygamber de bu yüzden onu açıklamaktan çekiniyordu. Fakat yüce Allah ona bu hükmü tebliğ etmeyi ısrarla emrediyor ve kendisini insanlardan koruyacağını, bu konuda komplo kurmak iste­yenlerin komplolarında başarıya ulaşmayacaklarını vaat ediyor.

   Bu açıklama, her iki mezhep kanalı ile gelen rivayetlerce de doğrulanmaktadır. Bu rivayetlere göre, bu ayet Hz. Ali'nin (a.s) velayeti hakkında inmiş ve yüce Allah Peygambere (s.a.a) bu mesajı teb­liğ etmesini emretmişti. Peygamber, amcasının oğlunu tuttuğu şeklindeki suçlamalardan korktuğu için bu emrin tebliğini art arda erteliyordu. Fakat sonunda bu ayet inince bu mesajı Gadir-i Hum konuşma­sında tebliğ etti ve o konuşmada, "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." dedi.

   Ümmetin başında bir velinin olmasının İslâm dini için kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu açıktır. Bir din düşünün ki, bütün insanlığa, bütün asırlar ve bütün bölgelere sesleniyor. Temel meselelere, ah­lâk prensiplerine, insanın tüm davranışları ile ilgili bütün ayrıntılı hükümlere ilişkin ilkeleri bir bütün olarak belirtiyor. Diğer bütün genel kanunların tersine insanların hem bireysel, hem de sosyal hayatını düzenliyor. Böyle bir dinin gerçek anlamda bir koruyucuya ihtiyaç duymayacağı düşünülebilir mi? Bü­tün toplumlar başlarında bir yöneticinin bulunmasını gerekli görürken İslâm ümmeti, İslâm toplumu bu sosyal kanunun dışında kalarak başsız, yöneticisiz ve yürütücüsüz ayakta kalabilir mi? Böyle bir başıboşluğa, Peygamberimizin sosyal ve idarî uygulamalarına dayanan bir mazeret bulunabilir mi?

   Bilindiği gibi Peygamberimiz herhangi bir sefere çıktığı zaman yerine toplum çarkım döndüre­cek bir vekil bırakırdı. Nitekim Tebük seferine çıkmadan önce de yerine Hz. Ali'yi vekil bırakmıştı da Hz. Ali (a.s), "Beni kadınların ve çocukların başına mı vekil bırakıyorsun?" demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) ona şu cevabı vermişti: "Harun Musa için ne idi ise, sen de benim için o olmak istemez inisin? Yalnız benden sonra başka bir peygamber gelmeyecek."

   Peygamberimiz (s.a.a) Mekke, Taif, Yemen gibi Müslümanların elinde olan beldelere hüküm­dar yetkileri ile donatılmış genel valiler tayin ediyor, sefere çıkardığı müfrezelerin ve orduların başına komutanlar getiriyordu. Bu konuda onun hayatta olduğu dönem ile ölümünden sonrası arasında ne fark var? Tek fark şu olabilir: Onun ölümünden sonra bu uygulamaya olan ihtiyaç kat kat artmış ve zarurili-ği daha kaçınılmaz hâle gelmiştir.

   "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." Peygambere (s.a.a) resul (elçi) sıfatı ile hitap ediliyor. Çünkü ayetin tebliğ edilmesini emrettiği ilâhî hükme en uygun düşen sıfat bu­dur. Bu sıfat, ayetin açıkladığı ve Peygamberimize kesin bir dille işittirdiği tebliğin gerekliliğini ortaya koyan açık bir delildir. Çünkü resulün (elçinin) yegâne fonksiyonu taşıdığı mesajı tebliğ etmektir. Elçi­lik görevini taşımak. Peygamberi tebliğ fonksiyonunu gerçekleştirmekle yükümlü kılar.

   Ayette Peygamberimize (s.a.a) indirilen mesajın içeriğinin ne olduğu açıkça bildirilmiyor. O’nun sadece niteliğine değinilerek "ona indirilmiş bir şey" olduğu söyleniyor. Bu ifade tarzı, indirilen mesajın önemi ve yüceliğini bildirir. Aynı zamanda bu konuda Peygamberin yapacak bir şeyi olmadığı­na, bir yetkisi bulunmadığına, dolayısıyla o mesajı gizlemeye, duyurulmasını ertelemeye hakkı olmadı­ğına da delâlet eder. Ayrıca Peygamberin (s.a.a) o mesajı insanlara açıklaması için de bir mazeret oluş­turur. Bunların yanı sıra bu ifade tarzı, onun insanlar hakkındaki o mesajla ilgili sezgi ve korkusunun haklı olduğunu teyit etmekle birlikte, o mesajı açık açık dile getirmek zorunda olduğunu da vurgular.

   "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun." Ayetteki "risaletehu=elçilik görevi" kelimesinin "risalâtihi" şeklinde, yani çoğul sıygası ile okunduğu da nakle­dilmiştir. Bu kelimeden maksat, yukarıda söylediğimiz gibi, yüce Allah'ın Peygamberimize yüklediği mesaj iletme görevlerinin bütünüdür. Yine az önce söylediğimiz gibi bu ifade, üstü kapalı biçimde de­ğinilen hükmün önemli olduğunu, tebliğ edilmediği takdirde Peygamberin iletmekle yükümlü kılındığı hiçbir mesajın tebliğ edilmediği anlamına gelecek derecede yüksek bir konumu olduğunu vurguluyor.

   Ayetin üslûbu tehdit biçimindedir. Özü ise hükmün önemini vurgulamak ve bu mesajın halka ulaşmadığı, hakkı gözetilmediği takdirde bunun dinin hiçbir hükmünün hakkının gözetilmediği anlamı­na geleceği bildirilmektedir. "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçi olma görevini yerine getirmemiş olur­sun." cümlesi bir şart cümlesidir. Fonksiyonu, oldukça önemli olan cezanın (karşılığın) kendisine bağlı olduğu şartın önemini belirtmektir.

   Ayetteki şart koşma bizim aramızda geçen şart koşmalarla aynı nitelikte değildir. Çünkü biz in­anlar yaptığımız şart koşmalarda şartın gerçekleşeceğini bilmediğimiz için cezanın (karşılığın) gerçek­leşip gerçekleşmeyeceğini bilmeyiz. Fakat buradaki durum farklıdır. Çünkü Resûlullah'ın Allah'tan ge­len bir emri tebliğ etmeyeceği ihtimalini Kur'ân'ın onun için farz edeceği düşünülemez. Çünkü yüce Al­lah "Allah, kime peygamberlik görevi vereceğini herkesten iyi bilir." (En'âm, 124) buyuruyor.

   Kısacası "Eğer bunu yapmazsan..." cümlesi zahiri ile tehdit içeriklidir; ama gerçekte Pey­gamberimize (s.a.a) ve diğer insanlara bu hükmün önemli olduğunu ve Peygamberin bu hükmü tebliğ etmekte mazur olduğunu bildirmektedir.

   "Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Ayette geçen 'ya'simuke=seni korur' kelimesinin kökü olan 'asm' tutmak, engellemek de­nektir. Bu kelimenin başka bir türevi olan 'itisam' ise tutunmak demektir... İsam'da bir şeyi bağlamaya tarayan bağ anlamındadır. Peygamberlerin ismeti, onların Allah tarafından korunması demektir. Allah bu korumayı çeşitli şekillerde gerçekleştirmiştir. En başta onlara maya ve karakter saflığı bağışlamış. 5onra onları cismanî ve ruhanî üstünlüklerle donatmış. Sonra onlara desteğini sunarak ayaklarını yere sağlam basmalarını sağlamış. Sonra onlara huzur ve sükûnet indirmiş, kalplerini korumuş ve onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim Allah Peygamberimize, 'Allah seni insanlardan korur.' buyurmuştur." 'Bilezik gibi kola takılan takıya da 'ismet' denir. Bileziğin kol üzerindeki yerine ise 'mi'sem= bilek' de-ıir. Bunun gibi bukağılıktaki beyazlığa da bileziğe benzetilerek 'ismet' denir. Tıpkı ayaktaki beyazlığa bağ' dendiği gibi. Bunun gibi kızılca kargaya da 'Gurabun A'sem' denir." (alıntı burada son buldu.)

   Ragıb'ın peygamberlerin korunmuşluğu (ismeti) hakkında söyledikleri güzeldir, fena değildir. Yalnız bu söylenenler, "Allah seni insanlardan korur." Ayeti ile örtüşmez. Olsa olsa şu ayetle örtüşür: "Onlar sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğin gerçekleri öğretti. Allah'ın sana lütfü gerçekten büyüktür." (Nisa, 113)

   "Allah seni insanlardan korur." ifadesinden anlaşılan; bu koruma, Peygamberimizi insanla­rın, onun şahsına veya dinî amaçlarına ya da tebliğinin başarısına ve gayretlerinin hedefe varmasına yö­nelik kötülüklerinden koruyup kollamak anlamındadır. Her neyse; kelimenin kullanıldığı yerlerden çı­kan sonuca göre anlamı tutmak ve kavramaktır. Korumak anlamına gelmesi istiare yolu iledir. Araların­da lâzım-melzum ilişkisi vardır. Çünkü korumak, tutmayı gerektirir.

   Ayette korumanın insanlardan olacağı belirtiliyor. Fakat korumanın onların nesinden olacağı açıklanmıyor. Bu koruma insanların öldürme, zehirleme ve suikast gibi bedene yönelik saldırılarına karşı olabilir. Sövme ve iftira atma gibi sözel saldırılarına karşı olabilir. Tuzak kurma, hile yapma ve aldatma yolu ile işleri bozma girişimlerine karşı olabilir. Korumanın neye karşı olacağının söylenme­mesi, genellik ifade etmek içindir. Fakat kesin olan, Peygamberimizin (s.a.a) işlerinin bozulmasına ve yücelttiği İslâm sancağının yere düşmesine yol açacak kötülüklere karşı oluşudur.

   Ayette geçen "nas=insanlar" mutlaktır, insan özelliğini benliğinde taşıyan kişi demektir. Bu tanımlama da ne erkeklik-kadmlık gibi doğal ve yapısal özellikler, ne de bilgi, erdem, zenginlik gibi doğal olmayan özellikler göz önüne alınır. Bundan dolayı çoğunlukla fertler için değil, topluluklar için kullanılır. Yine bundan dolayı bazen fazilet sahibi insanlar anlamına gelir. Yalnız bu, o fazilette insan­lık özelliğinin gözetildiği zaman olur. "Kendilerine, 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin.' dendiği zaman..." (Bakara, 13) ayetinde olduğu gibi. Yani kendilerinde insanlık özelliği bulunan kişi­lerin iman ettiği gibi. Bu özellik, hakkı idrak etme, onu bâtıldan ayırt etme yeteneğidir.

   Bu kelime, bazen de seviye düşüklüğü anlamında kullanılır. Bu da, üzerinde konuşulan konu­nun, genel insanlık anlamının ötesinde bir-takım insanî erdemlerin varlığına ihtiyaç gösterdiği zaman olur. "Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30) ayetinde olduğu gibi. Veya "İnsanların sözüne, güvenme; onlara bel bağlama." sözünde olduğu gibi. Bu sözle anlatılmak istenen şudur: Sırf insan ismi­ni taşıyan kimselere güvenmek, bel bağlamak doğru değildir. Ancak ahde vefakârlık ve kararlarında se-batkârlık gibi üstünlüklere sahip olan insanlara güvenilir ve bel bağlanabilir.

   Bu kelime, genel insanlık anlamı dışında bir amaçla ilgili olmadığı bazı durumlarda ise, ne öv­gü ve ne yergi anlamı taşımaz. "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ye tanımasına diye sizi milletler ve kabileler yaptık. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, (kötülüklerden) en çok sakınanızdır." (Hucurât, 13)

   "Allah seni insanlardan korur." ifadesindeki "insan" kelimesi, müminleri, münafıkları ve kalbi hasta olanları içerecek şekilde genel anlamında kullanılmış olmalıdır. Çünkü bu zümreler birbirin­den ayırt edilmeyecek şekilde birbirine karışmışlardı. Dolayısıyla korkulduğunda onların genelinden korkulur. Belki de "Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." ifadesi bu anlama işaret ediyor. Çünkü bu ifade "Allah seni insanlardan korur." cümlesinin sebebi, gerekçesi konumundadır. Bu ayet hicret­ten ve İslâm'ın egemenliğinin perçinlenmesinden sonra inmiştir. O dönemde insanların çoğu Müslüman görünüyordu. Her ne kadar aralarında münafıklar ve diğerleri vardıysa da dış görünüş buydu.

   Ayetteki "kâfîrler"den maksat, nitelikleri belirtilen, fakat kimler oldukları söylenmeyen insan­lardır. Yüce Allah bunların komplolarını boşa çıkaracağını, Peygamberini onların şerrinden koruyaca­ğını vaat ediyor.

   Yine ayetin zahirinden anlaşılan o ki, bu ifadedeki küfürden maksat, Allah'ın ayetlerinden birini inkâr etmektir ki bununla, "Rabbin tarafından sana indirilen mesaj" ifadesindeki hüküm kastedili­yor. Hac ile ilgili şu ayette olduğu gibi: "Kim inkâr ederse, (bilsin ki) Allah'ın âlemlere ihtiyacı yoktur." (Âl-i İmrân, 97) Kelime-i şahadetten yüz çevirme anlamındaki küfür ise, bu ayetin içeriği ile bağ­daşmamaktadır. Böyle bir anlamın söz konusu olabilmesi için "Rabbin tarafından sana indirilen me­saj" ifadesi ile dinin bütün mesajlarının kastedildiğini ileri süren görüşü kabul etmek gerekir ki, bunun doğru bir yorum olmadığı yukarıda anlatılmıştı.

   Söz konusu kâfir topluluğu Allah'ın hidayet etmeyeceğinden maksat şudur: Allah onları tuzak­larında ve hilelerinde başarıya erdirmez. Cari sebeplerin onlara boyun eğmesini engeller, böylece amaç edindikleri kötülüğe ve fesada ulaşmalarına meydan vermez. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah fa­sıkları amaçlarına erdirmez." (Münafikûn, 6) "Allah zalimleri amaçlarına erdirmez." (Bakara,258)

   Buradaki hidayet etmemenin imana hidayet etmeme anlamında olması ise kesinlikle doğru de­ğildir. Çünkü bu anlam tebliğin ve davetin özü ile çelişir. Yani, "Onları Allah'a veya Allah'ın hükmünü benimsemeye çağır. Fakat ben onları buna hidayet etmem. Senin tebliğin sadece kıyamet günü sığına­cakları bir bahaneleri kalmasın diyedir." demek, yerinde ve doğru olmaz.

   Üstelik yüce Allah birçok kâfiri hidayet etmiş ve etmeye devam ediyor. Bunu somut örneklerde görüyoruz. Nitekim şöyle buyuruyor: "Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 213) Açıkça anla­şıldı ki, bu ayetteki kâfirleri hidayet etmemekten maksat, onların hak sözü geçersiz kılma ve Allah tara­fından indirilen hükmün nurunu söndürme yolundaki amaçlarına ermelerine fırsat vermemektir.

   Çünkü kâfirler, aynı şekilde zalimler ve fasıklar, nefislerinin kötülüğü ve görüşlerinin sapıklığı ciheti ile Allah'ın evrende yürürlükte olan yasalarını değiştirmek, sonuçlara doğru giden sebepleri ar­zularına göre yönlendirmek, âlemlerin Rabbine isyan etmeleri asla söz konusu olmayan hak sebeplerin mecralarını bozuk amaçlarına, bâtıl maksatlarına doğru çevirmek isterler. Fakat onların görünüşteki güçleri âlemlerin Rabbi ile başa çıkamaz. Kaldı ki, o güçleri onlara veren, bünyelerine yerleştiren Al­lah'tan başkası değildir.

   Onlar zaman zaman çabalarında ilerleyebilirler. Birkaç anlığına amaçlarına erebilirler. Belirli bir süre için yükseliş kaydedebilirler, işleri yolunda gidebilir. Fakat çok geçmeden plânlan bozulur ve kaz­dıkları kuyuya kendileri düşerler. Kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır, işte böylece Allah hak ile bâtılı ör­neklerle açıklar; bâtıl su köpüğü misali uçar gider, insanlara fayda sağlayan cevher ise yeryüzünde kalır Buna göre, "Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz" cümlesi "Allah seni insanlardan ko­rur." cümlesinin tefsiridir. Yalnız koruma kavramını sınırlı anlamda almak gerekir.

   O zaman korumadan maksat, Peygamberimizi (s.a.a) insanların kötülüklerinden koruyarak onun bu hükmü tebliğ edip ümmet araşma yerleştirme amacım gerçekleştirmesini önlemelerine meydan vermemektir. Meselâ amacına ulaşmadan önce Peygamberimizi (s.a.a) öldürmelerine, ona karşı isyan edip işlerini alt üst etmelerine, ona müminlerin dinlerinden dönmelerine yol açacak suçlamalar yönelt­melerine, bu hükmü öldürüp toprağa gömecek komplolar düzenlemelerine fırsat vermemek gibi...

   Bunlar yerine yüce Allah hak sözü üstün getirir ve dilediği gibi, dilediği yerde, dilediği zaman, dilediği kimselerde dinini hâkim kılar. Şu ayette buyurduğu gibi: "Ey insanlar, eğer Allah dilerse sizi götürür de başkalarını getirir. Allah'ın gücü bunu yapmaya yeter." (Nisa, 133)

   "Allah seni insanlardan korur." cümlesini taşıdığı geniş kapsamlı mutlak anlamda ele almak Kur'ân'a, sahih hadislere ve kesin tarihî gerçeklere ters düşer. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) kâfiri, mü­mini ve münafığı ile bir bütün olarak ümmetinden o kadar çok musibet, sıkıntı, engelleme ve eziyet çekti ki, ondan başka hiç kimse bunlara katlanamazdı. Nitekim meşhur bir hadisinde şöyle buyurmuş­tur: "Benim çektiğim eziyetleri başka hiçbir peygamber çekmedi." [el-Mîzan, c.6, s.53-67]

   AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

   Hafız Ebu Nuaym'ın Nüzul'ül-Kur'ân adlı eserinden nakledildiğine göre, Hafız Ebu Nuaym, nıerfu olarak Ali b. Amir'den, o, Ebu Haccaf tan, o, A'meş'ten, o da Atiyye'den şöyle rivayet eder: "Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ayeti, Hz. Ali (a.s) hakkında Resulullah'a (s.a.a) indi. O sırada yüce Allah ayrıca şöyle buyurdu: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, size yönelik nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." (Mâide, 3)

   İbn Sebbağ Malikî'nin el-Fusul'ül-Mühimme adlı eserinde şöyle dediği nakledilir: "Ebu'l-Hasan Vahidî, Esbab'un-Nüzûl adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle merfu olarak Ebu Said Hudrî'den şöyle dediğini rivayet eder: "Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ayeti, Gadir-i Hum günü Hz. Ali hakkında indi."

   Feth'ul-Kadîr adlı eserde verilen bilgiye göre îbn Mürdeveyh, İbn Mesud'un şöyle dediğini bil­dirir: "Biz Resûlullah'ın zamanında 'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen (Ali'nin müminlerin velisi olduğu yolundaki) mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur.' diye okurduk." [c.2, s.57]

   Ben derim ki: Bunlar, "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ayetinin Gadir-i Hum'da Ali (a.s) hakkında indiğine delâlet eden rivayetlerin bir bölümüdür. "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." şeklindeki Gadir-i Hum hadisine gelince; yüzü aşkın Şiî ve Sünnî ka­naldan rivayet edilen, mütevatir bir hadistir... Ehl-i Beyt İmamları bu hadisin doğru olduğu görüşün­dedirler... Ali (a.s), Rahbe denen yerde insanları bu hadis hakkında yemin etmeye çağırmış ve o toplan­tıda bulunan bir grup sahabî ayağa kalkarak Gadir-i Hum günü Resûlullah'tan bu hadisi işittiklerine dair şahitlik etmişlerdir... Sünnî ve Şiî hadisçiler, sırf bu rivayetlerin nakil zincirlerini saymak ve metinlerini incelemek için ayrı eserler hazırlamışlar ve haklarında enine boyuna geniş incelemeler yapmışlardır.

   Feth'ul-Kadîr adlı eserde İbn Ebu Hatem'e dayanılarak verilen bilgiye göre Cabir b. Abdullah şöyle dedi: "Peygamber (s.a.a), Benî Enmar savaşı dönüşünde Zat'ur-Rakî denen yerde bir hurmalığın başında mola verdi. Bir kuyunun başında oturdu ve ayaklarını kuyuya sarkıttı. O sırada Neccar kabile­sinden Vâris adında bir adam 'Muhammed'i öldüreceğim.' dedi. Arkadaşlarının, 'Onu nasıl öldüreceksin?' diye sormaları üzerine Vâris, 'Ondan kılıcım isteyeceğim. Kılıcını bana verince onunla kendisini öldüreceğim.' dedi. Arkasından Peygamberin yanma gelerek, 'Ey Muhammed, kılıcını ver de onu koklayayım.' dedi. Peygamber ona kılıcım verdi. Fakat bu sırada eli titremeye başladı ve kılıç elinden düş­tü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a), 'Senin ile yapmak istediğin iş arasına Allah girdi.' dedi. Arkasın­dan, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.' diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57]

   Ben derim ki:.. .Mesele, bu olayın ayetin anlamı ile örtüşüp örtüşmediğidir ki kesinlikle örtüşmemektedir.

   el-Menar adlı tefsirde şöyle deniyor: "Cabir'den ve İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre Pey­gamber, muhafızlar tarafından korunuyordu. Amcası Ebu Talip, her gün Haşim oğullarından birkaç er­keği onu korumakla görevlendiriyordu. Fakat bu ayet inince Peygamber, 'Amca, Allah beni koruma al­tına aldı, artık gönderdiğin adamlara ihtiyaç kalmadı.' dedi." [c.6, s.473]

   Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu rivayet şuna delâlet ediyor: Bu ayet, Peygamberin Mekke'de ikâmet ettiği dönemin ortalarında indi. Peygamber bu dönemde mesaj iletme görevini bir süre gerçek­leştirdi. Fakat insanların kendisine yönelttikleri eziyetler ve yalanlamalar ağırlaştı. Öyle ki, onlardan kendine zarar geleceğinden korkmaya başladı. Bunun üzerine tebliğ ve çağrı çalışmalarına son verdi. Fakat ikinci bir tebliğ emri aldı. Bu emir, yüce Allah tarafından tehdit içerikli idi. Aynı zamanda kendi­sine koruma vaat ediliyordu. Bunun üzerine daha önce yaptığı görevi tekrar yapmaya koyuldu. Bu riva­yetten bu sonuç çıkıyor. Ama bu varsayım, Resûlullah için söz konusu olamaz. [el-Mîzan, c.6, s.69-78]

 

[109]- Ali b. Ebu Talib (a.s)'ın oğlu

[110]- İmam burada âyeti, bir tarafın imamları diğer tarafın önderlerinden daha temiz oldukları için, şeklinde okumuştur; ancak bu, âyetin orijinalinde yoktur İmam'ın tefsiridir. [Mütercim]

[111]- Burada peygamberimiz kalenin kapısından dönüp gelen ve arkadaşlarını korkaklıkla suçlayan ve arkadaşları tarafından da kendisi korkaklıkla suçlanan kişiye eleştirel bir göndermede bulunuyor

[112]- İki ağırlıklı değer.

 

[113]- Bu ayet, Peygamber'in Kur'an ayetlerine ilişkin açıklamalarının kanıt mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Bazıları, Peygamberimizin açıklamalarının kanıtlığının, açık nasların ve müteşabih ayetlerden anlaşılanların dışında kalan ifadeler açısından veya Allah'ın kelamının bazı sırlan ya da tevil edilmesi gereken cümleleri açısından geçerlidir, demişlerse de bu tür yorumlara itibar etmemek gerekir.

   Sözünü ettiğimiz kanıtsallık Peygamberimizin (s.a.a) açıklamalarıyla ilgilidir ve Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) açıklamaları da bu kapsama girer. Bunu da mütevatir düzeyine ulaşmış ünlü "sekaleyn" hadisi ve başka hadislerden çıkarıyoruz.

   Sahabeden veya tabiinden ya da ulemadan oluşan ümmetin geri kalanının açıklamalarının ise bu tür bir kanıtsallıkları söz konusu değildir. Çünkü ne ayet, ne de güvenilir kanallardan rivayet edilmiş bir hadis, bu saydığımız grupların açıklamalarının kanıt olabileceğine ilişkin bir ifade içermektedir.

   "Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun." (Nahl, 43) Daha önce bu ifadeyle rasyonel bir ilkeye işaret edildiğini vurgulamıştık. Hükmün uygulanmasını belli bir grupla sınırlandırmaksızın bilmeyenle­rin bilenlere başvurması ilkesi yani.

   Bu söylediklerimiz Peygamberimizden ve Ehl-i Beyt imamlarından doğrudan alman, sözlü açıklamalar için geçerlidir. Onlardan aktarılan haberlere gelince, şayet mütevatir düzeyine ulaşmışlarsa veya kesin bir karineyle destekleniyorlarsa, onların açıklaması sayılacakları için kanıt özelliğine sahip kabul edilirler. Fakat Peygamberimize ve Ehl-i Beyt imamlarına nispet edilip de kitapla açıkça çelişen ya da çelişmeyip de mütevatir düzeyine ulaşmayan ve kesin bir karineyle de desteklenmeyen rivayetle­rin kanıtsallığı söz konusu değildir. Çünkü Kur'an'a muhalif bir ifade açıklama olmaz.

   Ayrıca mütevatir olmayan veya kesin bir karineyle desteklenmeyen rivayetler de açıklama nite­liğini tam anlamıyla üzerinde taşımış olmaz. [el-Mîzan, (Nahl, 44) Tefsir.]

 

[114]- "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlasıdır..." yüzü aşkın Şiî ve Sünni kanaldan rivayet edilen mütevatir bir hadisdir... Veliliğin, değişik kullanım alanlarındaki ortak anlamının özü, velîye "tasarruf ve düzenleme" yetkisi veren bir yakınlık türüdür. [el-Mîzan, c.6, s.75,14]

[115]- Aişe ve Hafsa

 

[116]- Ebu Bekir ve Ömer

[117]- İstediği yerine getirilince, yastığa yaslanarak.

 

[118]- Eğer ölmezsem.

 

[119]- Ölürsem

 

[120]- Halifelik yaptığım.

 

[121]- Sizi zulüm pençelerinin içine aldıktan...

 

[122]- Benim değerimi anlayacaksınız. O zulümleri gördükten sonra benim bir saatlik hükümetim için ah! Çekeceksiniz ve ne yazık ki beni bir daha göremeyeceksiniz.

[123]- "Ey iman edenler! Size izin verilmedikçe, Peygamberin evlerine girmeyin." (Ahzab, 53) "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin... Seslerini Allah'ın Elçi­sinin yanında kısanlar var ya, işte onlar, Allah'ın kalblerini takva için sınadığı kimselerdir..." (Hucurat, 2-3) Ancak onların Peygamberin kabrinin yanına defnolunmalarıyla, oraya kazma vurdunuz o sırada bağırmalar çağırmalar oldu, kabirler açtınız, izin istemeden onun evine girdiniz, Allah'ın ayeti­nin hükmüne muhalefet ettiniz.

[124]- "Ya senin kıskançlık duymandan endişe ediyorum" veya A'lamu'l-Vera nüshasında olduğu gibi "senin kıskanmandan endişe duymuyorum."

 

[125]- Cemel savaşı.

[126]- Düşmanların yaldızlı sözleri benim sizinle ilgili inancımı değiştiremez.

 

[127]- Yüce Allah onun ruhunu bedenine yerleştirmeden önce âlim kılmıştı.

[128]- Cemel savaşında olduğu gibi.

[129]- Bu ayetin Ehl-i Beyt imamlarıyla ilgili olduğuna ilişkin çok sayıda rivayet Şia kaynaklarında yer alır. Bu rivayetle de anlaşılıyor ki, bunların tümü uyarlama ve örtüştürme mahiyetindedirler. [Fiilin geniş zaman kipiyle kullanılmış olması ilâhî iradenin daima bu yönde tecelli ettiğini belgelemekte -M. Taki Misbah, Akait Dersleri, s.251, Kevser yay. - 2007] Nehc'ül Belağa'da şöyle deniyor:

   Dünya, Ali'ye karşı direndikten sonra, tıpkı bir ana devenin yavrusunu özlemesi gibi onu özler." Ardından Ali (as) şu ayeti okudu: "Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları varis kılmak istiyorduk." [el-Mîzan, (Kasas, 5) Tefsir]

[130]- İmamlığın işareti olan kitapları ve kılıcı.

[131]- Halife Harun Reşid (hilafeti hicri 170-193/miladi 786-808)

[132]- Babasından bu sözleri duyduğu halde, onun vefatından sonra imamlık iddiasında bulundu.

 

[133]- Ölecek olursa.

 

[134]- İmam olmasa da imamın büyük kardeşidir. Ya da onun imamlık iddiasına arka çıkma.

[135]- Çünkü ona güven olmaz.

 

[136]- Musa b. Cafer aleyhisselâm.

[137]- Muhammed b. Süleyman, Halife Mansur'un Medine valisi idi. Abdullah İmam'ın oğludur. İki rivayet önce ondan söz edildi. [İmam'm ashabından Ebu Hamza Sumalî vefatlarını haber veren kişiye, yerlerine kimi vasiy buyurduklarını sormuş, oğulları Abdullah ile Musa'yı ve Mansur'u... duyunca, "kü­çüğe delalette bulundu büyüğün halini anlatmış oldu ve pek büyük bir işi de gizledi demiş" bu sözle ne­yi kasteddiği sorulunca da, "büyük oğlu Abdullah'ın vücudunda noksan var; imam olamaz [h:742] bu suretle küçük oğlu Musa'yı bildirmiş oluyor Mansur'un vasıyyeti ise imamet gibi büyük bir işi gizlemek için" cevabını vermiştir. -A. Gölpınarlı, Oniki İmam, s. 114-]

Hamide, Ebu'l-Hasan Musa (a.s)'ın annesidir. İmam'ın vasiyet ederken Musa (a.s) ile birlikte diğer dördünü de zikretmiş olması takiyye gereğidir.

[138]- Bana senden sonraki imamın kim olacağını söyle.

[139]- Bu zamanda takiye yapmamız gerekiyor.

[140]- Senin yerine o imam olurdu.

[141]- Yezid, Zeyd b. Ali'nin soyundan gelir. Dolayısıyla altıncı ve yedinci imamın amca çocuğu­dur. Amca çocuğu amca yerine geçer

 

[142]- Cariyenin satın alınmasının onun aracılığıyla gerçekleştiğini sanmış olabilirler.

[143]- İmamlığı ve İmam'ın yerine kimin geçtiğini kastediyor

[144]- Senin bu tatlı sözlerine kanmam ben, anlamında bir deyim. Bu tür sözlere karnım toktur.

 

[145]- Abbasi halifesi el-Mehdî'yi kastediyor. (Hilafeti h. 15 8-169)

 

[146]- el-Hadi (hilafeti h.169-170)

[147]- Vakıfiye mezhebine mensup

[148]- Hasan (a.s) zamanında Hüseyin (a.s)'ın susması gibi

[149]- Demek istiyorlardı ki, İmam Muhammed et-Tâki (a.s) sana benzemiyor.

[150]- Sudan'da büyük bir yerleşim bölgesi.

[151]- "Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz kendi kadın­larınızı, biz kendimizi ve siz kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim de, Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." (Âl-i İmrân, 61)

   AYETİN AÇIKLAMASI

   "Kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa..." ifadesinin orijinal metninin başındaki "fa" harfi ayrıntılandırmaya yöneliktir. Hz. İsa ile ilgili ilâhî açıklamanın: "Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma." pekiştirme amaçlı cümleyle son bulmasının ardından, olağanüstü bir açıklığa sahip ilâhî beyan üzerine lanetleşme gibi bir öneriyle konuya ayrıntı kazandırılıyor. "Onun hakkında..." ifadesindeki zamir, Hz. İsa'ya veya önceki ayette işa­ret edilen "hakka"dönüktür.

   Yüce Allah'ın bu ayete kadarki açıklaması hiç kuşkuya yer bırakmayan ilâhî bir açıklama olma­sına rağmen yine de kesin kanıtlar içermektedir. Buna: "Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu Âdem’in durumu gibidir." ayeti işaret etmektedir.

   Dolayısıyla bu açıklamadan sonra edinen bilgi de burhan=belgif e dayalı bir bilgidir. Dolayısıy­la bu bilginin etkisi hem Resûlullah'ı (s.a.a), hem de onunla birlikte dinleyen herkesi kuşatır. Eğer tar­tışmaya kalkan dinleyicilerden biri, bunun ilâhî vahiyden kaynaklanan bir açıklama olduğundan kuşku duysa bile, bunun aklıselimin algılayacağı bir kanıt ve belgit olma özelliğinden kuşku duyması müm­kün olmaz. Bu yüzden: "...sana gelen ilimden sonra..." deniliyor, buna karşılık: "Onlara yaptığımız açıklamadan sonra" gibi bir ifade kullanılmıyor.

   Bu ayetin bir diğer nüktesi de şudur: Peygamberimizden (s.a.a) ilim niteliğiyle birlikte söz edil­mesi, onun yüce gönlünü hoş tutmaya, Allah'ın izniyle galip geleceğini, Rabbinin ona yardım edeceği­ni, yüzüstü bırakmayacağını müjdelemeye yöneliktir.

   "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım." Ayetin akışının başlangı­cında yer alan "çağıralım" kelimesi ile, "Oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi" ifadesinde kulanı-lan birinci çoğul şahıs zamirlerinin arasında fark vardır. Çünkü birincisinde, İslam ve Hıristiyanlık adı­na çekişen taraflar topluca ifade ediliyor. İkincisinde ise, yalnız İslam'ı temsil edecek kimselere işaret ediliyor. Bu nedenle, ifadeyi şu şekilde anlamak gerekir: "Oğulları, kadınları ve kendileri çağıralım. Biz kendi oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım, siz de kendi oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağırın..." Dolayısıyla ayetin ifade tarzında ince ve dakik bir icaz=az sözle çok şey anlatma tarzına başvurulmuştur.

   Mübahele ve lanetleşme; görünürde, Peygamberimizle (s.a.a) bazı Hıristiyanlar arasında geçen tartışmayı andırıyorsa da, çağrı, oğulları ve kadınları da kapsıyor ki davetçinin, davetinin doğruluğuna ve hak üzere oluşuna yönelik kanıtsallığı daha etkili olsun. Çünkü yüce Allah, insanların kalplerine bu sayılan gruplara yönelik sevgi yerleştirmiş, onlara şefkatle yaklaşmalarını sağlamıştır. Nitekim insanın kendisini siper ederek onları koruduğu çokça görülen bir olgudur. Onların korkmamaları, tehlikelere maruz kalmamaları için çabalar. Onları korur, onlara karşı duyarlı olur ve kendini onlara feda eder. Sırf bu fıtri eğilimden dolayı, oğullar kadınlardan önce zikredilmiştir. Çünkü insanın oğullara yönelik sev­gisi daha güçlü ve daha süreklidir.

   Bundan da anlıyoruz ki, bazı müfessirlerin: "Biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı çağıralım." ifadesinden maksat, "Biz sizin oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağıralım, siz de bi­zim oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağırın" der, şeklindeki değerlendirmeleri yanlıştır. Çünkü böyle bir değerlendirme, bizim daha önce işaret ettiğimiz oğulların ve kadınların lanetleşmeye ortak edilmelerinin gerisindeki hikmeti geçersiz kılar.

   Lanetleşme için, söz konusu grupların birer birer zikredilmeleri, davetçinin kendine güveninin ve hakka dayalı hareket edişinin bir diğer kanıtıdır. Sanki şunu demek istiyor: "Topluluklar karşılıklı olarak lanetleşsinler. Her bir grup Allah'ın lanetinin yalancılar üzerine olmasını istesin. Öyle ki bu lanet ve azap, oğullan, kadınları ve lanetleşenlerin kendilerini de kuşatsın. Böylece inatçıların kökü kurusun, batıl taraftarlarının kökü kazılsın."

   Bundan da anlaşılıyor ki, ifadenin gerçekleşmesi oğulların, kadınların ve kendilerinin sayısal olarak çokluk oluşturmalarıyla ilintili değildir. Çünkü bunda güdülen son amaç, taraflardan birinin yanındaki büyük, küçük, erkek, dişi herkesle birlikte helak olmasıdır. Nitekim müfessirlerin icması, ko­nuyla ilgili rivayetlerin ittifakı ve tarih kitaplarının da desteklemesi, olayın nesnel karşılığını kesin olarak ortaya koymuştur ki, Resûlullah (s.a.a) lanetleşme için kararlaştırılan yere gitmiş, yanında sadece Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan'ı ve Hüseyin'i (a.s) götürmüştü. Böylece orada sadece iki kişi, iki oğul ve bir kadın vardı. Böylece Allah'ın emrinin gereğini yapmışlardı.

   Ayrıca, ayetin lafzından kastedilen husus başka, objeler dünyası itibariyle hükmün parazite edildiği nesnel karşılık ise başka bir husustur. Nitekim Kur'an'da, bir topluluğa yönelik hüküm, ödül vaadi veya azap tehdidi içeren ifadelerin örnekleri çoktur, ama onun nüzuluna sebep teşkil eden olay bağlamında sadece bir somut örnek söz konusudur. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Sizden ka­dınlarına "zıhar"da bulunanlar bilsinler ki, kadınları onların anneleri değildir." (Mücâdele, 2) "Kadınlarına "zıhar" da bulunanlar, sonra söylediklerinden geri dönenler." (Mücâdele, 3) "And olsun; "Allah fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin sözlerini Allah işitmiştir." (Âl-i İmrân, 181) "Ve sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan arta kalanı." (Bakara, 219) Buna ben­zer birçok ayet vardır ki ifade çoğul olmakla beraber, iniş sebebi itibariyle nesnel karşılığı tekildir.

   "Sonra da dua edelim de, Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." Ayetin ori­jinalinde geçen "ibtihal" kelimesi, "elbehletu" veya "el-buhletu" mastarının "iftiaal" kalıbına uyarlan­mış şeklidir ve lanet anlamına gelir. Bu, kelimenin asıl anlamıdır. Sonra daha çok ısrarlı, yakarmalı dua ve dileme anlamında kullanılır oldu.

   "Allah'ın lanetini kılalım." ifadesi, cümlenin başında geçen "ibtihal" kelimesinin bir açıklama­sı gibidir. Bazıları şöyle demişlerdir: "Kılalım" denilip de "isteyelim" denilmemesi, bunun geri çevrilme­yecek bir dua olduğuna yönelik bir işarettir. Çünkü bir hakkın batıldan ayrılması sadece buna bağlıdır.

   "Yalan söyleyenler..." ifadesi, kastedilen konuyla ilgilidir. Yâni o anda zihinde yer alan kimse­lere yöneliktir. Kuşatıcı, kapsamlı ya da türe yönelik değildir. Çünkü maksat, lanetin bütün yalancıların ya da yalancılar türünün üzerine kılınması değildir. Tersine, Peygamberlerimizle Hıristiyanlar arasında meydana gelen tartışmaya taraf olanlardan kim yalan söylüyorsa, lanetin onun üzerine kılınması kaste­diliyor. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a): "Allah'tan başka ilah yoktur. İsa O'nun kulu ve resulüdür." Di­yordu, Hıristiyanlar ise: "İsa Allah'tır veya O'nun oğludur ya da Allah üçün üçüncüsüdür." diyorlardı.

   Buradan da açıkça anlaşılıyor ki, eğer Peygamberimizle (s.a.a) Hıristiyan grup arasındaki dava­da ve bundan dolayı lanetleşme olayından taraflardan biri birey, öbürü de topluluk şeklinde olsaydı, bu durumda, olguyu ifade edecek lafzın da ona uygun olması gerekirdi. "Kim yalancıysa Allah'ın lanetini onun üzerine kılalım." dememiz gibi. Dolayısıyla, ayetin ifade tarzı, iki taraftan birinin toplulukla ya­lancı olduklarını esas alıyor. Herhalukârda lanetleşme, çokluktan ibaret iki taraf arasında cereyan ettiği için sonuç iki topluluktan birinde tahakkuk bulacaktır; ya Peygamberimiz tarafında ya da Hıristiyan grup tarafında. Bu da, lanetleşme için hazır bulunanların iddiada ortak olmalarını gerektirir. Çünkü ya­lan ancak bir dava, bir iddia açısından söz konusu olabilir. Şu halde Peygamberimizle (s.a.a) birlikte hazır bulunan Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in iddia ve davette ortaklıkları söz konusudur. Hiç kuşku­suz bu, yüce Allah'ın Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i Beyti'ne özgü kıldığı şanın en onur vericilerindendir. Nitekim onlardan "kendiler," "kadınlar" ve "oğulları" şeklinde söz edilmiş ve ümmetin erkekleri, kadınları ve oğulları içinde sadece onlar bu onura layık görülmüşlerdir.

   Eğer desen ki: Biraz önce Kur'an'da çoğul ifadenin birey anlamında kullanıldığına ilişkin ör­nekler verildi. Nitekim lanetleşme olayına kadınlardan sadece Fatıma (s.a) katıldığı halde, ayette "ka­dınlar" şeklinde çoğul bir ifade kullanılmıştır. Şu halde, ayetteki "yalancılar..." şeklindeki çoğul ifadeyi bireysel bir duruma yorumlamanın (ve Peygamberimiz tarafından yalnızca onun kastedilmesinin) ne sa­kıncası olabilir?

   Ben de derim ki: İki durum arasında fark vardır. Bireysel bir meseleyle ilgili olarak ayetlerde çoğul lafzının kullanılması, ayetlerin açıklamayı hedefledikleri gerçeğin, birçok insan tarafından sergi­lenebilecek türden olabilir olmasından dolayıdır. Dolayısıyla, konuyla ilgili bir hüküm içeren ayetlerde, onların da hükme tâbi tutulmaları gerekir. Ancak bir ayetin açıkladığı gerçeğin, diğer insanlar tarafın­dan sergilenmesi mümkün olmadığı, hükmün bireyi aşmadığı ve niteliğin sadece onunla sınırlı kaldığı durumlarda, ayette çoğul lafzının kullanılması kesinlikle caiz olmaz. Şu ayetleri buna örnek gösterebili­riz: "Hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye: "Eşi­ni tut ve Allah'tan sakın" diyordun."(Ahzab, 37) "Saparak kendisine yöneldikleri adamın dili ya­bancıdır, bu ise apaçık Arapça bir dildir." (Nahl, 103) "Gerçekten biz sana ücretlerini verdiğin eşlerini... helal kıldık. Bir de, kendisini Peygambere hibe eden ve Peygamberin kendisini almak istediği mü'min bir kadını da." (Ahzab, 50)

   Ayette işaret edilen lanetleşme de, ilgili olduğu nesnel durumdan ötesiyle ilintili değildir. O da Peygamberimizle Hıristiyanların lanetleşmeleridir. Şayet her iki taraf açısından iddiacılar çoğul konumda olmasalardı, elbette ayette "yalancılar" şeklinde çoğul sığasının kullanılması uygun düşmezdi.

   Eğer desen ki: Peygamberimizin (s.a.a) yanma bir heyet halinde gelen Hıristiyanlar: "Mesih Allah'tır veya Allah'ın oğludur ya da o üçün üçüncüsüdür." şeklinde bir iddia ileri sürüyorlardı. Bu ko­nuda onlarla diğer Hıristiyan kadınlar ve erkekler arasında herhangi bir fark yoktur. Aynı şekilde, Pey­gamberimizin savunduğu "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve İsa'nın Allah'ın kulu ve resulü olduğuna" ilişkin mesaj da müminlerin esas aldığı bir inanç ilkesiydi. Bu konuda hiç kimse, hatta Peygamberimiz bile farklı bir yaklaşıma sahip değildi. Dolayısıyla Peygamberimizle birlikte lanetleşmeye katılanların, bu konuda diğer insanlardan herhangi bir üstünlüğü söz konusu olmaz. Peygamberimiz lanetleşmeye katılsınlar diye çağırdığı kimseleri, ayetin içerdiği "oğullar, kadınlar ve kendiler" hususuna örnek ola­rak seçmişti. Ayrıca, davetle iddia farklı şeylerdir. Başkalarının iddiada Peygamberle ortak olmaları dü­şünülebilir, ama davet Peygambere özgü bir kavramdır. Sen ise diyorsun ki: "Onlar, Peygamberin dave­tinde de ortaklarıydılar?"

   Ben derim ki: Eğer Peygamberimizin (s.a.a) çağırdığı kimseler, diğer Müslümanları temsilen örnek olarak seçilmiş olsalardı, bu durumda en azından iki erkek, üç kadın ve üç oğul getirilmiş olma­ları gerekirdi. Dolayısıyla, çağrılanlar, salt bu işe özgü kılındıkları için çağrılmışlardı. Çünkü Allah'ın emrinin yerine getirilmesi, sadece bu durumda anlam kazanır. Şöyle ki, Peygamber (s.a.a) Allah tara­fından inen bu emrin gereğinin yapılması hususunda getirdiklerinin dışında kimseyi bulamamıştı. Bir erkek, bir kadın ve iki oğul yani.

   Eğer kıssa üzerinde düşünecek olursan, Necran Hıristiyanlarının oluşturduğu heyet, Medine'ye Peygamberimizle Meryem oğlu İsa hakkında tartışmak, ona itiraz etmek üzere gelmişlerdi. Çünkü Pey­gamberimizin savunduğu: "İsa Allah'ın kulu ve elçisidir." iddiası, Peygamberimizle bağlantılı ve kendi­sine geldiğini söylediği vahye dayanıyordu. Ona tâbi olan müminlerle Hıristiyanların bir alıp vereme­dikleri yoktu. Müminlerle buluşmak gibi bir dertleri de söz konusu değildi. Nitekim, ayetin başındaki şu ifade, buna yönelik bir işarettir: "Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışma­ya kalkarsa." Yine konuyla ilgili bir kaç ayetten önce yer alan şu ifade de bu hususa bir işaret niteliğin­dedir: "Eğer seninle çekişip tartışırlarsa, de ki: "Bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim."

   Buradan anlaşılıyor ki: Peygamberimizin (s.a.a) beraberinde lanetleşmeye getirdiği kişiler, di­ğer Müslümanları temsilen örnek olarak seçilmemişlerdi. Çünkü müminlerin salt imanlarından dolayı bu tartışma ve lanetleşmeyle bir ilgileri yoktu ki, kendileriyle hasımları arasında gidip gelen ve yalancı­ların üzerine olması istenen lanet ve azaba muhatap olsunlar. Peygamberimizin (s.a.a) kendisiyle bera­ber bazılarını getirmesinin nedeni, onun tartışma ve iddialaşmaya taraf olmasıdır. Dolayısıyla, yalan söz konusu olması durumunda kendini bunun kaçınılmaz akibetine muhatap kılması gerekirdi. Eğer da­va, onun zatı gibi kendisiyle birlikte getirdiği kimselerle de kâim olmasaydı, onları beraberinde getir­mesinin bir gerekçesi olmazdı. Bu nedenle Peygamberimizin onları beraberinde getirmesi, ileri sürdüğü davasını temsil etme yetkisine haiz "oğullar, kadınlar ve kendiler" konumunda olmalarından kaynakla­nan bir tahsistir. Yoksa onları örnek olarak getirmiş değildi. Şu halde, dava, Peygamberimizle (s.a.a) kâim olduğu gibi, onlarla da kâimdi.

   Kaldı ki, Hıristiyanlar, sırf "Meryem oğlu İsa Allah'ın kulu ve resulüdür." dedi ve buna inandı diye Peygamber efendimizle (s.a.a) görüşmeye gelmiş değillerdi. Tersine Peygamberimiz bu inancını bir iddia olarak ileri sürüyor ve onları da inanmaya davet ediyordu. Dolayısıyla bir heyet halinde onun­la tartışmaya gelmelerinin sebebi, işte bu davetti. Buna binaen de Peygamberimizin (s.a.a) ve onunla birlikte gelenlerin lanetleşmeye kalkışmaları, hem iddia, hem de davet dolayısıyladır. Söylediğimiz gi­bi, onunla lanetleşmeye kalkışanlar, iddiaya ortak oldukları gibi dinî davete de ortaktılar.

   Eğer desen ki: Say ki, onları lanetleşmeye götürmesi, onun bir parçası olmalarından ve bu ni­teliğin sırf onlara özgü olmasından ileri geliyordu. Fakat anlaşıldığı kadarıyla -normalde olduğu gibi in­sanın tehlikeler ve korkular karşısında kadınlardan ve çocuklardan ciğer parelerini ve dostlarını hazır etmesi, esenlik, sağlık ve koruma noktasında ortamın güvenli olduğunu düşündüğünün kanıtıdır. Pey­gamberimizin de onları çağırmış olması, bundan öte başka bir anlamı ifade etmez. Onların davetinin or­takları oldukları hususuna gelince; Peygamberimizin davranışı böyle bir şeye delalet etmekten uzaktır.

   Ben derim ki: Evet, ayetin girişi, sözü edilen husustan ötesine işaret etmiyor; ancak sen de bi­lirsin ki, ayetin sonundaki "yalan söyleyenlerin üstüne..." ifadesi, kesin olarak tartışmaya ve lanetleş­meye taraf olanlardan birinin yalan söylüyor olmasını öngörür. Bu ise, ancak her iki tarafta yer alan kimselerin tümünün doğru veya yalan nitelikli iddiaya ortak olmaları durumunda mümkün olabilir. Şu halde, Peygamberimizin (s.a.a) beraberinde lanetleşmeye getirdikleri, daha önce de söylediğimiz gibi hem iddianın, hem de davetin ortaklarıydılar. Böylece, mübahele olayında Peygamberimizle birlikte hazır bulunanların tamamı, iddia ve davetin sahipleriydiler ve bu ikisinde Peygamberin ortaklarıydılar.

   Eğer desen ki: Bu söylediklerin, onların peygamberliğe de ortak olmalarını gerektirir.

   Ben de derim ki: Hayır. Daha önce (Bakara, 213. ayetin tefsirinde) peygamberlik misyonunu ele alırken, davet ve tebliğin peygamberlik ve elçilikle özdeş olmadıklarını vurgulamıştık. Fakat bunlar, peygamberliğin özellikleri ve gerekleridir, peygamberlerin işgal ettikleri ilâhî makam ve görevler ara­sında yer alırlar. Yine daha önce "İmamet" konusunu incelerken (Bakara, 124. ayetin tefsirinde), bu iki niteliğin bir açıdan imametin gerekleri olmakla beraber, onunla özdeş olmadıklarını vurgulamıştık.

   Me'mun'un İmam Rıza'ya (a.s) sorduğu sorular kapsamında rivayet edilir ki: "Memun İmam'a şöyle sorar: "Deden Ali'nin halifeliğinin delili nedir?" İmam der ki: "Kendimiz..." ayetidir." Memun derki: "Evet, ama eğer "Kadınlarımız" ifadesi olmasaydı." İmam derki: "Haklısın, ancak "oğulları­mız" ifadesi olmasaydı."

   Ben derim ki: İmamın: "Kendimiz..." ayetidir" şeklindeki sözü şu anlama gelir: Yüce Allah bu ayette, Ali'nin "kendisi"ni Peygamberinin (s.a.a) "kendisi" gibi değerlendirmiştir. Buna karşılık Me’mun’un: "Evet, ama "Kadınlarınız" sözü olmasaydı." şeklindeki sözü de şu anlamı ifade eder. Âyette yer alan "Kadınlarımız" sözü, "Kendimiz" sözünün "erkekler" anlamında kullanıldığının kanıtıdır. (Buna binaen de ayetin manası şöyle olur: Erkeklerimizi ve kadınlarımızı çağıralım.) Dolayısıyla, bu bağlamda Hz. Ali (a.s) için bir üstünlükten söz edilmez. İmamın buna cevap olarak söylediği: "Hak­lısın, ancak Oğullarımız" ifadesi olmasaydı." sözü ise şu anlama gelir: "Ayette "Oğullarımız" sözünün yer alması, senin söylediklerinin aksine delalet eder. Çünkü eğer "Kendimiz"den maksat "Erkekler" olsaydı, ayrıca "Oğullar"dan söz etmenin bir anlamı olmazdı."

   Ayette geçen "Onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa...." ifadesindeki zamirin "Ger­çek, Rabbinden gelendir." ifadesinde geçen "gerçek"e dönük... niteliktedir. Buna göre, lanetleşme hükmü, salt Meryem oğlu İsa'nın durumuna özgü değildir.

   İbn-i Tavus Sa'dus Suud adlı eserinde der ki: "Muhammed b. Abbas b. Mervan tarafından kale­me alınan ve Peygamberimizle Ehl-i Beyti hakkında inen ayetlerin tefsirini kapsayan kitaptan şu ifade­leri okudum: "Lanetleşme olayına ilişkin haber, elli bir değişik kanaldan sahabe ve başkalarından riva­yet edilmiştir. Hasan b. Ali (a.s), Osman b. Affan, Sa'd b. Ebu Vakkas, Bekr b. Semmal, Talha, Zübe-yir, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Abbas ve Hz. Peygamberin (s.a.a) kölesi Ebu Rafı, Cabir b. Ab­dullah, Bera b. Azib ve Enes b. Malik bunlar arasında yer alırlar." Bu olay, el-Menakıb adlı eserde, bir­çok ravi ve müfessirden rivayet edilir. Bunun gibi Suyuti de ed-Dürr-ül Mensur'da rivayet eder.

   Ayetle İlgili Bir Yorum Ve Reddi

   Bir tefsircinin (el-Menâr Tefsiri, 3/322-323) şu değerlendirmesi son derece tuhaftır: "Rivayet­lerden belirtilen ortak nokta, Peygamberimizin lanetleşme için Ali, Fatıma ve iki oğullarını seçtiği hu­susudur. Bu rivayetlerde "kadınlarımız" kelimesi Fatıma'ya ve "kendimiz" kelimesi de sadece Ali'ye yorumlanır. Bu rivayetlerin tümü Şiî kaynaklıdır. Bununla hangi amacı güddükleri ise malumdur. Nite­kim bu rivayetlerin yaygınlık kazanıp kabul görmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Öyle ki bu ri­vayetler, Ehl-i Sünnet arasında da büyük ölçüde revaç bulmuştur. Fakat bu rivayeti uyduran kişi, olayı ayete tam olarak uyduramamıştır. Çünkü hiçbir Arap, özellikle birkaç kadınla evli birisi, "kadınlarımız" kelimesiyle kızını kastetmez. Arapça'da bu tarz bir kullanımın örneği yoktur. Bundan daha akıl almazı ise, "kendimiz" ifadesiyle Ali'nin kastedildiğinin söylenmesidir. Kaldı ki, ayetin nüzul sebebi olarak gösterdikleri Necranlı Hıristiyanların oluşturduğu heyette, kadınlar ve çocuklar yer almıyorlardı.

   Ayetten anlaşılan husus şudur: Peygamber Efendimiz (s.a.a) Ehl-i Kitaptan kendisiyle Meryem oğlu İsa hakkında tartışmaya girip çekişenleri, erkek, kadın ve çocukları alıp toplamaya davet etmesi, öte taraftan kendisinin de erkek, kadın ve çocuklardan oluşan müminleri toplaması emredilmişti. Bun­lar, İsa hakkında yalan söyleyene lanet etmesi için Allah'a dua edeceklerdi.

   Böyle bir öneride bulunmak, kişinin kesin inancına ve söylediklerinden emin olduğuna delalet eder. Yine böyle bir öneriye muhatap olan Hıristiyanlar ve diğer grupların böyle bir şeyden kaçınmış olmaları da, kanıtlarından kuşku duydukları ve söylediklerinden tam emin olmadıkları anlaşılıyor. Bu olay ve onların sergiledikleri tavır, inançlarının sarsıldığını, kesin bilgiye ve delilsiz inanca dayanma­dıklarım ortaya koymuştur. Hâlbuki Allah'a iman eden bir kimse, hak ve batıl taraftarlarından oluşan bunca insanı bir yerde toplayıp, Allah'ın lanetini istemeye ve rahmetinden uzak olmayı talep etmeye ra­zı olabilir mi? Allah'a karşı bundan daha büyük cesaret olur mu? Allah'ın gücü ve azametiyle bundan daha fazla alay edilir mi?

   Peygamber efendimizin (s.a.a) ve beraberindeki müminlerin Hz. İsa hakkında kesin bir inanca sahip oduklarının kanıtı olarak şu ifade yeterlidir: "...sana gelen ilimden sonra..." Çünkü bu tür inanç meselelerinde "ilim" sözcüğüyle "kesin inanç" kastedilir, "...biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı..." ifadesini iki şekilde açıklamak mümkündür:

   Birincisi: Her grup karşı tarafın adamlarını çağırsın. Siz bizim oğullarımızı, biz de sizin oğulla­rınızı, siz bizim kadınlarımızı, biz de sizin kadınlarınızı... çağıralım.

   İkincisi: Her grup kendi yandaşlarım çağırsın. Biz Müslümanlar kendi oğullarımızı, kadınları­mızı ve kendimizi... çağıralım. Siz de kendinizinkileri çağırın.

   Her iki açıdan da "kendiler"in çağrılışındaki kelime dağılımında herhangi bir problem yoktur. Problem, Şia'nın yorumundan ve sözcükleri belli şahıslara özgü kılma hususunda onlara taraf olanlar­dan kaynaklanmaktadır..."

   Ben derim ki: ... Şimdi daha ayrıntılı incelemeye başlıyouz: Bu zat diyor ki: "Bu rivayetlerin tümü Şia kaynaklıdır... Bu rivayetlerin yaygınlık kazanıp kabul görmesi için ellerinden geleni yapmış­lardır. Öyle ki bu rivayetler Ehl-i Sünnet arasında da büyük ölçüde revaç bulmuştur." Bundan önce de sözünün başında: "Rivayetlerden belirtilen ortak nokta..." şeklinde bir ifade kullanıyor.

   Keşke bu sözlerle hangi rivayetleri kastettiğini bilseydim? Bununla hadisçilerin elbirliği ederek rivayet ettikleri ve herhangi bir açıdan eleştirmedikleri çok sayıdaki rivayeti mi kastediyor? Oysa bu ri­vayetler bir, iki ve üç tane değildir. Hadisçiler bunları topluca benimsemiş ve nakletmişlerdir. Sahih ha­dis kaynaklarında bu rivayetlere yer verilmiştir. Bunlar arasında Müslim ve Tirmizi de vardır. Tarihçi­ler de olayı doğrulamışlardır. Sonra Müfessirler herhangi bir itirazda bulunmadan, en ufak bir kuşku belirtmeden tefsirlerinde bunlara yer vermiş, defalarca üzerinde durmuşlardır. Bunlar arasında Taberi, İbn-i Kesir, Suyuti gibi hadisçi ve tarihçi zatlar da yer alır.

   Ayrıca, bu rivayetlerin kaynağı olarak işaret ettiği Şia ile kimleri kastediyor? Rivayet zincirleri­nin gelip dayandıkları Sa'd b. Ebu Vakkas, Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Abbas gibi sahabeleri mi? Yoksa bu haberleri onlardan duyup kendilerinden sonraki kuşaklara aktaran Ebu Salih, Kelbi, Süddi, Şa'bi gibi tabiin kuşağına mensup âlimleri mi kastediyor? Bu gibi insanlar, müellifin hoşuna gitmeyen bir olayı aktardılar diye Şiî mi oldular? Kaldı ki, bu zatlar ve benzerleri, hadisleri nakleden kanallardır­lar. Eğer bu adamlar da reddedilirse, geride sözü edilecek bir sünnet, anlatılacak bir siyer kalmaz.

   Bir Müslüman, hatta din olarak İslam'ı benimsememiş bir araştırmacı, sünneti geçersiz sayıp, sonra da Peygamberin (s.a.a) getirdiği öğretiyi ve yasama sisteminin ayrıntılarını tespit edebilir mi? Hâlbuki Kur'an, Peygamberin sözünün ve pratik davranışının kanıtsallığını haykırıyor; dinin hayatını sürdürmesini dile getiriyor? Eğer ta baştan itibaren sünnetin iptalliği yönüne gidilirse, geride ne Kur'-an'dan bir eser, ne de inmesi için bir semere kalır.

   Yoksa o, bu sözleriyle, Şiilerin bu tür rivayetleri uydurup hadis ve tarih kaynaklarına sokuştur­duklarını mı demek istiyor? Eğer öyleyse, sünnetin iptali ve şeriatın geçersizliği tehlikesi yeniden gün­deme gelmiş olur. Hatta musibet daha da kuşatıcı, fesat daha da yaygın olur!!!

   Sözlerinin bir bölümünde de diyor ki: "Kadınlarımız" sözünü "Fatıma'ya", "kendimiz" sözünü de sadece Ali'ye yorumluyorlar..." Demek istiyor ki; onlar diyorlar: "Kadınlarımız" sözü mutlak olarak denilmiş ve onunla Fatıma kastedilmiştir. Yine "kendimiz" sözü ile de sadece Ali'ye işaret edilmiştir. O, bu sözüyle, yukarıda sunduğumuz rivayetlerden birinde geçen ifadelerden anladığını yansıtıyor gibi­dir. Çünkü Cabir'in şöyle dediği rivayet edilir: "Kadınlarımızla Fatıma, kendimizle Ali kastedilmiştir."

   Ama bu tefsirci, olayı yanlış anlamıştır. Çünkü ayette geçen "kadınlarımız " sözü ile Fatıma ve "kendimiz" sözü ile de Ali kastedilmemiştir. Fakat Peygamber efendimiz (s.a.a) bu ayetteki emri yerine getirme bağlamında, sadece Ali ve Fatıma'yı çağırdığı için, Fatıma'nın "kadınlarımız"ın, Ali'nin "kendimiz"in ve Hasan ve Hüseyin'in de "oğullarımız"ın bireysel misdak ve temsilcileri oldukları anlaşılmak­tadır. Ayette geçen "oğullar, kadınlar ve kendiler"den maksat ailedir. O da Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i Beyti'dir. Nitekim rivayetlerde belirtildiğine göre, Peygamberimiz onları lanetleşme mahalline ge­tirdikten sonra: "Allah'ım, bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir." buyurmuştur. Dolayısıyla Peygamberimizin sözünün ifade ettiği anlam şudur: "Bunlardan başka çağıracak kimse bulamadım."

   Bazı rivayetlerde yer alan: "Kendimiz ve kendinizi" sözünden maksat, Resûlullah ve Ali'dir." ifadesi bizim bu açıkladığımızı destekler niteliktedir. Çünkü bu ifade, açıkça ayetin anlamına kimin misdak olduğunu belirtiyor; ayetteki lafızların mânasını açıklamak söz konusu değildir.

   Sonra diyor ki: "Fakat bu rivayeti uyduran kişi, olayı ayete tam olarak uyduramamıştır. Çünkü hiçbir Arap, özellikle bir kaç kadınla evli birisi, "kadınlarımız" kelimesiyle kızını kastetmez. Arapça'da bu tarz kullanımın örneği yoktur. Bundan daha akıl almazı ise, "kendimiz" ifadesiyle Ali'nin kastedildi­ğinin söylenmesidir." Yazarın yanlış algıladığı bu ilginç olay, onu bunca rivayeti bir çırpıda tutup atma­ya, onları nakleden ravileri ve sahih olarak kabullenen bütün herkesi suçlamaya, daha sonra da sözü geçen nispetlerde bulunmaya sürüklemiştir. Oysa, Kur'an'ı tefsir etmek gibi bir konumda olan bir kişi ola­rak onca belagat imamını ve söz sanatı üstatlarını hatırlaması gerekirdi. Onlar bu rivayetleri hiçbir te­reddüt göstermeden, herhangi bir itiraza konu etmeden tefsirlerine ve diğer eserlerine almışlardır.

   Örneğin Keşşaf tefsirinin yazarı Zimahşeri -ki zaman zaman kıraat imamlarının bile yanlışlarını gösterebilecek bir kişidir- söz konusu ayetin tefsiri çerçevesinde şunları söylüyor: "Bu ayetin en güçlü kanıtsallığı, Ashab-i Kisâ'nın (Peygamberimizin: "Ehl-i Beyt'im bunlardır." diye abası altına aldığı Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in) üstünlüklerine delalet etmede, bundan daha güçlü bir delil olmaz. (Selam onların üzerlerine olsun.) Bu, aynı zamanda Peygamberimizin peygamberliğinin de gerçekliğinin en açık ifadesidir. Çünkü yandaş ve muhalif hiç kimse, Necran Hıristiyanlarının lanetleşmeye katıldıkları­na ilişkin bir rivayeti aktarmış değildir." (Keşşaf, c.l, s.370)

   Nasıl oluyor da belagat alanının üstatları, edebiyat sahasında at koşturan bu yiğitler ve ulu şah­siyetler, hadis kitaplarında yoğun bir şekilde yer alan bu yekündeki rivayetlerin Kur'an'ın beyanına yan­lışlık izafe ettiklerini, tekil bir duruma ilişkin, çoğul bir ifade kullanmayı nispet ettiklerini fark edeme­mişlerdir?!

   Hayır! Andolsun ki, meseleyi karıştıran yazarın kendisidir. Kavramla nesnel karşılığını birbiri­ne karıştıran odur. O sanıyor ki, yüce Allah Peygamberine: "...Sana gelen ilimden sonra, onun hak­kında seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı ... çağıralım." şeklinde hitap ettiğinde, eğer ayetin işaret ettiği tartışmacılar Necranlı Hıristiyanlardan oluşan heyet kabul edilirse, bazı rivayetlerde işaret edildiği gibi, onlar da on dört erkekten oluştukları ve yanlarında kadın ve çocuk namına kimse bulunmadığı, ayrıca rivayetlerde belirtildiğine göre Pey­gamberimiz de Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'den başka kimseyi lanetleşmeye götürmediği için, bu şe­kildeki bir yaklaşım, "seninle tartışmaya kalkarsa..." ifadesiyle Necran heyetinin, "kadınlarımız" ifadesiyle bir tek kadının ve "kendimiz" ifadesiyle de bir tek adamın kastedilmiş olmasını gerektirir. Bu durumda "kadınlarınız" ve "oğullarınız" ifadelerinin bir anlamı olmaz. Çünkü rivayetlerde belir­tildiğine göre, heyette kadınlar ve çocuklar yer almıyorlardı.

   Burada tesniye=iki kişi ile ilgili hususta çoğul olan "oğullar" kelimesinin kullanılması durumu ortaya çıkmış olur. Böyle bir kullanım, müfret için çoğul kullanmaktan daha kötü bir örnektir. Müfretle ilgili olarak çoğul kullanımının örneklerine müvelledlerin, yâni sonradan Araplaşanların dilinde rastla­mak mümkün olsa da, orijinal Arapça'da saygı ifade etmek dışında hiçbir yerde tekil kastıyla çoğul kul­lanılmaz, ama tesniye niyetine çoğul ifade kesinlikle kullanılamaz.

   İşte mezkûr tefsirciyi, söz konusu rivayetleri bir kenara itmeye, onları uydurma olarak nitele­meye iten vehim budur. Oysa mesele onun vehmettiği gibi değildir.

   Şunu şöyle açıklayabiliriz: Beliğ, amaca uygun ve etkili bir konuşma, konumun gereksinimleri­nin riayet edilmesini, yâni algılanması gereken şeyin belirgin bir şekilde algılanmasını zorunlu kılar. Bazen öyle bir durum olur ki, iki kişi veya iki grup karşılıklı konuşur da taraflardan biri veya her ikisi karşı tarafın durumunu bilmediğini inkâr eder veya bilmez. Bu durumda konuşma, fıtratın ve geleneğin öngördüğü biçimde hazırlanır. Buna uygun ifadelere yer verilir. Sözgelimi hasım taraflardan biri, karşı tarafa husumet ve savunma olgusunun o tarafın tüm bireyleri, kadın, erkek, küçük büyük herkes için geçerli olduğunu vurgulamak isterse, şöyle bir ifade kullanır: "Biz, erkek, kadın ve çocuk olarak size husumet ediyoruz ve sizinle savaşıyoruz." Böylece fıtratın ve geleneğin öngördüğü bir konuşma yap­mış olur. Çünkü gelenek, bir grubun kadınlarının ve çocuklarının olmasını gerektirir. Bu tarz ifadelerde amaç; karşı tarafa kendilerine husumet edenlere karşı yekvücut olduklarını, topluca husumet ettiklerini vurgulamaktır. Eğer: "Biz erkekler, kadınlar ve iki oğlumuzla size husumet ediyoruz veya savaşıyoruz" şeklinde bir ifade kullanılsa, bununla konumun gerektirdiğinden öte bir husus haber verilmek isteniyor ki, bu da özel bir vurguyu ve konumun gereği karşı tarafa anlatmayı kaçınılmaz kılmıştır.

   Fakat tanışlar, dostlar ve arkadaşlar arasında, konuşma fıtratın ve geleneğin gerektirdiği gibi yapılabilir. Sözgelimi, bir davet ve kutlama çağrısı olarak: "Sizi kendimiz, kadınlarımız ve çocukları­mız olarak davet ediyoruz." denilebilir. Bazen de tarafın tanımasına dayanılarak daha ayrıntılı bir dave­tiye sunulur ve şöyle denir: "Erkekler, kız ve iki küçük çocuk olarak size hizmet edeceğiz." vs.

   Şu halde fıtrat, gelenek ve dış görünüş bir değerlendirmeye, realite ve nesnel karşılık da bir başka değerlendirmeye tâbidir. Bunlar bazen birbirlerinden farklı olurlar. Dolayısıyla bir kimse konuş­masını kendisi ile ilgili olarak zahiren bilinen şeylere göre biçimlendirip, alışkanlığın ve geleneğin ge­reği bir konuşma yapsa, sonra da gerçek durumu, pratik konumu, anlattıklarından farklı bir biçimde ortaya çıksa, onun konuşması yanlış olmaz, verdiği haber itibariyle yalancı kabul edilmez veya anlam­sız şeyler söyleyen bir boşboğaz muamelesi görmez.

   Ayeti de bu şekilde yorumlamak gerekir. Dolayısıyla: "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım..." ayeti ile kastedilen anlam -yukarıdaki açıklamaları baz alırsak- şudur:

   "Onları, senin Ehl-i Beytin'den davet ve ilim hususunda sana ortaklık eden yakınlarınla beraber gelmen karşılığında, aileleri ve yakınlarıyla birlikte gelmek üzere lanetleşmeye çağır." Sonra konuşma öyle bir şekilde hazırlanmış ki. Peygamber efendimiz (s.a.a) Ehl-i Beyt'i içinde erkekler, kadınlar ve oğullar, onların da ev halkı içinde erkekler, kadınlar ve oğullar varmış gibi bir anlamı yansıtıyor. Böyle bir anlam algılaması dış görünüşün bir gereğidir. Alışkanlığın ve geleneğin Peygamberimiz ve Hıristi­yan hasımlarına ilişkin hükmü budur.

   İşin aslına ve realiteye gelince; Peygamberimizin erkekler, kadınlar ve oğullar olarak sadece kendisi, kızı ve iki oğul vardı. Hasımları da yalnızca erkeklerden oluşuyorlardı, kadınları ve oğulları bulunmuyordu. Bu yüzden Peygamberimiz kararlaştırılan yere bir erkek, bir kadın ve iki çocukla birlik­te gelince onu yalancılıkla ve yanlış yapmakla suçlamadılar. Öte yandan onlar da; "Sen bize kadınları ve oğulları da getirmemizi istedin, ama bizim kadınlarımız ve oğullarımız yanımızda değildir." diye özür belirtmediler. Ayrıca bu kıssayı duyan hiç kimse onu uydurma olarak nitelendirmemiştir.

   Buradan hareketle yazarın; "Ayetin nüzul sebebi olarak gösterilen Necranlı Hıristiyan heyetinin beraberinde de kadınlar ve oğullar yoktu." şeklindeki sözünün de yanlış olduğunu görüyoruz.

   Ayrıca şunları söylüyor: "Ayetten anlaşılan husus şudur: Peygamber Efendimize (s.a.a) Ehl-i Kitaptan kendisiyle Meryem oğlu İsa hakkında tartışmaya girip çekişenleri erkek, kadın ve çocukları toplamaya davet etmesi, öte taraftan kendisinin de erkek, kadın ve çocuklardan oluşan müminleri topla­ması emredilmişti. Bunlar, İsa hakkında yalan söyleyene lanet etmesi için Allah'a dua edeceklerdi... Al­lah'a iman eden bir kimse, hak ve batıl taraftarlarından oluşan bunca insanı bir yerde toplayıp Allah'ın lanetim istemeye ve rahmetten uzak olmayı talep etmeye razı olabilir mi? Allah'a karşı bundan daha büyük bir cesaret olur mu? Allah'ın gücü ve azametiyle bundan daha fazla alay edilir mir?"

   Özetle demek istiyor ki: Ayet, her iki tarafı kendileri, kadınları ve çocuklarıyla bir yerde top­lanmaya ve lanetleşmeye davet ediyor (belli şahıslar söz konusu değildir).

   Acaba davet edilen bu toplantının ne olduğunun açıklanması gerekmez mi? Acaba bununla her iki tarafın topyekun toplanmaları mı kastediliyor? Yâni bütün mü'minlerin (Bazı tarihçilere göre h.9. yılda, diğer bazısına göre 10. yılda meydana gelmiştir bu olay... Tefsirini sunduğumuz bu ayetleri takip eden ayetlerle ilgili rivayetler bölümünde açıkladığımız gibi, olayın tarihine ilişkin görüşlerin tümünde problem vardır.) -ki Yemen, Hicaz, Irak gibi bölgelerde yaşayan Rabia ve Mudar Araplarının büyük bir kısmı veya tamamı sayılıyorlardı- ve Yemen, Şam, Akdeniz kıyılan, Bizans, Fransa, İngiltere ve Avus­turya gibi bölgelerde yaşayan tüm Hıristiyanların bir yerde toplanmaları mı emredilmiştir?

   Yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan bu toplumların, erkekli, kadınlı ve çocuklu nüfus­ları o gün için milyonları aşıyordu. Aklı başında olan hiç kimse, milyonlarca insanı bir yerde toplama­nın imkansız olduğundan kuşku duymaz. Normal doğal nedenler bütün temelleriyle böyle bir şeyi kal­dıramaz ve deruhde edemez. Böyle bir şeyi kabul etmek, Kur'an'ın insanları imkânsız ve muhal nitelikli bir şeye davet ettiğini kabul etmekle eş anlamlıdır. Demek olur ki, Kur'an kesinlikle olmayacak bir şeye dayalı olarak kanıtını ortaya koyuyor, imkânsızdan hareketle hakkı savunuyor. Hıristiyanların Peygam­berin (s.a.a) bu davetine icabet etmemeleri mazur görülebilir. (Ne güzel mazeret!) Ama Peygamberin, icabet edilemeyecek bir şeye onları davet etmiş olmasının onlardan daha fazla davetine büyük bir zarar verdiği ortadadır.

   Yoksa o an için orada hazır bulunan iki grubun temsil ettiği bölgelerin halkları mı kastediliyor? Medine ve çevresindeki müminlerle, Necran ve çevresindeki Hıristiyanlar yâni. Gerçi bu ihtimal önce­kine göre daha hafif görünüyor; ancak gerçekleşememe, vuku bulamama açısından önceki gibidir. O gün için, kim Medine'nin ve Necran'ın tüm halkım kadınlara ve çocuklara varıncaya kadar lanetleşme için bir yerde toplayabilirdi? Acaba böyle bir çağrı, imkânsızı istemek değil de nedir? Ve acaba hak, gerçekleşmesi imkansız, ortaya çıkması zor bir çağrıdır, anlamına gelmez mi?

   Yoksa tartışılan taraflar kastediliyor? Yâni Peygamber efendimiz ve o sırada yanında bulu­nan müminlerle Necranlı Hıristiyanları temsilen Medine'de bulunan heyet... Bu ihtimale de yazarın şu sözüyle cevap verilir: "Kaldı ki, ayetin nüzul sebebi olarak gösterdikleri Necranlı Hıristiyanların oluş­turdukları heyette kadınlar ve çocuklar yer almıyorlardı." Dolayısıyla bu ihtimali kabul etmek de yaza­rın işaret ettiği sakıncaları gündeme getirir.

   Yazar diyor ki: Peygamber efendimizin (s.a.a) ve beraberindeki müminlerin Hz. İsa hakkında kesin bir inanca sahip olduklarının kanıtı olarak şu ifade yeterlidir: "Sana gelen ilimden sonra..." Çünkü bu tür inanç meselelerinde "ilim" sözcüğüyle "kesin inanç" kastedilir.

   Ben derim ki: İnanç meselelerinde "bilmenin," "kesin inanç" anlamım ifade ettiği şeklindeki değerlendirme doğrudur. Müminlerin İsa hakkında kesin bir inanca sahip olduklarına da ayetin işaret ettiğini nasıl kanıtladığım bir bilseydim? Hâlbuki ayette: "Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa..." ifadesiyle, Peygamberimizin durumuna işaret ediliyor. Ve diyalog konumu da, bu ifadenin Peygamberimizin dışındaki müminleri kapsamasını gerektirmiyor. Çünkü Hıristiyan heyetin Peygamberimizle tartışmaktan başka bir amacı yoktu. Müminlerle karşılaş­mayı düşünmüyorlardı. Ne müminler onlarla ne de onlar müminlerle bir kelime konuşmuş değillerdi.

   Evet, eğer ayette, Peygamberimizin dışında herhangi bir kimsenin de konuya ilişkin bilgiye sa­hip olduğuna işaret edilseydi, kuşkusuz, daha önce "yalan söyleyenler..." sözünü yorumlarken vurgu­ladığımız gibi, bu, onunla birlikte lanetleşmeye gelen kimselerden olacaktı.

   Öte yandan Kur'an, ilim ve yakinin bütün müminler için gerçekleşmediğinden söz eder: "Onla­rın çoğu şirk koşmadan Allah'a iman etmezler." (Yusuf, 106) Bu ayette, iman edenlerin bir kısmı şirkle nitelendiriliyor. Yakin=kesin inançla şirk bir arada barınır mı? "Hani, münafık olanlar ve kalp­lerinde hastalık bulunanlar: "Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vaat etmedi." diyorlardı." (Ahzab, 12) "İman edenler: "Bir sûre indirilmeli değil miydi?" derler. Fakat, hükmü açık bir sûre indirilip, onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların, sana ölüm­den bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. Onlara ölüm gerektir. Onlara dü­şen, itaat etmek ve güzel söz söylemektir. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a verdikleri söze sadık kalsalardı, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Demek işbaşına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, rahimleri (akrabalık bağlarım) koparacaksınız öyle mi? Onlar, Allah'ın la­netleyip sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir." (Muhammed, 20-23)

   Şu halde, kesin inanç Peygambere tâbi olanlardan basiret sahibi kimselerin sahip oldukları bir özelliktir. Allah şöyle buyuruyor: "Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Bana uyanlarla birlik­te, kendimi Allah'a teslim ettim." (Âl-i İmrân, 20) "De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlarla da." (Yusuf, 108)

   Yazarın bir diğer iddiası da şudur: "Biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı..." ifa­desini iki şekilde açıklamak mümkündür: Birincisi: Her grup karşı tarafın adamlarını çağırsın..."

   Bu şıkkın yanlış olduğu ve ayetin lafzıyla bağdaşmadığının daha önce vurguladık. O zaman şu­nu belirtmiştik: Eğer sadece: "Dua edelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." de­nilseydi, hedefin hasıl olmasında yeterli olurdu. Ancak buna ek olarak: "Biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz de ken­dinizi çağıralım..." buyruluyor. Bu ifadenin amacı, her iki tarafın en aziz ve en sevimli gördüğü ya­kınlarını yâni oğullan ve kadınlarıyla birlikte kendilerini (yakın akrabalar ve aile) getirmelerini gerekli kılmaktır. Böyle bir hedefe de ancak ayetin anlamının şu şekilde olmasıyla varılabilir:

   "Biz oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım, siz de oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağırın, sonra lanetleşelim..." Ama ayetin anlamının: "Biz sizin oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağıralım, siz de bizim oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağırın, sonra lanetleşelim." şeklinde algılanması durumunda, yukarıda işaret ettiğimiz amaç geçersiz olur.

   Ayrıca, bizzat dejenere olmamış karakterin böyle bir anlamı normal karşılaması mümkün değil­dir. Peygamberimizin (s.a.a) dua edip, lanetleşmek üzere Hıristiyanları kendi oğullarına ve kadınlarına musallat kılmasının, kendisinin de onlardan kendisini onların oğullarına ve kadınlarına musallat kılma­larım istemesinin ne gibi bir anlamı olabilir ki? Hâlbuki her iki grup da, kendi oğullarım ve kadınlarını çağırıp sözleşilen yere getirebilir.

   Kaldı ki, ayetten böyle bir sonuç çıkarsamak için, "musallat kılma" ve benzeri deyimlerin -yukarıda vurguladığımız gibi- ne anlama geldiklerini anlamak gerekir. Fakat bunu bizim anlamamız hiç de mümkün değil. Şu halde doğru olan, bu tarz bir yaklaşımın geçersizliğidir. Geriye bir yaklaşım tarzı kalıyor, o da her kesin kendi ailesini çağırmasıdır ki, bu husus belirgindir.

   Mezkûr tefsirci, bir de şunları söylüyor: "Her iki açıdan da "kendiler"in çağrılışındaki kelime dağılımında herhangi bir problem yoktur. Problem Şia'nın yorumundan ve sözcükleri belli şahıslara öz­gü kılma hususunda onlara taraf olanlardan kaynaklanmaktadır."

   Problem dediği şey, ayetle ilgili olarak insanın "kendisi "ni çağırmasıdır. Oysa bu problem, ko­nuya ilişkin olarak işaret ettiğimiz iki yaklaşım tarzıyla hiçbir şekilde ilintili değildir. Tersine, problem; "kendimiz" ifadesiyle Resûlullah efendimiz (s.a.a) kastedilmiş olması durumunda söz konusu olur. Ni­tekim nakledildiğine göre bazı mezhepsel tartışmalarda bu tür iddialar ortaya atılmıştır. Şöyle ki; tartışanlardan biri (Sünni) "kendimiz"den maksadın Resûlullah'ın (s.a.a) olduğunu, Ali'nin (a.s) ol­madığını iddia eder, buna karşılık da diğeri (Şia) insanın kendi kendisini çağırmasını gündeme getirir ki, böyle bir şey yanlıştır, batıldır. Yukarıda yer verdiğimiz ve el-Uyun adlı eserden aktardığımız ikinci rivayet, bunun yanlışlığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

   Bu açıklamalarla, adı geçen yazarın şu sözlerinin yanlışlığı da ortaya çıkıyor: "Problem, Şia'nın yorumundan kaynaklanmaktadır." Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Şia'nın yorumu şöyledir: "Kendimiz" ifadesinden maksat, Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i Beyti'ne mensup erkeklerdir. Dolayısıyla, maksadın nesnel karşılığı olarak Resûlullah (s.a.a) ile Hz. Ali'nin (a.s) olduğu işaret edildiği açıktır. Dolayısıyla bu ikisinden birinin diğerini çağırmasında bir problem yoktur.

   Hatta yazarın iddia ettiği gibi, Şiîler; "Kendimiz" ifadesinden maksat Ali'dir." demiş olsalar bi­le, bunda bir problem söz konusu olmaz. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) Ali'yi davet etmesinde herhan-hangi bir sorun olmaz.

   Görüşlerine yer verdiğimiz müfessirin öğrencisi, el-Menar adlı tefsirde, rivayetlere işaret ettik­ten sonra şunları söylüyor: "İbn-i Asakir, Cafer b. Muhammet'ten, o da babasından şöyle rivayet eder: "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı... çağıralım." ayeti inince, Pey­gamberimiz (s.a.a) Ebubekir'i ve oğlunu, Ömer'i ve oğlunu, Osman'ı ve oğlunu getirdi." Bundan da açıkça anlaşıldığı gibi, ayette geçen ifadeden maksat, müminlerden bir gruptur."

   Üstadının yukarıda yer verdiğimiz görüşlerini aktardıktan sonra, kendisi de şunları söylüyor: "Görüldüğü gibi, ayette ulusal sorunlar ve dinsel tartışmalar bazında kadın-erkek ortaklığına ilişkin bir hüküm söz konusudur. Bunun esasında şu değerlendirme yatar: Kadın, genel meselelerde bile erkekle aynı konumdadır. İfadenin akışı içinde, istisna edilen bazı hususlar hariç." (c.3, s.322)

   Ben derim ki: Bu zatın işaret ettiği rivayet, şaz ve nadir rivayet türlerinden olup, yaygın olan onca rivayetle çelişmektedir. Hatta müfessirler de ona ilgi duymamışlardır. Kaldı ki, realiteyle de örtüşmemektedir. Bu rivayette, adı geçen şahısların her birinin oğlundan söz ediliyor ki, bu şahısların tümü­nün o tarihlerde erkek çocukları yoktu.

   Bana öyle geliyor ki o: "Bundan da açıkça anlaşıldığı gibi, ayette geçen ifadeden maksat, mü­minlerden bir gruptur." sözleriyle, bu rivayetten, Peygamberimizin lanetleşmeye bütün müminleri ve oğul­larını çağırdığı yönünde bir anlam çıkarmak istiyor. Dolayısıyla; "Ebubekir ve oğlu..." ifadesi, bütün müminlerin çağırılmasından kinayedir." demek istiyor. Böylece, o üstadının üzerinde durduğu anlamı pekiştirmeyi amaçlıyor. Ancak, sen şu anda onun şaz bir rivayet olduğunu, müfessirlerin ondan yüz çe­virdiğini, metin ve yorumladığı anlama yönelik delalet bakımından son derece zayıf olduğunu biliyorsun

   Ayetin, "genel haklar itibariyle kadınlarla erkeklerin ortak olduklarına" işaret ettiğine ilişkin id­diaya gelince; eğer ayetin bu yönde bir kanıtsallığı varsa, çocukların da ortaklığı söz konusu olur ki, bu bile söz konusu çıkarmanın yanlışlığını ortaya koymak için tek başına yeterli bir kanıttır.

   Ayetten böyle zorlama yorumlar çıkarmaya yeltenmeye gerek yoktur. [el-Mîzan, 3/334-366]

 

[152]- Büyük kardeşin vefat ettiği için imamlık senin için kesinleşti ve Şiîler de ihtilâftan kurtulmuş oldular.

[153]- Haneden maksat, Mehdî (a.s)'ın kaybolduğu babasının ve dedesinin evidir. Adını zikretmek caiz olmadığı için de, ondan "hane sahibi" diye söz etmişlerdir.

[154]- Adı Osman b. Said'dir. Mehdî (a.s)'ın dört naibinden ilkidir.

 

[155]- Gerek Araplar ve gerekse Acemler elleriyle birinin gerdanının kalınlığını göstererek onun sağlam ve güçlü olduğunu ifade etmek isterler. Ameri de bu işaretle bunu anlatmak istemiştir.

 

[156]- Mehdî (a.s)'ın adının bu şekil zikredilmesinin nedeni, adının söylenmesinin caiz olmamasıdır.

[157]- "Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allah, onlara azap edecek değildi." (Enfal, 33) ayetini: "Her ümmetin bir elçisi vardır; elçileri gelince aralarında adaletle hükmolunur, onlara hiç haksızlık edilmez." (Yunus, 47) diye başlayan ayetleri gibi İslâm ümmetini Peygamberle (s.a.a) aralarındaki so­runu çözücü azapla tehdit eden ayetlerle birlikte göz önünde bulundurarak değerlendirdiğimiz zaman, ayetten gelecekte bu ümmet içinde istiğfar etmenin tamamen ortadan kalktığı bir günün geleceği ve müminin aralarından kalkacağı, böylece azaba uğrayacakları anlaşılmaktadır. [el-Mîzan, c.9, s. 101]

   el-Burhan adlı eserde, el-Berkî'den, o da kendi rivayet zinciriyle Abdullah b. Selman el-Amirî'-den, o da İmam Cafer'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Yeryüzü durdukça, orada helâl ve haramı bilen ve insanları Allah'ın yoluna çağıran Allah'ın bir hücceti (kanıtı) bulunacaktır. Kıyametten kırk gün öncesi­ne kadar yeryüzü huccetsiz kalmayacaktır. Hüccet kaldırıldığı zaman tövbe kapısı kapanır, hüccetin kaldırıldığı güne kadar iman etmemiş olan kimsenin o gün iman etmesi fayda vermez. Bu duruma dü­şenler, Allah'ın yarattığı varlıkların en kötüleridir. Kıyamet onların başına kopar." [c.l, s.564, h: 5]

   Tefsir'ul-Ayyâşî'de Zürare, Humran ve Muhammed b. Müslim, İmam Bakır ve İmam Cafer Sadık'tan (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun), "Rabbinin bazı ayetleri geldiği gün, daha önce iman et­memiş... Kimseye, artık imanı bir fayda sağlamaz." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet ederler: "Bu ayetlerden kastedilen, güneşin batıdan doğması, dâbbenin ortaya çıkması ve bir dumanın belirmesidir. Bazı kimseler kötü işler işlemekte ısrar ederler ve imanın gereğini yerine getirmezler. Sonra bu mucize­ler ve alâmetler belirdiğinde imanı kendisine bir fayda sağlamaz." [c.l, s.384, h: 128]

   Ben derim ki: "Bazı kimseler kötü işler işlemekte ısrar ederler..." ifadesi, "ya da imanında bir hayır kazanmamış olan..." cümlesinin açıklaması mahiyetindedir. Bunu daha önceki açıklamalarımız­ından çıkarıyoruz. Ayrıca aşağıdaki rivayet de bunu destekler mahiyettedir. Aynı eserde Ebu Basir, İmam Bakır (a.s) ve İmam Sadık (a.s)'dan birinden, "ya da imanında bir hayır kazanmamış olan..." ifade­siyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Günahkâr müminle imanı arasına çok günah işlemesi, buna karşı­lık az iyilik etmesi girer, böylece imanında bir hayır kazanmamış olur." [c.l, s.385, h: 130]

   Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: Bana babam anlattı, o da Safvan'dan, o da İbn Muskan'dan duy­muş: İmam Bakır (a.s), "Rabbinin bazı ayetleri geldiği gün..." ifadesiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Güneş batıdan doğunca, o gün iman eden hiç kimseye imanı fayda vermez." [c.l, s.221 -222]

   ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde belirtildiğine göre, Ahmed, Abd b. Humeyd -Müsnedinde- Tirmizî, Ebu Ya'la, İbn Ebî Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Mürdeveyh, Ebu Said el-Hudrî'den, o da Peygam­berimizin (s.a.a), "Rabbinin bazı ayetleri geldiği gün..." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu ri­vayet eder: "Burada kastedilen, güneşin batıdan doğmasıdır." [c.3, s.57]

   Ben derim ki: Görüldüğü kadarıyla bu ve öncesindeki rivayetlerde genel bir ifadenin nesnel karşılıklarından birine uyarlanması söz konusudur. Fakat bu rivayetlerin, ayetin tefsiri mahiyetinde söy­lenmiş olmaları da muhtemeldir. Her halükârda burada, Allah'ın hışmının ve azabının belirginleştiği bir gün kastediliyor. Bu korkunç hışmı ve gazabı gören insanlar, iman etmek zorunda kalacaklar. Ama bu imanın kendilerine bir faydası olmayacak. Güneşin batıdan doğacağına ilişkin birçok hadis, Şiî kaynak­larda Ehl-i Beyt İmamlarından; Sünnî kaynaklarda da Ebu Said el-Hudrî, İbn Mesud, Ebu Hureyre, Ab­dullah b.Ömer, Huzeyfe, Ebuzer, Abdullah b.Abbas, Abdullah b.Ebî Evfa, Safvan b. Assai, Enes, Abdurrahman b. Avf, Muaviye, Ebu Umame, Aişe gibi sahabîlerden rivayet edilmiştir. Ancak Sünnî kaynak­larda yer alan bu rivayetlerin içerikleri arasında akıl almaz ihtilâfların da bulunduğunu vurgulayalım.

   Çağdaş bilimsel teoriler yeryüzünün şimdiki hareket tarzının değişmesini büsbütün olumsuzlamamaktadır. Buna göre, doğudan başlayan hareket tersine dönebilir ya da kutuplar yer değiştirebilirler; kuzey kutbunun güneye, güney kutbunun da kuzeye, aşamalı olarak veya bütünsel bir atmosfer olayı sonucu birden bire gelmesi mümkündür. Ancak bütün bunlar, ayette geçen ifadenin sembolik bir anlam taşıdığı, bununla gerçeklere ilişkin ilâhî sırlardan bazılarına işaret edildiği ihtimalini göz ardı ettiğimiz­de söz konusu olan şeylerdir.

   Rivayetlerde bu alâmetlerden bazısı şu şekilde sıralanır: Dâbbe-t'ul-arzın çıkması, bir dumanın göğü kaplaması, Ye'cuc ve Me'cuc'un ortaya çıkması... Bütün bunlar, Kur'ân'da zikredilen olgulardır. Bunun yanında başka alâmetler de sayılmıştır: Mehdi'nin (a.s) zuhuru, İsa'nın (a.s) inişi, Deccal'ın orta­ya çıkışı vs. Bunlar, ahir zamanda ortaya çıkacağı söylenen olgular olmakla beraber, tövbe kapısının kapanmasını gündeme getiren olaylar olma özellikleri belirgin değildir. [el-Mîzan, c.7, s.570-572]

 

[158]- Abbasi halifesi Mu'temid (hilafeti h. 256-279)

[159]- Mehdi aleyhisselâm'ın amcası yalancı Cafer.

 

[160]- Mekke ile Medine veya Küfe Mescidi ile Sehle Mescidi ya da Sehle mescidi ile Sa'saa mescidi.

 

[161]- Hacda eda edilen ibadetler.

[162]- Ali (a.s)'ın soyundan gelen.

 

[163]- İkinci hadiste işaret edilen gerekçeden de anlaşılacağı gibi, Mehdî (a.s)'ın adının zikredilme­sinin yasak olması, gaybet-i suğrâ (küçük kayboluş) dönemine özgü bir tedbirdir. Çünkü adının dilden dile dolaşması, düşmanları, onu takibe ve aramaya yöneltebilirdi.

[164]- Hiçbir zaman yeryüzü, salt küfrün ve sapıklığın egemenliği altına girmez. Az veya çok mut­laka tevhide iman eden kimseler bulunur.

[165]- Burada İmam kendisini kastediyor.

 

[166]- İmam Mehdî (a. s)

 

[167]- On ikinci İmam Mehdi (a.s)'ın özelliklerini.

[168]- Kendisinden başkasına acımayan, merhamet etmeyen

 

[169]- Zulmeden topluluk

[170]- Kaybolup yeryüzünde dolaşacaktır.

[171]- İki kayboluş; gaybeti süğra (küçük) ve gaybeti kübra (büyük). Küçük Gaybette sadece gözde ashabı onu görür ve tanırlar.

 

[172]- Ali b.Ebi Talib, Nehc'ül Belâğa, terc. Abdülbâki Gölpınarlı, s.414-415'de aynı ifadeler vardır.

   Manevî makamlar, insan için asaletli hayatî gerçekler ve konumlar olup, sosyal sözleşmelerle elde edilen konum, makam ve prestijler gibi göstermelik değildirler. Şahlık ve dilencilik, zenginlik ve dervişlik, büyüklük ve küçüklük, efendilik ve hizmetçilik, memurluk ve amirlik bir takım sosyal ölçüler­le belirlenmiş unvanlar ve konumlardır. Şahlık sıfatının şaha fiilen hiçbir şey verdiği ve aldığı yoktur bu sıfatlar kişinin öz benliğine ne ekler ne azaltır. Aynı nedenledir ki sosyal davranışlar tamamen nisbîdirler iyi ve kötü olsun sonuçları da sözleşmeli olma özelliğine sahiptir. Bir gün iyi bir ödülü bile olan her­hangi bir sosyal davranışın bir başka gün kötü addedildiği veya iptal edildiği sık görülen şeylerdendir.

   Hâlbuki insanî davranış ve amellerle bu amel ve davranışların insanın öz benliğinde meydana getirdiği insanî meleke ve hasletler arasında; keza bu meleke ve hasletlerle insanın kat ettiği bâtınî ma­kam ve derecelerle, bunların dünyası olan bâtınî âlem arasında itibarî ve sosyal sözleşmeli değil, gerçek ve asildirler; bizzat gerçek, hakikat ve asalet olan bu davranış, meleke, derece ve âlemde maddenin ka­nunları hükmetmez. Kısacası maneviyat dünyası ve mead inancı -nasıl olursa olsun- mana âleminin öz-değeri esası üzerine kuruludur.

   İslâm dininin insanoğlu için tanzim edip öngördüğü düşünce ve davranış sistemi -ki diğer se­mavî dinler de... aynı sisteme davet etmiştir- bir dizi ruhî ve manevi makam ve derecelerden kaynak­lanmaktadır ki, insanoğlu kendi yapısındaki ubudiyet ve ihlâsla gerçekte bu mertebe ve dereceleri yaşa­maktadır. Nitekim gaflet perdesi kaldırıldıktan sonra bu dünya diyarında veya ölümden sonra onları müşahede edecek ve bizzat görecektir. Söz konusu bu makam ve dereceler; künhünün idrakiyle kemal, nuraniyet, taharet ve güzelliğinin tavsifinin "normal idrak"i aştığı kurb -ilâhî yakınlık- dereceleri ve ve­layet makamlarıdır ve gerçekte imamın ilk makam ve ilk derecesinden başlayarak Allah Azze ve Celle'nin pâk ve münezzeh "yakınlık makamı" olan mertebeye kadar uzanan bir yoldur bu. Buradaki "yol" kelimesini zihnî bir tasavvurla kullanılmadığı ve rastgele "yol" olarak isimlendirilmediğini de hemen hatırlatalım. Bilakis, insanın dünyasını kuşatan ve hak bir inanış ve salih bir amelle çeşitli mertebelerle insanlığı kendisine doğru yönlendiren nurlu ve canlı bir hakikattir ki insanlığa kılavuzluk ederek insan­oğlunu Allah'a yaklaştıran "Allah'la insanlar arasında bir vasta"dır o. O, kurb ve velayet derecelerini biz­zat kat eder ve diğer insanları da taşıdıkları ve kazandıkları çeşitli kemal derecelerine hidayet eder.

   Bu canlı hakikat ve manevî nuraniyet hiçbir zaman yok olmaz; insanlar arasında onu taşıyan biri veya birileri daima vardır ki, halkın rehberi olur insanlara kılavuzluk ederler. Bu rehberlik ve kılavuzluksa bilinen anlamda halka davette bulunup liderlik etmek değil; gerçek rehberlik olan "manevî cazibe, çekicilik ve karizma"dır. Kur'an ve hadis dilinde bu şahıs "imam" olarak tarif edilip isimlendirilmiştir.

   Şeriatın zahiri sistemini karşılayan bir bâtınî sistem ve mekanizması bulunduğu gibi; zahiri ön­derlik ve liderlik makamına karşılık bâtınî bir önderlik ve liderlik makamı vardır.

   İmam kimi zaman Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed -s.a.a- gibi peygamberler ve Kur'ân-ı Kerim'de imam olarak adlandırılan diğer peygamberler olmuştur. Bu şahısların iki görevi, iki makamı vardır. Bunlardan biri semavî vahyi almak ve onu insanlara iletmekten ibaret olan "peygamberlik", diğeriyse gerçek saadet yolunda insanlara bâtınî liderlik ve kılavuzluk olan "imamet'tir.

   Kimi zaman nübüvet ve peygamberlik makamları yoktur; Resûlullah'ın ve diğer bazı peygam­berlerin vâsilerinde görüldüğü gibi sadece imamet ve velayet mevkiindedirler. Her hal-u karda aslolan, yeryüzünün peygambersiz kalsa bile, bir lahza "imam"sız kalmadığı ve kalmayacağıdır.

   Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere Kur'an'ın batınında insanlık dünyasıyla ilgili olarak geçen hakikat, imamın nuraniyet mertebeleri olan kurb -ilâhî yakınlık- dereceleri ve velayet makamlarıdır.

Aynı açıklamanın ortaya koyduğu bir diğer gerçekte; Kur'an'ın bâtınının anlaşılabilmesi için, imamın manevi kişiliği ve nuraniyet makamını anlamanın zarurî olduğudur. [Söyleşiler, Allâme Tabatabaî ve Henri Corbin, s.206-207, 223-224, 58-60, İnsan yayınları, İstanbul-1996]

 

[173]- Mehdî (a.s), kayboluşu ve uzleti sırasında otuz veya yirmi dokuz kişiden oluşan ashabının ve dostlarının arasında olur. Dolayısıyla bir köşeye çekilmiş olsa da yalnızlık çekmez.

[174]- Küfe ve Sehle mescidleri veya Mekke ve Medine

 

[175]- Çünkü insanlar imtihandan geçirileceklerdir ve zamanın imamı ortaya çıkacaktır.

[176]- a) İmamınız kaybolduğu zaman, imamın zuhuru ve çıkış yolu, Allah katında, uzakta olsa da, her zaman ve her halde, bir şeyi ayaklarınızın altından kolaylıkla alabildiğiniz gibi, kurtuluş beklentisi içinde olun.

b) Dini ilimler ortadan kalktığı ve bütün dünyayı cehalet sardığı zaman, bilin ki kurtuluş yakındır,

c) İmamınız kaybolduğu zaman, bir köşeye çekilin ve sabredin. Sabır, kurtuluşun, anahtarıdır.

 

[177]- Halife Memun tarafından veliaht ilan edilmişsin.

[178]- Tevella ve Teberriyi; Ehl-i Beyt'i dost; Ehl-i Beyt düşmanlarını düşman bellemeyi elden bırakma

[179]- İmam-ı zaman (a.s)'ın kaybolması, Allah'ın kullarına yönelik öfkesinin bir göstergesidir.

[180]- "Yetmiş" ifadesinden kasıt rakam değil, çokluk bildirmektir. "Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için "yetmiş" defa af dilesen, yine Allah onları affetmez." (Tevbe, 80)

[181]-  İkizler burcu yılın üçüncü burcu olduğu için.

[182]- Çünkü bu adam, sorduğum soruların hiç birine doğru cevap veremedi.

[183]- Üç kere söylemiş olması, bir boşama sayılır.

[184]- Bir tür pulsuz balık.

 

[185]- Küpe basılarak elde edilen hurma yahut üzüm şırası.

[186]- Sözü edilen Ritil: Irak litresi 300 gr. 40 lt. 12 kg.'a tekabül eder. 80 lt. ise 24 kg.

 

[187]- Muhammed b Numan adlı Kûfeli bir kuyumcu.

[188]- İmamın o olduğunu anladım.

[189]- İmam Rıza (a.s)'ın imamlığını kabul etmiyordum.

[190]- Kâbe’nin kapısının karşısındaki duvara.

 

[191]- İmam Cafer Sadık (a.s)'ın büyük oğlu

[192]- İmamlık iddiasında bulunmamıştı, hem buna lâyık da değildi.

[193]- Onun düşüncesine karşı çıkmayacağını sanmıştı.

[194]- Eşkar adı verilen bu dağ Medine'ye iki gece uzaklıktaydı.

[195]- İmam Hasan (a.s)'ın torunu.

[196]- Anne tarafından; Abdullah'ın annesi Hüseyin (a.s)'ın kızı Fâtıma'dır.

[197]- Baba tarafından.

 

[198]- Bu ifadeyi, Peygamberimiz (s.a.a) yabancı din adamlarım İslâm'a davet ederken kullanırdı.

 

[199]- Ben savaşırsam sen de savaşırsın.

 

[200]- Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansur (hilafeti h.136-158).              

[201]- Hiç kimse kanını talep etmeyecek.

[202]- Bilgim ve basiretim senden çok daha fazladır, fakat şimdi bunun zamanı değildir

 

[203]- Atref, Suhlec: İnsan bedeninde bulunan iki organdır; ancak tıp biliminde bu isimlerle bilinmez.

 

[204]- Maksad: Mehdî (a.s)'ın zuhuru veya İslâmi esaslara dayalı hak nitelikli devletin kurulması.

[205]- Bir kimse Mehdî (a.s)'ın zuhur vaktini belirtirse, gerçekte onun zuhur edeceği bu değildir.

 

[206]- Buzağıyı tanrı edinip tapmaya başladılar.

 

[207]- Abbasi devletinin kurulması.

 

[208]- Hak esaslı devletin kurulması.

 

[209]- Ayaklar baş, başlar ayak olacak.

 

[210]- Ali (a.s)'dan uzaklaşıp başkalarına bîat edenler onun hizmetine koşacaklar. Daha önce ona hizmette öncülük edenler de bundan vazgeçecekler.

[211]- Şia'nın kayıp on ikinci imama ilişkin inancı.

 

[212]- Öyle birinin sevabı sana da verilecektir.

 

[213]- Hak devletinin kuruluşu.

 

[214]- Mehdi'nin -a.s- zuhuru düşüncesi, tıpkı kıyamet düşüncesi gibi bir olaydır; amellerin mutlaka layık oldukları karşılığı bulacağı düşüncesi nasıl iyiliğe emr ve kötülükten men aslını sağlayan bir iç güvenlik faktörüyse; Mehdi'nin zuhur edeceğine iman taşıma olayı da İslâm'ın gerçekçi izleyicilerinin iç yaşamlarım; bozulma, kötülüğe kapılma ve ümitsiz olma tehlikelerinden koruyan bir bekçi gibidir.

   Varlık âlemine şöyle bir göz atılacak olursa yaratılmış her şeyin, yaratıldığı ilk lahzadan itibaren kendi türüyle ilgili "varlık gayesi" ve türünün ulaşabileceği "nihai mükemmelliğe" doğru adım attığı ve bu gaye için kendisine verilen gerekli güç ve imkânlarla zerrece yılgınlık ve durgunluk göstermeksizin mezkûr gaye ve kemal yolunda gayret ve çaba sarf etmekte olduğu görülür.

   Henüz kabuğunu çatlatmış bir buğday tanesi, yeşermeye başladığı bu ilk lahzadan itibaren, gür başaklara sahip "tam bir buğday sümbülü" olma yeteneği ve yolundadır. Keza henüz yeşermeye başla­yan bir ağaç -veya meyve- çekirdeği, daha ilk lahzadan itibaren, bol meyveler verecek mükemmel bir ağaç olma yolundadır. Cenin haline gelmek üzere olan bir hayvan nütfesi, kendi türünün bütün özellik­lerine haiz bir birey olmaktan başka bir amaç gütmeyecektir...

   Belirlenmiş amaç ve kemallere doğru hareket halinde olan bu kervan her ne kadar çeşitli engel­lerle de karşılaştığı için kayıplar vermekte ve bireylerin birçoğu söz konusu amaç ve arzularına ulaşa­madan ortadan kalkmaktaysa da yaratılış nizamı bu genel ve süreğen gidişatını asla durdurmayarak ye­ni bireyler öne sürüp, onların kendi kemallerine ulaşma yolunda çaba göstermesini sağlamakta ve böy­lece sonuçta her varlık türü arasında belli bir grup bu "yaratılış gayeleri olan kemal'e erişebilmeye mu­vaffak olmaktadır.

   Varlık âlemine egemen olan bu kural insanoğlunu da kapsamaktadır tabi. İnsan, tür olarak "yal­nız yaşamayan" varlıklardandır, dolayısıyla da varlığının gayesi ve türün kemali"ne ulaşabilmek için yine kendi türü ile birlikte ve bir arada sosyal bir hayat sürdürmek zorundadır. Öteden beri insan toplu­luklarının sergilediği durum bu hakikatin en bariz delilidir. Zira büyüklü küçüklü bütün beşeri toplum­lar; sorunsuz, huzurlu ve mutlu bir "insanca yaşam"a kavuşmaktan başka şey istememektedir.

   Öte yandan beşeriyet camiasının bu büyük gayeye hâlâ ulaşamadığı apaçık ortadadır, ama yara­dılış nizamı buna rağmen gidişatını sürdürmeye devam etmekte ve kendi "yarattıkları"nın elinden ezi­yete düşüp pes edecek gibi de görünmemektedir.

   İşte bu aklî görüş bize şu müjdeyi vermektedir: İnsanlık camiasını bekleyen ideal bir gün var­dır; insanoğlu o dönemde mutluluk ve saadeti tadacak, baştanbaşa huzur dolu bu ortamda beşeri varlı­ğındaki fıtrî isteklerinin tamamını gerçekleştirebilme imkân ve fırsatı bulacaktır.

   Öte yandan insanoğlu gerçekçi davranıp Hakk'a tapınma yolunu seçmedikçe böylesine nurlu ve temiz bir ortama asla şahit olmayacaktır. Zira toplumun huzurunu bozup bireyin yaşamını olumsuz yönde etkileyen bencillik, çıkarcılık... vb. Rezilane duygu ve davranışlar ancak bu yolla toplumdan dışlanabilmekte ve insanoğlunun tertemiz fıtratından kaynaklanan davranış ve düşünceler ancak böyle bir ortamda yeşerebilmektedir.

   Bütün bunlarla kastedilen şudur: Yukarıda bahsi geçen günümüz insanının hâlihazırdaki yaşamı öyle bir seyir takip etmektedir ki sosyal yaşamın yüzdeyüz garantilendiği, insan bireylerinin gerçekçi ve hakperest bir yaşam çerçevesinde gerçek insani mutluluğa ulaşacağı, mutlak anlamda huzur, güven ve asayişin egemenlik süreceği ve fikri sahada hiçbir eziyet ve problemin kalmayacağı bir güne doğru yaklaşılmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de bu aklî ve mantıkî görüşü onaylamakta ve birçok yerde... böyle bir günle müjdeleyerek şöyle demektedir: "Daha önceki peygamberlere de haber vermiş olduğumuz üzere dünyanın sonu, takva ehlinin istediği gibi olacaktır; insan topluluklarında Allah'tan gayrisinden korkulmayan, hak dinden başka inancın egemen olmadığı, sosyal bozulma ve ahlaksızlıklardan eser da­hi kalmadığı bir gün gelecektir." Sünnet-i ka'tiyye, yani Nebiyy-i Ekrem -s.a.a- ile onun mutahhar Ehl-i Beyt'i de bu gerçeği beyan etmiş ve insanoğlunun yaşamında baştan başa saadet olan bu insani kesiti"zuhur günü ve Mehdi'nin -a.s- zuhurundan sonraki süreç olarak isimlendirmişlerdir...

   İnsanoğlunun inanç ve amelde hakka tâbi olmaya çağıran vicdan ve insanî fıtratın sesine kulak vermekten ibaret olan İslâmi yöntem; insan oğlunu sürekli saadete doğru yönlendiren ve bir gün bu is­teğini mutlaka gerçekleştirecek olan canlı bir hakikat ve yenilgi kabul etmez bir gaybi güce endeksli­dir. .. Her Müslüman bu gerçeğe can-ü gönülden inanmalı...

   Bu fıtrî din, insanlığın geleceğinde tam olarak zuhur edecek ve tevhid dininin insanlar arasında beğeniyle yayılıp insanoğlunun içindeki "insani kemaller"in dışa vuracağı bir gün gelecektir.

   Tevhidî ve dini kemalin en mükemmeli, insanın fikri iman ve gaybe inanma merhalesini aşarak "apaçık görünüp ortaya çıkma, zuhur ve ayan" merhalesine ulaşmasıdır ki tevhidî dinin tam anlamıyla zuhuru, "velayet'in anlam ve mefhumunun zuhuru gerçekleşmedikçe mümkün olmayacaktır... O gün ise Mehdi Mev'ud -a.s-'m nurlu zuhumyla dünya ehlinin gözlerini aydın kılacağı ve tevhid dinini bütün dünyaya yayarak Allah'ın dininin hakikat ve maneviyatını bütün insanlara aşikar edeceği gündür o.

   Bu hakikate inanan bir Müslüman için artık ne yenilgi vardır, ne de emeklerinin boşa gideceği gibi bir kaygı... Zira o bilir ki böyle bir günü görmeye ömrü yetecek olursa bütün varlığıyla saadete gö­mülecek, dünya ve ahiret mutluluğunu bir arada tadacaktır; ömrünün yetmemesi halinde ise sosyal açı­dan gerçekte yine kendisi demek olan toplumu böylesine bir mutluluğa kavuşacak ve bu durumda o da, şahsen bu yolda fedakârlik gösterip can vermiş birisi olarak, her şeyi gören ve bilen Rabbu'l-âlemin'in katında ecir ve mükafata nail olacaktır.

   Bu iman, kişiye öylesine güçlü bir maneviyat kazandırır ki kendisini daima mutlu ve mesut his­seder; bu inanca sahip bir Müslüman en ağır şartlar altında, en zor ve işkence verici baskılar altında da­hi kurtuluş ümidini kaybetmeyecek ve İslâmi morali asla bozulmayacaktır. [Söyleşiler, Allâme Tabatabaî ve Henri Corbin, s.68-72, 229-230]

 

[215]- Şiâ ravileri bazen takiye uyarınca imamlardan "şeyh" diye bahsetmişlerdir. Şeyh'ten maksat burada İmam Musa Kâzım (a.s)'dır. Gerçi "şeyh" niteliği İmam Sadık (a.s) hakkında da kullanılmıştır; ancak İbn Muskan'ın İmam Sadık (a.s)'dan aktardığı hadis sayısı bir kaç taneyi geçmez. Hatta bazıları­na göre sadece bir hadis rivayet etmiştir.

 

[216]- Rivayette zikredilen delil, ayetin, iniş zamanından sonraki örneklerine değinmeye yönelik bir açıklama içermektedir. Örnekleri içinden en çok zalim hükümdarlara uygun düştüğünü kanıtlamaktadır. Çünkü Müslümanlar yüzyıllar boyunca babasının kim olduğu bilinmeyen Ziyad b. Ebîh, oğlu Ubeydullah, Haccac b. Yusuf vs. gibi zalimler tarafından yönetildiler. Bu yöneticilerin tahtları ve koltukları çev­resindeki bazı âlimler, "Allah'a itaat edin, Resûl'e ve sizden olan ululemre itaat edin." (Nisa, 59) gibi ayetlere dayanarak bu zalim yöneticilerin hükümlerinin geçerliliğine ve onlara itaat etmenin farz olduğuna dair fetva verdiler. [el-Mîzan, c.8, s.123-124]

 

[217]- Günahların ve haramların zalim hükümdarlar ile helâllerin ise hak imamlarla örtüşmesinin gerekçesi, bunlardan her birinin Allah'a yakınlaşmanın ve ondan uzaklaşmanın sebebi olmalarıdır veya bunlardan birine uymanın o kesime yakışan davranışlara sebep olmasıdır. [el-Mîzan, c.8, s.130-131]

[218]- Bu, bir uyarlamadır batını yorum kapsamına girer. [el-Mîzan, (Kasas, 50) Tefsir] (bk. Ayrıntılı bilgi için, 473. hadisin dip notu; Usul-u Kâfi, c.2, Kur'an'ın Fazileti Kitabı, h:3461, h:3580 ve dip notu.)

[219]- Af kapsamındadırlar. Nefislerine yaptıkları zulümlerden dolayı onları cezalandırmam dünya­da; diğerlerini dünyada belalara maruz bırakır ve ahiretde hesaba çeker cezalandırırım.

   İblis: Bana Âdem’e secde et deme, sana o kadar ibadet edeyim ki dedi. Allah dedi ki: Senin iba­detin boşunadır; çünkü içinde itaat yoktur. Ben sana tayın ettiğim kişiye itaat et diye emrediyorum, sen bana yol gösteriyorsun, büyüklük taslıyorsun. Bu hadislerden anlaşılan şudur: "Tevella" yani Allah'ın tayın ettiği kişiye uymak; "Teberra": Allanın tayın etmediği kişilerden uzak durmak.

[220]- Doğru sözlü imamdan duyduğunu.

[221]- İnkâr etme, tanıma ve bilmenin karşıtıdır, bir şeyi tanımamayı, bilmemeyi ifade eder. Reddetme ise, bir şeyi bilip anladıktan sonra kabul etmemeyi ifade eder.

[222]- Babanın sağ olduğunu

[223]- Ümmü Ferve, Musa Kâzım (a.s)'ın eşidir. İmamın vefatından sonra boşanması, "Talak" sözcüğünün esas alınarak, serbest bırakılarak kocasının evinden çıkmasına izin verilmesi şeklinde yorumlanmıştır.

[224]- Burada Muhammed b. Ali el-Cevad (a.s) kastediliyor. Meşhur olan görüşe göre, imam oldu­ğu zaman sekiz yaşından bir kaç ay almıştı.

[225]- İmam Rıza'nın imamlığını ve babasının öldüğünü inkâr eden Vakıfiye gurubunu kast ederek.

[226]- Bir melek.

[227]- Bütün sözlerin ve fiillerin bilgiye ve basirete dayalı, hak üzere olsun ki, imamlığın sabitleşsin.

[228]- Demek ki Ruh, melek değildir.

[229]- Bu anlamı içeren başka rivayetler, başka kanallardan ve bizim ashabımıza mensup bilginler aracılığıyla İmam Cafer'den (a.s) rivayet edilmiştir. Kummî ve Ayyâşî de tefsirlerinde ondan (a.s) bu ifadeleri rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerin bazısında, ayetin imamın iki gözünün arasında yazılı oldu­ğu belirtilir; bazısında da sağ pazusunun üzerinde yazılı olduğu ifade edilir. Rivayetlerde ayetin yazılı olduğu yerle ilgili ihtilâf gösteriyor ki, bundan maksat, ilâhî hükmün imamın aracılığıyla zahir olması, üstün kılınmasına karar verilmiş olmasıdır. Aslında rivayetlerde ayetin yazıldığı yerin farklılığı, yakla­şımların farklılığından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, ayetin imamın iki gözünün arasında yazılı olduğu ile onun imam için yönelinecek, izlenecek bir merci kılınması anlatılıyor. İki kürek kemiğinin arasında yazılı olduğu ile sorumluluğun ona yüklenmesi, görevi üstlendiğinin açıklanması ve onun desteklenme­si ifade ediliyor. Ayetin sağ pazusunun üzerinde yazılı olması ile de onun yaptıklarına ayetin damga vurduğunun açıklanması, onunla güçlendirilmesi ve onunla desteklenmesi kastediliyor.

   Bu ve bundan önceki iki rivayet daha önceki şu değerlendirmemizi destekler mahiyettedir: Ayetin zahirî ifadesi gösteriyor ki, kelimenin tamamlanması ile İslâm çağrısının vazgeçilmez gerekleri olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliği ve Kur'ân'ın indirilmesi ile birlikte açığa çıkması, üstün kılınması kastedilmiştir. İmamlık misyonu da bunlardan biridir. [el-Mîzan, c.7, s.483-484]

[230]- Gusül abdesti onun için de farz olmakla beraber, cenabetlik kiri ona bulaşmaz.

 

[231]- Resûlullah (s.a.a) "Gözlerim uyur; ama kalbim uyanıktır." buyuruyor. Şiî ve Sünnî kanallar­dan gelen bilgilere göre, Peygamberimiz uyurdu, ama kalbi uyumazdı, yani uykunun etkisiyle kendin­den habersiz olmazdı. Uykudayken uyuduğunu, gördüklerinin rüya olduğunu, bunları uyanık olarak görmediğini biliyordu. Ruhlarını arındırmaları ve bütünüyle Rablerinin yüce makamını anmaları duru­munda salih insanlarda da böyle durumlar kimi zamanlarda meydana gelebilir. Çünkü ruhun, Rabbinin yüce makamını olanca görkemiyle algılaması, onun dünya hayatındaki durumlarından ve Rabbine olan bağlılığından gaflet etmesine mani olur. Böyle bir müşahede sonucu şu gerçek ortaya çıkıyor:

   İnsanoğlu bu dünya hayatında ister insanların uyku dedikleri durumda olsun, ister uyanıklık du­rumunda olsun, o aslmda bir tür uyku ortamında bulunmaktadır. İnsanlar içinde bulundukları duyusal ortamla bütünleşmiş, doğal ortama uymuşlardır. Kendilerini uyanık kabul etseler bile, uykudadırlar on­lar. Nitekim Ali (a.s) "İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." diyor. [el-Mîzan, c. 1, s.326]

[232]- İlliyyin: Yüksek makam, yedinci gök, en şerefli mertebe, iyilerin amel defteri.

[233]- Nefislerinin yolunu tuttular. Nefis, onları çeke çeke ateşe götürdü.

[234]- Allâme Meclisi şöyle der: Gerçi bu rivayet zayıftır; ancak içeriği halk arasında tevatür düze­yine erişmiştir. Bir zaman Küfe mescidindeki yılan kapısı meşhurdu. Derler ki: Emeviler bu ismi unut­turmak için kapıya bir fil bağlamışlar ve kapının bundan böyle fil kapısı olarak anılmasını sağlamışlar.

[235]- İbn Abdulberr el-İstiab adlı eserinde diyor ki: Hz. Ali'nin dışında sahabeden hiç kimse: «İste­diğinizi bana sorun. Bana ne sorarsanız sorun, mutlaka size onu açıklarım.» dememiştir. Ahmed b. Hanbel de el-Müsned adlı eserinde Hz. Ali'nin bu sözünü nakletmiştir. Allâme Meclisi der ki: -Böyle bir id­diada bulunmak her babayiğidin harcı değildir- Böyle bir iddiada bulunmanın sonunda rezil olmak da vardır. Gerçekle bağdaşmadığı zaman... Ama Emir'ül-Mü'minin, "bu sözün" müşahhas bir timsaliydi.

[236]- Bilâkis biz Ehl-i Beyt'e hitaben söylemiştir.

[237]- Hibere kumaşının az bulunur olmasını kabul etmiyor gibiydi.

[238]- En iyi hurma türü.

[239]- Selman'ın kalbinde olandan maksat, "Allah ve Resûlü'nün marifetinin, mertebeleri, kaza ve kaderin üzeri örtülü, kapalı dereceleridir." Eğer Selman bunları Ebu Zer'e anlatsaydı, Ebu Zer onu ya­lancılıkla ve dinden dönmüşlükle itham ederdi. Ölümüne hükmederdi ya da Selman'ın sözlerini başka­larına açıklar, onlar da Selman'ı öldürürlerdi. Nitekim Selman, bir hutbesinde şunları söylemiştir:

   "Bana büyük bir ilim verildi. Eğer bildiğim her şeyi size söylersem, bir grup: "Selman delirdi." bir diğer grup: "Allah Selman'ı öldüreni affetsin." diyecektir.

 

[240]- Selman'ın Ehl-i Beyt'ten olması konusu Ali (a.s)'dan sorulmuştur Ali (a.s): «Selman biz Ehl-i Beyt'tendir maksad: Selman bize has olan yönleriyle başkalarından kopmuştur, bizim yönümüze gel­miştir ve bizden aldığı ilimlerin nurunun vasıtasıyla bizden olmuştur, bize "nisbet" edilmiştir.» (Aslın­da Ehl-i Beyt'ten değildir Ehl-i Beyt ilimlerini taşıyor.) [Kitabu'l-Mirat s.300]

   İmam Rıza (a.s) diyor ki: «Bizim esas Şiâlarımız Selman'dır, Ebuzer'dir, Mikdad'dır, Ammar'dır...» [Kitabu'1-İhticac-ı Tabersi]

[241]- Taraftarlarımız.

[242]- İman ve sâlih amel hususunda onları bize ortak kıl.

[243]- Müslümanlar tarafından kâfirlere verilen emana ortaktır. Eman verme yetkisine sahiptir.

[244]- Refîk-i A'lâ: Nebilerden, doğrulardan, şehidlerden ve sâlih amel işleyen müminlerden oluşan bir gruptur. Bunlar cennette birbirlerine arkadaş olurlar ve en yüksek mertebelerde nimetlenirler.

[245]- Onların tümünü sınırlara göndermesin.

[246]- Resûlullah (s.a.a)'nin ona yazdırdığı.

[247]- Bütün dünya imamlara ait ve Allah her şeyi onların emrine vermiş olsa da, imamlar bunu, Şiâlarına mubah kılmışlardır. Hiçbir zaman kişilerin özel mülkiyetlerine müdahalede bulunmamışlardır. Ganimet, humus gibi vergilerin dışında insanların mallarından istifade yönüne gitmemişlerdir. İmamlar insanlardan hiçbir şey istemezler. Hatta kâfirlerin ve Şiî olmayan Müslümanların şahsi malları üzerinde de tasarrufta bulunmamışlardır. Bu durum Mehdî (a.s)'ın zuhuruna kadar devam edecektir. O zamana kadar imamlar hiçbir şey talep etmezler ve bu hususta sessiz kalmaları emredilmiştir.

 

[248]- Ehl-i Beyt'e.

 

[249]- İdarî işlerle uğraşmaktan.

 

[250]- Memleket işlerine koşuşturmaktan.

 

[251]- Yani Abbas oğulları, bizim hakkımızı gasp edip makamımıza oturdular ve insanlara zulüm ettiler. Bu zalimlikleri bir yandan da bizim için nimettir; çünkü geceleri memleket işleriyle uğraşmak­tan, gündüzleri halkın derdiyle uğraşıp sağa sola koşuşturmaktan bizi kurtararak bir bakıma bizim için nimet sebebi oldular.

 

[252]- Kuleynî: el-Kâfi adlı eserinin herhangi bir bölümüne "Nadir Rivayetler" başlığını kullandı­ğında, söz konusu başlık altındaki hadislerin belli bir konunun kapsamında toplanamayacaklarıdır.

 

[253]- Eyyup b. Nuh, İmam Rıza, İmam Cevad, İmam Hadi ve İmam Askeri'nin hizmetinde bulun­muştur; fakat genellikle İmam Hadi'den hadis rivayet ettiği için, burada da onu kastettiği anlaşılmaktadır.

 

[254]- Mare / Yemini: Aileye yemek yedirmek, onlara güzel yiyecekler hazırlamak demektir. Dolayısıyla bu rivayete göre "Emiru: yemek yediririm" şimdiki zaman birinci tekil şahıs kipidir ve çokça kullanıldığı için Ali (a.s)'ın özel ismi haline gelmiştir. Yani: Emir'ül-Mü'minin: mü'minleri yediririm. "Tıpkı Teabbeteşerren: Kötülüğü koltuğunun altına aldı." gibi.

[255]- "De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum."

   Karşılığında ücret istenmeyen şey, risaletin tebliğ edilmesi ve dini davettir. Allah, Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb (a.s) gibi peygamberimizden (s.a.a) önceki birçok peygamberle ilgili olarak da bu ifadeye yer vermiştir. Bu peygamberlerin her biri ümmetlerine bu şekilde hitap etmiştir: "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine aittir." (Şuara, 109, 127, 145, 164, 180) ...

   Bir ayette peygamberimizle (s.a.a) ilgili olarak şöyle buyrulmuştur: "Hâlbuki sen bunun için onlardan bir ücret istemiyorsun." (Yusuf, 104) ayrıca peygamberimize bu gerçeği insanlara söyleme­si yönünde değişik ifadelerle emirler yöneltilmiştir. "De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret iste­miyorum." (Sad, 86) "De ki: ben sizden bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Ücretim yalnız Allah'a aittir." (Sebe, 47) "De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu âlemler için ancak bir öğüttür," (En'âm, 90) böylece bu ayette, ücret istemeyişin gerekçesi olarak, bunun âlemler için bir öğüt olması gösteriliyor. Dolayısıyla bu, bütün insanlara yönelik bir mesajdır, bütün insanlar içinde bel­li bir gruba özgü kılınamadığı için de, buna karşılık bir ücret talep edilemez

   Bir ayette de şöyle buyrulmuştur: "De ki: Buna karşılık, sizden, rabbine doğru bir yol tut­mayı dileyen kimseler olmanız dışında herhangi bir ücret istemiyorum." (Furkan, 57) bu ayetin an­lamı sizden birinizin, Rabbine giden yolu tutması başka... şeklindedir. Yani, benim çağrımı kendi iste­ğiyle kabul etmesi başka. İşte benim ücretim budur. Davetimin gerisinde maddi beklenti gibi herhangi bir ücret talebi yoktur.

   Tefsirini sunduğumuz bu surede ise yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum." (Şûra, 23) Böylece, peygamberimizin (s.a.a) davetinin, risaletinin ücreti olarak akrabalık sevgisi öngörülüyor. Bu anlamı içeren diğer ayetle­rin içeriğinden kesin olarak anlaşılan bir husus, bu sevginin, ya davetin tümüne icabet etmekle veya özellikle önemsenen bir kısmıyla ilgili olduğudur. Cümledeki istisnanın zahiri, her iki durumda da mut­tasıl, yani öncesiyle irtibatlı, dolayısıyla sevginin risaletin ücreti olmasıyla bağlantılı olduğunu gösteri­yor. Bu bakımdan bazı müfessirlerin istisnanın, öncesinden kopuk, münkati olduğunu göstermek için ileri sürdükleri zorlama ürünü açıklamalara itibar etmemek gerekir.

   Akrabalık sevgisinin anlamıyla ilgili, müfessirlerin açıklamaları arasında farklılıklar vardır.

   [1] Bazıları -bu görüş müfessirlerin çoğunluğuna nispet edilmiştir- demişlerdir ki: Burada hitap, Kureyş'e yöneliktir. İstenen ücret de kendilerinin akrabası olması hasebiyle Hz. Peygamberi (s.a.a) sev­meleridir. Çünkü Kureyşliler, bazı rivayetlerde de ifade edildiği gibi, ilâhlarını reddediyor diye Hz. Peygamberi (s.a.a) yalancılıkla suçluyor, ona buğz ediyorlardı. Bunun üzere yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) onlardan şunu istemesini emretti: şayet bana inanmıyorsanız, bari akrabanız olmam hasebiyle beni sevin, bana buğz etmeyin, eziyet etmeyin... dolayısıyla ayette geçen el-Kurba kelimesi el-Karabeh anlamında masdardır. Cümledeki "fi" harfi cerri de anlama nedensellik katmaya yöneliktir.

   Bu görüşe vereceğimiz cevap şudur: Ücret kavramının anlamı, ancak bir iş karşılığında olma­sı durumunda gerçekleşebilir. Ücret veren kimse, sahip kılındığı bir işe karşılık olarak ve yapılan işe de denk olması koşuluyla iş yapan kimseye mal ve benzeri bir şey verir. Kureyşten ücret talep etmeye ge­lince... bunlar peygamberimizi yalanlıyor, onun davetini inkar ediyorlardı. Onlardan ücret talep olması­nın geçerli olması için, onların da peygambere (s.a.a) iman etmeleri gerekir. Çünkü peygamberi (s.a.a) yalanladıkları ve davetini inkâr ettikleri sürece ondan bir şey almış olamazlar, dolayısıyla almadıkları bir şeyin ücretini vermeleri de söz konusu olmaz. Buna karşılık Kureyşliler ona iman etmiş olsalardı -ki nübüvvet dinin üç ana prensibinden biridir- o zaman da peygambere (s.a.a) buğzetmeleri tasavvur edil­mez. Dolayısıyla bu açıdan da sevginin risaletin ücreti olarak ileri sürülmesinin ve bu ücretin onlardan talep edilmesinin bir anlamı olmaz. Kısacası, ücret istenen kimselerin kâfir olması durumunda ücret kavramının anlamı gerçekleşmiş olmaz. İman etmeleri durumunda da buğz etmeleri söz konusu olmaz. Bu durumda da sevgi istenmesine gerek yoktur.

   Aslında bu problem, cümledeki istisna edatının münkati kabul edilmesi halinde de geçerlidir. Çünkü onlardan ücret talep etme olayı, her durumda ancak onların mümin olmaları açısından geçerli olabilir. İstisnadan sonra, yeni açıklamanın önceki cümlenin tüm bağlarından kopmasını gerektirir. Bu nokta üzerinde iyice düşünmek gerekir.

   [2] Bazılarına göre, akrabalık sevgisinden maksat, geçmiş akrabalık bağlarıdır ve hitap da Ensar'a yöneliktir. Nitekim söylendiğine göre, maddi sıkıntılarını gidermesi için peygamberimize (s.a.a) bir miktar mal getirmişlerdi. Ayet nazil oldu ve bu yardım girişimi reddedildi. Rivayetlere göre Pey­gamberimizle (s.a.a) Ensar arasında Selma binti Zeyd en-Neccariye aracılığıyla ve de annesi Amine'nin dayıları aracılığıyla akrabalık bağı vardı.

   Bu görüşe vereceğimiz cevap şudur: Ensar'ın peygamberimize (s.a.a) yönelik sevgisi o kadar açıktır ki, hiç kimse bundan kuşku duyamaz. Yurtlarına hicret etmesini isteyenler kendileridir. Canları­nı, mallarını ve oğullarını ona feda ettiler. Onun başarısı için ellerinden gelen her türlü çabayı sarf et­mekten geri durmadılar. Nitekim yüce Allah birçok ayette onlardan övgüyle söz etmiştir: "Daha önce­den Medineyi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler." (Haşr, 9) İşte Ensar'ın Muhacirlere yönelik sevgisi bu düzeydeydi. Bu sevgiyi de peygamberden (s.a.a) dolayı besliyorlardı. Bir de onları Peygamber'e (s.a.a) yönelik sevgilerini düşünün!

   Ensar'ın Peygamber'e (s.a.a) yönelik sevgisi bu düzeyde iken, Peygamber'in (s.a.a) onların sev­gilerini kazanmak için, akrabalık, hem de bu uzak akrabalık bağını kullanmasının ne anlamı olabilir?!

   Kaldı ki Araplar kadın cihetiyle oluşan akrabalık bağına bu boyutlarda önem vermezlerdi. Nite­kim bir Arap şairi şöyle demiştir: "Bizim oğullarımız oğullarımızın oğullarıdır. Kızlarımıza gelince, / Onların oğullan yabancı adamların oğullarıdır." Bir diğeri de şöyle demiştir: "Anneler kap gibidir / Emanet konulan. Soy ise babanındır." Kadınlara akrabalık içinde yer veren İslâm’dır. İslam, oğulların çocuklarıyla kızların çocuklarının eşit olduklarına ilişkin anlayışı yerleştirmiştir.

   [3] Bazı müfessirlere göre, hitap Kureyş'e yöneliktir, akrabalık sevgisinden maksat da, akrabalı­ğın neden olduğu sevgidir. Ancak bununla, ilk değerlendirmede söylendiği gibi, Kureyş'in sevgisi değil, Peygamberin sevgisi kast edilmiştir. Cümledeki istisna da öncesinden kopuk, münkatidir. Buna göre cümlenin anlamı: Sizi cennet bahçelerine kavuşturacak, orada ebedi kalmanızı sağlayacak hidayete ça­ğırmama karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Sizden bir karşılık beklemiyorum. Akrabalarım olarak size duyduğum sevgi, beni size yol göstermeye ve bu nimetlere ulaştırmak için çabalamaya yöneltti.

   Bu yorum, yüce Allah'ın, davet ve hidayet yolunda peygamber (s.a.a) için belirlediği yetki sı­nırlarıyla uyuşmuyor. Çünkü yüce Allah Kur'ân'm birçok yerinde insanları hidayete erdirme yetkisinin kendisine ait olduğunu, bu hususta peygamberin (s.a.a) bir yetkisinin olmadığını belirtmiştir. Bu yüz­den insanların inkâr etmelerinden, davetini reddetmelerinden dolayı üzülmemesini, görevinin, açıkça duyurmaktan, tebliğ etmekten başka bir şey olmadığını vurgulamıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamberin (s.a.a), akrabalık sevgisinden dolayı birini hidayete erdirmek, bir başkasını da buğz ettiği veya istemedi­ği için hidayetten yoksun bırakmak gibi bir yetkisi yoktur. Bütün bunlar ortada dururken, yüce Allah'ın: "De ki: ...istemiyorum." ifadesiyle Peygamberden, Kureyş kâfirlerine, kendilerini davet etmesini, hi­dayete ermeleri için çalışmasını gerektiren şeyin, kendilerinden ücret talebi değil, kendilerine yönelik akrabalıktan kaynaklanan sevgi olduğunu haber vermesini istediğim ileri sürmek hangi mantığa sığar?

   [4] Bazılarına göre, bundan maksat, kişilerin akrabalarını sevmesidir. Hitap da Kureyş'e veya bütün insanlara yöneliktir. Dolayısıyla kast edilen anlam şudur: Size yönelttiğim çağrı karşılığında, ak­rabalarınızı sevmenizden başka bir ücret istemiyorum.

   Şu kadarı var ki, mutlak olarak herkesin akrabasını sevmesi İslâm’ın teşvik ettiği bir şey değil­dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -baba­ları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları destek­lemiştir." (Mücadele, 22) bu ayetin bağlamı "akrabalık sevgisi..." ifadesinin genelliğini veya mutlaklığını tahsis edici veya kayıtlandırıcı bir içeriğe sahip olmasına elverişli değildir. Dolayısıyla ayetten [Şûrâ, 23], risaletin ücreti olarak mümin akrabaların sevilmesi şeklinde bir anlamı çıkaramayız. Kaldı ki, söylendiği türden bir özel sevgi de Kureyş'e veya bütün insanlara yönelik bir hitapla örtüşmez.

   Bilakis, İslâm’ın teşvik ettiği şey, insanların Allah için birbirlerini sevmeleridir. Bu bağlamda akrabalığın bir özelliği olamaz. Akrabalığa ve sıla-ı rahme büyük bir önem verildiği doğrudur; ancak bu, sıla-ı rahim ve mal sevgisine rağmen akrabalara vermek niteliğindedir. Akrabaları sevme adına be­lirginleşen bir husus değildir. Çünkü sadece Allah için sevmek vardır.

   Dolayısıyla, ayette geçen akrabalık sevgisi, akrabalarla ilişkileri sürdürmekten, mal vermek suretiyle onlara iyilik etmekten kinayedir, demenin mantıklı bir dayanağı yoktur. Çünkü ayette, bununla, İslâm’ın teşvik ettiği Allah için sevmeye aykırı da olsa, ifadenin gerçek anlamının kast edilmesini en­gelleyen bir husus söz konusu değildir.

   [5] Bazılarına göre, ayette geçen "el-Kurba" kelimesi, Allah'a yaklaşma anlamında kullanılmış­tır. Yaklaşma sevgisi de, itaat ve yaklaşma şeklinde Allah'a yönelik sevgiyi göstermek anlamındadır. Dolayısıyla cümlenin anlamı şöyledir: Size yönelttiğim çağrıya karşılık, yaklaşma çabası içine girmek suretiyle Allah'a sevginizi göstermenizden başka bir ücret istemiyorum.

   Bu anlamı esas aldığımız zaman "akrabalık sevgisinden başka." ifadesine belirsizlik hâkim olur. Böyle olunca da müşriklere yönelik hitabın bağlamında böyle bir ifadeye yer vermek uygun düş­mez. Özellikle, bu ifadenin anlam kapsamına yaklaşma çabasıyla Allah'a sevgi göstermek -veya Onun sevgisine nail olmak- hususu da girdiği zaman bu kapalılık daha da belirginleşir. Çünkü müşrikler zaten Allah'a yaklaşmak suretiyle Ona sevgi ifade etmeyi inkâr etmiyorlar. Bilakis, putlarına sundukları iba­deti, Ona yaklaşmaya dönük ve sevgi ifade amacıyla gerçekleştirdiklerini söylemektedirler. Nitekim Kur'ân onların şöyle dediklerini bize bildirmektedir: "Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar di­ye kulluk ediyoruz." (Zümer, 3) "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır." (Yunus, 18)

   Dolayısıyla, "sırf Allah'a yönelik ibadet etmek" gibi bir kayıt koymadan, Allah'a yaklaşma ça­bası yoluyla ona yönelik sevgilerini göstermelerini istemek, işlediği şirkin, Allah'a yaklaşma çabası şeklinde bir tür sevgi ifadesi olduğunu düşünen birinden ücret olarak böyle bir şeyi talep etmek, bu şe­kilde kapalı bir anlamı içeren bir ifadeyle onlara hitap etmek- üstelik ifadenin bağlamı da Peygamberi­mizin kendini, onları tevhid dinine davet etmeye adaması ve bu davete karşılık onlardan herhangi bir ücret talep etmediğinin vurgulanmasıdır- sağlam bir edebi zevkin kabul edeceği bir üslup değildir.

   Kaldı ki, ayette kullanılan ifade "el-Meveddeh"dir, "et-Teveddut"değildir. Şu halde el-Meveddeh kelimesiyle, onların, yaklaşma çabası şeklinde tezahür eden, Allah'a yönelik sevgileridir. Kur'ân'da el-Meveddeh kelimesinin, kulların Allah'a yönelik sevgileri anlamında kullanıldığının bir örneği yok­tur. Buna karşılık aksi anlama dair örnekler vermek mümkündür: "Muhakkak ki Rabbim çok merha­metlidir, çok sever." (Hud, 90) "O çok bağışlayan ve çok sevendir." (Buruc, 14) bunun nedeni, el-Meveddeh kelimesinin, sevilenin durumunun gözetilmesi, onun araştırılması ve irdelenmesi anlamını da çağrıştırması olabilir. Hatta bazıları -Ragıp el-İsfahanî'nin anlattığına göre- şöyle demişlerdir: Allah­'ın kullarını sevmesi (el-Meveddeh), onları gözetmesi demektir.

   Şu halde önceki problem henüz giderilmiş değildir. Eğer akrabalık sevgisi, Allah'a yaklaşma (kulluk sunma) çabası içinde insanların birbirlerini sevmesi, yani Allah'a yönelik ibadetin, yaklaşma ça­basının sevgiye sebep olması şeklinde anlamlandırılırsa, müşriklerin de kendi inançlarına göre, arala­rında böyle bir sevgi vardır.

   [6] Bazı müfessirler ise, ayette geçen akrabalık sevgisi, ifadesini, Peygamberin (s.a.a) akraba­larını, yani Ehl-i Beyt'ini (a.s) sevmek şeklinde yorumlamışlar. Bu anlamı destekleyen rivayetler Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer almaktadır. Bu ayetin, Ehl-i Beyt'i sevmek ve onları dost edinmek anlamında olduğuna dair rivayetler ise Şia kaynaklarında çokça yer alır. Gerek Sünni ve gerekse Şia kaynaklarında yer alan ve Ehl-i Beyt'i sevmenin vacipliğine dair mütevatir düzeyine ulaşmış rivayetler de bu açıkla­mayı desteklemektedir.

   Sakeleyn ve Sefine hadisleri gibi, Resûlullah'dan rivayet edilen, Sünni ve Şiî kaynaklarında yer alan ve mütevatir derecesinde kabul edilen, Kur'ân'ın anlaşılması, dinin temel ve ayrıntı hükümlerinin kavranması ve Kur'ân hakikatlarınm açıklanması hususunda Ehl-i Beyt'e başvurulması anlamını ifade eden rivayetler üzerinde yeterince düşünüldüğü zaman, Ehl-i Beyt'i sevmenin vacip kılınmasının ve bu­nun risaletin ücreti olarak belirlenmesinin, ilmi bir merci kimliğine sahip olmalarından dolayı, insanları onlara yöneltmenin, dönmelerini istemenin sebebi olduğu hususunda en küçük bir kuşku kalmaz.

   Dolayısıyla, risaletin ücreti olarak farz kılınmış sevgi, kalıcılığı ve sürekliliği açısından, dini davetin ötesinde bir olgu değildir. Bu bakımdan, üzerinde durduğumuz bu ayet, ifade ettiği anlam itiba­riyle, risalete karşılık ücret talep edilmesini olumsuzlayan ayetlerin ifade ettiği anlamla çelişki oluştur­mamaktadır.

   Bu takdirde ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Davetime karşılık sizden bir ücret is­temiyorum. Şu kadarı var ki, yüce Allah size, müminlerin genelini, bu arada benim akrabalarımı sev­menizi vacip kılmıştır. Ben, sizin akrabalarımı sevmenizi, risaletimin bir ücreti olarak kabul ediyorum. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, bir sevgi yaratacaktır." (Meryem, 96) "Mümin erkeklerle mümin ka­dınlar da birbirlerinin velileridir." (Tevbe, 71)

   Bundan da anlaşılıyor ki, bu yoruma itiraz eden ve bu davranış, peygamberlik müessesesine ya­kışmaz. Çünkü bu açıdan bir töhmet mahiyetindedir. Bilindiği gibi, dünyanın peşinde olanların çoğu, bir şey yaparken, buna karşılık olarak çocuklarının ve akrabalarının yararlanacağı bir karşılık isterler, diyenlerin bu değerlendirmeleri yersizdir.

   Bunun "Sen bunun için onlardan bir ücret istemiyorsun." (Yusuf, 104) ayetinin içeriğiyle de çeliştiği yönündeki yaklaşımları da yanlıştır.

   Yanlışlığın gerekçesine gelince, bu sevginin ücret olarak nitelendirilmesi ve bu ismin verilmesi, davet açısından bir isimlendirmedir. Gerçekte bu ayet, daha önce de vurguladığımız gibi, risalete karşı­lık ücret istenmesini olumsuzlayan diğer ayetlerin ifade ettikleri anlamdan fazla bir anlam ifade etme­mektedir. Sonra bu sevginin sağladığı yarar da yine kendilerine dönmektedir. Dolayısıyla bu açıdan da nübüvvet müessesesinin töhmet altında kalması söz konusu olmaz.

   Kaldı ki, üzerinde durduğumuz ayet, Medine döneminde inmiş bir ayettir. Muhataplar da Müslümanlardır. Kendisine iman ettikten, onun masumiyetini tasdik ettikten sonra, ilâhî masumiyetle hata­dan masun kılman peygamberlerini, Rablerinden getirdiği bir husustan dolayı itham etmeleri caiz değil­dir. Eğer peygamberlerini bu emirden dolayı itham etmeleri, bunu peygamberliğin şanına yakıştırma­maları ve kendilerine böyle bir hitabın yöneltilmiş olmasını uygun görmemeleri caiz olsaydı, bu yakla­şım Kur'an'da yer alan birçok hitapla ilgili olarak da geçerli olurdu. Peygamber'e mutlak itaati öngören ayetleri, savaş ganimetlerinin Allah ve Resûlü'ne ait olduğuna delalet eden ayetleri, Peygamber'in akra­balarına humus (gelirin beşte birini) vermenin gerekliliğine delalet eden ayetleri, kadınlarla evlilik hu­susunda Peygamber'e tanınan ayrıcalığı buna örnek verebiliriz.

   Öte yandan yüce Allah, bir sonraki ayette bu suçlamayı reddediyor ve şöyle buyuruyor: "Yoksa onlar, Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler? Allah dilerse senin kalbini de mühürler. "(Şûra, 23)

   Diyelim ki, sözü edilen türden suçlamaları bertaraf etmek için ayeti bu anlamdan başka bir an­lama yorumladık; ya Sünni ve Şiî kaynaklarda yer alan, Peygamberin (s.a.a) Ehl-i Beyt'ini sevmenin vacipliğini ifade eden sayılmayacak kadar çok mütevatir rivayetin bulunmasını ne ile izah edeceğiz?

   Bu yorumun "Sen bunun için onlardan bir ücret istemiyorsun." ayetiyle çelişmesi meselesine gelince, yukarıda sunduğumuz açıklamalarla, bu yaklaşımın da yersiz ve isabetsiz olduğu ortaya çıkmış tır. Söz konusu ayetin anlamı, risalete karşılık ücret istenmesini olumsuzlayan ayetlerle mukayese edil­diğinde, aşağıdaki ayete benzer bir konumda belirginleşir:"De ki: Buna karşılık, sizden, Rabbine doğ­ru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanız dışında herhangi bir ücret istemiyorum." (Furkan, 57) el-Keşşaf adlı tefsirin müellifi de bu yorumu benimsedikten sonra şunları söylüyor: Eğer desen ki: Akrabaların sevgisinden başka veya akrabalar için sevgi başka, denilseydi ya, "akrabalık sevgisi," denilmesinin anlamı nedir?

   Buna cevap olarak derim ki: Burada akrabalar sevginin yeri ve karar kıldığı mekân olarak ön­görülmüş. Bu tıpkı şöyle demene benziyor: Bende falan oğullarının sevgisi var. Bende onlara karşı şid­detli bir istek ve sevgi var... Bunu söylerken, onları seviyorum, demek istiyorsun. Diyorsun ki, onlar sevgimin yeri ve mekânıdırlar. [el-Mîzan, (Şûra, 23) Tefsir.]

 

[256]- Aslında ifade edilmek istenen şey, âyette geçen, Allah ve Resulüne itaat etmekten maksat, Ali (a.s)'ın ve ondan sonraki imamların velayetlerini kabul etmektir. Yoksa aynı ifadenin âyetin oriji­nal metninde yer aldığı şeklinde bir anlam kastedilmemiştir.

[257]- Bu ayetle ilgili söylenecek sözlerin bazılarını "Musa'nın kavmi içinde hak aracılığı ile (insanları) doğru yola ileten ve hakka uygun adil hükümler veren bir grup vardır." ayetinin (A'râf, 159) tefsiri sırasında söylemiştik. Bu ayetin o ayetten farklı olan yönü şudur: Bu ayet, insanları doğru yolda olanlar ve sapıtanlar diye ikiye ayıran ve bunun kriterinin Allah'a en güzel isimlerle ibadet etmek veya bu isimler konusunda eğriliğe sapmak olduğunu vurgulayan bir söz akışı içinde yer alıyor. Ayet, bu niteliği ile insan türü içinde her zaman az ya da çok sayıda gerçekten doğru yolda olan kimselerin bulu­nacağına delâlet eder. Çünkü söz konusu olan husus, Allah'ın yaratmasına dayanan gerçek hidayet ve sapıklıktır. Allah kime hidayet verirse, o doğru yolda olur. Buna karşı kimi saptırırsa, o hüsrana uğrar. Gerçek anlamda doğru yolda olmak, ancak gerçek hidayet ile mümkündür ve bu da Allah'a mahsustur.

   "Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu, bunlara ve­kil bırakmışladır." (En'âm, 89) ayetinde ve başka ayetlerde gerçek ilâhî hidayetin asla gereğinden sap­mayacağını ve sapıklıktan korunmuşluğu gerektirdiğini vurgulamıştık. Bunun yanı sıra "Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe doğru yolu bulamayacak olan mı?" (Yû­nus, 35) ayetindeki iki şıklı ifade, hakka hidayet edenin Allah'tan başka hiç kimse tarafından doğruluğa yönlendirilmiş olmaması gerektiğine delâlet eder. Bu gerçeği iyi kavramak gerekir.

   Buna göre hidayetin bu gruba isnat edilmesi şu veya bu oranda bu grubun sapıklıktan korunmuş olduğuna ve Allah tarafından eğrilikten uzak tutulduğuna delâlet eder. Bu da ya "doğru yola ileten grup " ifadesi ile işaret edilenlerin hepsinin -peygamberler ve veliler gibi- bu masumiyet ve korunmuştuk sı­fatını taşımaları şeklinde veya bu grubun bir bölümünün böyle olması şeklindedir. Bir bütünün bir bö­lümüne ait bir sıfatın bütüne verilmesinin Kur'ân'da örnekleri vardır. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Biz İsrailoğulları'na kitap, egemenlik ve peygamberlik verdik." (Câsiye, 16), "Sizi krallar yap­tı." (Mâide, 20), "Ki insanlara şahit olasınız." (Bakara, 143) Bu ayetlerde sayılan ayrıcalıklarla sıfatlananlar, söz konusu toplulukların tamamı değil, bir bölümüdür.

   Doğrusunu bilen Allah'tır, ama bu ayetin anlamı şudur: Biz size hiç olmamış olan ve insan gü­cünün dışında kalan bir şey emretmiyoruz. Çünkü yarattıklarımız içinde gerçek anlamdaki hidayet ile donanmış olan ve başkalarını hak aracığı ile doğru yola ileten bir grup vardır. Zira Allah onları özel hi­dayeti ile onurlandırmıştır. [el-Mîzan, c.8, s.485-486]

[258]- Rivayette yer alan açıklamalar, Kur'an'ın batini anlamının kapsamına girerler. Bu bağlamda hükümler öz hakikatlerine ve ahitler de tevillerine, yani ilâhî velayete döndürülür. Bununla beraber Kur'ân'ın lafzının esas alınacağı bir tefsir de böyle bir sonucu çıkarsamak mümkün değildir.

   Rivayetin içeriğinin tefsir olmadığının kanıtı, on iki ayetten ibaret olan ayetler grubunun bütün olarak bir tek kıssayı anlatıyor olmasıdır. Eğer grubun ilk ayeti, tefsir olarak rivayetteki gibi yorumla­nırsa, ayetlerde yasak ağacın meyvesinin yenmesinin nehyedilişine delalet eden bir unsur bulmak müm­kün olmazdı. Oysa kıssanın temeli ve geri kalan ayetlerin dayanağı da yasak ağacın meyvesinden yenil­miş olmasıdır. Ayrıca: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın." (Tâ-Ha, 115) ifadesine de gerek kalmaya­cağı açıktır. Bu surede zikredilen yasak, bu sureden önce nazil olan surelerde de zikredilmediği için, bu cümleyi o surelerde zikredilen yasağa döndürmeye de imkân yoktur. Araf ve Bakara surelerinde bu ya­saktan söz ediliyor, ancak bunlar da tefsirini sunduğumuz bu sureden çok sonraları nazil olmuşlardır.

   Kısacası, rivayetin içeriği batini bir yorumdur, tefsir değil... Cabir'in rivayetinde olduğu gibi, bazı rivayetlerde tefsir olarak sunulmuştur; ancak bu, hadisin bazı ravilerinin meseleyi kanştırmış ve bu şekliyle aktarmış olmalarından kaynaklanan bir yanılgı olabilir. Nitekim bazı rivayetlerde iş o düzeye götürülmüş ki, imamın açıkladığı anlam, ayetin metninin bir parçasıymış gibi sunulmuş ve böylece Kur-'ân'm tahrif edildiğine ilişkin malzemeler kategorisine sokulmuştur. Sözgelimi el-Menakib adlı eserde 'mam Bakır'dan (a.s) rivayet edilmiştir: "Andolsun biz, daha önce Âdem’e, (Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve onların soyundan gelen imamlar hakkında bazı kelimeleri) ... vermiştik." (Tâ-Ha, 115) Bu ayet Hz. Muhammed'e (s.a.a) bu şekilde indi. Bunun gibi başka rivayetler de vardır.

   Bu rivayetlerde: "Kim benim hidayetime uyarsa..." (Tâ- Ha, 123) ve "Benim zikrimden..." (Tâ-Ha, 124) ifadeleri Ehl-i Beyt'in (a.s) velayeti olarak yorumlanmıştır. Bunlar, bazılarının vehmettiği gibi ayetlerin tefsiri değil, uyarlama mahiyetindedir. [el-Mîzan, (Kasas, 50) Tefsir]

 

[259]- Bu gruptaki rivayetler imamların isimlerinin Kur'ân'da, nazil olan ayetlerin içerisinde zikredildiğine işaret etmektedir ki bu tür rivayetler çoktur. Bunlardan bazıları:  el-Kâfi'de Ebu'l-Hasan (a.s.)'dan Muhammed b. Fazıl senediyle varid olmuş bir rivayettir.

   İmam Cafer'e isnad edilmiş el-Kâfı'de geçen diğer bir rivayettir. Yine el-Kâfi'de İbn Abbas'a isnad edilmiş olan rivayetlerdir... ki; bu grubun getirdiği delillere cevap olarak şöyle deriz:

   Daha önce de belirttiğimiz gibi Kur'ân'ın bir bölümünde, Kur'ân'ın kendisinde olmayıp tefsir kabilinde olan bazı kelimeler vardır. İmamların isimlerinin Kur'ân'da zikredilmesi şeklindeki rivayetleri de aynı şekilde açıklamak gerekir. Eğer bu şekilde açıklamak mümkün değilse o zaman bu rivayetlerin Kur'ân'a, sünnete ve Kur'ân'da tahrif olduğunu reddeden diğer delillere muhalif olmasına binaen redde­dilmesi gerekir; zira bize ulaşan mütevatir (inkârı mümkün olmayan) haberlere göre rivayetlerin Kitaba ve sünnete arz edilmesi kitaba muhalif hadislerin reddedilmesi ve duvara vurulması gerekmektedir. [Ayetullah Uzma Ebu'l-Kasım el-Hoî, el-Beyan Fi Tefsiru'l-Kur'ân, s.239-240]

 

[260]- "Ali hakkında" İmam'ın tefsiridir.

[261]- "Ali hakkında" İmam'ın tefsiridir.

   Bu âyetin Kur'ân'da giriş kısmı ve son kısmı bu şekilde değildir. Ravilerin 47. ve 174. âyetle il­gili iki ayrı rivayeti karıştırmaları ve bir âyet gibi aktarmaları söz konusudur.

[262]- Korunan kitaptan maksat, levh-i mahfuz gibi Allah katındaki külli ve kuşatıcı bir kitap olabilir.

[263]- Müfessirler genellikle musallin: Namaz kılanlar diye tefsir etmişler. Öyle olsa bile, gerçek ve ek­siksiz namaz ancak imamlara tâbi olmakla kılınacağından, rivayetin içeriği, bu ihtimali de dışlamıyor.

 

[264]- "Velayet ehli" ifadesi âyetin orijinalinde yoktur. Bu, İmam'ın tefsiridir.

 

[265]- "Ali'nin velayetini" ifadesi âyetin orijinalinde yoktur. Bu, İmam'ın tefsiridir.

 

[266]- "Hani onlar, "Allah'ım! Eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse başımıza gökten taş yağdır yahut bize acı bir azap getir!" demişlerdi. Oysa sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allah, onlara azap edecek değildi." (Enfâl, 32-33)

   İmtar; bir şeyin yukarıdan indirilmesi anlamına gelir. Daha çok yağ-mur damlalarının gökten inmesi, yağması anlamında kullanılır. Ya da yağmurun yağdırılmasının başka şeylerin indirilmesinden kinaye olarak kullanılmasına bir örnektir. Örneğin taşların yağdırılması gibi.

   Bu kelimenin kullanılmasının altında hangi anlam yatıyorsa artık, onların: "başımıza gökten taş yağdır." şeklinde bir ifade kullanmaları ve göğün adını açıkça zikretmeleri, bunun göksel bir muci­ze veya salt ilâhî bir azap şeklinde olmasını istediklerini göstermektedir. Çünkü onların istedikleri tarz­da gökten taş yağdırılması azap türlerinden biridir. Gerisi ise: "yahut bize acı bir azap getir!" ifadesi­nin kapsamına giriyor. Bu yüzden azap kavramı belirsiz, buna karşılık niteliği müphem kılınmıştır ki, geride kalan diğer azap türlerine delalet etsin. İfadenin toplamını göz önünde bulundurduğunuz zaman şu anlamı elde ediyoruz: Ya bizim üzerimize gökten taş yağdır, ya da ondan başka acı bir azap getir!

   Acı azap türleri içinde taş yağdırma azabının ayrı olarak zikredilmesi, birini taşa tutmanın hem beden açısından acı bir azap ve işkence ifade etmesinden hem de aşağılamak ve alçaltmak suretiyle ru­hu incitici bir özelliğe sahip olmasından dolayıdır.

   Sonra "...Eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse..." (Enfal, 32) ifadesi, lafız olarak onların Peygamberimizden (s.a.a) sözlü veya fiili olarak: "Allah katından gelmiş gerçek budur..." çağrısını işit­miş olduklarını gösteriyor. Bu ifadede bir tür sınırlandırma söz konusudur. Dolayısıyla: "Bu, Allah ka­tından gelmiş gerçektir..." demekten farklıdır. Çünkü bu ifadelerin ikincisi, semavi bir dinin varlığına, Allah tarafından Peygamberlerin gönderildiğine inanmayan kimselere karşı söylenecek türdendir. Nite­kim putperest müşrikler: "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmiş değildir." diyorlardı

   Birinci ifade ise, Allah tarafından indirilmiş hak bir dinin olduğuna, ilâhî bir risaletin varlığına, onun rabbinden getirdiği hakkı tebliğ ettiğine inanan, ama Peygamber'in getirdiğinin veya getirdiğinin bir kısmının yüce Allah katından gelmiş hak olduğunu kabul etmeyen kimselere karşı söylenecek mahi­yettedir. Bu yüzden, onlara karşı, Allah katından gelen gerçeğin bu olduğu, başkasının olmadığı ifade ediliyor. Onlar ise "Allah'ım, eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise, üzerimize gökten taş yağ­dır veya bize acı bir azap getir." (Enfâl, 32) şeklindeki şartlı cümleyle bunu reddediyorlar.

   Bu yüzden öyle anlaşılıyor ki, bu söz, müşriklerin bazısından aktarılıp da görüş birliği içinde ol­dukları veya bu sözü söyleyen kimsenin söylediklerine razı oldukları için bütün müşriklere izafe edilmiş bir söz değildir. Tersine bu sözün irtidat eden bazı kimseler tarafından söylendiği anlaşılıyor. Bunlar ön­ce Müslüman olmuş, sonra da dinden dönmüş kimselerdi. Ya da bu sözleri semavî bir dinin varlığına inanan Ehl-i Kitap'tan bazı kimseler söylemiş olmalılar. Umarız söylemek istediğimiz husus anlaşılmıştır

   Bu sözümüzü bu ayetin, hemen sonrasındaki şu ayet pekiştirmektedir: "Oysa sen onların için­de iken Allah, onlara azap edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken de Allah, onlara azap edecek değildi." Eğer "Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildi." ifadesinden maksat, Pey­gamber aralarında bulunduğu için, hicretten önce Mekkeli Kureyş kâfirlerinin Allah tarafından azaplandırılmasının olumsuzlanması ise, bu demektir ki, o gün üzerlerine azabın indirilmesinin önündeki engel Peygamberimizin onların aralarında bulunmasıydı. Azaptan maksat ise, Peygamberimizin eliyle onların öldürülmeleri ve tutsak edilmeleri değildir. Nitekim önceki ayetlerde, "yüce Allah bu olayı azap olarak nitelendirmiştir. Benzeri bir hususla ilgili olarak da şöyle buyrulmuştur. "De kî: Bize iki güzellikten biri (zafer veya şehid olmak) dışında bir şeyin mi gelmesini bekliyorsunuz? Hâlbuki biz de Allah'ın kendi katından veya bizim ellerimizle size bir azap ulaştırmasını bekliyoruz." (Tevbe, 52)

   Tersine, azabtan maksat, geçmiş peygamberlerin ümmetlerine yapıldığı gibi semavi bir güç ile kökten yok edilme azabıdır. Ancak Kureyş müşriklerini birçok ayette kökten yok edilme azabıyla teh­dit etmiştir. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Ad ve Semud'un başına düşen yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım." (Fussilet, 13) Şimdi eğer azapla tehdit edilen­lerden maksat, aralarında Peygamberimizin bulunduğu Kureyş müşrikleri ise, bu ifadelerle: "Sen onla­rın içinde iken Allah, onlara azap edecek değildi." ifadesini nasıl bağdaştıracağız?

   Eğer, azaba uğratılacaklar bütün Araplar veya ümmet ise ve: "sen onların içinde iken..." ifa­desinden maksat da, Peygamberin yaşaması ise, bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: "Sen bu ümmetin içinde yaşadıkça Allah, onlara azap etmez." Bu anlamın şu ifadeyle de desteklendiği söylene­bilir: "Onlar istiğfar ederlerken de Allah, onlara azap edecek değildi." Bunun anlamı, azabın üm­metin tümünden olumsuzlanmasıdır. Ama bu, ümmetin bir kısmının böyle bir azaba maruz bırakılmalarıyla çelişmez. Nitekim bundan önceki ayetlerde bazılarının öldürülmeleri azap olarak nitelendirilmiş­tir. Aynı şekilde bazı rivayetlerde, yüce Allah'ın onlardan, Ebu Leheb gibi Peygamberimizle alay eden bir grubu azaba uğrattığı vurgulanmıştır.

   Bu durumda, ayet: "Allah'ım, eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse..." sözünü söyleyen­leri kapsamadığı şeklinde bir anlamla karşı karşıya kalırız. Özellikle sahih-i Buhari'de belirtildiği gibi bu sözü söyleyenin Ebu Cehil olduğu veya diğer bazı rivayetlere göre Nadr b. Haris b. Kelde olduğu düşünülürse. Çünkü bu ikisi hakkında azap gerçekleşmiş ve Bedir'de öldürülmüşlerdir. Dolayısıyla: "Allah, onlara azap edecek değildi." ifadesinin, "Allah'ım, eğer bu, senin katından gerçekse..." sözünü söyleyenlerle bir bağlantısı olamaz. Oysa birincisi, onların ikinci ifadede yer verilen sözlerine cevap olarak söylenmiştir.

   Nüzul sebebiyle ilgili olarak aktarılan bazı rivayetler de bu problemi daha da güçlendiriyor. Bu rivayetlerin birinde belirtildiğine göre; müşrikler: "Allah'ım, eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap getir!" dediler. Bunun üzerine şu ayet indi: "Bir is­teyen, Kâfirler için olan, inecek azabı istedi ki onu savacak yoktur. " (Meâric, 1-2)

   Tefsir bilginlerinin bazısı, yukarıda işaret ettiğimiz anlama dayalı olarak ayetin içeriğini yo­rumlamaya çalışmiş ve şöyle demiştir. Yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) âlemlere rahmet ve bu üm­met için nimet olarak göndermiştir, bir felaket aracı ve azap olarak değil."

   Ancak bu yorumun da problemi vardır. Çünkü âlemlere rahmet olmanın bir gereği, dinin masla­hatının ihmal edilmesi, zalimlerin işledikleri zulümlere ses çıkarılmaması, istedikleri gibi salihlere ezi­yet etmelerine, din ve dünya düzenini bozmalarına hoş görüyle bakılması değildir. Yüce Allah kendi­sinden söz ederken: "Fakat rahmetim her şeyi kuşatmıştır..." (A'raf, 156) buyurmuştur. Ama bu, geçmiş ümmetlerden, eski kuşaklardan azabı hak edenleri cezalandırmasına engel olmamıştır. Nitekim Kur'ân'da bu tür gelişmelere defalarca işaret edilmiştir.

   Kaldı ki, yüce Allah, Bedir'de ve başka yerlerde Kureyş kâfirlerinin başına gelen öldürülmeleri, yok edilmeleri azap olarak isimlendirmiştir. Ama bununla: "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik..." (Enbiyâ, 107) ayeti arasında her hangi bir çelişki söz konusu değildir. Bu ümmeti de Yu­nus, İsrâ, Enbiyâ, Kasas, Rum ve Meâric gibi surelerde vuku bulan kesin azapla tehdit etmiştir. Ama bu, Peygamberimizin (s.a.a) âlemlere rahmet olarak gönderilmesiyle çelişen bir şey olarak görülmemiş­tir. Böyleyken: "Allah'ım, eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse..." diyen küçük bir grubun üzeri­ne azap indirilmesi mi, Peygamberimizin rahmet Peygamberi olmasıyla çelişecek?! Üstelik rahmetin bir gereği de, her hak sahibinin hak ettiğini almasıdır. Zalimden mazlumun hakkının alınması, tağutların azgınlıklarıyla cezalandırılması, rahmetin bir gereğidir.

   "... Ve onlar istiğfar ederlerken de Allah, onlara azap edecek değildi." ifadesinin zahiri, bunun geleceğe yönelik bir olumsuzlama olduğunu gösteriyor. Bunu, "azap edecek..." sözcüğünün za­hiri, "istiğfar ederlerken..." sözünün sürekliliği ifade etmesi ve cümlenin "hal" konumunda olmasın­dan anlıyoruz. Buna göre şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar Allah'tan bağışlanma diledikleri sü­rece Allah onları azaplandırmayacaktır."

   Ayeti, hangi açıdan ele alırsak alalım, Mekke müşriklerinin durumlarıyla bağdaşmadığı ortada­dır. Onlar inatçı müşriklerdi, hakka boyun eğmez, işledikleri hiçbir zulümden, hiçbir suçtan dolayı bağış­lanma dilemezlerdi. Bazı rivayetlerde, müşriklerin söylediklerini söyledikten sonra pişmanlık duyduk­ları ve: "Allah'ım bizi bağışla." diye istiğfar ettikleri şeklindeki açıklamalar da realiteyle bağdaşmıyor.

   Böyle bir şeyin hiçbir zaman gerçekleşmediği gerçeği bir yana, ulu Allah Kur'ân'da çeşitli kere­ler müşriklerin, özellikle küfrün elebaşları konumundaki liderlerin istiğfarlarına önem vermediğini vur­gulamıştır. Boşu boşuna yapılan istiğfarın da bir etkisi olmaz. Eğer istiğfarları boşuna olmasaydı ve bu­nunla, "Allah'ım, eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse başımıza gökten taş yağdır..." şeklinde­ki sözleriyle işledikleri suç ortadan kalkmış olsaydı, "Ve: Allah'ım, eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse..." ifadesiyle yerilmelerine ve kınanmalarına gerek olmazdı. Çünkü bu ayet, onların yerildikleri, kınandıkları ve Peygamber'e (s.a.a) ve müminlere karşı işledikleri zulümlerin ve suçların sayıldığı ayetler grubunun akışı içinde yer almıştır.

   Kaldı ki, yüce Allah bu iki ayetten sonra, "Onlar, Mescid-i haramdan geri çevirdikleri (...) hâlde neden Allah onlara azap etmesin?!" (Enfâl, 34) diye buyurmuştur. Bu ise, üzerinde durduğu­muz iki ayette işaret edilen azabın olumsuzlanmasıyla bağdaşmıyor. Çünkü bu ayetin zahirinden, tehdit edildikleri azabın, müminlerin elleriyle öldürülmeleri olduğu anlaşılıyor. Nitekim şu ifade de bunu pe­kiştiriyor: "O halde inkârınızdan dolayı tadın azabı!" (Enfâl, 35)

   Bu durumda eğer: "Allah'ım, eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse..." sözünü söyleyenler Kureyş müşrikleri veya onların içindeki bir grup ise ve onlarla ilgili olarak olumsuzlanan azap, semavî azap ise, o zaman öldürülme veya benzeri bir şekilde azaba uğratılmalarını olumsuzlamak doğru olmaz. Çünkü böyle bir durumda ayetin anlamı tehdidi ağırlaştırmaya yorulur. Özetle şu anlam kastedilmiş olur: Onlar herkesten çok azabı hak etmişlerdi. İşledikleri bu cürümden öte başka suçları da vardı. O da, insanların Mescid-i Haram'ı ziyaret etmelerine engel olmaktı. Tehditte bu şekilde ileri gitme, azabın onlardan olumsuzlanmasıyla değil, onlar hakkında azabın ispatlanmasıyla bağlanır.

   Eğer ayette olumsuzlanan azaptan maksat, öldürülme ve diğer tür cezalarsa, "neden Allah on­lara azap etmesin." ve "inkârınızdan dolayı tadın azabı." ifadeleriyle "Allah onlara azap edecek değildi..." ifadesi arasındaki uyumsuzluk çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor.

   Bazı müfessirler, ayeti bu anlamı esas alarak şu şekilde yorumlamışlardır: "Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildi." ifadesinde kastedilen, Mekkelilerin hicretten önce azaba çarptırılmalarıdır." "Ve onlar istiğfar ederlerken de Allah, onlara azap edecek değildi." ifadesinden maksat da, Peygambe'rin (s.a.a) Medine'ye hicret etmesinden ve bir grubun iman etip Allah'tan bağış­lanma dilemesinden sonra bütün insanların azaba çarptırılmalarıdır. Bu yüzden bu görüşü savunanlar­dan bazısı, ayetin giriş kısmının Mekke'de, son kısmının da Medine'de indiğini söylemişlerdir.

   Ama bu değerlendirmelerin tamamen yanlış olduğu gün gibi ortadadır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) hicretten önce Mekke'de onların içinde bulunurken onunla beraber bir grup Müslüman da bulu­nuyordu ve bunlar Allah'a iman etmiş ve Ona istiğfarda bulunuyorlardı. Sonra o, hicretten sonra insan­lar arasında bulunuyordu. O halde ayetin girişindeki: "sen onların içinde iken..." ifadesini Mekke'yle, sonundaki: "istiğfar ederlerken..." ifadesini de Medine'yle irtibatlandırmanın ne anlamı vardır?!

   Eğer ayetin anlamı: Sen içlerinde iken, Allah, senin varlığının bereketiyle onlara azap etmez. Senden sonra da onların Allah'tan bağışlanma dilemelerinin bereketiyle onlara azap etmez." şeklinde kabul edilse, kastedilen azabın da kökten yok etme olduğu ihtimali esas alınsa, bu, sonraki iki ayetin içeriğiyle bağdaşmaz: "Onlar (inananları) Mescid-i Haram'dan alıkoydukları hâlde neden Allah on­lara azap etmesin?!" Kaldı ki, böyle bir anlamın oluşturduğu diğer problemlere de işaret etmiştik.

   Buraya kadar yaptığımız uzun açıklamalardan şu hususlar açığa çıkıyor:

   "Hani onlar, Allah'ım! Eğer bu, senin katından gelmiş gerçekse başımıza gökten taş yağ­dır..." diye başlayan iki ayet, kendinden önceki ve sonraki ayetlerle uyuşmamaktadır. Çünkü bu iki ayetin öncesinde ve sonrasında yer alan ayetler Kureyş kâfirleriyle ilgilidir. Dolayısıyla bu bu iki ayetin, içinde yer aldıkları ayetler grubuyla birlikte inmediklerini söyleyebiliriz.

   Dolayısıyla bu iki ayette onların dilinden aktarılan sözlerin ve onlara cevap olarak söylenen: "Oysa... Allah onlara azap edecek değildi..." ifadesinin müşriklerle irtibatlı olmaması, gerçeğe daha yakındır. Bu sözler, Ehl-i Kitap'tan olan veya iman edip sonra irtidat eden bazı insanlar tarafından söy­lenmiş olsa gerektir. Nitekim bazı rivayetlerde, bu sözü söyleyen kişinin Haris b. Numan el-Fihri oldu­ğu belirtilmiş olması da bu ihtimali güçlendirmektedir.

   Bu takdirde, ayette olumsuzlanan azap, önceki ümmetlerde olduğu gibi, kökten yok etmeyi ge­rektiriri semavî azaptır. Buna göre yüce Allah, bu ümmet hakkında Peygamber aralarında bulunduğu sürece ve Peygamberin ölümünden sonra da Allah'tan bağışlanma diledikleri sürece üzerlerinden sema­vî azabı kaldırmıştır.

   "Oysa sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildi ve onlar istiğfar ederler­ken de Allah, onlara azap edecek değildi." ayetini, "Her ümmetin bir elçisi vardır; elçileri gelince aralarında adaletle hükmolunur, onlara hiç haksızlık edilmez." (Yunus, 47) diye başlayan ayetleri gibi İslâm ümmetini Peygamber'le (s.a.a) aralarındaki sorunu çözücü azapla tehdit eden ayetlerle birlik­te göz önünde bulundurarak değerlendirdiğimiz zaman, ayetten gelecekte bu ümmet içinde istiğfar et­menin tamamen ortadan kalktığı bir günün geleceği ve müminin aralarından kalkacağı, böylece azaba uğrayacakları anlaşılmaktadır. [el-Mîzan, c.9, s.95-101]

   Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilen bilgiye göre Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurur: "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ayeti, Hz. Ali (a.s)'m üstünlüğü hakkında indi. Bu ayet inince Peygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak, 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.' dedi."

   Sa'lebî Tefsiri'nin Kelbî'ye, onun da Ebu Salih'e dayanarak İbn Abbas'ın bu ayet hakkında şöyle dediği nakledilir: "Bu ayet, Ali b. Ebu Talip hakkında indi. Allah, Peygambere bu ayette Ali'nin velili­ğini tebliğ etmesini emretti. Bunun üzerine Peygamber Ali'nin elini tuttu ve şunları söyledi: "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu seveni sev ve ona düşman olana düşman ol."

   el-Menar tefsirinde ise Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilerek şöyle deniyor: "Peygamberimizin (s.a. a) Hz. Ali'nin (a.s) veliliği hakkındaki bu sözleri kısa sürede İslâm beldelerinde yayıldı ve dalgalandı. Haris b. Nü'man Fihrî, bu haberi alınca, devesinin sırtında Peygambere geldi. Peygamber o sırada Ebtah denen yerde idi. Haris devesinden indi ve onu bağladı. Arkasından sahabîlerden oluşan bir grup ara­sında bulunan Peygamberimize, 'Ey Muhammed, sen bize Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin O’nun Resulü olduğuna şahitlik etmemizi emrettin, biz de kabul ettik.' dedi. Sonra İslâm'ın diğer temel il­kelerini saydıktan sonra sözlerine şöyle devam etti: 'Sonra bunlarla yetinmedin ve amcanın oğlunun el­lerini kaldırarak onu bize üstün kıldın ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.' dedin. Bu, senin görüşün müdür, yoksa Allah'ın emri midir?' Peygamberimiz, 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki bu, Allah'ın emridir.' dedi. Bunun üzerine Haris, arkasını dönüp devesine doğ­ru yürüdü. Giderken, 'Allah'ım, eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise, üzerimize gökten bir taş yağdır veya bize acı bir azap getir.' (Enfâl, 32) diyordu."

   "Bunun üzerine henüz devesinin yanına varamadan Allah tarafından üzerine bir taş atıldı ve bu taş tepesinden girerek makatından çıktı. Arkasından, 'İsteyen biri, kâfirlerin başına gelecek bir azap istedi. Öyle bir azap ki onu defedecek biri yok.' (Meâric, 1-2) ayetleri indi." [el-Menar, c.6, s.464]

   Ben derim ki: el-Menar tefsiri, bu hadisi naklettikten sonra şu açıklamayı yapıyor: "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen Mearic suresi Mekke döneminde inmiştir. Allah'ın, bazı Kureyş kâfirle­rinin sözü olarak bize hikâye ettiği "Allah'ım, eğer bu senin katından gelmiş gerçek ise..." (Enfâl, 32) ayeti ise, onların hicretten önce söyledikleri bir sözü hatırlatma amacını taşıyor. Bu hatırlatma En­fâl suresinde yer alıyor ve bu sure Bedir Savaşından sonra, Mâide suresinden birkaç yıl önce inmiştir. Bu rivayetten anlaşıldığına göre olayda adı geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat dinden döndü. Oysa adı sahabe arasında geçmiyor. "Ebtah" denen yer de Mekke'dedir ve Resûlullah Gadir-i Hum'dan Mekke'ye dönmedi, Veda Haccmdan sonra Gadir-i Hum'a uğradıktan sonra Medine'ye döndü."

   el-Menar yazarının ne kadar delilsiz sözler sarf ettiği açıkça görülüyor. "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen Mearic suresi Mekke döneminde inmiştir." şeklindeki sözünü ele alalım. O böyle derken İbn Abbas ile İbn Zübeyr'den gelen ve Mearic suresinin Mekke döneminde indiğini bildiren bir rivayete dayanıyor. Fakat merak ediyorum, acaba bu rivayet ile o rivayet arasında ne fark var ki, bunu ona tercih ediyor?! Çünkü bu rivayetlerin her ikisi de haber-i vahid türündendir.

   Kabul edelim ki, Meâric suresi Mekke'de inmiş. Nitekim ayetlerinin çoğu içerikleri bu ihtimali destekliyor. Fakat bu, o surenin bütün ayetlerinin Mekke'de indiğinin delili olamaz. Sure Mekke inişli olmakla beraber bu iki ayeti Mekke'de inmemiş olabilir. Nitekim incelemekte olduğumuz Mâide suresi, Peygamberimizin (s.a.a) son döneminde inmiş bir Medine süresidir. Fakat sözünü ettiğimiz "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ayeti bu surede yer alıyor. Oysa el-Menar yazarı, başka bazı tefsirciler gibi ısrarla bu ayetin peygamberliğin başlangıcında Mekke'de indiğini iddia edi­yorlar. Mekke'de indiği söylenen "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." Aye­tinin Medine'de inen bir surede yer alması caiz olduğuna göre, Medine'de inen "İsteyen biri... istedi." ayetinin Mekke'de inen Meâric suresinde yer alması da caiz görülmelidir.

   el-Menar yazarının "Allah'ın bazı Kureyş kâfirlerinin sözü olarak bize hikâye ettiği..." diye baş­layan sözü ise, önceki sözü gibi delilden yoksundur. Farz edelim ki, Enfâl suresi Mâide suresinden bir­kaç yıl önce inmiş olsun. Bu durum, surenin düzenlenmesi sırasında daha sonra inmiş olan bazı ayetle­rin bu sureye yerleştirilmesine engel midir? Nitekim faiz ayeti ile bu tefsircilere göre Peygambere (s.a. a) en son inen ayet olan "Allah'a döndürüleceğiniz, çıkarılacağınız günden sakının." (Bakara, 281) ayeti, hicretin başlarında inen Bakara suresinde yer almış. Oysa Enfâl suresi Mâide suresinden sadece birkaç yıl önce inmiş.

   Bunların yanı sıra el-Menar yazarının, "Hani onlar, 'Allah'ım, eğer bu, senin katından gel­miş gerçek ise..." ayetinin Mekke müşrikleri tarafından hicretten önce söylenmiş bir sözü hatırlatma amacını taşıdığına ilişkin sözü de, bir başka delilden yoksun iddiadır. Aslında ayetin içeriği bu iddianın tersine delil olarak da kabul edilebilir. Çünkü bu ayette, yani "Allah'ım, eğer bu, senin katından gel­miş gerçek ise, üzerime gökten bir taş yağdır veya bize acı bir azap getir." ayetinde işaret ismi olan "haza=bu", ayrıcı zamir olan "huve=o", başında tarif edatı bulunan "hakk=gerçek" kelimesi ve "min in-dike=senin katından" ifadesi yer alıyor.

   Söz üslûpları hakkında bilgi sahibi olan hiç kimse, ifadenin bu nitelikleri karşısında hiç tereddüt etmeden şu sonuca varır: Bu ifade, hakkı maskaraya alan, onunla alay eden müşrik bir putperestin sözü değildir. Tersine bu söz, rububiyet makamına ikrar eden, gerçeklerin O'nun tarafından belirlendiğine ve örneğin şeraitlerin O'nun katından indiğine inanan bir insanın sözüdür. Fakat bu insan, Allah'a izafe edilen ve kesinlikle gerçek olduğu iddia edilen bir konuda tereddüde düşüyor. Adam bunu hazmedemi­yor. Mesele ağrına gidiyor ve tükenmiş küsmüş, hayattan bıkmış bir üslûpla kendine beddua ediyor.

   el-Menar yazarının "Bu rivayetten anlaşıldığına göre olayda adı geçen Haris b. Nü'man Müslü­man idi, fakat dinden döndü. Oysa adı sahabe arasında geçmiyor." şeklindeki sözü de, başka bir delilsiz ifade örneğidir. Acaba Peygamberimizi (s.a.a) görüp ona inananların veya ona inandıktan sonra dinden dönenlerin tam bir listesinin kaydedildiğini iddia edebilecek bir kimse var mı? Eğer böyle bir şey varsa, bu rivayet de o kategoriye giren bir belge sayılsın.

   el-Menar yazarının "Ebtah denen yer de Mekke'dedir ve Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye dönmedi." sözüne gelince; anlaşılan, yazar 'Ebtah' kelimesini kumlu yer, çöl demek olan ge­nel anlamında değil, Mekke'deki belli bir yer anlamında kabul etmiştir. Onun kabul ettiği anlamı des­tekleyecek hiçbir delil yoktur. Tersine, genel anlamı destekleyen deliller vardır. Bu rivayet de o deliller arasındadır. Başka delillerin yanı sıra aşağıdaki beyit de bu anlamı destekleyen bir delildir:

   "Ben kurtuldum; oysa İbn Mülcem, kılıcını Ebatıh'ın şeyhi (büyüğü) olan Ebu Talib'in oğlunun kanı ile suladı." Bu beyitten, Mekke ve civarının 'Ebatıh' (ebtah'ın çoğulu) olarak adlandırıldığı anlaşıl­maktadır. Merasıd'ul-İttila adlı eserde şöyle geçer: "İçinde küçük çakıl bulunan sel yatağına 'ebtah' de­nir. İbn Düreyd, 'Ebtah ve betha, toprak yüzeyine yayılmış ince kum tabakası demektir.' diyor. Ebu Zeyd ise şu bilgiyi veriyor: 'Ebtah, geniş ya da dar sel yatağı demektir. Ebtah, Mekke ve Mina'ya uzak­lıkta olan bir yerin de ismidir. Belki Mina'ya daha yakındır." Burası çakıllık bir bölge olduğu için 'Muhassab' ismiyle de bilinir. Buraya 'Benî Kinane Yamacı' da denir." Kaldı ki, bu rivayetin aynısını Sa'le-bî'den başkası da nakletmiş, ama bu nakilde Ebtah'tan söz edilmemektedir. Bu rivayet, Mecma'ul-Beyan adlı eserde yer alıyor ve hem Sünnî, hem de diğer kanallardan naklediliyor.

   Bütün bunlar bir yana, bu rivayet haber-i vahid türündendir. Mütevatir olmadığı gibi doğrulu­ğunu kanıtlayacak kesin bir ipucu da yoktur. Biz, ayrıntı niteliğindeki (fer'î) hükümler dışında diğer ko­nularda ahad haberlere dayanmayı uygun görmeyiz. Böyle yaparken insanın hayatında dayandığı genel akıl ölçüsüne bağlı kalıyoruz. Deminden beri yaptığımız incelemenin maksadı ise, yazarın bu rivayetin uydurma olduğu sonucunu çıkarmak için dayanak olarak kullandığı delillerin sakatlığını göstermektir. [el-Mîzan, c.6, s.69-73]

 

[267]- Ayette genel olarak işaret edilen durumun, nesnel karşılığının rivayette zikredilmiş olması, genel bir ilkenin özel bir olguya uyarlanması türünden bir açıklamadır. [el-Mîzan, (Yusuf, 108) Tefsir]

 

[268]- Meani'l-Ahbar adlı eserde Cabir Cu'fî'ye dayanılarak verilen bilgiye göre Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "İmam Ali, Nehrevan dönüşü Kûfe'ye geldiğinde Muaviye'nin ona küfrettiği­ni, hakaret ettiğini ve taraftarlarını öldürdüğünü haber alınca, bir konuşma yaptı. Konuşmasının bir ye­rinde şöyle dedi: «Dünya ve ahiretteki çağrıcı benim. "Bu sırada bir çağrıcı aralarında şöyle bağı­rır: Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun." (A'raf, 44) ayetinde sözü edilen çağrıcı benim. "Allah ve Resûlü'nden bir bildiridir..." (Tevbe, 3) ayetinde zikedilen bildiri benim.» [Meani'l-Ahbar, s.58]

   Ben derim ki: İmam Ali (a.s), "O bildiriyi tebliğ eden çağrıcı benim." demek istiyor. Sözleri­nin başından bu anlaşılıyor. İmam, bu sözleri ile Tevbe Suresi'nin ayetlerinin hikâyesine işaret etmiştir.

   Mecma'ul-Beyan adlı eserde Hâkim Ebu'l-Kasım Haskanî'nin, Ebu Salih'e dayanarak verdiği bilgiye göre İbn Abbas şöyle demiştir: "İmam Ali'nin Kur'ân'da geçen öyle isimleri var ki, halk bunları bilmez. Bunlardan biri, "Bu sırada bir çağrıcı aralarında şöyle bağırır." ayetinde geçen "müezzin (çağrıcı)" ismidir. İmam Ali, mahşer kalabalığı içinde, "Allah'ın laneti, benim velayetimi yalanlayanla­rın ve hakkımı önemsemeyenlerin üzerine olsun!' diye bağıracaktır."

   Söz konusu çağrı yapma yetkisinin (çağrıcılığın) bir üstünlük sebebi olduğu ise, şüphe edilmemesi gereken bir gerçektir. Bunu anlamak için ahiretteki çağrı yapma yetkisini dünyadaki çağrı yapma yet­kisi ile karşılaştırmak gerekir. Çağrı yapmak, bir hükmü sahibi adına muhataplarına bildirmektir. Çağrı yapan kimse, hükmün sahibi ile muhatapları arasında bağlantı kuran bir aracıdır. Aracılığın şerefi ve şe­refsizliği, kimin tarafından olduğuna bağlıdır. Besbelli ki, eğer aracılık yüce Allah tarafından olursa, şerefi ve üstünlüğü hiçbir şey ile karşılaştırılamaz. "İnsanlara haccı ilân et." (Hac,27) ayetinde İbra­him Peygamber'e ve "Allah ve Resûlü'nden insanlara yönelik bir bildiridir." (Tevbe, 3) ayetinde İmam Ali'ye verilen aracılık gibi.

   Bu durum, hüküm sahibinin hükmünün, muhataplarına iletildiği teşriî çağrılar ve bildirimler için geçerlidir. Kıyamet günündeki "Allah'ın laneti zalimler üzerine olsun." (A'raf, 44) şeklindeki teşriî nitelikte olmayan çağrı ve bildirim ise, zalimlerin Allah'tan tamamen uzak olmaya, sürekli ve mutlak lanete mahkûm olduklarının bildirimidir. Bu bildirim, peygamberler yolu ile bildirilen uyarıların gerçek olduğu zalimlere gösterildikten sonra yapılıyor. Bu bildirimde, vaatlerin ve tehditlerin gerçekliklilerinin ortaya çıkması sonucu zalimlere ulaşan kötü akıbet dile getiriliyor. Bu noktayı iyi anla, gerçekleri sakın küçümseme ve elinden geldiği oranda onları aramayı ihmal etme.

   İmam Ali (a.s) yukarda sözünü ettiğimiz konuşmasında, "Dünyada ve ahiretteki çağrıcı benim." derken, bu noktaya işaret etmiştir.

   Bu rivayet, çeşitli Şiî kanallardan İmam Ali'ye, İmam Muhammed Bâkır'a ve İmam Rıza'ya (üzerlerine selâm olsun) dayandırılarak nakledilmiştir. [el-Burhan, c.2, s. 16-17, Tahran basımı]

   Sünnî kanallardan ise, Hâkim tarafından İbn Hanefıyye aracılığı ile İmam Ali'ye ve Ebu Salih aracılığı ile İbn Abbas'a dayandırılarak nakledilmiştir. [Gayet'ul-Meram, s.353, h: 1,2, Beyrut] Ebu Sa­lih, rivayetlerine tefsirlerde ve diğer eserlerde yer verilen güvenilir bir ravidir. Böyle olmasına rağmen tefsirciler onun bu rivayetine yer vermemişler. Hatta bu ravinin tefsir ile ilgili bütün rivayetlerine yer veren Suyutî, bu rivayete yer vermemiştir. Bunun sebebini anlayamadım. [el-Mîzan, c.8, s 192-194]

 

[269]- Senin vasinin velayeti hakkında iki yüzlülük edenler.

[270]- Biliniz ki "Yüzü üstü kapanarak yürüyen mi?..." ifadesini, Ali (a.s)'ın velayetine karşı çıkan ve bu karşı çıkana uyup onu dost edinen kimseler şeklinde yorumlayan rivayetler vardır; bunlar uyarlama mahiyetindedir. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir. [el-Mîzan, (Mülk, 22) Tefsir.]

[271]- Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) aktarılan bazı rivayetlerde, ayetlerde geçen hidayet ve yol kav­ramlarının Ali (a.s)'ın velayeti şeklinde izah edildiği görülmektedir. Bunların tefsirle ilgisi yoktur, uyar­lama niteliğinde açıklamalardır. [el-Mîzan, (Cin, 13) Tefsir.]

[272]- Yani senin vasîn sözü de anlam olarak nazil olmuştur.

[273]- Abbasi Halifesi el-Hadi'nin annesi.

[274]- Çünkü nuru, güneşin aydınlığında kaybolmazdı.

[275]- En alt dereceden en üst dereceye kadar baktı.

 

[276]- Bundan da anlaşılıyor ki, Peygamberimizin karnının diğer kısımlarında kıl bulunmuyordu.

 

[277]- Halifeler ve yetkililer.

[278]- Meclisi, İbn Esir'in en-Nihaye adlı eserinden naklen şöyle der:

   Bir toplumda kendine özgü bir dini bulunup bütün toplumdan ayrı olarak bu dine göre amel eden kimseye ümmet denir. Bundan da anlaşılıyor ki, Abdulmuttalib Mekke müşrikleri arasında tek ba­şına Allah'ın birliğini kabul etmiş ve ona göre amel etmiştir.

 

[279]- Abdulmuttalib, önceki semavi kitaplarda, bu torununun peygamber olacağını okumuştu. Dü­şündü ki, eğer bu çocuk bu yaşta öldürülecek olursa, bu demektir ki, Allah için bir iş zahir olmuştur. Bu da bedâ inancıdır.

[280]- Onu getirdi veya ona saltanat verildi.

[281]- Hadis: Zayıf. [Allâme Meclisi, Mir'atul Ukul, c.5, s.252]

[282]- Biri iman ettikleri için, biri de takiyye yaptıkları için.

[283]- Gökleri, arşı ve gök bereketlerini.

[284]- Hadis: Meçhul. [Allâme Meclisi, Mir'at'ul-Ukul, c.5, s.272]

[285]- Kimse senin gerçeği gizleyeceğin ümidine kapılamazdı.

[286]- Ne kadar çabalasalar da sana yetişemezler.

 

[287]- Küfe meydanına ya da evinin bahçesine.

[288]- Bu rivayet, bir sonraki bölümde Fâtıma (s.a)'nın doğuşu bölümünde yer alması gereken bir rivayettir; ancak kâtipler yanlışlıkla buraya kaydetmişlerdir.

 

[289]- Çok doğru söyleyen, masume / günahsız.

[290]- Can verdiğinde başın, göğsüme düştü.

 

[291]- Serzeniş etmelerinden veya Fâtıma'nın kabrini tanımalarından, dolayısıyla kabirden çıkarıp kaçırmalarından.

 

[292]- Fâtıma (s.a)'nın evinin kapısını ateşe verip Ali (a.s)'ı mescide götürürlerken.

[293]- Hadis: Merfu. [Allâme Meclisi, Mir'at'ul-Ukul, c.5, s.366] Bu ve benzeri rivayetler, sened zinciri itibariyle zayıf ve kusurlu değillerse, bunların gerçek anlamını imama bırakmak ve konuşmamak gerekir. Genel olarak tasdik edip içeriği hakkında fikir yürütmemek en isabetli yöntemdir.

[294]- Bu rivayet, tarihi bir özellik taşıması, ayrıca masum imama dayanmaması açısından güvenilir kabul edilmemektedir.

[295]- İmrülkays'ın kızı ve Sekeniye'nin annesi.

[296]- Meclisî'nin de söylediği gibi, bu rivayette, lâfız ve anlam bakımından karışıklık vardır.

[297]- Çünkü Cabir (r.a) takiyyeye aykırı hareket etti.

[298]- Babam kelimesinden kastedilen, Muhammed b. Ali b. Hüseyin (a.s)'dır. [Mazenderanî, Şerh-i Usulu'1-Kâfi, c.7, s.245]

[299]- Onlar için bağışlanma diliyorum.

[300]- Benim soyumu kurutamazsınız. Ateş beni yakamaz.

[301]- İkinci Abbasi halifesi Mansur Devanik (hilafeti h.136-158)

[302]- Senin verdiğin parayı almak zorunda kalırlar, sonra başlarına işler açılır.

[303]- Muhaddes kavramının anlamı için (437.) hadis ve dip notuna bakınız.

[304]- Mısır'da bir kent.

[305]- Mekke ile Medine arasında bir yer.

[306]- Övülen küçük kadın.

[307]- Övülen kadın.

[308]- İmam Hasan (a.s), İmam Hüseyin (a.s), Zeyn-ül-Âbidin (a.s) diğer imamlarda bunlara eklenir

[309]- Onları birbirinden ayırt etmek mümkün değildir.

[310]- Bu yaşlı zenciden maksat, Fadl b. Sevvar olabilir.

[311]- Yani ben, Şiîlerimin ölümünü nasıl bilebilirmişim?

[312]- Azadlı, azad edilmiş köle.

[313]- el-Bermekî, Halife Harun Reşid'in sarayında büyük bir güce Ve otoriteye sahipti.

[314]- "Gördüm" kelimesinde "sırlı" anlatım vardır "Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır." (Enbiya, 63)

[315]- Halife Mu'tasım (hilafeti h.218-227)'ın veziri.

[316]- Merkebin sırtında hamamın içine kadar girmenin neresi takvadır?

[317]- Dünyaya meyleden bir insan gibi gösterecek bir fiiline rastlayamadı.

[318]- Kalplerden geçeni bildiğini.

[319]- Otuz bin soruya bir oturumda cevap vermek, normalde mümkün değildir. Bu yüzden, Meclisi bu rivayetle ilgili olarak üç ihtimalden söz etmiştir:

   a) Bu sayıyı, mübalağaya ve çokluğu vurgulamaya yormak gerekir. Çünkü, otuz bin soruyu saymak da mümkün değildir,

   b) İmam, verdiği cevaplardan ge­nel ve bütünsel ilkelerden bahsetmiş, bunlar da açılım kazandığı zaman otuz bin cevap kapasitesine sa­hip olabilirler,

  c) Bir oturumdan maksat, belli başlı oturumlar silsilesi olabilir ve bunlar da bir kaç gün boyunca sürmüş olabilirler

[320]- Abbasi halifesi el-Mutevekkil (hilafeti h.232-248).

[321]- el-Vasık (hilafeti h.227-232)'ın veziri.

[322]- Yarasını tedavi etmeye.

[323]- el-Mütevekkil (hilafeti h.232-248)'in Türk kökenli veziri ve katibi.

[324]-  Bağdat tarafı.

[325]- Bacaklarının arasına işkence ağacı konuldu ve gerdirildi anlamı taşıyor. Bacaklarından as­makta olabilir. Bazı deyimlerde bacaklarını kırmak gibi...

 

[326]- Hz. Peygambere (s.a.a) ve kendisine olan akrabalığı...

 

[327]- Halifelik iddiasıyla.

[328]- İmam'ın hizmetçisi.

 

[329]- Bu rivayeti veya imamların faziletlerini kabul etmeyip, eleştirenler.

 

[330]- Çocuk doğurduğu için özgürlüğüne kavuşmuş cariye.

 

[331]- Abdulbâki Gölpınarlı, Oniki İmam s. 183

 

[332]- Hz. Ali (a.s) ve evlâtlarının.

[333]- Abbasi halifesinin kardeşi ve ordu komutanı.

[334]- Halifenin özel hizmetçisi.

[335]- Çünkü İmam Sadık'tan gelen rivayette; haber verildiği gibi, "on birinci imamın bir oğlunun olduğu" haberi, onun açısından kesindi.

[336]- Meclisi, Saduk'tan şu rivayeti nakleder: «Hasan Askerî (a.s)'ın hizmetçisi ve postacısı Ebu'l-Edyan, onun emriyle Medain'e gitmişti. Samarra'ya geri döndüğü gün, İmam vefat etmişti. Ebu'l-Edyan Cafer'in, İmam'ın namazını kıldırmaya hazırlandığını görür. Birden bir çocuğun ortaya çıktığını, Cafer­'in cübbesinden tutup çektiğini ve: "Amca! Geri dur, babamın cenaze namazını kılmaya senden daha çok hak sahibiyim." dediğini duyar.» [Mirat, c.l s.422]

[337]- Hemedan dolaylarına.

[338]- İmamların sayısını yedi ile sınırlı tutan ve Musa b. Cafer'in de ölmediğine, onun ahir zaman­da ortaya çıkacak Mehdî olduğuna inanan mezheb.

[339]- Vakıfiye mezhebine mensup olmak, bize aileden kalan bir gelenektir.

[340]- Onu sana bağışladı.

[341]- Sana verdiğimiz bu para azdır veya geç yardım ettiğimiz için bizzat kendin isteme durumun­da kaldın diye bizi mazur gör.

[342]- Kadisiye, Küfe yakınlarında bir köydür. Kadisiye senesinden maksat da, insanların hacca git­mek üzere yola çıkıp da susuzluk korkusuyla geri döndükleri yıldır... Geri dönüş de Kadisiye yakınla­rında gerçekleştiği için de o seneye Kadisiye senesi denmiştir.

[343]- Tayyar veya İbn Mütevekkil soyundan gelen.

[344]- Arap olmayan Müslümanlar.

[345]- Bu ifade Araplar arasında baş sağlığı anlamını ifade eder.

[346]- İki tanrıya inanan, düalist.

[347]- Abbasi Halifesi el-Mühtedi (Hilafeti h.255-256)'nin veziri Salih b. Vasîf Türkî.

[348]- Onun katında hesaplaşacaksınız.

[349]- İhtimal ki o tarihde iki Keşmir vardı. Ya da adam iç Keşmir'den olduğunu anlatmak istiyor.

[350]- Amacına ulaşıp Mehdî (a.s)'ı görmesini.

[351]- On birinci İmam Hasan b. Ali (a.s)'ın bir oğlu olduğunu ve bunun on ikinci imam olduğunu kabul ediyorlardı.

[352]- Bu çıban mucize yoluyla tedavi olmuş, ilaç aracılığıyla değil.

[353]- İsmailiye mezhebinin kollarından birinin yandaşlarına verilen ad. [Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi.]

[354]- İmam Rıza'yı ziyaret etmek için

[355]- Büyük bir ihtimalle kendisine verilenleri az bulduğu için bu sözleri söylemiştir.

[356]- Zamanın imamının vekili midir, değil midir? diye.

[357]- İmam adına onun payını toplama görevi.

[358]- Rivayetlerde takiyye gereği, imamın malı, "mal-ul ğarim": Borçlunun veya alacaklının malı şeklinde nitelendirilir. Ğarim; hem borçlu hem de alacaklı anlamına gelir. İmamın insanlar üzerinde hakkı vardır, bu bakımdan alacaklıdır. İnsanları eğitmek ve doğru yo­la iletmekle yükümlüdür, bu bakımdan da onlara borçludur.

[359]- Oğlunun tavrını onayladığını belirtti.

[360]- Bağdat ile Azerbaycan arasında bir mıntıka.

[361]- Abbasi halifelerinin Türk kökenli komutanlarından.

[362]- Faris, Hatem b. Maheveyhi el-Kazvini'nin oğludur. Gulat-i Şia'dandı. Ünlü bir yalancı ve bid'atçıydı. Rivayet edilir ki, İmam Hadi (a.s) onun ölüm emrini vermiş ve öldürülmesi durumunda kanının heder olacağını bildirmiş, onu öldürene cenneti garanti etmiştir. Cüneyd onu yakalamış ve öldürmüştü.

[363]- İmam Musa Kazım (a.s) ve İmam Ebu Cafer Muhammed Taki (a.s)'ın kabirleri.

[364]- Ebu'1-Feth Cafer b. Furat.

[365]- O zaman daha güvenilir olurdu.

[366]- Başından geçen hadiseden maksat, ya yaşlılıktan dolayı bunamasıdır veya zayıf kimselerin sözlerini de aktardığı için Ahmed b. Muhammed b. İsa tarafından Kum'dan kovulmasıdır.

[367]- Bu hadise göre Ehl-i Beyt İmamları'nın sayısı on üç olmalıdır: İmam Ali ve evlâtlarından olan on iki imam. Oysa Şeyh Müfid el-İrşad (s.328)'de ve Tabersî i'lâmu'l-Vera (s.369)'da bu hadisi el-Kâfî'den şöyle nakletmişlerdir: «Âl-i Muhammed'den olan on iki imamın hepsi muhaddestir: Ali b. Ebî Talib ve on bir evlâdı. Allah Resulü ve Ali, onların babasıdır.»

   Saduk da bu hadisi Kuleynî'den Uyunu Ahbari'r-Rıza (c.l, s.65) ve Hisal (s.480) adlı kitaplarda şöyle nakleder: «Âl-i Muhammed'den olan on iki imamın hepsi Resûlullah'tan sonra muhaddestir. Ali b. Ebî Talib de onlardandır.»

   Araştırma ve Karşılaştırmanın Sonucu

   Aynı hadisi hem el-Kâfi’nin kendisinden, hem de el-Kâfı'den rivayet eden Şeyh Saduk, Müfıd ve Tabersî'den nakletmemizin sebebi, Şeyh Müfıd'in asrından sonra el-Kâfi'yi istinsah edenlerin hadis­leri yazarken bazı yanlışlıklar yaptıklarını göstermektir. Tabersî'nin asrından sonra bu yanlışlıklar gö­rülmemektedir. Zira o, İ'lûmu'l-Vera'da kaydettiği hadisleri Şeyh Müfıd'in el-îrşadmd&n almış ve aynı metodu takip etmiştir. el-İrşad s.328'de ise on dördüncü hadisin senediyle; İ'lâmu'l-Vera, s.369'da, Uyunu Ahbari'r -Rıza, c.l, s.65'de; Hisal, s.480'de ise Kuleynî'den naklen on dördüncü hadisin senediyle nakledilmiştir. [Allâme Murtaza Askeri, Mealimu'l-Medreseteyn, c.3, s.336]

[368]- Bu hadisi Müfıd, el-Kâfiden naklen el-İrşad (s.228)'de; Tabersî de ona uyarak İ'lâmu'l- Vera-da aynı lafızlarla zikretmiştir. Adı geçen üç kitapta yer alan bu hadisin ifadesinden Allah Resûlü'nün va­sileri olan imamların sayısının on üç olması sonucu çıkıyor: Ali ve Fatıma'nın soyundan olan on iki kişi

   Oysa Şeyh Saduk, bu hadisi el-Kâfl kitabından nakletmeksizin kendi isnadıyla Uyunu Ahbari'r-Rıza (c.l, s.46-47) kitabında iki senetle, Ikmalu'd-Din kitabında ise bir senetle Muhammed b. Hüseyin'­den nakleder, ondan sonrasında ise Cabir b. Abdullah'a kadar senedi el-Kâfi'mn senediyle birleşir. Bu nakilde şöyle denir: «Fatıma'nın (s.a) yanına vardım. Önünde vasilerin isimlerinin yazıldığı bir levha vardı. Onları saydım, sayıları on iki idi. Sonuncuları Kaim (a.f) idi. Onlardan üçünün adı Muhammed dördünün adı ise Ali idi.»

   Araştırma ve Karşılaştırmanın Sonucu:

   Böylece el-Kâfi'nin nüshasında yer alan "min vuldiha" (evlatlarından) ifadesinin fazla olduğu" selasetun minhum Ali" (onlardan üçünün adı Ali'dir) ifadesinin ise tahrif edilmiş olduğunu ve Müfıd'in de el-İrşad'da hadisi el-Kâfı'den alıp aynı şekilde naklettiği ortaya çıkmaktadır. Doğrusu, Şeyh Saduk'-un Uyun ve Hisal kitaplarında rivayet ettiği "Erbaatun minhum Ali" (onlardan dördünün adı Ali'dir) ifadesinin yer aldığı ve "min vuldiha" ifadesinin olmadığı şeklidir. [Mealimu'l-Medreseteyn, 3/337]

[369]- Bu hadise göre Ehl-i Beyt İmamları'nın sayısı on üç olmalıdır: İmam Ali ve evlâtlarından olan on iki imam. Oysa Şeyh Müfıd el-İrşad (s.328)'da [on dördüncü hadisin senediyle nakledilmiştir.]

   Tabersî İ'lâmu'l-Vera (s.369)'da [Kuleynî'den naklen on dördüncü hadisin senediyle] bu hadisi el-Kâfi'den şöyle nakletmişlerdir: «Âl-i Muhammed'den olan on iki imamın hepsi muhaddestir: Ali b. Ebî Talib ve on bir evlâdı. Allah Resulü ve Ali, onların babasıdır.» Saduk da bu hadisi Kuleynî'den Uyunu Ahbari'r-Rıza (c.l, s.65.) [Kuleynî'den naklen on dördüncü hadisin senediyle] ve Hisal (s.480) [Kuleynî'den naklen on dördüncü hadisin senediyle] adlı kitaplarda şöyle nakleder: «Âl-i Muhammed'­den olan on iki imamın hepsi Resûlullah'tan sonra muhaddestir. Ali b. Ebî Talib de onlardandır.»

   Araştırma ve Karşılaştırmanın Sonucu

   Aynı hadisi hem el-Kâfi'nin kendisinden, hem de el-Kâfı'den rivayet eden Şeyh Saduk, Müfid ve Tabersî'den nakletmemizin sebebi, Şeyh Müfid'in asrından sonra el-Kâft'yi istinsah edenlerin hadis­leri yazarken bazı yanlışlıklar yaptıklarını göstermektir. Tabersî'nin asrından sonra bu yanlışlıklar gö­rülmemektedir. Zira o, İ'lâmu'l-Vera'da kaydettiği hadisleri Şeyh Müfid'in el-İrşacPmdan almış ve aynı metodu takip etmiştir. [Allâme Murtaza Askerî, Mealimu'l-Medreseteyn, c.3, s.336]

[370]- Mir'atu'1-Ukul, 6/232'de şöyle demektedir: "Şeyh (müellif Kuleyni) el-Gaybet kitabında baş­ka bir senet getirmiştir ve "evlâtlarımdan on bir kişi" ifadesini kullanmıştır; bu gerçeğe daha yakındır.

   On Yedinci ve On Sekizinci Hadisler

   Bu hadisleri Kuleynî, Ebu Said Usfurî'den (öl. 150 h.) nakletmiştir. Onu Şeyh Tusî, Fihrist kita­bında şöyle tanıtmıştır: «Abbad Ebu Said Usfurî... Bir kitabı vardır. Bir grup, Telleukburî'den, o da İbn Hemmam'dan, o da Muhammed b. Hakan Nehdî'den, o da Muhammed b. Ali Ebu Sümeyne'den, o da Ebu Said Usfurî'den naklen o kitabı bize haber vermiştir. Ebu Said'in adı ise Abbad'dır.»Necaşî de onun hakkında şöyle demiştir: «Kendisi Kûfelidir. Ebu'l-Hasan Ahmed b. Muhammed b. îmran bize haber verdi, dedi ki: Muhammed b. Hemmam tahdis etti, dedi ki: Ebu Cafer Muhammed b. Ahmed b. Hakan Nehdî tahdis etti, dedi ki: Ebu Sümeyne bize Abbad'm kitabını tahdis etti.» (Mecmau'r-Rical, 3/242)

   Bu kitap hakkında araştırma yaparken ez-Zeria kitabının yazarının onun hakkında şöyle dediği­ni gördük: «Abbad Usfurî Ebu Said Kûfi'nin "asi" (kitabı), mevcut "asıllar"dan biridir.» (ez-Zeriâ, c.2, s.163 Usul bölümünde.) Daha sonra bu asi ile Asım'ın aslı hakkında açıklamalarda bulunmaktadır ve bu aslın Vezir Mansur b. Hasan Abî'nin nüshasından istinsah edildiğini, onun da bunu h. 374 yılında, Ebu Muhammed Harun b. Musa Telleukburî'den rivayet eden Muhammed b. Hasan Kummî'nin aslının üzerinden yazdığını belirtmektedir. Şeyh Nuri de Müstedrek kitabında Ebu Said Usfurî'nin aslı hakkın­da detaylı açıklamalarda bulunmakta ve şöyle demektedir: «Bu asılda on dokuz hadis yer almıştır.»

   Ardından bu hadisleri açıklamakta ve farklı rical kitaplarından Usfurî'nin biyografisini naklet­mektedir. (Müstedrekü'l-Vesail, c.3, s.299-300 "el-Faidetu's-Saniye Fi Şerh-i Hali'l-Kütüb'de.)

   Biz Usfurî'nin aslının bir el yazması nüshasını Nuri'nin Müstedrek'inde ve Bozorg Tahranî'nin ez-Zerîa [c.2, s.l63]adlı kitabında nitelendirdiği şekliyle, Tahran Üniversitesi Merkez Kütüphanesinde el-Usulu'l-Erbea mie (Mişkat'ın Tahran Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'ne hediye ettiği kitapla­rından biri olup UsuluT-Erbeamie adlı mecmuanın içinde yer almıştır, 962. numaranın altında, er-Risaletu's-Saniye.) adlı bir mecmuanın içinde bulduk ve Usfurî'nin aslı ile elimizde bulunan el-Kâfi nüshasında yer alan iki hadisi mukayese ettik ve şu sonuca ulaştık:

   a) On Yedinci Hadis:

   Usfurî'nin aslında ise şöyle yer almıştır: «Abbad, Amr'dan, o da Ebu'l-Carud'dan, İmam Mu­hammed Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: Resûlullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben ve evlâtlarımdan on bir kişi ve sen ey Ali! Yeryüzünün kıvamıyız. (Yani kazıkları ve dağlarıyız.) Allah bizim hatırımıza, ehlini dibine geçirmesin diye yeryüzünü kazıklarla sabitlemiştir. Evlâtlarımdan olan on bir kişi gidince yeryüzü ehlini dibine geçirir ve onlara mühlet verilmez."» (Asl-i Usfurî, 6. hadis.)

   Karşılaştırmanın Sonucu: el-Kâfi nüshasında yer alan "evlâtlarımdan on iki kişi" ifadesi tah­rif edilmiştir ve bunun doğru olanı ise, Kuleynî'nin de rivayetine kaynak teşkil eden Usfurî'nin aslında yer alan "evlâtlarımdan on bir kişi" ifadesidir. |Mealimu'l-Medreseteyn, c.3, s.338]

 

[371]- Konuşulan [meleğin konuşma sesini duyar, sözlerini kulağıyla algılar. [el-Mîzan, 3/331]

 

[372]- Anlatılan. Anlamaları sağlanan

 

[373]- On Sekizinci Hadis:

   Usfurî'nin aslında şöyle yer almıştır: «Abbad,-merfu olarak İmam Bâkır'dan Resûlullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Evlâtlarımdan on bir nakip olacaktır; hepsi de necip, muhaddes ve derin anlayışlı. Sonuncuları, hakkı ayakta tutacak olan Kaim'dir ki zulümle dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır."» (Asl-ı Usfurî, 4. hadis.)

   Karşılaştırmanın Sonucu: el-Kâfı'de yer alan "on iki" ifadesi tahrif edilmiştir ve Usfurî'nin aslında yer alan "on bir" ifadesi doğrudur. Buna delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Zira Kuleynî, bu hadisi Usfurî'nin Asl'ından rivayet etmiştir ve dolayısıyla da istinsah eden kimsenin yanlışlık yaptığı ortaya çıkmaktadır. Her iki hadisin senedinin lafzı bu "Asl"ı Abbad Usfurî'den rivayet eden Telleukburî'ye aittir ve o da her iki hadisin başlangıcında şöyle demektedir: «Abbad ...»

   İkinci hadiste de şöyle demektedir: «Abbad, merfu olarak...» Tıpkı Usfurî'nin "Asl"ında ve el-Kâfı'nin nüshasında yer aldığı gibi. [Allâme Murtaza Askerî, Mealinıu'l-Medreseteyn, c.3, s.340]

[374]- Sekaleyn Hadisi:

   a) Veda Haccı'nda: Tirmizî, Cabir b. Abdullah'tan şöyle nakleder:

   «Resûlullah'ın Veda Haccı'nda Arefe günü, kulağının ucu kesilmiş bir devenin üzerinde durup halka şöyle hitap ettiğini gördüm: Ey insanlar! Ben sizin aranızda öyle bir şey bırakıyorum ki eğer on­lara sımsıkı sarılacak olursanız asla sapmazsınız: (Onlar) Allah'ın Kitabı ve itretim, Ehl-i Beyt'im(dir).»

   Tirmizî bunu Menakıb-ı Ehl-i Beyt'te Ebu Said Hudri, Zeyd b. Erkam ve Huzeyfe b. Useyd'den nakleder. (Tirmizî, c.13, s.199, "Menakıbu Ehl-i Beyt" babı; Kenzül-Ummal, c.l, s.48.)

   b) Gadir-i Hum'da: Sahih-i Müslim, Müsned-i Ahmed, Sünen-i Daremî, Beyhakî ve diğer kaynaklarda Zeyd b. Erkam'dan şöyle nakledilir: Resûlullah (s.a.a) Mekke ve Medine arasında, "Hum" denilen su alma yerinde bir konuşma yaparak konuşmasında buyurdu ki: Ey insanlar! Ben de sizler gibi bir beşerim. Yakında Allah'ın elçisi gelecek ve ben de ona icabet edeceğim. Ben sizin arasızda iki de­ğerli emanet bırakıyorum. Onların biri içinde nur ve hidayet olan Allah'ın Kitabıdır. O hâlde Allah'ın Kitabını elinize alarak ona sarılın... Diğeri ise benim Ehl-i Beyt'imdir... (Sahih-i Müslim, "Fezailu Ali b. Ebi Talib" babı; Müsned-i Ahmed, c.4, s.366; Sünen-i Daremî, c.2, s.431 özetle; Sünen-i Bey­hakî, c.2, s.148 ve c.7, s.30, tabirde biraz farkla; Müşkilul-Asar, Tahavî, c.4, s.368)

   Sünen-i Tirmizî, Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de kaydedilen diğer bir hadiste de şöyle geçer (biz Tirmizî'den naklediyoruz): Ben sizin aranızda öyle bir şey bırakıyorum ki, ona sarılacak olursanız ben­den sonra asla sapmazsınız. Onlardan biri diğerinden daha büyüktür. Onlardan biri gökten yere uzanan bir ip olan Allah'ın Kitabı, diğeri ise İtretim, Ehl-i Beyt'imdir. Bu ikisi, Kevser havuzunun başında bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden asla ayrılmazlar. O hâlde benden sonra bu ikisine nasıl davranacağınıza dikkat edin. (Sünen-i Tirmizî, c.13, s.201; Usdu'l-Gabe, c.2, s.12, İmam Hasan'ın biyografisinde; ed-Dürrü'1-Mensûr, Şûra Suresi'nin Meveddet Ayeti'nin tefsirinde.)

   Müstedreku's-Sahiheyn'de de şöyle geçer: Sanki çağrıldım da, çağrıya icabet ettim. (Ölümüm ulaştı demek isteniyor.) Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; onların biri diğerinden daha büyüktür: (Onlar) Allah'ın Kitabı ve İtretim(dir). O hâlde benden sonra bu ikisine nasıl davranacağınıza dikkat edin. O ikisi Kevser havuzunun başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar...

   (Müstedreku's-Sahihayn, Hâkim, c.3, s.109; el-Hasais, Neseî, s.30; Müsned-i Ahmed, c.3, s.17, "İnnî ıışekıı en ud'a fe ucibe" tabiriyle başlar ve s.14, 26, 59'da ise genişçe açıklanmıştır. Yine İbn Sad'ın Tabakat'ı, ikinci bölüm, c. 2, s.2; KenzüT-Ummal, c.l, s.47, 48, 97, özetle.)

   Diğer bir rivayete göre de: Ey insanlar! Ben sizin aranızda iki şey bırakıyorum; o ikisini izleye­cek olursanız asla sapmazsınız. Onlar, Allah'ın Kitabı ve benim İtretim, Ehl-i Beyt'imdir... Hâkim bu hadisin sonunda der ki: "Bu hadis Buharî ve Müslim'in şartına göre sahihtir."   (Müstedreku's-Sahihayn, c.3, s.109, iki yolla ve buna yakın olarak da, c.3, s.148)

   Bu hadis farklı tabirlerle Müsned-i Ahmed, Ebu Nuaym'ın Hilyetu'l-Evliyâ'sında ve diğer kay­naklarda Zeyd b.Sabit'ten gelmiştir. (Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 4/367,371; 5/181; Tarih-i Bağdad, 8/442; Hilyetü'l-Evliyâ, 1/355; 9/64; Usdu'1-Gabe, 3/147; Mecmau'z-Zevaid, Heysemî, 9/163,164)

   İmamların Sayısı Hakkında Hz. Peygamber'in (s.a.a) Nassı

   1- Müslim, Cabir b. Semure'den şöyle rivayet eder: Resûlullah şöyle buyurdu: «Kıyamet gelip çatıncaya ve tamamı Kureyş'ten olup da üzerinizde halifelerim olan on iki kişi gelip geçinceye kadar din, sapasağlam ve dipdiri kalacaktır.» Aynı hadisin Arapça metni bir başka rivayette de "lâyezal emru'n-nâsi mâziyen..." ibaresiyle, iki rivayette "ilâ isnâ aşere halife..." ve Sünen-i Ebu Davudda da "hatta yekunu aleykum isnâ aşer halife" şeklinde ve bir hadiste de "ilâ isnâ aşer..." tabiriyle geçmektedir.

   (Sahih-i Müslim, 6/3, 4 Kitabu'l-İmare, "en-Nasu tebeu'n Li-Kureyş" bâbındaki bu kısmı bilhassa almamızın nedeni, Câbir tarafından yazılıp kaydedilmiş olmasıdır. Sahih-i Buharî, Kitabu'l-Ahkâm, 4/165; Sünen-i Tirmizî, Evbabu'l-Fiten, "Mâ Câe Fil-Hulafâ" babı; Süneni Ebu Davud, Kitabul-Mehdi, 3/106; Müsned-i Tayâlesî, h:767, 1278; Müsned-i Ahmed,5/86,90,92,101, 106, 108; Kenzü'l-Ummal, 13/26, 27; Hilyetü'l-Evliyâ, Ebu Nuaym, 4/333. Cabir b. Semere b. Cünade el-Amirî es-Sevaî, Sâ'd b. Ebî Vakkas'ın yeğenidir; ö.h.70 Küfe. Sihah yazarları ondan 146 hadis rivayet etmişlerdir. Hayatı için bk. Usdu'l-Gabe, Takribu't-Tehzîb, Camiu's-Sîre, s.277)

   Sahih-i Buharî'de Cabir b. Semure'den şöyle rivayet edilir: Allah Resûlü'nün (s.a.a) "Emir sa­hipleri on iki kişidir." Buyurduğunu duydum. Ardından, bir şey daha söyledi, ama onu tam olarak anla­yamadım. Babamdan sorduğumda dedi ki: Allah Resulü, "Onların tamamı Kureyş'tendir." buyurdu.

   Bir başka rivayette de şöyle geçer: Allah Resulü (s.a.a) bir şey daha söyledi; ama ben anlaya­madım, babamdan "Peygamberimiz ne buyurdu?" diye sordum. "Hepsi de Kureyş'tendir, buyurdu." Di­ye cevap verdi. (Fethu'1-Bârî, 16/338, Müstedreku's-Sahihayn, 3/617 ) Bir rivayette de buna ilaveten şu cümle geçer: Düşmanların kin ve nefretleri onlara hiçbir zarar veremez. (Fethu'l-Bârî, 16/338)

   2- Bir rivayette şöyle nakledilmektedir: Bu ümmetin işi yolunda gidecek ve düşmanlarına dai­ma galip olacaktır; hepsi de Kureyş'ten olan on iki halefimin iktidarı boyunca durum bu minval üzere olacaktır. Onların iktidarı sona erdikten sonra ortalık karışacak, her şey alt üst olacaktır.

   (Muntahabu Kenzi'l-Ummal, c.5, s.321; Tarih-i İbn Kesir, c.6, s.249, Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.10; Kenzü'l-Ummal, c.13, s.26, es-Savaiku'l-Muhrika, s.28)

3-    Bir başka rivayette de bu hadis şöyle geçer: «Bu ümmetin on iki yöneticisi olacaktır. Hepsi de Kureyş'ten olup, onlara itina göstermemek, onlara hiçbir zarar veremeyecek -bilakis, itaat etmeyen zarar görecektir.» (Kenzü'l-Ummal, Muttaki Hindî, c.13, s.27 ve Muntahabu Kenz, c.5, s.312)

4- Aynı hadis, bir rivayette de şöyledir: On iki kişi yönetimde bulunduğu sürece insanların işi yolunda gidecek... (Nevevî'nin Sahih-i Müslim Şerhi, c.12, s.202 ve es-Savaiku'I-Muhrika, İbn Hacer, s.18; Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s. 10)

5-    Enes b. Mâlik de bu hadisi şöyle rivayet eder: «Kureyş'ten olan on iki kişi hayatta olduğu sü­rece bu din de varlığını koruyacaktır; onların devri tamamlanınca dünyanın da sonu gelecek ve her şey alt üst olacak, kargaşa ve anarşi dünyayı saracaktır.» (Kenzü'l-Ummal, c.13, s.27)

6-    Aynı hadis bir diğer rivayette de şu şekilde geçer: «Tümü Kureyş'ten olan on iki yönetici kı­yam ettiği sürece halkın işleri yolunda olacaktır...» (age. İbn Neccar'dan naklen, c.13, s.27)

7-    İmam Ahmed b. Hanbel, Hâkim ve diğer kaynaklar Mesruk'tan naklen şöyle rivayet etmekte­dirler (biz Ahmed b. Hanbel'den naklediyoruz): «İbn Mes'ud'dan Kur'ân öğrenmekle meşgul olduğu­muz bir akşamdı, adamın biri söze karışarak, "Ey Ebu Abdurrahman!" dedi, "Resûlullah'tan, bu ümme­tin başına geçecek halifelerinin kaç kişi olduğunu sordunuz mu?" İbn Mes'ud şöyle cevap verdi: Irak'a geldiğimden beri kimse bu soruyu sormadı benden. Evet, Hz. Peygamber'den bunu sorduk; İsrail Oğulları'nın nakibleri sayısınca, yani on iki kişi olduğunu söyledi."» (Müsned-i Ahmed, 1/398,406. Ahmed Şâkir, 1. haşiyede şöyle yazıyor: "Senetleri doğru ve sahihtir." Müstedrek-i Hâkim ve Zehebî'nin bu eseri Telhisi, 4/501; Fethu'1-Bârî, 16/339; Mecmau'z-Zevâid, 15/190; es-Savaiku'1-Muhrika, İbn Hacer, s.12, Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.10; Camiu's-Sağîr, 1/75. Muttaki Hindî de Kenzü'l-Ummal, 13/27, "Taberanî ve Nuaym b. Hammad, bunu el-Fiten'de kaydetmiştir." der. Yine Feyzu'l-Kadir Fî Şerhi Camii's-Sağîr, Menâvî, 2/457. İbn Kesir her iki haberi de İbn Mesud'un kitabının "Zikru'1-Eimmeti'l-İsnâ Aşer Ellezine Kulluhum Min Kureyş" babı, 6/248-250)

   Bu hadislerde defalarca geçen, "Kureyş"tendirler ibaresini Ali (a.s) açıklamakta ve şöyle demek­tedir: «Ümmetin imamlarının hepsinin Kureyş'ten olduğu buyruğu, hepsinin "Hâşim Oğulları" boyun­dan olduğudur, Kureyş'in başka boylarından değil! Çünkü Kureyş'in diğer boylarının ümmetin imame­tini üstlenebilecek salahiyet ve yetkileri yoktur.» (Nehcü'l-Belâğa, 142. hutbe.)

   Ali (a.s) şöyle buyuruyor: Yeryüzü, Allah'ın hükümleriyle hükmeden bir kâim ve hüccetten asla yoksun kalmayacaktır; ister Allah'ın bu hücceti açık, aşikâr ve tanınmış olsun, ister İslâm dininin yok olmaması ve Allah'ın delil ve burhanlarının unutulmaması için düşmanların elinden gizlenmiş ve göz­lerden saklanır hâle gelmiş olsun! (Yenabiu'l-Mevedde, Şeyh Süleyman Hanefî, 12. bölüm, s. 523; İhya-i Ulumi'd-Din, Gazalî, c.l, s.54; Hilyetü'l-Evliyâ, Ebu Nuaym, c.l, s.80'dan özetle.)

   Tevrat'ta Geçen On İki İmam

   İbn Kesir, meşhur Tarih'inde şöyle yazar: «Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ta şöyle bir maz­mun geçer: "Allah Teâlâ İbrahim'i İsmail'in doğumuyla müjdeledi ve İsmail'le onun evlâtları vasıtasıyla soyunun üreyip çoğalacağını ve bunların arasından çok değerli oniki büyüğün zuhur edeceğini bildirdi." "İbn Teynıiye, bu çok değerli büyük insanların; Cabir b. Semure'nin rivayet ettiği hadiste zuhur edip bu -İslâm- ümmet içinde ardarda gelecekleri müjdelenen oniki kişi olduğunu söylemiş ve dünya, ancak on­ların zuhurundan sonra son bulacaktır demiştir. Daha sonra İbn Kesir kendi görüşünü şöyle açıklamak­tadır: "Müslüman olan Yahudilerin çoğu, Rafızîlerin imamlarının, Tevrat'ta müjdelenen bu on iki kişi olduğunu zannederek bir hataya kapılmış ve Şiî olmuşlardır." (Tarih-i İbn Kesir, 6/249-250) Ehli Sün­net uleması, Müslüman olan ve Rafızîlerin [Ehl-i Beyt] mezhebini seçen kitap ehlinin rivayetlerini ister mücmel olsun ister mufassal silip kitaplarında kaydetmemişlerdir.» |Mealimul-Medreseteyn, 1/499)

   İbn Kesir'in bahsettiği müjdeleme olayı bugün Yahudilerin elindeki Tevrat'ın 18-20 no'lu, 17. ashah, Sıfr-i Tekvin'de geçmektedir. Bu müjdenin İbranice aslı, Sıfr-i Tekvin'de Hz. İbrahim'e "Rab"-bin sözü olarak verilmekte ve şöyle denilmektedir: «...İsmail'e bereketlendiririm, yetiştirip büyütür, evlâtlarını çoğaltırım; onun soyundan on iki imam türetir, büyük bir ümmet meydana getiririm.»

   İbranice'de "şenim oşâr" erkek sıfatı, sonundaki ek "yem" de çoğul ekidir; "nesiyem" imamlar, önderler, halifeler, liderler gibi anlamlara gelir ki tekili "imam, lider" anlamındaki "nâsiy"dir.

   Bu müjdede "Rabb"in İbrahim'e (a.s) müjdesi ise şöyle geçmektedir: "Fi tentiyf guy-ı geduf'un ilk kısmı iki bileşikten oluşmuştur; yani "fi" belirteciyle "nâten" fiilinden oluşmuştur (oluşturur, veya: giderim anlamında). "Netetif'in sonunda "Yef' zamiri İsmail'e eklendiğinden şu anlama gelir: "Onu ta­yin ettim." Ümmet anlamına gelen "guy"la, büyük anlamına gelen "gedul" birlikte şu anlama gelir: "Onu büyük bir ümmet ederim." Bundan da şu netice alınmıştır: Bereket ve üreme çokluğu sadece Hz. İsmail'in (a.s) sulbünde belirlenmiş ve apaçık bir şekilde Resûl-i Ekrem'le (s.a.a) onun temiz Ehl-i Beyt' inin imamları kastedilmiştir. Çünkü Resûlullah ile onun Ehl-i Beyt'i Hz. İsmail'in (a.s) neslinin deva­mıdırlar. Bilindiği gibi Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'e (a.s), Nemrud'un ülkesinden Şam'a hicret etmesini emretmişti. O da bu emri yerine getirerek karısı "Sara" ve Hz. Lut ile (a.s) birlikte Allah Teâlâ’nın em­rettiği şekilde hicret ederek Filistin'e geldi. (el-Mu'cemu'1-Hadis, İbranice-Arapça, s.317)

   Filistin'de Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'e (a.s) çok miktarda mal mülk verdi, o kadar ki, o ellerini semaya açıp "Ya Rabbim!" dedi, "Benim çocuğum olmadıktan sonra bu kadar malı mülkü ne edeyim ben?" Bunun üzerine Allah Azze ve Celle "Gökteki yıldızlar kadar evlât vereceğim sana!" şeklinde vahyetti İbrahim'e (a.s). (age., s.84) O günlerde Hacer, İbrahim'in (a.s) eşi Hz. Sara'nın hizmetçisiydi. Sara, Hacer'i İbrahim'e (a.s) bağışladı; Hacer, çok geçmeden hamile kalarak İsmail'i (a.s) dünyaya getirdi. İsmail (a.s) dünyaya geldiğinde İbrahim (a.s) 86 yaşındaydı, (a.g.e., s.82)

   Kur'ân İbrahim'in (a.s) Allah Teâlâ’dan bu istekte bulunuşunu şöyle aktarır: "Rabbimiz, ger­çekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında, ekin ekilmez, ot yeşermez çorak bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye! Böylelikle sen, insanların kalplerini onlara meyledici kıl ve onları çeşitli ürünlerle rızıklandır. Umulur ki şükrederler!" (İbrâhîm: 37) Bu ayet de göstermektedir ki İbrahim (a.s) çocuklarından bir kısmını -ki bunlar Hz. İs­mail ve onun soyundan üreyecek olanlardır- Mekke'ye yerleştirmiş ve Allah Teâlâ’dan, onlara özel bir rahmette bulunmasını ve onları kıyamete değin insanların imamı kılmasını istemiştir. Allah Teâlâ da onun bu duasını kabul buyurmuş ve Muhammed'le (s.a.a) onun soyundan gelen on iki imamı, onun zürriyetinde yerleştirmiştir. (Tarih-i Yakubî, c.l, s.24-25, Kum baskısı, Sekâfetu Ehl-i Beyt Yay.) Nitekim İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmaktadır: Biz, İbrahim'in (a.s) Allah'tan istemiş olduğu o soy ve zürriyetin yadigârlarıyız! (Bu bahiste geçen Tevrat'taki İbranice asılları, et-Tevhid Dergisi, sayı: 54, s.l27-128'de yayınlanan Üstad Ahmed el-Vâsıtî'nin makalesinden aldık.)

   Bu Hadislerden Çıkan Netice

   Buraya kadar aktardığımız hadisleri şöyle özetleyebiliriz: İmamların sayısı on iki olup art arda imamete gelmişlerdir, bunların on ikincilerinin imamet süresinin bitmesiyle birlikte dünyanın da sonu gelecektir. Bu hadis kıyamete kadar dinin baki kalacağını ve bu ümmetin imamlarının on iki kişi oldu­ğunu bildirmektedir. Beşinci hadiste şöyle geçer: "Kureyş'ten olan on iki kişi hayatta olduğu sürece bu din de varlığını koruyacaktır; onların devri tamamlanınca dünyanın da sonu gelecek ve her şey alt üst olacak, kargaşa ve anarşi dünyayı saracaktır." Bu hadis, on iki imam kaldıkça dinin baki kalacağına ve onların imametlerinin sona ermesiyle cihanın ömrünün de son bulacağına delâlet etmektedir...

   Bu durumda bu halife ve imamlardan birinin ömrü, insanoğlunun ömrü konusunda tabiata ege­men genel kuralların aksine, çok uzun sürecek demektir. Bu da ancak Resûlullah'ın (s.a.a) son halifesi olan on ikinci İmam'ın (a.s) ömrüyle tatbik etmektedir ki hâlihazırda gaybette bulunmaktadır.

   Hilâfet Ekolü (Ehl-i Sünnet)'e Mensup Ulemanın Bu Hadisin Yorumundaki Tutarsız Tavrı

   1- Bu Sarih Hadisin İbn Arabî Tarafından Yorumlanış Şekli

   İbn Arabî, Sünen-i Tirmizîyc yazdığı şerhte şöyle diyor: Resûlullah'tan (s.a.a) sonra gelecek olan on iki ulu'1-emr ve imam, bizce şunlar olsa gerektir: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Muavi-ye, Yezid, Yezid oğlu Muaviye, Mervan, Mervan oğlu Abdulmelik, Velid, Süleyman, Ömer b. Abdüla-ziz, Abdulmelik oğlu Yezid, Mervan oğlu Muhammed'in oğlu Mervan, Seffah...

   İbn Arabî bu şekilde sırasıyla bütün zahiri halifelerin adını sayıp gitmekte ve kendi zamanına kadarki 27 Abbasî halifesini de bu rakama eklemeyi ihmal etmemekte, sonra da şöyle yazmaktadır: "Bu isimler arasında ard arda hilâfetin başına geçenleri ayırırsak, on iki kişi Süleyman b. Abdulmelik olur ve böylece on iki sayısı tamamlanır. Ama eğer gerçek anlamda Resûlullah'ın halifeleri ve bu isimler ara­sında hakiki imamların kim olduğuna bakarsak, ancak beş kişiyi buluruz: İlk dört halife ve Ömer b. Abdülaziz!" İbn Arabî, yukarıdaki ifadelerle sözünü tamamladıktan sonra açıkça şu cümleyi eklemektedir: "İşin doğrusu, ben bu hadisin anlamını çıkaramadım." (İbn Arabî, Sünen-i Tirmizî Şerhi, 9/68, 69)

   2- Kadı İyaz Nasıl Yorumlamış?

   Hilâfet Ekolü'nün tanınmış âlimlerinden Kadı İyaz, Hz. Peygamber'in (s.a.a) halifelerinin sayı­sının on ikiden fazla olduğunu iddia ederek şöyle der: "Bu teoriye karşı çıkılamaz. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a.a) "Halifelerim on ikidir." demiş; ama " on ikiden daha fazla olmayacak." da dememiştir! Bu on iki kişinin halifelik makamına geçmiş olduklarından hiç şüphe yoktur; ama bu durum, sayılarının daha fazla olamayacağı anlamına da gelmez!" (Sahih-i Müslim'e Nevevî Şerhi, c.12, s.201, 202 ve Fethu'l-Bârî, c.16, s. 339'daki söz onundur ve s.341'de de bunu tekrarlamaktadır.)

   Tanınmış ulemadan bir diğeri, yani İmam Suyûtî ise şöyle der: "Resûlullah'ın bu hadisinde kas­tedilen şey; ard arda gelmemiş olsalar da, İslâm'ın baki kaldığı sürece, yani kıyamete kadarki zaman sü­recinde, hakkın ihkakı için kıyam edecek olan gerçek halifelerdir. (Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.12)

   İbn Hacer, Fethu'l-Bâri adlı eserinde şöyle yazar: "Bu on iki imamdan dördü, ilk dört halifedir ki onlar ortaya çıkmıştır zaten; geriye kalan sekizi de -herhalde- kıyamete kadar zuhur eder!" (FethuT-Bârî, 16/341; Suyutî, Tarihu'l-Hulefa, s.12. Fethul-Bârî, 16/341; Tarihu'l-Hulefâ, Suyutî, s.12)

   Ehli Sünnet'in bir diğer tanınmış âlimi İbn Cevzî biraz daha açıklama yoluna giderek şöyle der: "Bu hadiste geçen "...sonra da kargaşa ve anarşi hüküm sürecek. " buyruğundan maksat, Deccal'in hu­rucu ve benzeri gibi kıyametin yaklaştığına delâlet eden ahir zaman fitne ve alametleridir." (Fethu'l-Bârî, c.16, s.341; Tarihu'l-Hulefâ, Suyutî, s.12)

   Suyûtî ise şöyle diyor: "Peygamber'in (s.a.a) sözünü ettiği on iki halifenin dördü, ilk dört halife­dir; onlardan sonra Resûlullah'ın halifeleri sırasıyla şunlardır: Hasan, Muaviye, Abdullah b. Zübeyir, Ömer b. Abdülaziz; buraya kadar sekiz kişi olmuş olur. Abbasî halifeleri arasında Emevîlerin Ömer b. Abdülaziz'i gibi olan Abbasî halifesi Mehdi'yi de sayar, adil ve dürüst bir insan olan Abbasî halifesi Tahir'i de buna eklersek on kişi olurlar, böylece iki kişi kalmış olur; onların da zuhur etmesini bekle­mek gerekiyor. Bunlardan biri, şüphesiz Resûlullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'inin Mehdi'sidir." (İbn Hacer, es-Savaiku'1-Muhrika, s.19; Suyutî, Tarihu'l-Hulefa, s.12. Bu yorumun doğru kabul edilmesi, Eh­li Sünnet ve Hilâfet Ekolü yanlılarının biri Mehdi olan iki imamın zuhurunu bekledikleri manası­na gelir. Şia ise sadece bir imamın zuhurunu beklemektedir!) Ve yine şöyle denilmiştir: "Bu hadis­ten maksat, İslâm'ın iktidarda bulunduğu en görkemli ve en güçlü çağlarında, başta bulunacak olan on iki halifedir ki onların zamanında İslâm güç ve iktidarın doruğunda olacak ve herkes onların halifeliğini onaylayacaktır." (Nevevî, Şerh-i Sahih-i Müslim c.12, s.202-203; İbn Hacer, Fethul-Bârî, c.16, s. 338 ve 341; Suyutî, Tarihu'l-Hulefâ, s.lO'da yazmışlardır.)

   3- Beyhakî'nin Bu Hadis Hakkında Görüşü

   Hilâfet Ekolü'nün tanınmış ulemasından Beyhakî'nin bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: "Söz ko­nusu hadiste kullanılan sıfata binaen, bu sayıda halife, Abdulmelik Mervan'ın torunu Velid b. Yezid'e kadar işbaşına geçmiş olanlardır. Çünkü Velid'den sonra ortalık karışmış ve Abbasîler Devleti kurulun­caya kadar her tarafta anarşi hüküm sürmüştür. Ancak, söz konusu halifelerin özellikleri nazara alın­maksızın bu kargaşa döneminden sonra başa geçen halifeler de göz önünde bulundurulursa sayıları, ha­diste geçen 12 sayısından daha fazla olacaktır." (Tarih-i İbn Kesir, 6/249'da Beyhâkî'den rivayetle.)

   Bir diğer görüş: "Söz konusu halifelerin kimler olduğu hususunda ittifakla kabul görenler şun­lardır: İlk üç halife, yani Ebu Bekir, Ömer ve Osman, sonra da Sıffin Savaşı'ndaki "Hakemiyet Hadise­si" vuku buluncaya kadar Ali'dir. Çünkü bu olayda Muaviye halifelik iddiasında bulunmuştur. Hasan, Muaviye ile barıştıktan sonra Muaviye'nin ve ondan sonra da Yezid'in halife olduğu hususunda icma olmuştur. Çünkü Hüseyin (a.s.) halifeliğe geçmeden öldürülmüştür. Yezid öldükten sonra ise, halifelik konusunda ihtilâf başlamış ve Abdullah b. Zübeyr'in öldürülüşünden sonra halk Mervan oğlu Abdulme-lik'in halifeliği konusunda icma etmiş, ondan sonra da dört oğlu Velid, Süleyman, Yezid ve Hişâm'm -ki Ömer b. Abdülaziz'in başa geçmesi Süleyman'la Yezid iktidarı arasındaki kısa bir döneme rastlar-halife olması konusunda icmaya varılmıştır. Bunların on ikincisi Velid b. Yezid b. Abdulmelik'tir ki o da Hişâm'dan sonra halife olmuş, dört yıl iktidarı elinde bulundurmuş, hilâfeti hususunda icma edilmiş­tir." (Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.ll; Savaikul-Muhrika, İbn Hacer, s.19; Fethul-Bârî, 16/341)!!!

   Dolayısıyla bu on iki kişinin hilâfeti sahihtir; çünkü Müslümanlar bu konuda icma etmiş, Resûlullah da Müslümanlara onların hilâfete geçip İslâm dinini halka aktaracaklarını müjdelemiştir! Evet, İbn Hacer bu görüşe katılmakta ve "Söz konusu hadisi açıklayan en doğru yorum budur." demektedir!

   4- İbn Kesir'in Görüşü

   "Bu hadisin yorumu konusunda Beyhakî'nin öne sürmüş olduğu ve Resûlullah'm ard arda gelen halifeleri olarak buyrulan zevatın fâsık Velid b. Yezid b. Abdulmelik'e kadar sırasıyla halifelik tahtına oturan halifeler olduğu yolunda bu görüşü destekleyen bazı âlimlerin görüşü, gerçekte son derece yanlış, tarihî ve akidevî gerçeklerle hiç de bağdaşmayan tutarsızlıklarla doludur. Dahası, onun 12. hak halife olarak gösterdiği Velid b. Yezid'in ahlâkî ve akidevî fesatları ve dinî düşüncesindeki fâsıklık ve bozul­malar, daha önce değindiğimiz bütün kaynak kitaplarda yazılıdır. Kaldı ki Velid b. Yezid b. Abdulmelik'e kadar art arda hilâfete geçen halifelerin sayısı on ikiden fazladır. Çünkü: Evvelâ "hulefa-i raşidin" yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin hilâfette bulundukları bir gerçek, böylece dört halife oluyor. Sonra da Hasan (a.s.) halife oldu, çünkü Hz. Ali kendisinden sonar halife olarak ona biat edilmesi vasi­yetinde bulunmuştu, bu nedenle de Irak halkı Hasan'a biat etti... Nihayet onunla Muaviye barıştı ve Muaviye halife oldu; Muaviye'den sonra oğlu Yezid, ondan sonra da Yezid'in oğlu Muaviye, ardından sırasıyla Mervan b. Hakem, onun oğlu Abdulmelik b. Mervan, Velid b. Abdulmelik, Süleyman b. Ab­dulmelik, Ömer b. Abdülaziz, Yezid b. Abdulmelik, Abdulmelik'in oğlu Hişâm halife oldu ki buraya kadar on beş kişi olmaktadır; daha sonra Velid b.Yezid b.Abdulmelik ve eğer Abdulmelik'ten önce ikti­darda bulunmuş olan Abdullah b. Zübeyr'i de sayacak olursak bu rakam on altı olacaktır! Bu halifelerin ard arda on ikiye kadar sayılması hâlinde ise sıra Ömer b. Abdülaziz'e gelmeden on iki rakamı tamam­lanmakta ve o zaman da neticede meselâ Yezid b. Muaviye pekâlâ "Peygamberin hak halifeleri"nden sayılabiliyorken, bütün hadis imamlarının saygı ve övgüyle andığı ve çoğu yerde hulefa-i raşidine denk sayılan halkın, adaletinde icmâ ettiği, hilâfeti dönemi en adaletli dönem bilinen ve hatta bu özelliği Rafızîler tarafından da itiraf edilen Ömer b. Abdülaziz bu grubun dışında bırakılarak Hz. Peygamber'in hadisinde buyurmuş olduğu halifeler grubunun içine dahil edilememektedir! Ne var ki Beyhakî "biz sa­dece hakkında ümmetin icma etmiş olduğu halifeleri tanıyoruz." diyecek olsa bile yukarıdaki ifadeleriy­le yine çelişecek ve bu durumda Hz. Ali'yle oğlu Hasan'ın bu halifeler listesinden çıkarılması gerekecek­tir; çünkü Şam halkının tamamı bu iki halifeyi halife olarak tanımış ve onlara biatte bulunmuş değildi.

   Beyhakî sonra şöyle diyor: "Bazı âlimler Muaviye, oğlu Yezid ve Yezid'in oğlu Muaviye'yi de bu gruba katmakta; ama Mervan b. Hakem ile Abdullah b. Zübeyr'i bu gruba katmayarak "ümmetin ta­mamı onlara biat etmiş değildi, muhalifleri de vardı." demektedirler. Bu durumda sadece şu halifelerin Resûlullah'ın hak halifeleri olduğunu söylemek gerekir: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Muaviye, Yezid, Abdulmelik b. Mervan, Velid b. Süleyman, Ömer b. Abdülaziz, Yezid ve Hişâm! Buraya kadar on kişi oluyor; bunlardan sonra, fâsık ve ahlâksız bir adam olan Velid b. Yezid b. Abdulmelik gelmektedir ki, Ali b. Ebu Talib'le, oğlu Hasan'ın bu gruba dâhil olmaması gerekir [çünkü aksi durumda on iki sayısını geçiyor] ki bu da Ehli Sünnet ve Şia ulemasının görüşüne aykırıdır." (Tarih-i İbn Kesir, 6/249, 250)

   5- İbn Cevzî'nin Görüşü Keşfu'l-Müşkil adlı eserinde bu müşkülün halli için şöyle demektedir:

   a) Resûlullah'ın (s.a.a) maksadı kendisinden ve ashabından sonrasıdır. Çünkü onun ashabı da tıpkı ken­disi gibidir. Binaenaleyh Peygamber aslında ashabından sonra iş başına gelecek olan halifelerden bah­setmiş olmaktadır! Öte yandan, o bilhassa Emevî halifelerini kastediyor olsa gerektir; çünkü "onlar var oldukça dine zeval gelmeyecek..." buyurmaktadır ki bununla da hükümet ve devletin, onların iktidarı boyunca güçlü bir şekilde süreceğini, onlardan sonra ortalığın karışarak günden güne durumun daha va­him bir hal alacağını buyurmak istemektedir. Bu esasa göre söz konusu halifelerin Emevî soyundan ge­len ilki, Yezid b. Muaviye ve sonuncusu da Mervan-ı Hımâr olsa gerektir ki toplam on üç kişi olmakta­dırlar. Osman, Muaviye ve Abdullah b. Zübeyr, sahabeden sayıldıkları için bu sıralamada yer alama­mışlardır! Mervan b. Hakem de, bir yandan sahabeliği tartışılır olduğu, bir yandan da halifeliğinde bü­tün halkın icma ettiği Abdullah b. Zübeyr'i zorla ve cebren saf dışı bırakmak suretiyle halifelik tahtına oturmuş olduğu için bu gruba dâhil edilemeyecektir. Bilhassa iktidarın Emevîlerden Abbasîlere geçme­siyle birlikte kargaşa ve anarşi başlamış, derken Abbasîler daha sonra duruma hâkim olmuş, ama bu se­fer de her alanda köklü değişiklikler olmuştur. (Fethu'1-Bârî, c.16, s.340, Keşfu'l-Müşkül kitabında İbn Cevzî'den naklen) İbn Hacer, İbn Cevzî'nin bu mantık mukayeselerinin tamamen geçersiz ve bâtıl olduğunu söylemekte ve tanınmış eseri Fethu'l-Bâri de bu tür istidlalde bulunmayı reddetmektedir.

   b) İbn Cevzî'nin ikinci görüşü, Ebu'l-Hasan Münadi'nin "el-Mehdi" kitabına dair izlenimleridir: "Bu on iki kişinin, Mehdi'ııin zuhurundan sonra, ahir zamanda zuhur edip iktidarı ele geçirmeleri de pe­kâlâ muhtemeldir. Çünkü ben, Danyal'ın kitabında Mehdi'nin ölümünden sonra Sıbt-ı Ekber'in torunla­rından beş kişi, onlardan sonra da Sıbt-ı Asgarin torunlarından beş kişinin iktidara geçeceğini ve halife olacağını okudum. Sıbt-ı Asgar'ın (İmam Hüseyin'in) oğullarının sonuncusu, kendisinden sonra halife­liği Sıbt-ı Ekber'in (İmam Hasan'ın) evlâtlarından olan birine bırakacak, ondan sonra da onun oğlu hali­fe olacak ve böylece sayıları toplam on iki kişiyi bulacaktır ki bunların hepsi İmam Mehdi'dirler."!!!

   Evet, yukarıdaki düşüncelerin sahibi, bir başka yerde de şöyle diyecektir: "Mehdi'den sonra on iki kişinin iktidar dönemi başlayacaktır. Bunların altısı İmam Hasan'ın, beşi İmam Hüseyin'in evlâtla­rından olacak, on ikincinin ise bunlarla hiçbir akrabalığı bulunmayacaktır. İşte bu on ikinci halifenin ölümünden sonra kâinat yok olacaktır!" İbn Hacer es-Savâik adlı eserinde bu görüşü şiddetle eleştir­mekte ve şöyle yazmaktadır:"Bu, tamamen hayalî ve asılsız bir rivayettir, bu rivayete istinat edilemez!" (Fethu'l-Bârî, c.16, s.341; es-Savaiku'l-Muhrika, İbn Hacer, s.19)

   6- Diğerlerinin Görüşü

   Bir grup demiştir ki, bu hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.a) büyük bir ihtimalle kendilerinden son­ra vuku bulacak şaşırtıcı olaylarla fitneleri haber vermektedir. Ondan sonra insanlar gruplaşacak ve her grup belli bir adamın emri ve komutası altında toplanacaktır. Yani aynı anda on iki kişi bu ümmete imamlıkta ve emirlikte bulunacaktır! Eğer Resûlullah'ın (s.a.a) maksadı bundan başka bir şey olmuş ol­saydı şöyle buyurmaları gerekirdi: "Benden sonra on iki kişi gelecek, iktidara geçecek ve şöyle şöyle yönetimde bulunacaklardır." O, böyle buyurmadığına göre, şöyle demek istemektedir: "Bu on iki kişi birlikte ve aynı zamanda yönetimin başına geçeceklerdir." (Fethu'l-Bârî, c.16, s.338)

   Ve yine demişlerdir ki: "Böyle bir durum hicretin beşinci yüzyılında vuku bulmuştur. Sadece Endülüs'te aynı zamanda altı kişi çeşitli yerlerde yönetimin başına geçmiş ve her biri de kendisinin ha­life olduğunu söylemiştir." Oysa ki, yukarıda bahsi geçen zevatın halifelik iddiasında bulunduğu sırada Mısır'da bir yönetici ve Bağdat'ta da Abbasî halifesi vardı; keza yine o günlerde İslâm topraklarının çe­şitli noktalarında yine halifelik iddiasında bulunan daha birçok Alevî, hatta Haricî de vardı! (Nevevî Şerhi, c.12, s.202; Fethu'I-Bârî, c.16, s.339; biz Fetu'l-Barî'den naklettik.)

   İbn Hacer -bu görüşü de çürütmekte ve- şöyle demektedir: "Bu, hadis bilimi denilen şeyden; Buharî'deki rivayetlerin özetini çıkarmaktan başka şey bilmeyen birinin öne sürebileceği ham bir görüş­tür!" Daha sonra İbn Hacer şöyle eklemektedir: "İslâm beldelerinde aynı zamanda birkaç halifenin bu­lunması demek, İslâm ümmetinin parça parça olması demektir ki, Resûlullah'ın (s.a.a) bu hadisini böyle yorumlamak kesinlikle doğru değildir."

   Görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet ve Hilâfet Ekolü mensupları Resûlullah'ın yukarıdaki hadisleri hakkında birbirinden çok farklı ve tutarsız yorumlar yapmakta, genel çerçeve dâhilinde bile belli bir gö­rüş birliği sergileyememektedir. Dahası, Resûlullah'ın, bu halifelerin isimlerini birer birer saydığı ve kim olduklarını açıkça belirttiği rivayetini, "hilâfet politikasına ters düştüğü için her nedense sürekli görmezden gelmekteler. Söz konusu rivayetlerin eğilip bükülerek ısrarla saptırılmaya çalışılmasının ve olayın iç yüzünü ortaya koyan birçok hadis ve rivayetin âdeta hiç yokmuş gibi görmezden gelinmiş ol­masının nedeni, her zaman olduğu gibi bu kez de maalesef iktidar hırsı ve dünya düşkünlüğü olmuştur.

   Ehl-i Beyt Ekolü'nün hadisçileri bu hadisleri sahabenin en güvenilir simaları kanalıyla bizzat Resûlullah'tan (s.a.a) rivayet etmiş ve bu hadisleri kaynak kitaplarında da kaydetmeyi ihmal etmemiş­lerdir. Bu hadislerin hem Ehl-i Sünnet, hem Şia Ekolü'nce ittifakla kabul edilmiş olanlarını seçiyor ve bunlardan birkaçını özetle aktarmayı yeterli buluyoruz:

   Hilâfet (Ehl-i Sünnet) Ekolü Mensuplarının Senetlerinde On iki İmamın İsimleri

   a) Cuveynî (Zehebî, kendi hadis şeyhlerinin biyografsini anlatırken Cuveynî ile ilgili ola­rak Tezkiretu'I-Huffâz, s.l505'te şöyle yazar: Sufıye şeyhi, en mükemmel hadis imamı, İslâm'ın iftiharı, Sadreddin İbrahim b. Muhamnıed b. Hameveyh el-Cuveynî eş-Şafiî, rivayetleri aktarma­da çok özenli ve dikkatlidir. Moğol hanı Kazan Han, onun vasıtasıyla İslâm'ı kabul etmiştir.) Ab­dullah b. Abbas'tan şöyle rivayet eder: Resûlullah (s.a.a) buyurdu ki:

   «Ben peygamberlerin en üstünüyüm, Ali de vasilerin en üstünü. Benden sonraki vasilerim on iki kişidir ki bunların ilki Ali b. Ebu Talib ve sonuncusu Mehdi'dir.»

   b) Yine Cuveynî, İbn Abbas'tan rivayetle, Resûlullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu yazar:
«Benim vasilerim ve Allah'ın benden sonra insanlar üzerindeki hüccetleri on iki kişidir; bunla­rın ilki kardeşim, sonuncusu evlâdımdır.» "Ya Resûlullah, sizin kardeşiniz buyurduğunuz o zat kimdir?" diye sorulduğunda, «Ali b. Ebu Talib.» buyurdular. "Evladınız kim?" diye sorulduğunda da «Mehdi.» buyurdular, «Zulüm ve haksızlığa boğulmuş olan yeryüzünü adalet ve hakla dolduracaktır o!

   Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbime yemin ederim ki dünyanın sonuna bir gün kala­cak olsa evlâdım Mehdi kıyam edinceye kadar Allah Tealâ o günü uzatır. İşte o zaman, İsa gökten ine­cek ve Mehdi'nin arkasında namaz kılacaktır! Dünya baştan başa ilâhî nurla ışıyıp parlayacak ve Mehdi'nin iktidarı, kainatın doğusundan batısına değin -tamamına- egemen olacaktır.»

c) Yine Cuveynî, kendi senediyle şöyle rivayet eder: Allah Resûlü'nün şöyle buyurduğunu işit­tim: «Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in soyundan gelecek dokuz evlâdı mutahhar (temiz) masumuzdur!» (a,b,c'de geçen üç hadis, el hattıyla yazılmış olan Ferâidu's-Sımteyn'den nakledilmiştir: Tahran Üniversitesi Merkezî Kütüphanesi, 163. bölüm, 1164,1690, 1691. numaralar.) [Allâme Murtaza Askerî, Mealimu'l-Medreseteyn, c.l, s.555-574]

[375]- Rivayete göre Mehdî (a.s) zuhur ettiğinde otuz yaşında, genç ve güçlü bir görünüme sahiptir.

 

[376]- "Yüce Allah humus hükmünü koymakla Peygamberin (s.a.a) Ehl-i Beyt'ine ve ailesine değer vermek, onları onurlandırmak, onları insanların mallarının kirlerini almaktan yükseltmek istemiştir."

   Öyle anlaşılıyor ki, bu anlam yüce Allah'ın zekât ayeti kapsamında Peygamberimize yönelttiği şu hitaptan çıkarılmıştır: "On/arın mallarından sadaka (zekât) al; bununla onları temizlersin, onları arıtıp geliştirirsin. Ve onlara dua et. Kuşkusuz senin duan onlar için huzur kaynağıdır. " (Tevbe, 103) Bilindiği gibi temizlik ve arıtma; ancak kirin ve pasağın olduğu şeylerle ilgili olarak gündeme gelen kavramlardır. Buna karşüık humus ayetinde [Enfâl, 41] buna ilişkin bir işaret yoktur.

   Ayetin [Tevbe, 103] orijinalindeki "tutahhiruhum kelimesinin kökü olan "tathir=Temizlemek," bir şeye bulaşmış kirleri ve pislikleri gidererek, varlığını arındırıp, gelişip çoğalmaya, etki ve bereketle­rini göstermeye elverişli hale getirmeye denir.

   "Tuzekkihim" kelimesinin kökü olan "tezkiye" ise, bir şeye faydalı şeyler ekleyerek, bereketli ve verimli sonuçlar vermesini sağlayarak geliştirmek ve olgunluk kazandırmak demektir. Bir ağacın fazla ve gereksiz dallarını budamak suretiyle daha güzel, daha gelişken ve meyve açısından daha ve­rimli olmasını sağlamak gibi. Bu bakımdan, bu ayette tathir=temizleme ve tazkiye=arıtıp geliştirme ifa­delerinin birlikte kullanılmış olması, incelikli, latif bir üslubun göstergesidir. [el-Mîzan, c.9, s.151-571]

[377]- Fey"in sözlükteki anlamı, geri dönmektir. [Mealimu'l-Medreseteyn, c.2, s.l 11]

[378]- Savaş olmaksızın.

[379]- Savaş ve galibiyet yoluyla elde edilmeyen.

[380]- Ayetin zahiri, değişmez, kalıcı bir yasayı kapsadığını gösteriyor. Bu, Kur'ânî yasamaların be­lirgin özelliğidir. Yine ayetin zahirinden, hükmün "gunm" ve "ganimet" diye isimlendirilen şeylerle ilin­tili olduğu anlaşılıyor. Bunun kâfirlerden alınan savaş ganimeti olması ile sözlükteki anlamıyla "ga­nimet" kapsamına giren başka bir şey olması fark etmez... Kazançlar, gömüler, dalgıçlık yoluyla deniz­den çıkarılan değerli şeyler, madenler ve tuzlalar gibi.

   Ayetin savaş ganimetleriyle ilgili olarak inmiş olması hükmün kapsama alanını daraltmaz.

   Humusun Allah'a, Peygamberine, onun Ehl-i Beyt'inden gelen imama, akrabalarının yetimle­rine, yoksullarına ve yolda kalmış olanlarına verilmesi gerektiğine ve diğer insanlara bundan pay ayrıl­mayacağına ilişkin olarak Ehl-i Beyt İmamlarından gelen hadisler mütevatir düzeyindedir.

   Ehl-i Beyt İmamlarından gelen rivayetlerde zekât ve sadaka almaları haram kılındığı için hu­musun Allah tarafından Ehl-i Beyt'e bahşedilen bir tahsisat olduğu belirtilmektedir.

"Zul'kurba" kelimesi, akraba, yakın, demektir. Maksat Peygamberimizin yakınlarıdır ve doğru­luğu kesin olan bazı rivayetlerde belirtildiği gibi, Peygamberimizin akrabaları içindeki bazı şahıslardır. Ehl-i Beyt İmamlarından aktardığımız rivayetlerin zahiri, onların bu deyimi "Ehl-i Beyt'ten olan imam" şeklinde yorumladıklarını göstermektedir. Ayetin zahiri de tekil lafız kullanmış olması ha­sebiyle bu yorumu desteklemektedir. [el-Mîzan, c.9, s.129, 148, 127, 149]

[381]- Sekizinci imama yahut dokuzuncu imama veya onuncu imama.

[382]- İmam Sadık'ın kapıcısı.

[383]- "Sana enfâlden sorarlar; de ki: Enfâl, Allah'ın ve Elçisinindir." O halde gerçekten mü’minleriseniz, Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve elçisine itaat edin. " (Enfâl, 1)

   Ayette geçen "enfal' kelimesi, "nefelu" kelimesinin çoğuludur. Bir şeye ilave olunan fazlalık demektir. Bu yüzden isteğe bağlı olarak yerine getirilen ibadetlere "nefel" ve "nafile" denilmiştir. Bu şekilde isimlendirmede, bunların farz ibadete ilave edilen fazlalıklar oldukları göz önünde bulundurul­muştur. Dağların başları, vadilerin derinlikleri ve harabe diyarlar, terkedilmiş yurtlar, mirasçısı bulun­mayan terekeler gibi insanlardan maliki olmayan ve "Fey"' adı verilen şeylere de "enfal" denir.

   Anlaşılan bu isimlendirmede bunların insanların malik olduğu şeylerin dışındaki fazlalık olduk­ları göz önünde bulundurulmuştur. Bunlara kimsenin özel mülkü olmayan Allah'a ve elçisine ait mal­lardır. Yine savaş ganimetlerine de "enfal" denir. Burada da ganimetlerin savaşla hedeflenen şeye ilave bir fazlalık olduğu dikkate alınmış gibi. Çünkü savaş ve seferin asıl amacı düşmana karşı üstünlük sağ­lamak, onu yok etmektir. Düşmana üstünlük sağlanıp zafer elde edilince maksat gerçekleşmiş olur. Sa­vaşçıların elde ettikleri mallar ve aldıkları esirler asıl amaca ilave fazlalıklardır.

   Bu rivayetin içeriğini destekleyen birçok hadis Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet edilmiştir. Bunlarda Enfal kelimesinin savaş ganimetleri anlamında zikredilmemiş olmasının bir sakıncası yoktur. Çünkü ayetin akışından da anlaşıldığı gibi ayet, konusu itibariyle buna zaten işaret etmektedir. [el-Mîzan. c.9. s.8. 201]