next page

back page

İMAMETİ ZORUNLU KILAN NAKLİ DELİLLER

Kur'an'da İmamet

Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda imamet makamının aynen nübüvvet makamı gibi ilahi iradeden kaynaklanan bir makam olduğunu görmekteyiz.

Şöyle ki; Kur'an-ı Kerim sadece İslam ümmetinde değil, geçmiş ümmetlerde de imamın bir ilahi sünnet olarak bizzat Allah Teala tarafından tayin edildiğini beyan etmektedir.

Kur'an-ı Kerim, bazı ayetlerinde, nübüvvet makamının yanı sıra imamet makamını da, bir hakikat olarak ortaya koymuş ve ilahi iradeyle kişilerin bu makama getirildiğini, hatta bazı peygamberlerin ancak bir takım zor imtihanlardan geçtikten sonra bu makama gelme liyakatini kazandıklarını ve bu makamın ilahi bir ahid olarak, zalimlere ulaşmayacağını beyan buyurmuştur.

Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde de, bazı peygamberlerin bizzat Allah tarafından imamet makamına tayin edildiğinden söz edilmiştir. Bu ayetler, imamet makamına gelecek kişinin bizzat Cenab-ı Hak tarafından seçildiğini açıkça göstermektedir. Şimdi bu ayetlerden bazılarına kısaca bir göz atalım.

1- Hz. İbrahim'in İmamet Makamına Tayin Edilişi

Hz. İbrahim (a.s)'ın imamet makamına tayin edilişini açıklayan ayetler imamet makamının ilahi bir makam olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Allah Teala bu konuda şöyle buyuruyor: "Rabbi İbrahim'i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, "seni insanlara önder kılacağım" demişti. O "soyumdan da" deyince, "zalim­ler benim ahdime erişemez" buyurmuştu."(26)

Görüldüğü üzere, Cenab-ı Hak Hz. İbrahim'i bir takım zor imtihanlardan geçirdikten ve o Hazret de o imtihanlardan başarıyla geçtikten sonra böyle bir makama getirmiş ve Hazret'in o makamı kendi zürriyeti için talep etmesinin cevabında da, bu makamın kendi ahdi olduğu ve zalim sayılan kimselerin (günah ehli olan kimselerin) böyle bir makama gelemeyeceğini açık ve net olarak o Hazret'e bildirmiştir. Bunun anlamı şudur: "Ancak senin gibi zor imtihanlardan geçerek senin derecende olan kimseler böyle makama gelebilir. Senin gibi olmayanlar ise, bu makama layık değil ve ulaşamazlar."

Bilindiği üzere, mezkur ayette geçen Hz. İbrahim'in imtihanlarından maksat, Hazret'in ateşe atılması, Şam'dan Hicaz'a hicret ederek kendi ailesini yalnız başına Allah'ın emri gereği o kuru çölde bırakması ve ihtiyar yaşında oğlu İsmail'i Allah yolunda kurban etmeye gitmesi gibi zor imtihanlardır.

Bütün bu imtihanlar, Hazret'in nübüvvet makamına ulaşmasından sonra gerçekleşmiştir. Demek ki, Hazret nübüvvet makamına ulaştıktan sonra bu gibi zor imtihanlardan geçmek suretiyle imamet makamına liyakat kazanmıştır. İşte bu ayet, imamet makamının önemini ve imamet makamına ulaşacak kimselerde hatta nübüvvet makamında aranan şartlardan daha ağır şartlarının arandığını göstermeye yeterlidir.

Zaten bizim de iddiamız imamet makamının aynen nübüvvet makamı gibi ağır bir ilahi makam olduğu ve o makama gelenlerde nübüvvet makamına gelen kimselerde aranan şartların arandığıdır. İşte bu ayet hem başlangıcı hem de sonu itibariyle bunu tam anlamıyla ortaya koymaktadır.

2- Bazı Peygamberlerin Allah Tarafından İmamet Makamına Getirildiğini Açıklayan Ayetler

Kur'an-ı Kerimde bazen de imamet makamından hilafet makamı olarak söz edilmiş ve bu makama gelen kimseyi de Allah Teala'nın kendisinin tayin ettiği belirtilmiştir. Hz. Davud'un imamet makamına getirilişi bunun bir örneğidir.

Kur'an-ı Kerim'de Hz. Davud (a.s)'dan şöyle söz edilmektedir: "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. Öyleyse, sen insanlar arasında hak ve adalet ile hükmet...." (27)

Görüldüğü üzere, bu ayet-i kerimede masum olup, nübüvvet makamına ulaşmış olan Hz. Davud'u bizzat Allah Teala'nın kendisi imamet ve hilafet makamına tayin ettiğinden bahsedilmektedir. O halde bu ayet de bizim, imamın masum olması ve Allah tarafından tayin edilmesi gerektiğine dair olan inancımızı doğrulamaktadır.

Keza, Hz. Talut'un imamet makamına bizzat Allah Teala tarafından tayin edildiğini açıklayan ayetler, imamet makamının ilahi bir makam olduğunu ve o makama getirilecek kişide ilahi ilim sahibi olmak gibi özel şartlar arandığını açıkça gözler önüne sermektedir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Peygamberleri onlara: "Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar olarak gön­derdi" dedi.

Onlar: "Nasıl o bize hükümdar olabilir? Oysa biz iktidara daha lâyığız, o zengin de değildir" dediler.

Peygamberleri: "Doğrusu Allah onu sizin içinizden seçkin kıldı. Ona fazla ilim verip, vücutça güçlü kıldı" dedi. Allah, hükümdarlığı dilediğine verir. Allah, imkanları bol olan ve sonsuz ilim sahibidir." (28)

Görüldüğü üzere, bu ayet-i kerimede Hz. Talut'un bizzat Allah Teala tarafından imamet makamına seçildiği ve bunun sırrının da, o Hazret dışındakilerin imamet makamına gelecek kişilerde aranan şartlardan yoksun olmaları olduğu kaydedilmiştir.

Ayrıca, bu ayetten önceki ayette açıklanan; o zamanın İsrailoğulları'nın kendilerine imam tayin edilmesi için peygamberlerine müracaat etmeleri, imamet makamına ancak ilahi tayin ile gelinebileceğinin ayrı bir kanıtıdır.

Çünkü, imamet makamına halkın kendi seçimi veya ümmetin ileri gelenlerinin kararı ile gelmek caiz olsaydı, onlar bu hususta peygamberlerine müracaat etmez ve kendi kendilerine bir önder tayin ederlerdi. Özellikle de, onların Hz. Talut'un imamete seçilmesine karşı çıkıp kendilerini bu makama daha evla görmeleri, bu doğrultuda hareket etmeye daha yatkın olduklarını göstermektedir. Dolayısıyla eğer, bir ilahi zorunluluk olmasaydı, onlar peygamberlerine müracaat ederek, ayette görüldüğü üzere, başlarını ağrıtacak kararla karşılaşmayı hiç istemezlerdi.

3- Her Ümmetin Bir De Hidayetçisi Olduğunu Belirten Ayet

Allah Teala'nın "Sen ancak bir uyarıcısın. Her milletin bir yol göstereni vardır" (29) ayeti imamet makamının ilahi bir makam olduğu hakikatini açıkça ortaya koymaktadır.

Bu ayet-i kerime peygamberlik makamı ile imamet makamının ayrı şeyler olduğunu açıkça belirttiği gibi, hiçbir toplumun ilahi hüccet olan imamdan yoksun olamayacağı hususunu da gözler önüne sermiştir.

Nitekim hem Ehl-i Sünnet, hem de Ehl-i Beyt kaynaklarında Hz. Resulullah (s.a.a)'dan nakledilen hadislerde bu ayet-i kerimede geçen hidayetçiden maksadın Hz. Ali (a.s) olduğu mütevatir olarak nakledilmiştir. Bu durumda işbu ilahi naslara karşı ayrı bir düşüncenin ortaya konmasının doğru olmadığı açıkça ortadadır.

Hadislere gelince, onların da, özellikle de Ehl-i Beyt kanalından gelen hadislerin bu ayetleri doğrular nitelikte olduklarını ve imamet konusunda farklı bir tablo çizmediklerini görmekteyiz.

Herhalde hem Ehl-i Beyt, hem de Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarında bulunan, Hz. Resulullah'ın "Kim zamanının imamını tanımadan ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüştür" hadisinde geçen imamdan maksat, sıradan bir hükümdar değildir. Çünkü sıradan bir hükümdarı tanımamak kimseyi imandan çıkarmaz. Oysa Hazret, imamı tanımamanın insanı imandan çıkarabileceğini buyurmaktadır.

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Yeryüzü imamsız kalamaz. Eğer mü'minler bir şey artırırlarsa, o, onları geri çevirir ve eğer, onlar bir şeyi eksik bırakırlarsa, o, onu tamamlar." (30)

Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) da şöyle buyuruyor: "Andolsun Allah'a ki, Allah Teala Adem'in ruhunu kabzettiği zamandan itibaren, yeryüzünü Allah'a hidayet vesilesi olan bir imamdan yoksun bırakmamıştır. Allah'ın kullarına hücceti de odur. Yeryüzü, Allah'ın kullarına hücceti olan imamdan yoksun kalamaz." (31)

Genel anlamda imameti zorunlu kılan delilleri burada noktalayıp, bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenleri, konu hakkında yazılmış geniş kitaplara havale ederken, özel anlamdaki imamet konusuna, yani Hz. Resulullah'tan sonraki dönemdeki imamet konusuna kısaca bir göz atalım.

Bu konuda biz Ehl-i Beyt dostları, Hz. Resulullah (s.a.a)'in vefatından sonraki dönemde de imamet konusunun ihmal edilmediği ve Allah'ın emriyle Hz. Ali ve on bir evladının imamet makamına tayin edildiğine inanıyoruz. Bunun, hem Kur'an ayetleri, hem de Hz. Resulullah'ın sünnetinde belirgin bir şekilde İslam ümmetine açıklanmış olduğuna da inanıyoruz. Ancak belirttiğimiz üzere maksadımız ihtisar olduğu için bu konuyu da özet olarak geçeceğiz.

HZ. ALİ VE ON BİR EVLADININ İMAMETİNİ İSPATLAYAN DELİLLER

Hiçbir zaman ve mekanda hiçbir toplum önderi olmadan yaşamını sürdüremez.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Halk için, iyi veya kötü bir önder gereklidir. Yırtıcı aslan zalim padişahtan iyidir. Zalim padişah da, sürekli kargaşa ve fitneden iyidir."(32)

Bir topluma hükümet eden kimse, o toplumun bekasını ve saadete ermesini gönülden isterse, onu korumak için çaba göstermeye mecburdur. Sahip olduğu kudret, sorumluluk ve bilgi dahilinde, toplumun kaderini daima ideal bir saadet alanına yaklaştırmak için toplumun şimdiki zamanını ve geleceğini düşünmeli, bunu temin için, bir metot ve planı olmalıdır. Bu esas ve zaruret gereğince, hükümet sahipleri kısa bir yolculuğa çıktıklarında bile, birini kendi yerine vekil tayin ederler. Bu mesele bütün rehberiyet alanlarında geçerlidir. Hatta bir aile reisi kısa bir yolculuğa çıktığında bile, çocuklarından yetenekli olanını kendi yerine seçer ve kendinin yokluğunda aile fertlerinden onun sözüne uymalarını ister. Bu mesele o kadar açıktır ki, bu hususta delil getirmek akıl sahiplerince boş ve gereksiz işle iştigal telakki edilir.

Şimdi bu açık ilkeyi dikkati nazara alarak, İslam ümmetinin önderlik konusuna gelelim. Hz. Resulullah (s.a.a)'in önderler arasında toplumuna karşı her önderden daha şefkatli, daha hayır sever ve daha akıbetendiş olduğunda hiçbir kimsenin bir kuşkusu olamaz.

Allah Teala İslam'ın aziz Peygamberi'nin bu özelliğine işaretle şöyle buyuruyor: "Andolsun! Sizden olan öyle bir elçi size gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir, üzerinize düşkün, mü'minler için şefkat ve rahmetle doludur." (33)

Durum böyle olunca, ümmeti üzerinde bu kadar hassas olan bir peygamberin, ümmeti için hayati bir mesele olan hilafet konusunu beyan etmemiş olmasını akıl kabul etmemektedir.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) İslam'ın evrensel olduğunu, onun ebediyete kadar korunması gerektiğini ve öndersiz bir saat bile ayakta duramayacağını herkesten daha iyi biliyordu. Dolayısıyla o şefkatli ve akıbet düşünür Peygamber'in, İslam'ın geleceğini (halife tayin etmemekle) ihmal etmesi nasıl tasavvur olunabilir? Oysa o Hazret, İslam nurunun yansıdığı her grubu idare etmek için, her ne kadar küçük olsaydı dahi, bir önder seçmeyi ihmal etmezdi. Hatta Medine'den çıkıp kısa bir yolculuğa gittiğinde, Medine öndersiz kalmasın diye, mutlaka kendi yerine birini tayin ederdi. Bu durumda, böyle bir ilahi önderin ümmetini ebedi olarak terk edip gideceği, Cenab-ı Hak tarafından kendisine bildirildiği halde, ümmetini kendi başına terk edip gider miydi? Acaba Hz. Resulullah, ümmetine bir aile reisinin aile fertlerine karşı hissettiği sorumluluğu hissetmiyordu mu? Böyle bir şey söylemek Kur'an-ı Kerim ve Hazret'in yaşantı tarzıyla çelişkiye düşmek değil midir? O halde Hazret'in ümmetini en hayati konuda ihmal etmesi imkansızdır.

Zaten biz Ehl-i Beyt dostlarının da sözü bundan başka bir şey değildir. Biz, Hz. Resulullah'ın İslam ümmetinin önderliği konusuna ilgisiz kalmadığına ve çeşitli münasebetlerle onu belirlediğine inanıyoruz. Biz, hem Kur'an-ı Kerim, hem de Hz. Resulullah'ın sünnetinde İslam ümmetinin önderliğinin açıklanmış olduğuna inanıyoruz.

Gerçi, Kur'an-ı Kerim'de on iki imamın isimleri anılarak imam oldukları açıkça belirtilmemiştir. Ama Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinin, Peygamber-i Ekrem'in hadisleriyle imamet makamıyla ilgili olduğu açıklanmıştır. Bu konu, ister Ehl-i Beyt, ister Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarından nakledilen hadislerle kesin olarak sabittir.

Ayrıca imamet meselesi, Hz. Resulullah'ın hadislerinde net bir şekilde ortaya konulmuştur. Taassuptan uzak, her insaflı araştırmacı bunları inkar edemez.

Ancak bizim, bütün bu ayet ve hadislere burada yer vermemiz mümkün değildir. Bununla birlikte, özet halinde bu ayet ve hadislerin bazısına işaret edeceğiz.

Fakat, Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz tarafından; "bunlar sizin kendi yorumunuz ve kendi kaynaklarınızda bulunan hadislerdir, bizim tarafımızdan kabul edilemezler" denilmesin diye, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kendi tefsir ve hadis kitaplarını kaynak alacağız.

 Elbette bizim inancımız, Hz. Resulullah (s.a.a)'tan sonra Allah'ın hüccetinin, Hz. Ali ve ondan sonra da, onun on bir evladı olduğudur. Dolayısıyla işaret edeceğimiz delillerin bazısı Hz. Ali (a.s)'ın imametini ispatlayıcı nitelikte olup, bazısı da on iki imamın tamamının imametini ispatlar niteliktedir. Şimdi bu delillerin bazısına kısaca bir göz atalım.

BİRİNCİ DELİL

İnzar Ayeti

İnzar ayeti nazil olduğunda tahakkuk bulan olay, Hz. Ali (a.s)'ın imametini açıkça ispat etmektedir.

Olay kısaca şundan ibarettir: Hz. Resulullah (s.a.a)'a "En yakın aşiretini uyar" (34) ayeti nazil olmuş ve Allah Teala Hz. Resulullah'ı kendi akrabalarını uyarmakla görevlendirmiştir. Bunun üzerine, Hz. Resulullah, Hz. Ali (a.s)'ı yemek hazırlayarak, yakın akrabalarını yemeğe davet etmekle görevlendirmiştir. O gün Hazret'in daveti üzerine, aralarında Ebu Talip, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb'in de bulunduğu yaklaşık kırk kişi Hz. Ebu Talib'in evinde toplanmıştır.

Hz. Resulullah (s.a.a), yemek yendikten sonra, kendisinin Allah tarafından peygamberlikle görevlendirildiğini onlara şöyle açıklamıştır: "Ey Abdülmuttalip oğulları! Andolsun Allah'a ki; ben Arap gençleri arasında kendi kabilesine benim getirdiğim şeyden daha hayırlı bir şey getiren bir genci tanımıyorum. Ben sizin için dünya ve ahiret hayrını getirmişim. Allah beni, sizleri O'na davet etmekle görevlendirmiştir. Sizlerden kim benim bu görevimde bana yardım etmeye hazırdır ki, benim kardeşim, vasim ve sizin aranızda halifem olsun?"(35)

"Orada hazır bulunanların hiçbirinden bir ses çıkmaz ve yalnızca Hz. Ali (a.s) kalkıp "Ey Allah'ın Peygamberi! Sana yardım etmeye ben hazırım"der.

Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'ye: "Ey Ali! Sen otur" der ve bu sahne üç defa tekrarlanır. Her üçünde de o Hazret'e icabet eden yalnızca Hz. İmam Ali (a.s) olur.

Bunun üzerine, Hz. Resulullah (s.a.a) mübarek elini Hz. Ali (a.s)'ın omuzuna koyarak: "Bu benim kardeşim, vasim ve sizin aranızdaki halifemdir, onu dinleyin ve ona itaat edin" (36) buyurur.

Bunun üzerine, orada bulunanlar gülerek kalkıp Ebu Talib'e: "Sana kendi çocuğunu dinleyip, onun emrine uymanı farz kıldı!"diyerek dağılıp giderler." (37)

Bu hadisi şerif, Hz. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s)'ın Hz. Resulullah'tan sonra onun bilafasl halifesi, vasisi ve Allah'ın hücceti olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu hadisi ayrı manalara yorumlamak açıkça bir inatçılıktan başka bir şey değildir.

Bu hadis, biz Ehl-i Beyt dostlarına ait kaynaklarda mütevatir olarak nakledilmiştir. Dolayısıyla bizim onun sıhhatinde hiçbir kuşkumuz yoktur.

Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz için de, şu kadarını belirtelim ki; bu hadisi, bir çok büyük Ehl-i Sünnet alim ve hadis yazarları kendi kitaplarında benzeri tabirlerle nakletmişlerdir. Bunlara örnek olarak, Ahmet bin Hanbel'i, İbn-i İshak'ı, İbn-i Cerir-i Taberi'yi, İbn-i Ebu Hatem'i, İbn-i Mürdeveyh'i, Ebu Naim'i, Beyhaki'yi, Salebi'yi, İbn-i Esir'i, İbn-i Kesir'i, Ebu-l Feda'yı, Ebu Cafer İskafi'yi, Tahavi'yi, Ziya Mukaddesi'yi, Said bin Mensur'u, Nesai'yi, Hakim'i, Zehebi'yi ve İbn-i Ebu-l Hadid'i zikredebiliriz.

Şimdi, aziz okurların araştırmalarına kolaylık olması için, Ehl-i Sünnet ulemasının mezkur hadise değindikleri eserlerinden bazılarını örnek olarak zikredelim.

Salebi ve Taberi  "El-Kebir" adlı tefsirlerinde. Yine, İbn-i Kesir kendi tefsirinin Şuarâ Sûresi'nin tefsirinde, Taberi "Tarih-ül Ümem ve Müluk" adlı tarih kitabının 217. sayfasında, İbn-i Esir "El-Kamil" adlı tarih kitabının 2. cildinin 22. sayfasında, Ebu-l Feda kendi tarihinin 1. cüz'ünün 116. sayfasında, İbn-i Ebu-l Hadid "Şerh-i Nehc-ül Belağa" adlı kitabının 3. cildinin 257. sayfasından 281. sayfasına kadar olan bölümünde, Halebi "Es-Siret-ül Halebiyye" adlı kitabının 1. cüz'ünün 381. sayfasında, Ahmet bin Hanbel "El-Müsned" adlı kitabının 1. cüz'ünün 111, 159 ve 331. sayfasında, (38) Nesai "Hasais-ül Aleviyye" adlı kitabının 6. sayfasında, Hakim "Müstedrek-üs Sahiheyn" adlı kitabının 3. cüz'ünün 123. sayfasında ve bilahare "Kenz-ül Ümmal" kitabının 392, 396, 397, 408. sayfalarında, Ahmet bin Hanbel'in Müsned'inin haşiyesinde basılmış olan "Müntehab-ül Kenz-ül Ümmal" kitabının 5. cildinin 41. sayfasından 43. sayfasına kadar olan bölümlerinde bu hadisin çeşitli tariklerden nakledilmiş olduğunu ve bir çok alimin onun sahih hadis olduğunu açıkça belirtmiş olduğunu görebilirsiniz.

Ancak şu var ki, bazıları; kendi ön varsayımlarına uymayan bu gibi hadislerle karşılaştıklarında, bu hadisler sahih hadisler değildir şeklinde iddiada bulunuyor ve o hadisin Buhari ve Müslim tarafından nakledilmemesini de buna bir kanıt olarak gösteriyorlar.

Biz bu gibi insanlara şu kadarını arz ediyoruz ki, ilk önce bu kadar fazla kanaldan gelen bir hadisin uydurulmuş olmasını akıl mümkün görmüyor ve faraza bazı kanallarının senedinin sahih olduğu ispatlanamasa bile, hadis ilimlerine vakıf olanların malumudur ki, fazla kanallardan gelen bir hadisin senedi üzerinde fazla durulmaz.

Zira, onun fazla kanaldan ulaşması, onun doğruluğunu zaten kanıtlamaktadır. Oysa ki, bu hadisin sahih bir hadis olduğu, bizzat Ehl-i Sünnet'in bir çok büyük alimi tarafından da tasdik edilmiştir. Buna örnek olarak, "Kenz-ül Ümmal" kitabının 6. cildinin 396. sayfasında nakledilen 6045 numaralı hadisine bakınız. Orada bu hadisin İbn-i Cerir tarafından doğrulandığını görebilirsiniz.

Yine İbn-i Hadid'in yazdığı "Şerh-i Nehc-ül Belağa" kitabının 3. cildinin 263. sayfasına bakınız. Orada Ebu Cafer İskafi'nin "Nakz-ül Osmaniye" adlı kitabında bu hadisin sahih olduğunda hiçbir şüphenin olmadığını yazdığını bulabilirsiniz.

Bütün bunlara ilaveten, ben aziz okurlara bu hadisin sahih senetle bize ulaştığını kanıtlamak için, örnek olarak Ahmet bin Hanbel'in naklinde vaki olan senet silsilesini zikrediyorum.

Ahmet bin Hanbel, bu hadisi, Esved bin Amir'den, o da Şerik'ten, o da A'meş'ten, o da Minhal'dan, o da İbad bin Abdullah el Esedi'den, o da merfu olarak Hz. Ali (a.s) den nakletmiştir. Bu senet zincirinde vaki olan zatların hepsi hem Buhari'nin, hem de Müslim'in kendi kitaplarında itimat edip hadis naklettikleri zatlardır. Bunların sigâ insanlar olduğunda hiçbir Ehl-i Sünnet alimi şüphe etmemiştir. O halde bu hadisin sahih hadis olduğundan şüphe edilemez.

Buhari ve Müslim'in bu hadisi kendi kitaplarında nakletmemelerine gelince, onların bu ve benzeri hadisleri nakletmemelerinin mezhebi taassuplarından kaynaklandığı malumdur. Özellikle de Buhari'nin elinden geldiği kadar Ehl-i Beyt mezhebini ispatlayan hadisleri, nakletmekten sakındığı herkesçe bilinmektedir. Onların bu tavırlarını Hafız bin Hacer "Feth-ül Bari" adlı kitabında beyan etmiştir. O halde onların bu konuya ait bir hadisi nakletmemeleri o hadisin zayıf oluşuna bir delil olamaz.

Burada bazıları da şu şekilde bir itirazda bulunuyorlar: "Faraza, bu hadis sahih bir hadis olsun, fakat siz imamet konusunda bu hadise istinat edemezsiniz.

Zira imamet konusu size göre usul-i dindendir. Usul-i dine ait olan konularda da ancak Kur'an-ı Kerim ve mütevatir olan bir hadis delil olabilir. Oysa ki bu hadis sahih bile olsa, ahad türünden bir hadistir. Böyle bir hadisin de usul-i dine ait konularda delil teşkil edemeyeceği malumdur.

Sonra bu hadisin anlamı sizin iddia ettiğiniz ümmetin genel imameti değil, aksine bu hadisten ancak şu anlaşılıyor ki, Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'yi yalnızca kendi Ehl-i Beyti (a.s) içerisinde kendine halife ve vasi kılmıştır, bütün ümmete değil.

Zira Ahmet bin Hanbel'in rivayetinde de olduğu üzere, bu hadisin bazı nakillerinde hilafet konusu mutlak değildir ve "Siz Ehl-i Beyt'im arasındaki halifemdir" tabiri geçmektedir. O halde bu hadisten Hz. Ali'nin yalnızca Ehl-i Beyt (a.s) içerisinde Peygamber'in halifesi olduğu ortaya çıkıyor, bütün ümmet içerisinde değil. Oysa sizin iddianız, Hz. Ali (a.s)'ın bütün ümmet içerisinde halife olduğudur. O halde bu hadis sizin için bir delil olamaz.

Bundan öte, bu hadis doğru olsa bile, sonradan Hz. Resulullah (s.a.a)'in onun mefadından iraz ettiği ve onu feshettiği anlaşılmaktadır.

Zira, bu hadis olduğu halde, ashap diğer halifelere biat etmişlerdir. Eğer bu hadis feshedilmiş olmasaydı, ashap diğer halifelere biat etmezlerdi."

Bunlara da cevabımız şudur ki; evet bize göre, imamet konusu usul-i dindendir ve bu konuda delil olarak yalnızca Kur'an-ı Kerim ve mütevatir hadislere istinat ediyoruz. Bizim bu hadis ve benzeri hadislere istinat etmemiz de onların kendi kaynaklarımızda mütevatir olarak nakledildiği içindir.

Ama Ehl-i Sünnet'e gelince, onlara göre hilafet ve imamet konusu usul-i dinden olmadığından, ister mütevatir olsun, ister olmasın, onlar için sahih olan her hadis bu konuda delil teşkil eder.

Zaten bizim burada delil olarak onların kendi kaynaklarında sahih senetle gelen bu hadise istinat etmemiz, onların kendilerince muteber olan bir delil ile onlara delil getirmek maksadını gütmektedir.

Hz. İmam Ali (a.s)'ın yalnızca Hz. Resulullah (s.a.a)'in kendi Ehl-i Beyt'i içerisindeki özel halifesi olduğu iddiasına gelince, bu, İslam ümmetinin icmasına aykırıdır.

Zira Hz. Ali'nin Hz. Resulullah'ın Ehl-i Beyt'i içerisinde halifesi olduğuna kail olan her şahıs, onun bütün ümmete de halife olduğunu kabul etmektedir, kim de Hz. Ali (a.s)'ın özel hilafetini reddediyorsa, genel hilafetini de reddetmektedir. Bu ikisini birbirinden ayıran yoktur.

Bundan başka, bizim kendi kaynaklarımızdaki naklinde bu hadisin tabirinin genel olmasıyla birlikte, yukarıda da görüldüğü üzere, Ehl-i Sünnet tarikinden gelen nakillerin bazısındaki tabir de geneldir.

Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu hadisin mefadından iraz ettiği ve onu feshettiği iddiasına gelince, bu iddianın gerçeği yansıtmadığı açıktır.

Zira bu iddiayı kanıtlayacak hiçbir delil bulunmamaktadır. Aksine, ileride göreceğimiz üzere, bir çok Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resulullah (s.a.a)'dan bize ulaşan mütevatir naslar, bu hadisin mefadına uygun olarak, Hz. Ali'nin imamet ve hilafetini ispatlamaktadır. O halde Hz. Resulullah (s.a.a)'in onun mefadından iraz ettiği iddia edilemez.

Ashabın diğer halifelere biatine gelince, bu kadar nasların bulunduğu bir durumda, onların nassa aykırı olan amelleri bir hüccet teşkil edemez.

Bundan gayri, halifelere biat olayının başında gelen ashabın kendi itirafları gereğince, biat olayı, kendi tabirleriyle felteten (düşünülmeden aceleyle yapılan) (39) olarak vaki olan bir olaydır, dolayısıyla ona itibar etmek mümkün değildir.

 

 

(26)- Bakara: 124

(27)- Sâd: 26

(28)- Bakara: 247

(29)- Ra'd: 7

(30)- Kafi c.1 s. 178

(31)- Kafi c. s. 179

(32)- Bihar-ül Envar c.75 s.358

(33)- Tevbe: 128

(34)- Şuarâ: 214

(35)- El-Müracaat: s. 123

(36)- Taberi Tefsiri c.19 s. 68, Dürr-ül Mensur c.5 s.97, El-Mizan c.15 s.335

(37)- El-Müracaat: s. 124

(38)- Bkz. Müsned-i Ahmet bin Hanbel 841 ve 1300 numaralı hadis

(39)- Bkz. Sahih-i Buhari 6328 numaralı hadis ve Müsned-i Ahmet bin Hanbel 268 numaralı hadis.

next page

back page