next page

back page

MEADI GEREKTİREN DELİLLER

1- Allah'ın Adaleti Meadı Gerektirir

Kitabımızın Adalet bölümünde, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesinin, her akıl ve irade sahibi failin adalet gereğince hareket edip, zulmetmekten sakınmasını iktiza ettiğini belirtmiştik. Çünkü, akıl açısından adalet gereğince hareket etmek hasen (güzel), zulmetmek ise, kabihtir. Akıl, her akıl ve irade sahibinin hasen olanı yapması ve kabihten de çekinmesi gerektiğini emrediyor. Allah Teala da; akıl, hikmet ve irade sahibi bir fail olduğundan, Allah Teala'nın fiilleri de aynı hükme tabidir. Yani, insan aklı, bu ilke gereğince, Allah Teala'nın fiillerinde adil olup, asla zulüm yapmadığına ve yapmayacağına hükmeder.

"Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesini kabul etmeyen Eş'arî grubu da Allah'ın, adalet gereğince hareket edip, asla zulmetmediğini ve zulmetmeyeceğini kabul ederler. Ancak onların bu konudaki dayanakları, ilahi vahyin bu doğrultuda olmasıdır. Yani, onlar da Allah'ın adil olduğunu ve asla zulmetmeyeceğini kabul ediyorlar. Fakat, onların buna delilleri, aklın hükmü değil, şeriatın hükmünün, adalete uymanın ve zulümden kaçınmanın gerekliliği doğrultusunda olmasıdır.

Kısacası, bütün Müslümanlar ve hatta bütün insanlık alemi, Allah Teala'nın adil olduğunda ittifak etmişlerdir.

Öte yandan, adalet sıfatına sahip olan Hak Teala'nın, yaratıklarından akıl ve hür irade sahibi olan biz insanları ve cinleri mükellef kıldığı ve bir takım yükümlülüklerden sorumlu tuttuğunu görmekteyiz.

Bu arada biz yükümlü yaratıkların içerisinde, Allah Teala'nın mükellef kıldığı vazifelere itaat edenler olduğu gibi, yükümlülüklerini yerine getirmeyip isyan edenlerin de olduğunu görmekteyiz.

Yine; hür irade sahibi olmanın bize sağladığı imkan sayesinde, bizlerin içerisinde, diğerlerinin hak ve hukukuna riayet edenlerin bulunduğu gibi, başkalarının hak ve hukukuna riayet etmeyerek, onların can, mal ve şahsiyetlerine tecavüz edenler de bulunmaktadır.

Sonra; yine insan aklı, her itaat edenin itaat edilen üzerinde mükafat ve ücret hakkını kazandığına hükmetmekle birlikte, yaratıkların can, mal ve irade de dahil olmak üzere, her şeylerinin yaratana ait olduğundan dolayı, yaratanın kendisine itaat edenleri mükafatlandırmasının, onun bir ihsan ve tefezzülü olduğuna ve yaratıkların itaatlerinden dolayı yaratana karşı hiçbir hak sahibi olmadıklarına da hükmediyor.

Çünkü yaratıkların her şeylerinin yaratan tarafından kaynaklandığına göre, yaratıkların itaatleri de, Rablerinin onlara inayet ettiği bir nimet ve ihsanı olur. Hiçbir kimse, efendisinin kendisine verdiği ihsan ve nimetten dolayı ona karşı bir hak sahibi olamaz. Aksine, efendisinin onun üzerinde teşekkür hakkı doğar. Fakat Cenab-ı Hak, itaatkar kullarını mükafatlandıracağını va'detmiştir. Dolayısıyla bu mükafatlandırma, Allah Teala'nın, yaratılış nimet ve ihsanından sonra, kullarına inayet edeceği ikinci bir nimet ve ihsanıdır.

İsyankar kullara gelince; elbette ki onlar, Rablerinin onlara inayet ettiği nimeti kötüye kullandıklarından dolayı cezalandırılmayı hak ediyorlar. Ancak akıl, onları cezalandırma veya affetme hakkının, Allah Teala'ya ait olduğuna hükmediyor. Gerçi Allah Teala'dan beklenen, isyankar kulları affedip bağışlamaktır. Bu O'nun yüce şanına daha layıktır.

Bireylerin birbirlerine karşı ihlal ettikleri hak ve hukuklara veya zayi edilen toplumsal hak ve hukuklara gelince; akıl, zayi edilen bu tür hak ve hukukların istifa edilme (alınma) veya affedilme hakkının hak ve hukuk sahibi olan birey ve topluma ait olduğuna hükmediyor.

Bu durumda, eğer yükümlü yaratıkların tamamı Allah'a karşı aynı düzeyde itaatkar, ya da isyankar olsalardı, akıl; itaatkar kulların itaatleriyle Hak Teala üzerinde bir hak kazanmadıklarından dolayı, onların tamamının mükafatlandırılmamasının adalet ilkesiyle çelişmediğine ve keza isyankarların tamamının affedilmesinin de bir sakıncası olmadığına hükmediyor.

Ancak ne var ki, yükümlü kulların tamamı, aynı derecede itaatkar olmadığı gibi, tamamı; aynı derecede isyankar da değildir. İçlerinde, çeşitli düzeylerde itaatkarların bulunduğu gibi, çeşitli düzeylerde isyankarlar da vardır.

Durum böyle olunca; akıl, yaratılış düzeninden mükafatlandırma ve cezalandırma sisteminin tamamıyla kaldırılıp, isyankarlarla itaatkarların aynı kategoride değerlendirmeye tabi tutulmasının, adalet ilkesiyle bağdaşmadığına hükmediyor.

Çünkü akıl, itaatkarla isyankara ve iyilik yapanla kötülük yapana eşit muamele yapılmasının çirkin bir hareket olduğuna açıkça hükmediyor. Ancak aklın açık hükmü veya bizzat Allah Teala'nın kendi bildirmesi gereğince; Hak Teala, çirkin işler yapmaktan münezzehtir. O halde Allah Teala'nın, itaatkar olup iyilik yapanları mükafatlandırmaması veya isyankar olup kötülük yapanları cezalandırmaması ve her iki grubu da aynı muameleye tabi tutması muhaldir.

Öte yandan; dünya hayatında itaatkarların tam anlamıyla mükafatlarına ve isyankarların da tam anlamıyla cezalarına ulaşmadıklarını görüyoruz.

Dünya hayatında öyle zalimler vardır ki, işledikleri cinayetlerin ve isyanların karşısında en küçük bir ceza almadan ve öyle iyilik ve ihsan ehli de vardır ki, yaptıkları iyiliklerin karşısında en küçük bir mükafat almadan göçüp gidiyorlar.

Bu durumda eğer, her iyilik ehlinin iyiliğinin mükafatına, her kötülük ehlinin de kötülüğünün cezasına ulaşacağı bir hesap günü ve adalet mahkemesi olmazsa, bundan iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit olması lazım gelir. Böyle bir eşitlik de Allah'ın adil olma sıfatıyla çelişmekte olup, bu düzeni Kur'an Hak Teala'nın çirkin iş yapmasını gerektirir. Allah Teala da çirkin işlerden münezzeh olduğuna göre akıl, mutlaka Allah Teala'nın her şahsın kendi hakkına ulaşacağı bir hesap günü yaratıp, adalet mahkemesini kuracağına hükmediyor. İşte adalet mahkemesinin kurulacağı o hesap günü meaddır.

Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Hak Teala'nın da bu metotla meadın kesin olarak vaki olacağını ispatladığını görmekteyiz.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hiç Müslümanlar'ı suçlu günahkar olanlar gibi kılar mıyız? Ne oluyor size? Nasıl yargılıyorsunuz?" (79)

 Yine şöyle buyuruyor: "Yoksa kötülüklere dalanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Onların hayatları ve ölümleri eşit mi olacak? Ne de kötü hüküm veriyorlar! Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı ki, her nefis kazandığının karşılığını görsün. Ve onlara zulmedilmez." (80)

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkar edenlerin sanısıdır. Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline! Biz hiç, inanıp salih amellerde bulunanlarla, yeryüzünde, bozgunculuk yapanları bir tutar mıyız? Hiç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarla yoldan çıkanları bir tutar mıyız?" (81)

Görüldüğü üzere; Cenab-ı Hak, bu ayetlerde iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit muamele görmesinin aklen çirkin olduğu ilkesine dayanarak, meadın kesin olarak vaki olacağını ispatlamış ve insanların kendi akıl ve vicdanlarına müracaat ettikleri taktirde, sağduyu sahibi her insanın aynı sonuca varacağını gözler önüne sermiştir.

2- Evrendeki Genel Hareket Meadı Zorunlu Kılıyor

Şüphe yok ki; evren, içinde bulundurduğu bütün varlıklarıyla birlikte, birbiriyle uyum içinde olan, tek bir şahsiyeti oluşturmaktadır.

Öte yandan; tek bir şahsiyeti oluşturan bu evrenin devamlı olarak hareket halinde olduğunu görmekteyiz. Devamlı olarak hem tek şahsiyet olarak evrenin tamamı, hem de içinde bulundurduğu her bir varlık güç halinden fiiliyat ve kemal haline doğru hareket ediyor.

Demek ki, hiçbir hareket hedefsiz değildir. Yani, hedefsiz hareketin olması imkansızdır. Çünkü mutlaka her hareket, bir fiiliyata yöneliktir. Bu hüküm, hareket türünün değişmesiyle değişmez. Yani, ister hareket türü, bir elmanın renginin yeşillikten kırmızılaşmaya doğru olan hareketi gibi, nitelikte olan bir hareket olsun, ister yine bir elmanın hacminin küçüklükten büyüklüğe doğru olan hareketi gibi, nicelikte olan bir hareket olsun, ister bir kişinin evinden işine gitmesi gibi veya ağır bir cismin yukarıdan yerin merkezine doğru olan hareketi gibi, intikali bir hareket olsun ve ister maddi bir varlığın mücerret varlık olmaya doğru olan hareketi gibi, tözde olan bir hareket olsun bütün hareketler illa de bir hedefe ve fiiliyata yöneliktir. Hiçbir hareket hedefsiz olamaz.

 Bu durumda eğer, ilk hedefin (fiiliyatın) kendisi, ikinci bir hedefe (fiiliyata) ulaşmak için bir basamak mesabesinde (niteliğinde) olursa, ilk hedefin (fiiliyatın) son maksat olmadığı ve onun sadece bir geçiş menzili olduğu anlaşılır. Zira son maksat, hareketin ona ulaştığında sebata dönüştüğü hedefe denir.

Bundan, bir bütün olarak hareket halinde olan evrenin tamamının da ulaşmak istediği, hareketinin son bulacağı bir son hedefinin (fiiliyatın) olduğu ortaya çıkıyor.

Zira; eğer, bir bütün olarak cihanın hareketinin sebata dönüşeceği bir son hedefi (fiiliyatı) olmaz ve her hedefe ulaştığında, onun kendisi, başka bir hedef için menzil niteliğinde olur ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bundan aslında bir bütün olarak cihanın hareketinin, ulaşmak istediği bir hedefi (fiiliyatı) olmadığı ortaya çıkar. Oysa, hiçbir hareketin hedefsiz olamayacağı açıktır.

Yani nasıl ki, her sebep ve failden önce bir sebep ve failin olması ve bunun bir ilk sebep ve faile varmadan sonsuz olarak devam etmesi, gerçekte fiilin bir fail ve sebebi olmadığını gerektirirse, hedef konusu da aynıdır. Eğer, her hedeften sonra başka bir hedef olur ve hareketin, vardığında sebata dönüşeceği bir son hedefi söz konusu olmaz ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bunun gereği aslında o hareketin hedeften yoksun olmasıdır. Oysa, hedefsiz hareketin olamayacağı ortadadır.

Zira sebep ve faili olmayan bir fiil ve hareket meydana gelemediği gibi, hedefi olmayan bir fiil ve hareket de meydana gelemez.

Başlangıç ile sonucun farkı sadece şudur ki, bir sebep ve fail tarafından icat edilen bir hareket ve fiilin herhangi bir engelle karşılaşarak son hedefine ulaşmaması mümkündür. Ama fail ve sebepsiz hiçbir fiil ve hareket meydana gelemez.

Ancak engelle karşılaşmak ihtimalî sadece evrenin içindeki cüz-i varlıklar için söz konusu olabilir, evrenin bütünü için değil. Zira, evrenin bütünü tek bir şahsiyeti oluşturduğuna göre, onu hedefine varmaktan engelleyecek başka bir şey farz edilemez. O halde, hareket halinde olan evren hiçbir engelle karşılaşmadan kendisine tayin edilen nihai hedefe vararak istikrar bulacaktır.

İşte evrenin istikrar bulacağı o hedefe, ahiret alemi ve mead denir. İşte bundan dolayıdır ki, Hak Teala'nın ahiret yurdunu istikrar yurdu veya gemilerin demir attığı liman olarak andığını görmekteyiz.

Allah Teala şöyle buyuruyor: " Şüphesiz bu dünya hayatı geçicidir, ama ahiret, doğrusu işte o, kalınacak yurttur." (82)

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Sana, şu kıyamet işinin ne zaman limana varacağını soruyorlar, de ki: "Onu, ancak Rabbim bilir, onun vaktini, O'ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve ye­rin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir." Sen sanki öğren­mişsin gibi, onu sana soruyorlar, de ki: "Onu bilmek, ancak Allah'a mahsustur, ama in­sanların çoğu bu gerçeği bilmezler." (83)

 Evet ahiret yurdu, hareket halinde olan bu evrenin hareketinin son bulacağı nihai maksat ve varlık gemisinin uzun bir yolculuktan sonra demir atıp duracağı son limandır. Her hareketin bir nihai hedefi olması zorunluluğu bunu gerektirmektedir. Demek ki, evrenin bir bütün olarak hareket halinde olması, hareketi son bulduracak meadın olmasını zorunlu kılmaktadır.

3- İlahi Hikmet Meadı Gerektirir

Kitabımızın Tevhid bölümünde bu cihanın, vacip bizatihi olup, bütün kemal sıfatlarına sahip olan, her şeyden müstağni ve sonsuz hikmet ve ilim sahibi bir yaratıcısının olduğunu ispatlamıştık. O halde bu cihan, vacip bizatihi olup bütün kemallere sahip olan Hak Teala'nın fiilidir.

Öte yandan akıl, hikmet sahibi olan her failin fiilinin bir hedefi olması gerektiğine ve hikmet sahibi olan varlığın hedefsiz ve boş yere iş yapmasının muhal olduğuna hükmediyor. Yani, hikmet sahibi olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olduğunu söylemek, onun hikmet sıfatıyla çelişmek olur. O halde, hikmet sıfatına sahip olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olması düşünülemez.

Ancak akıl, mutlak kemal olup hiçbir şeye muhtaç olmayan hikmet sahibi bir failin fiilinin hedefsiz ve boş yere olmasının muhal olduğuna hükmetmekle birlikte, onun herhangi bir hedefe ulaşmak gayesiyle iş yaptığını söylemenin de muhal olduğuna hükmediyor. Bu konuyu biraz açalım.

Eğer, bir işi yapmak isteyen hikmet sahibi bir failin kendisi mutlak olarak ihtiyaçsız olmaz ve herhangi bir yönden bir ihtiyacı söz konusu olursa, mutlaka o yaptığı işinde ihtiyacını gidermeyi ve arzulanan kemale ulaşmayı gaye edinir.

Fakat, mutlak olarak müstağni olup, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan hikmet sahibi bir varlık için böyle bir şeyi söylemek mümkün değildir.

Zira, mutlak kemal olan böyle bir varlık için herhangi bir ihtiyaç veya eksiklik olduğu düşünülemez ki, yaptığı işte o ihtiyacı gidermeyi veya o kemale ulaşmayı gaye edinmiş olsun. O halde mutlak kemal olan bir varlık, hiçbir zaman bir ihtiyacı gidermek veya bir kemale ulaşmak gayesiyle iş yapmaz.

Hatta böyle bir failin, başkasına yarar ulaştırma gayesiyle de iş yaptığını söylemek olmaz. Çünkü; bu taktirde, o failin başkasına hayır ulaştırma hususunda, iş yapmak zorunda olduğu ortaya çıkar ki, bu onun mutlak olarak müstağni oluşuyla çelişir. O halde, mutlak olarak müstağni olan bir fail, ister işin yararı kendine yönelik olsun, ister başkasına yönelik olsun bir faydaya ulaşmak gayesiyle iş görmez.

Ancak buna rağmen, onun fiilinin hedefsiz ve boş yere olduğunu söylemek de olmaz. Çünkü bu, onun hikmet sıfatıyla çelişkiye düşmek olur ve onun hikmet sıfatı böyle bir şeye meydan vermez.

Demek ki, mutlak olarak müstağni olan bir failin, kendi zatı dışında bir hedefi ve gayesi olduğu söylenemez.

Fakat, hikmet sahibi olan bir failin fiilinin hedefsiz olması da muhal olduğundan, mutlaka onun fiilinin de bir hedefi olmalıdır. Yani, gerçi mutlak olarak müstağni olan failin, fail olarak kendi zatı dışında bir gayesi olması imkansızdır. Ama mutlaka fiilinin, fiil olma açısından, o fiilin kendisinden üstün bir hedefi olmalıdır. Aksi taktirde, hedefsiz bir fiil olup hikmete aykırı olur. Hikmete aykırı bir fiilin de, hikmet sahibi bir failden meydana gelmesi muhaldir.

Kısacası, mutlak olarak müstağni olan bir failde, failin hedefi ile fiilin hedefi farklıdır. Mutlak kemal olan failin kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez. Çünkü onun için kendi zatı dışında kalan, kazanılabilecek bir kemalin varlığı söz konusu olamaz ki, doğrudan veya dolaylı olarak o kemali elde etmek, onun hedefi olabilsin. Ama onun fiili hikmet çeşmesinden kaynaklandığından dolayı, mutlaka o fiilin, kendisinden üstün olan bir hedefi olmalıdır.

Kur'an-ı Kerim de, bir fail olarak mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın hedefi ile fiillerinin hedefinin farklı olduğunu ortaya koymuştur.

 Kur'an-ı Kerim: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım" (84) buyurarak, Allah Teala'nın fiillerinin fiil olma açısından hedefsiz olmadığını belirtmiştir. Çünkü aksi taktirde o fiil, hikmete aykırı bir fiil olur. Allah Teala'nın hikmete aykırı bir fiili yapması ise imkansızdır.

Buna karşılık, fiilin hedefi olan bu hedefin Allah Teala'nın hedefi olmadığı ve mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın kendi zatı dışında bir hedefi olmadığı hususunu da: "Siz ve yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de müstağni ve bütün övgülere layık olandır" (85) ve: ".... Kim nankörlük ederse, bilsin ki, Allah alemlerden müstağnidir" (86) ayetleriyle açıklamıştır.

O halde, kulluk etmek yaratanın kendisi için olan hedefi değil, yaratıkların hedefidir. Eğer kulluk edilmezse, yaratık hedefine ulaşmaz, yaratan değil. Çünkü, mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan yaratanın kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez ve zatın kendisi, kendi hedefi olunca da, hiçbir zaman bu hedefin aksaması söz konusu olamaz.

Demek ki, mutlak kemal ve sonsuz hikmet sahibi bir failin fiili olan bu cihanın, fiil olarak kendinden üstün bir hedefi vardır ki, o hedefe ulaşmakla kemaline ermiş olacaktır.

Ayrıca, cihanın bu hedefe ulaşmaması da söz konusu olamaz. Çünkü, cihanın bu hedefine ulaşmaması için bir engelin olması gerekir. Bir bütün olan bu cihanı hedefine ulaşmaktan engelleyecek içsel bir engelin olması düşünülemez. Cihanın dışında kalan ise, sadece mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Hak Teala olduğundan, dışsal bir engelin olması da söz konusu olamaz.

Zira, Hak Teala'nın cihanı hedefinden engellemesi, O'nun mutlak kemal oluşu ve sonsuz hikmetiyle bağdaşamaz. O halde cihan, mutlaka kendi için tayin edilen hedefine ulaşacaktır.

Peki, cihanı kemale ulaştıracak bu hedef nedir? Açıktır ki, bu hedef, cihanın kendisinden üstün olmalıdır. Yani, dünya hayatının hedefi dünya hayatı olamaz. O halde dünya hayatında vaki olan hiçbir şey, dünya hayatının hedefi olamaz.

Dünya hayatının hedefi dünya hayatından üstün olmalıdır ki, dünya hayatı için kazanılacak bir kemal olabilsin. Bu ise, ahiret hayatından başka bir şey değildir. O halde, ahiret hayatı yani, meadın gerçekleşeceği kesindir. İşte bunun içindir ki, Allah Teala bir çok ayetinde meaddan bahsederken, mead hakkında şüphesiz gerçekleşecek bir gerçek tabirini kullanmıştır. (87)

Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın aynı metotla meadın zorunlu olarak gerçekleşeceğini ispatladığını görüyoruz. Yani, Allah Tela; bir taraftan, dünya hayatı olarak nitelenen bu cihanın hikmet sahibi bir yaratıcının eseri olarak batıl ve hedefsiz olamayacağını vurgulamış, diğer taraftan da, mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan kendisinin kendi zatı dışında bir hedefi olmayacağını belirterek, cihanın hedefinin, cihanın ulaşması gereken bir hedef olduğunu belirtmiştir. Sonra da bu hedefin daha üstün bir kemal olan mead hayatından başka bir şey olamayacağını ortaya koymuştur.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkar edenlerin sanısıdır." (88)

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak hakikat üzere yarattık, ama insanların çoğu bunu bilmez­ler." (89)

Yine şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları hakikat üzere yarattık. Kıyamet günü şüphesiz gelecektir. O halde yumuşak ve iyi davran." (90)

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve Bize bir daha dönmeyeceğinizi mi sandınız? Her şeyin hak ve mutlak sahibi olan Allah, böyle şeyden çok yücedir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, yüce Arşın sahibidir." (91)

Görüldüğü üzere; Allah Teala, ilk olarak bu ayetlerde yaratıkların hedefsiz ve boş yere yaratılmalarının mutlak kemal ve hak olup sonsuz hikmet sahibi olan Allah Teala hakkında düşünülemeyeceğini, sonra da yaratık aleminin hedefinin tekrar Hak Teala'ya dönüşten ibaret olan mead olayından başka bir şey olamayacağını ortaya koymakla birlikte, kendisinin mutlak mülk sahibi olarak yaratık alemi ve hedefinden müstağni olduğuna işaret etmiştir. O halde, Allah Teala'nın hikmeti, yaratık aleminin ulaşacağı bir hedef ve kemal olarak meadı zorunlu kılmaktadır.

4- Allah Teala'nın Va'di Meadın Olmasını Muhakkak Kılıyor

Önceki bahislerimizde aklın, kulların itaat etmekle Allah Teala üzerinde mükafat ve ücret talep etme hakkını kazanmadıklarına, isyan ettikleri taktirde ise, kendilerine verilen nimetleri hür iradeleriyle bilinçli olarak kötüye kullandıklarından, cezayı hak ettiklerine ve doğrudan Allah Teala'ya ait konularda cezalandırma veya affetme yetkisinin Allah Teala'ya ait olduğuna hükmettiğini belirtmiştik.

Ancak, burada aklın başka bir hükmü de söz konusudur. O da şu ki: İtaat etmekle mükafatın hak edilemediği yerlerde, kendisine itaat edilen taraf, eğer önceden itaat eden kimselere, itaat ettikleri taktirde, onları mükafatlandıracağına dair söz vermiş olursa, her ne kadar akıl, bu durumda itaat etmekten dolayı onları mükafatlandırmayı kazanılmış zorunlu bir hak olarak görmüyorsa da, verilen sözün yerine getirilmesini zorunlu görüyor. Çünkü akıl, bunun aksini, ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir makama yakışmayan çirkin bir eylem olarak görüyor.

Yani, eğer; keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir kimse, başka birine mükafat ve bahşişe dair bir şey va'dederse; akıl, o kimsenin kesinlikle sözünde durarak va'dettiği şeyi yerine getirmesi gerektiğine, bunu yapmadığı taktirde de onun kınanmaya layık olduğuna hükmeder. Zira akıl, verilen sözde durulmamasını ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, kerem sahibi kimseye yakışmayan bir sıfat olarak görür.

Ancak aklın bu hükmü, mükafat ve bahşişe dair verilen sözler konusundadır. Fakat eğer verilen söz, cezalandırmaya dair olur, örneğin; "bana karşı şu suçu işlersen, seni şu şekilde cezalandırırım" derse, akıl; bu sözün yerine getirilmesi gerektiğine hükmetmez.

Hatta akıl, cezalandırmaya dair olan sözlerde, o sözün yerine getirilmeyip, karşı tarafın affedilmesinin kerem ve şahsiyet sahibi birinin büyüklüğünün nişanesi olarak kabul edip; bunun, onun yüce şahsiyetine daha layık olduğuna hükmeder.

Bu arada Allah Teala'nın, Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde itaatkar kullarını mükafatlandıracağına ve isyankar kullarını ise cezalandıracağına dair söz vermiş olduğunu görmekteyiz.

Allah Teala'nın: "Cennet muttakiler için uzak olmayacak bir şekilde yakınlaşır. İşte Allah'a yönelen, O'nun emirlerini muhafaza edenler için has olmak üzere size va'dedilen budur" (92) ayetleriyle, "Bırak onları, kendilerine va'dedilen gün ile karşılaşıncaya kadar dalıp oynasınlar" (93), "Kendilerine va'dedilen o günden dolayı, o kafirlere yazıklar olsun!" (94), "Allah şöyle dedi: "Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur; "kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır. Ve Cehennem onların hepsinin toplanacağı va'dedilen yerdir. O cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. Oraya güven içinde, esenlikle girin," denir. Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşı­lıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir. Kullarıma Benim bağışlayan, merhamet eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azab olduğunu haber ver" (95) ayetleri Allah Teala'nın bu sözünü içeren ayetlerden bazı örneklerdir.

Bu durum karşısında, her ne kadar akıl, Allah Teala'nın cezalandırmaya dair olan sözünü yerine getirip isyankar kullarını cezalandırmasının adalete uygun bir davranış olduğuna ve Allah Teala'nın buna hakkı olduğuna hükmediyorsa da, Allah Teala'nın isyankar kullarını affetmesinin, O'nun yüce şanına daha layık olduğuna ve yüce kerem, şefkat ve merhamet sahibi olan Hak Teala'dan beklenilenin isyankar kullarını affetmesi olduğuna da hükmediyor.

O halde Cenab-ı Hakk'ın kendisine yönelik olan suçlara karşı ceza uygulayacağına dair sözünü yerine getirmeyip, suçluları affetmesi hiçbir mahzur doğurmadığı gibi, akıl açısından beğenilen bir davranış olup, övgüye layık kabul edilmektedir.

Fakat, Allah Teala'nın itaatkar kullarını mükafatlandıracağına dair sözüne gelince; akıl, Allah Teala'nın bu sözünü yerine getirmesi gerektiğine hükmediyor. Zira bunun aksi, akıl açısından ahde vefasızlık, verilen sözde durmamak ve yalancılık olur. Akıl, böyle bir şeyi; hikmet, kerem ve şahsiyet sahibi birinin uzak durması gereken çirkin bir eylem kabul eder.

Allah Teala da hikmet ve keramet açısından en yüce makam sahibi olduğundan; akıl, böyle bir vefasızlığın Allah Teala için en çirkin bir eylem olduğuna hükmedip, mutlaka Allah Teala'nın sözünde durarak, itaatkar kullarına va'dettiği mükafatları yerine getireceğini söyler.

O halde, Allah Teala'nın itaatkâr kullarına olan va'di, meadın gerçekleşmesini zorunlu kılmaktadır.

Büyük düşünür Hace Nasiruddin Tusi de, meadın zorunlu olduğuna bir delil olarak, Allah Teala'nın itaatkar kullarına verdiği mükafat sözünün olduğuna işaret ederek, şöyle demiştir: "Va'de vefa etmenin zorunluluğu meadı zorunlu kılmaktadır." (96)

Evet; va'de vefa etmek aklın zorunlu gördüğü bir husustur. Allah Teala da kıyamet günü gerçekleştireceği bir çok va'dlerde bulunduğuna göre, mutlaka va'dine vefa etmek açısından onu gerçekleştirip va'dlerine vefa edecektir.

Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın da aynı metotla kıyametin muhakkak gerçekleşeceğine istidlal ettiğini görmekteyiz.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnanıp salih amellerde bulunanları ise, Biz onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu Allah'ın hak olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? (97)

Görüldüğü üzere; Allah Teala, bu ayetinde mü'minlere va'dettiği va'din kesin olarak gerçekleşeceğine, kendisinin yalan konuşmasının imkansızlığını delil getirmiştir.

Yine Allah Teala, ilimde kökleşmiş kullarının dilinden şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Doğrusu geleceği şüphe götürmeyen günde, insanları toplayacak olan Sensin. Çünkü şüphesiz ki, Allah verdiği sözden caymaz." (98)

Yine Cenab-ı Hak akıl sahibi kullarının: "Ey Rabbimiz! Resullerin vasıtasıyla bize söz verdiklerini ver, kıyamet günü bizi alçaltma! Hiç şüphesiz sen, sözünde duransın"(99) şeklinde dua ettiklerini belirtmiştir.

Görüldüğü üzere; bu ayetlerde de Allah Teala'nın, akıl sahibi ve ilimde kökleşmiş kimseler olarak nitelediği insanlar, meadın mutlaka gerçekleşeceğine, Allah Teala'nın verdiği sözü bozmasının imkansız olduğunu delil getirmişlerdir.

Aslında Allah Teala'yı tanıyan bir kimsenin mead hususunda şüpheye düşmesi imkansızdır. Mead konusunda şüpheye düşenler ise, Allah Teala'nın tabiriyle, gerçekte hakkıyla Allah Teala'yı tanımadıklarından böyle bir şüpheye kapılmışlardır. (100) Yoksa, Allah'ı tanıyan birisinin böyle bir şüpheye düşmesi imkansızdır. Zira, meadı zorunlu kılan sadece bu saydığımız hususlar değildir. Allah Teala'nın zat ve sıfatlarının tamamı, meadı zorunlu kılmaktadır. Ancak, bizim maksadımız ihtisar olduğundan, bu konuya burada son verip, daha fazla bilgi edinmek isteyen kardeşlerimize, geniş kitaplara müracaat etmelerini tavsiye ederken, meadla ilgili diğer bahislere geçiyoruz.

 

 

(79)- Kalem: 35, 36

(80)- Casiye: 21, 22

(81)- Sâd: 27, 28

(82)- Mü'min 39

(83)- A'raf: 187

(84)- Zâriyat: 56

(85)- İbrâhim: 8

(86)- Al-i İmran: 97

(87)- Bkz. Al-i İmran 9, 25, Nisa: 87, En'am: 12, Kehf: 21, Hac: 7, Mü'min: 59, Şura: 7, Casiye: 26, 32

(88)- Sâd: 27

(89)- Duhan: 38, 39

(90)- Hicr: 85

(91)- Mü'minun 115, 116

(92)- Kaf: 31, 32

(93)- Zuhruf: 83

(94)- Zariyat: 60

(95)- Hicr: 42. ayetten 50. ayete kadar

(96)- Keşf-ül Murad s. 406

(97)- Nisa: 122

(98)- Al-i İmran: 9

(99)- Al-i İmran: 194

(100)- Bkz. Zümer: 67, Hac: 74, En'am: 91

next page

back page