0-02   2-45   45-85    85-105    105-145
    Yazdır
 

DOKUZUNCU BÖLÜM:

KAZAYA RAZI OLMA

Mümin kimsenin, Resulullah ve Ehl-i Beyt'ine (Allah'ın selamı ve rahmeti onların üzerine olsun) uymakla nasıl yükseldiğini açıklamaya çalıştık. Usul-u Kâfi kitabında İbn-i Yafur, İmam Sadık'ın (Allah'ın selamı ona olsun) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Hiç bir zaman Resulullah, (s.a.a) olup biten bir olaya, keşke böyle olsaydı demezdi."

Bunun nedeni ise, o hazretin kazaya rızayla çelişen bir şey söylemek istemeyişidir.

O halde müminlerden, olup biten olaya rıza göstermeleri istenmektedir.

Vuku bulan olaya razı olmayıp, aksini temenni etmek, olayların hikmetini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Eğer insan, vuku bulan bir olayın ne gibi bir hikmeti olduğunu bilseydi, onun aksini temenni etmezdi. İnsan olayların hikmetleri üzerinde düşünürse, bunların çoğunun hikmetinin açık olduğunu görür ve bu takdirde başa gelene razı olmak, ona kolay olur. Hikmetini bilmediğini ise, hikmetini bildiği şeylere benzeterek, her ne kadar ben bilmiyorsam da, bunun da bir hikmeti vardır der.

Velhasıl, her şeyin birçok hikmet ve maslahatı vardır. Eğer insan, Allah Teala'ya dönüp olayların gerçek yüzünü bildirmesini isterse; Allah Teala, onun kabiliyet çaba ve iradesi miktarınca olayların gerçek yüzünü ona gösterir. Bu yol ise Allah'ın kazasına razı olmak için en yakın yoldur. Ama hikmetini bilmediği halde kazaya razı olmaya, kendini razı etmek bu kadar kolay değildir.

Şia'dan bazısına rüya aleminde, İmam Hasan'dan, (Allah'ın selamı ona olsun) onlara son derece yakın olup istediği zaman onları görebilme makamına ulaşmayı istemesi üzerine İmam, ancak şu şiirdeki sıfatları kazanmakla böyle bir makama ulaşabileceğini buyurmuştur:

Gamlardan çıkarak

Olayları ilahi kazaya bırak

Yol bazen genişler

Bazen dünya sana dar olur

Ağırına giden bir çok şey

Sonunda sana rıza gösterir

Allah Teala istediğini yapar

Sen Allah'a itiraz etme

Allah sana güzellik versin

Olayları geçenlerle mukayese et

Bu şiir, amel eden için her derdin devasıdır. En önemli noktası da kazaya rıza göstermektir. "Buna da, sabredenlerden. Ve büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz."[1]

Hikmet kaynağından kaynaklanan bu şiirde, bu yüce makama ulaşmak için gerekli olan bazı hidayetler vardır. Burada onlara değinmekte yarar görüyorum:

1- Gamlardan arınmak, yukarıda işaret olunan yüce dereceye ulaşmak için en büyük zaruretlerdendir. Çünkü gam, kalbi tahrip eden en önemli faktörlerdendir. Kalp onunla meşgul olduğu müddetçe, Allah Teala'ya yönelmez. Allah Teala'ya yönelmeyen kalbi de karanlıklar bürür. Vücut yapısı bozulur. Hatta bazen insanı, zahmet veya bitkinliğe düşüren ağır hastalıklara bile neden olur.

Sonra artık tedbir ve çare bulmaktan aciz kaldı mı, sanki Allah Teala onun bu durumundan sorumluymuşçasına Hak Teala'ya karşı şikayet etmeye başlar ve uygun olmayan sözler söylerler.

Bütün bunlar Allah Teala'nın maksadını ve Ehl-i Beyt'in sünnetini bilmemekten ve kötülüğe emreden nefsin çirkin alışkanlıkları yüzündendir.

Ama Ehl-i Beyt, (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) mümin bir kimsenin kalbinin Allah Teala'ya yönelebilmesi için, bütün gamlardan arınması gerektiğini buyurmaktadır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur."[2]

O halde kalp Allah Teala'nın zikrine yönelip O'nun lütuf, şefkat, rahmet ve bağışını hatırladı mı bütün gam ve kederleri bertaraf olur. Çünkü gam ve keder, insanın nefse yönelip onun gereği olan acizlik, sıkıntı, hayrete düşmek ve elde ettiği şeylere hırslanmasından kaynaklanır. Ama her uzağın, onun nezdinde yakın olduğu ve her zorun, onun elinde kolay olduğu, her şeye yakınlığı aynı olan Hak Teala'ya yönelirse ne gam kalır, ne de üzüntü ve keder. Dönüşü olmayan bir geçmişe mi üzüleceksin? Allah Teala onun kat kat fazlasını verir. Onu kaybetmek zarar değil, bir ticaret de olabilir. Bir şeyi kaybetmekle karşısında sayısı belli olmayan binlerce şey kazanmışsan, bu nasıl zarar olabilir?

O halde kalp ancak; Allah Teala'yı anmakla huzur bulur. Nefse ve onun dar alemine yönelip, ihtiras ve cimrilik bataklığına düşerek rahatlıktan ümitsizliğe kapıldığında ise ıstıraplanır.

Gamlardan kurtulmak, Allah Teala'ya yönelmeye sebep olur veya Allah Teala'ya yönelmek ve onu anmak gamları giderir.

Allah'ın kazasına rıza göstermekle kazanılan en az şey, gam ve kederden kurtularak Allah Teala'ya yönelmektir. İşte bu durumda kul, Allah Teala'nın  gizli ve açık lütuflarını görüp bütün kullarının tüm işlerini yönettiğini anlar. Bu konuda Allah Teala buyuruyor ki: "Allah, kuluna kâfi değil midir?"[3]  O halde işleri onun  kazasına bırakmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Allah Teala, her ne kadar sebeplere başvurmayı emretmişse de mutlak olarak emretmemiştir. Buna göre; o sebeplere dayanmadan ve onlara bağlanmadan sadece, Allah Teala'nın emrine itaat etmek amacıyla sebeplere başvurmalıdır. Eğer o sebepler etkili olursa, Allah Teala'nın emriyle olur, ama etkili olmazsa bu durumda bir kul olarak vazifesini yerine getirmiş olur. İşleri hikmete uygun olarak yürütmek Hekim olan Allah Teala'ya düşer. Kul ise ancak, işi O'na bırakarak sabretmeli, teslim ve razı olmalıdır.

Allah'ın kazası istendiği gibi olursa ne iyi. Ama eğer istendiği gibi olmazsa, kulun vazifesi; zorluklar nihayet rahatlığa ve darlıklar genişliğe dönüşür diyerek kendisini teselli etmektir.

Yine Hekim olan Allah Teala'nın, kulunun herhangi bir hale güvenerek gaflete düşmemesi için, halleri değiştirebileceğini düşünerek, bütün hallerde hedefinin sadece Allah Teala'ya güvenmek olduğunu, rahatlık içinde olsa da her an durumunun değişebileceğini bilmesidir. Zor hallerde ise kulun, Allah Teala'ya ihtiyacı daha fazladır. Çünkü belaya tahammül etmeye güç yetiremez. O halde; ister rahatlıkta olsun, ister zorluk ve darlıkta Allah Teala'ya sığınıp işi ona bırakmalı, ne kendine bir şey verdiğinde ona kapılıp kendini yitirmeli ve ne de bir şey kaybettiğinde kederlenmemelidir. Çünkü O buyuruyor ki: "Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip şımarmayasınız."[4]

Özellikle bu belaların çoğu imtihan içindir. Kulun durumu sabretmek, aciz olmak veya rahatsız olan birisi olarak ortaya çıkıp, kul bunun farkına vardığı zaman, Allah Teala o belayı ondan alıp akıbetini kolaylık kılar. İşte Hz. İmam'ın, "Zor olan bir çok işin sonunda rıza vardır." sözünün anlamı budur. İmtihan için olan belalarda genellikle uzun bir zaman geçmesine gerek kalmadan, sadece belanın vuku bulmasıyla imtihan gerçekleşmiş olur.

İmam'ın (a.s), "Allah istediğini yapar; sen itiraz etme" sözü ise Allah'ın kazasına itiraz etmekten sakınmaktır. Hz. Ali (a.s), Nehc-ül Belağa'da şöyle buyurmaktadır:

"Dünya için üzgün olarak sabahlayan kimse, Allah'ın kazasına dargın olarak sabahlar."

Usul-u Kâfi'de, ise İmam Sadık (Allah'ın selamı onun üzerine olsun) şöyle buyuruyor:

İmam Hasan (as), bir gün Abdullah b. Cafer'i görünce ona "Ey Abdullah" buyurdu "Mümin bir kimse hakkında, Allah Teala hakemlik ettiği halde Allah'ın kazasına dargın olup kendi makamını nasıl hor ve hakir görebilir?  Kalbinde rızadan başka bir şey olmayan kimse, Allah'a dua ettiğinde duasının kabul olmasına ben kefalet ederim" buyurdu.

İmam'ın, "Allah sana hayır versin. Onları geçmişle mukayese et" sözü ise Allah Teala'nın yüce ve güzel bahşişlerini düşünmeyi hatırlatmaktadır. Çünkü; kul bunları düşündüğünde kendisini dize getiren belalar karşısında Allah Teala'nın, onu yalnız bırakmayacağını anlar. Misbah-uş Şaria adlı kitapta, İmam Ali'ye nispet verilen şu şiir bu iki manayı içermektedir:

Allah'ın bana kısmet ettiğine razı oldum

İşimi beni yaratana bıraktım

Geçmişte bahşişte bulunduğu gibi

Gelecekte de bahşişte bulunacağına eminim.

Bu konuda şu kudsi hadis de meşhurdur:

"Allah Teala buyuruyor ki: Benden başka ilah yoktur. Benim belama sabredip, kazama razı olmayan, kendisine benden başka bir rab bulsun."

Allah'ın bu tehdidi aklı olan için bir nasihat, cahil için de bir tembihdir.

Hüseyin b. Halid der ki, İmam Rıza (a.s) babaları vasıtasıyla Resulullah'ın (s.a.a) bu konuda şöyle buyurduğunu nakletti:

"-Allah Teala buyuruyor ki: "Benim kazama razı olmayıp, kaderime inanmayan, kendisine benden başka bir ilah bulsun" ve Allah'ın her kazasında mümin için bir hayır vardır."

Kardeşim! "Allah, dilediğini ortadan kaldırır, dilediğini de bırakır. Ana kitap O'nun katındadır."[5]

Kula kaza inerken ilk olarak belirsiz olur; yani görünüşte bela ve ceza şeklinde olsa bile hem nimet ve hem de gazap olabilir. Eğer kul, Allah'a karşı hüsn-ü zanda olup onu hayıra yorumlayarak kalben O'nun kazasına razı olursa, Allah Teala görünüşte bela olan şeyi, nimete çevirir. Fakat aksi takdirde iş de aksine olur.

O halde kul, kötü zannı ve kazaya razı olmayıp imtihanlardan son derece rahatsız olması yüzünden, devamlı başına bela gelmesine sebep olur ve aslında nimet olan kazaları da, günah ve azaba çevirir. Cevahir-is Saniye kitabında, İmam Rıza (a.s) babaları vasıtasıyla (Allah'ın selamı onlara olsun) Resulullah'tan (s.a.a) şöyle nakleder:

"Allah Teala, peygamberlerinden birine: Falan padişaha falan zamanda canını alacağımı haber ver, diye vahiy etti. Belirlenen vakit gelip çatınca, Allah'ın daveti sonucu o padişah tahtından yere düştü ve hemen peşinden, "Allah'ım, çocuğumu büyütüp, işimi sona erdirinceye kadar bana mühlet ver" diye dua etti. Bunun üzerine Allah Teala, tekrar peygamberine vahiy ederek, git o padişaha söyle, ben mühlet verip ömrünü onbeş sene uzattım, buyurdu. Peygamberi Allah Teala'ya, ey Rabbim; sen biliyorsun ki ben hiç bir zaman yalan konuşmam, dedi. Allah Teala, bunun üzerine, sen ancak bir memursun; git emrimi ulaştır. Allah'tan ne yaptığı sorulmaz, diye vahiy etti."

Kısacası; Allah Teala'ya dönerek O'na sığınmanın, olay vuku bulmadan önce sadaka vermenin ve dua edip, sıla-i rahim yapmanın Allah'tan gelen kazayı değiştirdiği kesindir.

Allah'ım; eğer katında şikayetçi, rızktan mahrum ve geliri az bir kulsam, beni mesut, rahmetinin kapsamına giren ve rızkı fazla olan bir kul olarak yaz. Çünkü sen buyurmuşsun ki: "Ana kitap onun katındadır." Allah'ın selam ve rahmeti Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine olsun.

Kul, Rabbinin kazasına nasıl razı olmayabilir? Oysa İmam Rıza (a.s), babaları yoluyla Resulullah'tan (s.a.a) şöyle nakleder:

"Allah Teala buyuruyor ki: Ey Ademoğulları; benim hidayet ettiklerim dışında, hepiniz dalalettesiniz. Benim gâni ettiklerim dışında, hepiniz fakirsiniz. Benim kurtardıklarım dışında, hepiniz helakettesiniz. Benden isteyin sizi hidayet edeyim ve ilerlemenizi kendim üzerime alayım. Bazı mümin kullarım var ki, fakirlikten başka, hiç bir şey onları ıslah etmez. Kendisini gâni etmem onu azdırır eder. Bazı kullarım var ki sıhhatten başka, bir şey ıslah etmez; kendisini hasta etmem onu bozar. Bazı kullarım da var ki, bana ibadet edip geceleyin benimle münacat ederler. Fakat ben onları sevdiğim için kendilerine uyku verip, sabaha kadar uykuda tutarım. Sabahleyin uykudan uyanınca nefsini kınayarak ona karşı kırgın olur. Ama onu kendi istediği halde bırakırsam, yaptığı ibadetten dolayı kibirlenir. Kibirlenmesi ve kendini beğenmesi yüzünden helak olur ve diğer abidlerden yukarı çıkıp kendi çabasıyla suçlulardan öne geçtiğini sanarak, bana yaklaştığını sandığı halde benden uzaklaşır. Amel edenler, amelleri iyi bile olsa amellerine güvenmesinler. Günah işleyenler ise günahları her ne kadar fazla olsa da, benim kendilerini affedeceğimden ümit kesmesinler. Sadece benim rahmetime güvenip, fazlımı beklesin ve benim lütfüme emin olsunlar. Çünkü ben kullarımı, kendi salahları icap ettiği şekilde yönetiyorum. Benim onlara lütufum çoktur, durumlarından da haberim var."

Kazaya Rıza Konusunda Ehl-i Beyt'in (A.S) Buyruklarındaki Bazı Noktalar

Kazaya rıza konusunda, Ehl-i Beyt'in (a.s) buyrukları yüce makamları içermektedir. Bu buyruklarını, ehline ulaşması ümidiyle kitapların sayfalarında emanet bırakmışlardır. Gerçi buna ehil olan kimseler çok azdır. "Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır."[6] Kitabımızın bu buyruklardan bazısını içermesini Allah Tealadan niyaz ederim. O hazretler bir belayla karşılaştıklarında, kendilerini savunmaya kalkışmayıp özel bir emir gelip belayı dua ile defetmeyi emretmeyince, ona teslim olarak ve sabırla karşılamayı alışkanlık etmişlerdi. İşte bu yüzden dua ile her şeye sahip olmaya güçleri yettiği halde, bazen çok az yemekle yetinip, Allah Teala karşısında eğilip huşu ederlerdi. Bütün bunlar dua ile kendilerine yardımda bulunmayıp, sabır yönünü tercih etmeyi kendilerine zorunlu kıldıkları içindir. Oysa ki, sabır etmek veya sabır etmeyip dua ederek kendilerini savunmak konusunda serbest idiler. Fakat sabretmek, onlara göre daha faziletlidir. Onlar özel bir emir gelmedikçe, en faziletli olanı bırakıp diğerini tercih etmezlerdi.

 İmam Zeynülabidin'den (Allah'ın selamı ona olsun) nakledilen şu olay buna en açık örnektir:

Şia'larından biri yoksulluğundan yakındığında, İmam (a.s), ona karşı şefkatinden dolayı ağlıyordu. Adam, İmam'a (a.s), "Ey mevlam, ağlaman büyük musibetlere mahsus değil midir?" demesi üzerine İmam (a.s) "Bir mümin, mümin kardeşinin yoksulluğunu görüp de ona yardım edememesinden daha büyük musibet mi olur?" buyurdu. Bunu duyunca adam İmam'ın yanından ayrılıp gitti. Daha sonra bazı nasibilerin (Ehl-i Beyt düşmanlarının) İmam (a.s) hakkındaki "Bunların işi ne kadar gülünç! Bir yandan bütün göklerin ve yerlerin kendi ellerinde olduğunu söylerken, bir yandan da dostlarına en küçük yardımda bulunmaktan acizdirler" dediklerini duyunca rahatsız olup tekrar İmam'ın (a.s) yanına dönerek, "Nasibilerin sözleri bana fakirliğimden daha ağır geliyor" dedi. İmam (a.s) "Onlara yazıklar olsun" dedi, "Onlar, Allah'a hiç bir şey önermeyen velilerin olduğunu bilmiyorlar mı? Ey Allah'ın kulu, artık Allah senin durumunun iyileşmesine müsaade etmiştir" buyurdu. Sonra da İmam (a.s), ona kendi sahur ve iftar yiyeceği olan iki ekmek verdi. Çok geçmeden adam Allah'ın lütfüyle bir balığın karnından çıkan mücevheri çok yüksek bir fiyata satarak büyük servet sahibi oldu ve imamın kendisine verdiği iki ekmeği de geri verdi.

Görüldüğü gibi İmam (a.s), kedilerini Allah Teala'ya bir şey önermeyen evliyalardan sayıyor.

Bunun bir benzeri de Hz. Selman'ın başından geçmiştir. Selman, Yahudi'lerin elindeyken ona türlü eziyetler yapıp döverek, "Niçin Muhammed'in hürmetine bizi helak edip, seni elimizden kurtarması için Allah'a dua etmiyorsun?" diyorlardı. Selman ise onlara cevaben: "Ben, Allah'a bana daha çok sabır vermesi için dua ediyorum. Çünkü Allah, sizin neslinizden mümin bir kul yaratmayı taktir etmiş olabilir. Ben, sizin helak olmanız için dua edecek olursam o müminin imana ulaşmasını engellemiş olurum" diyordu ve onlara beddua etmedi ve Resulullah (s.a.a), onların neslinden mümin bir kulun çıkmayacağını haber verip, onlara beddua etmesini emredinceye kadar sabretti.[7]

Selman'ın bu hareketi tuhaf değildir. İşte bu yüzden Resulullah (s.a.a) onun hakkında "Selman biz Ehl-i Beyt'tendir" buyurmuştur.

Buna ayrı bir örnek de: Resulullah'ın (s.a.a) miraca gittiğinde oradaki namazların farz oluşudur. Allah Teala, Resulullah'a elli vakit namaz farz kılmıştı. Resulullah (a.s), Hz. Musa'nın (a.s) tavsiyesi üzerine Allah Teala'dan namazları azaltmasını istedi. Günde beş vakit namaza ulaşıncaya kadar bu isteği tekrarladı. Günde beş vakit namaza ulaşınca Hz. Musa (a.s), dönüp yine azaltmasını istemesini tavsiye etti. Ama Resulullah (s.a.a), "Artık Allah Teala'dan utanıyorum." buyurdu. Bunun üzerine Allah Teala vahiy ederek, "Sen beş vakit namaza sabretmeyi kabul ettin, ben de o beş vakit namazı elli vakit namaz yerine kabul ediyorum" buyurdu.

İşte Hz. Musa'nın (a.s) isteği de, namazların azaltılmasını istemesi için özel bir emrin yerindeydi. Bundan önce namazların azaltılmasını istemek doğru değildi. Resulullah'ın (s.a.a) niçin daha önce namazların azaltılmasını istemediği sorusuna verdikleri cevapta bu nokta açıkça görülmektedir.

Velhasıl, diğer peygamberler bazen, bazı belaların defedilmesi veya ümmetlerine farz kılınan bazı mükellefiyetlerin azaltılmasını Allah Teala'dan isterlerdi. Ama peygamberimiz (Allah'ın selamı ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) ve Ehl-i Beyt'inin hiç bir durumda, Allah Teala'dan mükellefiyetlerin azaltılmasını veya değişmesini istemelerine rastlanmamıştır. Fakat onlar kendilerine farz kılınan her şeyi kabul edip teslim olduklarından, Allah Teala lütufta bulunarak bazı şeyleri bizlerden affetmiş veya hafifleştirmiştir. İşte bu yüzden de İslam dini en kolay din oldu ve Resulullah "Ben size kolay bir din getirdim" buyurdu.

Akil b. Ebutalib'in, Ebuzer'e Rebeze'ye sürüldüğünde dediği söz ne de güzeldir. Ebuzer Rebeze'ye sürüldüğünde Hz. Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin ve Akil onu uğurlarken, Akil Ebuzer'e hitaben dedi ki: "Belanın defedilmesini istemen tahammülsüzlüğünden, afiyetin geciktiğini sanman ise ümitsizliğe kapılmandandır. O halde hem tahammülsüzlük ve hem de ümitsizliği bırak ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir', de."

Ehl-i Beyt'in özel ashabı olan ve onlardan nur alanlar için bu yüce makamlar yadırganılmayan şeylerdir. Sen de bu makamdan payını almaktan, şeytanın bazılarının diline düşürdüğü "bu makamlar Ehl-i Beyt'e mahsustur ve bu konudaki emirler bizim gibilerine yönelik değildir" şeklindeki sözlere aldanarak geri kalma.

Gerçekten de bu gibi sözlere aldananlar, çok büyük bir hayret ve delalet içerisindedirler. Bizim aklımızın aldığı bu makamlar, Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) kölelerinin, hatta en aşağı kölelerinin makamıdır. Ama onların kendilerine has olan makamlar ise akıllardan kat kat uzaktır. Kim Süreyya yıldızına ulaşabilir? Fakat Allah Teala buyuruyor ki: "Resulullah size güzel bir örnektir."[8] Ehl-i Beyt (Allah'ın selamı onlara olsun), Peygamber'in (s.a.a) ahlak ve âdabını onlara uymamız için bize aktarmışlardır. Eğer Peygamber'e (s.a.a) isnat edilen her şey, o hazretin kendine has olsaydı artık ona uymanın bir anlamı kalmazdı.

Bazı rivayetlerde geçtiği üzere, Ebuzer-i Gıffarî sevaba ulaşmak için hastalığı selametliğe tercih ederdi. Ama imamlardan biri bu olayı naklettikten sonra buyurdu ki:

"Fakat biz selametliğimizde selametliği ve hastalandığımızda ise hastalığı severiz."

Masumiyet kaynaklarından kaynaklanan bu söz, ister sevilen ve ister sevilmeyen kazaya rıza gösterme makamının, sevilmeyenin sevabına erişmek için, sevilene tercih etmek makamından daha faziletli olduğuna işarettir. Bu konuda hiç bir şüphe yoktur. Çünkü sevilmeyenin takdir edildiği zamanda onu istemek, sevilmeyeni seçmeğe eşittir. Öte yandan selametlikte ise, sevap amacıyla da olsa hastalığı tercih etmemek bir üstünlüktür. Her ne kadar sevap için nefsi böyle zorluklara razı edip onu arzulamak, Ebuzer gibilerinin dışındakilerin ulaşamayacağı yüce makamlar olsa bile… Ama bunda Allah Teala'ya öneride bulunup kazasına rıza göstermemek şüphesi vardır. İmam (a.s) ise bu şüpheyi gidererek gerçek itidal ve Resulullah'ın (s.a.a) "Hud suresindeki bir ayet beni ihtiyarlattı" sözüyle zorluğuna işaret ettiği tam istikamet makamı olan bu hikmetin zorluğunu belirtmiştir. O ayet şöyledir: "Emredil-diği şekilde istikamet et (sebat göster) "[9] 

ONUNCU BÖLÜM:  

KAZAYA RIZADAN SONUÇLANAN TEVEKKÜL, tafvİz VE TESLİMİYET

İnsan bunlara dalıp nasibini almadıkça, imanın tadını alamaz. Elbette iman sahiplerinin de bu makamlarda dereceleri farklıdır. Derecelerine göre de Allah Teala'ya yakın olmakta farklıdırlar. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Allah, sizden iman etmekte olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir."[10] 

Bu konu, şu şiir de çok güzel bir şekilde ifade edilmiştir:

Allah'ım, senin korkundan ağlar bir grup

Fakat huzurunda ağlayanların hepsi günahkar değildir.

Ama sana yakın olmak için görürsen

Gözyaşları akar yüzlerine, ne mutlu sana yakın olana!

İslam'dan derecesi daha yüksek olan İmanın gerçekleşmesi bu makamlara bağlı olduğu için Allah Teala, bedevi Arapların iman etmiş olmalarını yalanlayarak buyuruyor ki: "Bedeviler, dedi ki: İman ettik. De ki: Siz iman etmediniz; ancak İslam'a girdik deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir."[11] 

Kıyamet günü insanın, iman ettiği iddiasının yalanlanması ve takmış olduğu maskenin düşürülmesiyle gerçek yüzünün ortaya çıkması ne kadar utandırıcıdır. Ve şairin deyişiyle:

Kendi nefsin hava ve heves ehli olmadığını yalanlıyor

Aşıkların başka belirti ve görünümleri var

Eğer bu kavmi arzulamışsan onların yoluna git

Onlar bağlardan (bağlılıklardan) kopmayınca ulaşamadılar.

Diğer taraftan Kur'anı-ı Kerim de Allah Teala'nın "Eğer müminlerdenseniz, yalnızca Allah'a tevekkül edin."[12]

ve "Rabbine ant olsun, aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem kılıp, sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulunmaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar."[13] buyurduğunu görmekteyiz.

Görüldüğü gibi imanın gerçekleşmesi, tevekkül, teslimiyet ve bu anlamda olan tafvize bağlı kılınmıştır. O halde imanın bağlı olduğu bu gerçeği takviye etmeye çaba harcamak gerekmez mi?

Velhasıl, Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerdeki teşvikler iman için zikrettiğimiz özellikleri kazanmak içindir. Allah Teala iman edenlere hitaben: "Ey iman edenler, Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba iman edin."[14] buyurarak, iman kelimesi kullanıldığında akla gelen, imana ait özellikleri taşıyan bir mertebedir. Ama imanın zayıf derecesi ise, bu gibi ayetlerde kastedilmiştir. Çünkü bu merhale zaten her iman edende vardır ve yeniden "ey iman edenler tekrar iman edin" diye bir daha imanı kazanmaya mükellef edilmeye gerek yoktur.

Ama normalin üstündeki derece ise bir kemaldir. Belli bir sınırla da sınırlı değildir. O halde Allah Teala'nın emir ve teşvikleri, özelliklere sahip orta derecedeki imana yöneliştir. Müminler muhatap olduğunda, bundan aşağı mertebenin kazanılmasına emir olunması ise doğru değildir. Ama bundan üst mertebesi kazanılırsa şüphesiz bu bir kemaldir. Orta dereceden aşağısına ise her ne kadar da yine iman denilse de, bu kastedilmediği için ona iman denilmemesi de mümkündür.

Buna göre, kolları sıvayıp bir çaba ve gayret sarf ederek, imanın kesincikle doğru olup nefy edilmesi mümkün olmayan orta derecesini kazanmak gerekir. Usul-u Kâfi kitabında, İmam Sadık'tan (Allah'ın selamı ona olsun) nakledilen şu hadis de işte bunu ortaya koymaktadır. İmam buyuruyor ki:

"Dört kapıyı da teslim almayınca salih olmazsınız. Onların ilki, sonu gelmeyince doğrulanmaz. Üçüne sahip olan kimseler, gerçekten de dalalete düşüp büyük bir hayrete kapılmışlardır."

İmam Sadık'ın, Hz. Ali'den (Allah'ın selamı onlara olsun) naklettiği şu hadis de buna ayrı bir delildir. Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki:

"İmanın dört rüknü vardır: Allah'a tevekkül etmek, Allah'ın emrine boyun eğmek, Allah'ın kazasına rıza göstermek ve Allah'ın emrine teslim olmak."[15]

Tuhef-ul Ukul'da ise İmam Musa Kâzım (a.s) şöyle buyurur:

"Allah Teala'yı tanıyan bir kimse, Allah'ın, kendine vereceği rızkı geciktirdiğini düşünmemeli ve kazasından dolayı O'nu suçlamamalıdır."

İmam'a, yakinin ne olduğu sorulduğunda ise şöyle buyurdu:

"Yakini olan kimse Allah'a tevekkül edip, ona teslim olmalı, Allah'ın kazasına razı olup, işini O'na bırakmalıdır."

Yine Usul-u Kâfi'de, İmam Sadık (a.s) babaları aracılığıyla Resulullah'tan (s.a.a) naklettiği şu hadiste iman ve marifette gerekli olan özelliklerle evliyanın derecesi açıklanmıştır:

"Allah'ı tanıyıp, O'nu büyük bilen kimse; ağzını konuşmaktan, midesini yemekten alıkoyup, nefsini oruç ve ibadete zorlar."

O hazrete "Babamız ve anamız size feda olsun bunlar evliyalar için midir?" diye sorulduğunda buyurdu ki:

"Evliya suskundur, ama onların susması zikirdir. Bakarlar, ama bakışları ibret içindir. Konuşurlar, ama konuşmaları hikmettir. Yürürler, ama halk içinde yürüyüşleri bereketlidir. Allah Teala onların ecelini belirtmemiş olsaydı, azap korkusundan ve sevaba ona özlemlerinden bir an ruhları bedenlerinde kalamazdı."

Bu hakikat İhticac kitabında, İmam Zeynülabidin'den (a.s) nakledilen şu şiirde de dile getirilmiştir:

Kimi Allah'ın marifeti gani etmezse

İşte o gerçek bedbaht olandır

Zenginlikten gelen izzeti insan neder

Tüm izzetler takvalıya mahsustur.

Allah'ın itaatindeki takvalı kimseye

Ne söylediğinden bir zarar gelir, ne de karşılaştığından

Bütün bu hayırların ekseni, bütün hallerde Allah Tealayı  gözetip senin onun gözünden gayıp olmadığın gibi onu gözünden kaybetmemendir. İşte Resulullah'ın (Allah'ın selam ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) Ebuzer'e, "Sen Allah'a onu görüyormuş gibisine ibadet et. Sen O'nu görmezsen O seni görüyor" şeklindeki buyruğu da bunu söylemek istiyor. Bazı hadislerde de şöyle buyuruyor:

"Ama eğer; O'nun seni gördüğünün farkında olduğun halde yine ona karşı günah işlersen, O'nu seni günah halinde gören herkesten daha güçsüz ve değersiz saymış olursun."

O halde devamlı Allah'ı gözetir ve seni O'ndan alıkoyan bağlarından kendini kurtaracak olursan, O'nun sana karşı lütuf ve inayette bulunduğunu, hatalarını affedip onların üzerini örttüğünü, çirkinliklerini güzelleştirdiğini ve kötülükleri kat-kat iyiliklere dönüştürdüğünü görürsün. Bunu görünce, Allah Teala'nın sevgisi kalbine yerleşir, bütün aza ve organların O'na itaat etmeye seferber olur. Çünkü kalp, ihsanda bulunanı sevmek fıtratı üzerine yaratılmıştır. Bu konuda Allah Teala da Kur'anı Kerim'de buyuruyor ki: "İman edenlerin Allah'a olan sevgisi ise, daha güçlüdür."[16]

Bu durumda O'nun rızasına ters düşen şeylerle uğraşmaktan kendini alıkoyup, O'nun bağışına karşı kötülük yapmaktan utanacak, azametini düşündüğünde kalbine korku düşecek ve O'nun nimetlerinin kesilmesinden korkacaksın.

Kısacası; eğer nimet içerisindeysen onu gözet. Çünkü günahlar nimetleri yok edip giderir.

Yine O'na yöneldiğinde, O'ndan başka herkes gözünden silinip gidecek, O'ndan başka bir şeyin yarar veya zarar vermediğini göreceksin. Çünkü ondan başka herkes, ancak onun izniyle bir şey yapabilir. Kalpler Allah Teala'dan yüz çevirip, sebeplere sebebiyet vereni unuttuklarından dolayı, bu zahiri sebeplere sarılmışlardır. Aksi takdirde Allah Teala'yı zikredip, O'na yöneldiği takdirde asla O'ndan başkasını önemseyip ona bağlanmaz. Bu fıtri olarak bütün akıllarda var olan bir kanundur. Çünkü güçlüden yardım almak imkanı olduğu takdirde, zayıfa sarılmak doğru değildir. Hatta Allah Teala'ya oranla başkası hiç bir şey sayılmaz. Özellikle de zayıfa yönelmek, güçlüden yardım almağa engel olursa bu asla doğru olmaz. Şairin deyişiyle, sinirlenen emir sahibinden yardım ummak, sıcaktan korunmak için ateşten yardım ummaya benzer.

İşte bunun içindir ki Hz. İbrahim'i (a.s) mancınıkla ateşe attıklarında, Cebrail'in "Kardeşim, bir dileğin var mı?" sorusuna "Senden hayır" cevabını verdi. Allah Teala da ateşi Hz. İbrahim'e (a.s) soğuk ve selamet kıldı ve onun hakkında Kur'an-ı Kerim'de "Tam olarak vefâ eden İbrahim" buyurdu.  O halde böyle bir durumda Allah Teala'ya yönelen herkes, kendi makamına göre bütün sebeplere göz yumup, sadece sebeplere sebebiyet veren Allah Teala'ya yönelir. Bu Allah'a doğru yönelip her şeyden kopuşun doğruluğunun belirtisi, kalbin sebeplerin olmayışından dolayı ıstıraba kapılmayışı, sebeplerin varlık ve yokluğu onun yanında eşit oluşudur. Hatta bazen ariflerden, (Allah derecelerini yükseltsin) sebepler olduğunda bazen kalplerinin ıstıraplandığı, ama hiç bir sebep olmadığında kalplerinin tamamen rahat ve sabit olduğunu duydum. İşte bu ise tevekkülün en üst ve en doğru makamıdır.

Sebepler olduğunda kalplerin ıstıraba kapılmasının nedeni ise, Allah Teala'nın sebeplerin olduğunda, onları da gözetmesini emretmiş olmasıdır. Çünkü bu durumda sebeplere güvenmeden onları da gözetmeye emredilmiştir. Bu takdirde ise, ister istemez kalp onları düşündüğü için dağınık olup Allah Teala'dan uzak kalır. Ama hiç bir sebep olmadığı takdirde kalp, sadece Allah Teala'ya yönelip sadece O'nu zikredecektir. Dolayısıyla Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki: "Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur."[17]

Bunun diğer bir belirtisi de, birinden bir şey istediği zaman eğer o vermezse; ona karşı kalbinde dargınlığın oluşmaması, önceki halini korumasıdır. Birine mektup yazıp Allah Teala'nın, onun yanında emanet bıraktığı rızıktan talep eden birisi şu mektubunda ne güzel yazmıştır: "Eğer sen, bana bağışta bulunsan gerçekten Allah Teala bağışta bulunur. Hayrı senin elinle O vermiştir. Ve eğer O bağışı benden menetsen, gerçekte Allah Teala benden menediyordur. Senin bir suçun yoktur. Dünyadan kendi payını almayı unutma. Allah Teala'nın sana bağışladığı gibi sen de bağışla." Bu durumda sebeplere, sebebiyet veren Allah Teala'yı görüp sebeplerin sadece bir araç olduğunun farkında olan bir kimsenin kalbi araçlardan incinip dargın olmaz.

Fakat bir kimsenin bağış için sadece bir vasıta oluşu, onun bağışta bulunduğu kimse üzerinde bir hakkı olmayışı anlamına gelmez. Çünkü gerçek bağışta bulunan kimse ona bağışla teşekkür etmeyi sana farz kılmıştır. Hatta senin Hak Teala'ya şükrünü de sana bağışta bulunana teşekkür etmedikçe kabul etmez. Bu temel bir ilkedir. Ama bazı mümin kardeşlerimizin gözünde, Allah Teala galebe ettiğinden bu ilkeyi görmeyip bağış için vasıta olan kimseler için hiç bir hakkın farz olmadığını sanmışlardır. Oysa bu büyük bir hata olup, Ehl-i Beyt'in gidişatını bilmemezlik ve gerçekten gafil olmaktır. Ama Ehl-i Beyt'in gidişatı şudur: Usul-u Kâfi'de, İmam Zeynu’l-Abidin'den (Allah'ın selamı ona olsun) şöyle rivayet edilmiştir:

"Allah Teala kıyamet günü kullarından birine, "falan adama teşekkür ettin mi?" diye soracak. O adam: "Allah'ım, ben sana şükrettim" diyecek. Allah Teala, "eğer ona teşekkür etmemişsen, bana da şükretmiş olmazsın" buyuracaktır. Bilin ki, Allah'a en çok şükredeniniz, insanlara en çok teşekkür edeninizdir."

Bu rivayet bu konuda apaçık bir nastır.

Bu şüphe Ehl-i Beyt (a.s) düşmanlarından kaynaklanmıştır. Çünkü nimetler gerçekte Allah Teala'dandır. Fakat Allah Teala o nimetleri Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt'i vasıtasıyla insanlara ulaştırmıştır. Ehl-i Beyt düşmanları ise hareket ve davranışlarıyla, "biz sadece Allah Teala'ya şükretmek istiyoruz ve bu vasıtalara hiç bir hak tanımıyoruz" demek istiyorlar. Allah Teala ise onların şükrünü kabul etmeyip, hayra vasıta olanlara da teşekkür etmek gerektiğini bildiriyor. O halde; insanlara bir bağışın ulaşmasına vasıta olanlara dikkat edip onlara teşekkür etmek, Allah Teala'ya şükretmenin bir parçasıdır. Onun içindir ki Ehl-i Beyt'i Allah'a giden kapılar kılmış, kapıdan gelmeyenler ise kovulmuşlardır.

Akaid ve itaat babında da böyledir. Ehl-i Beyt düşmanları, Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt'ini (Allah'ın selamı ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) vasıta etmeksizin Allah Teala'ya yönelmek istemişlerdir. Allah Teala ise evliyalarına teslim olup, akait ve ibadeti onlardan öğrenmedikçe, onlara doğru gidip onların vasıtasıyla kendisine yönelmedikçe onlardan kabul etmez. Onların vasıtasıyla olmayan bir amel, sahibine geri çevrilip boynuna bir vebal olur.[18]

Hayır işlere vasıta olan iyilik sahiplerinin hakkını inkar etmek, kaynağını araştırmadan bazı mümin kardeşlerimizin de kalbinden geçen uğursuz bir şüphenin bir bölümüdür. Mümin kardeşlerimizin bu şüpheye tutulmamaları için biz bu şüphenin üzerindeki perdeyi açtık. Ancak insanları şüphelerden koruyan yalnız Allah Teala'dır.

Burada bu konuda ilginç ve güzel bir hadis nakletmek istiyorum. Bu hadis, değerli alimlerimizden olan Hasan b. Ali-i Şube'nin telifi olan ve Şeyh Mufid gibi büyük bir alimin hadis rivayet ettiği Tuhaf-ul Ukul kitabında şöyle geçmektedir:

Adamın biri, İmam Sadık'ın (a.s) huzuruna geldi. İmam, ona hangi kabileden olduğunu sordu. Adam, "Sizin dostlarınızdan olup sizin izindeyiz" dedi. İmam, "Allah Teala sevdiği herkesin işini kendisi üzerine alır ve bu durumda da cenneti ona farz eder" buyurdu.

Daha sonra, "hangi dostlarımızdansın?" buyurdu. Adam, sustu ve cevap vermedi. O sırada Sudeyr, İmam'a, "sizin dostlarınız kaç kısımdır?" diye sordu. İmam, "üç kısımdır" buyurdu. "Bir kısmı bizi görünüşte severler, ancak gerçekte bizi sevmezler. Bir kısmı bizi hem görünüşte ve hem de gerçekte severler. İşte onlar tatlı ve afiyetli sudan içen en üstün örneklerdir. Kur'an-ı Kerim'in, hakikatini, bütün sebeplerin sebebini bilen onlardır. Onlar, en üstün örneklerdir. Fakirlik, yoksulluk ve her türlü zorluklar hızlı koşan atın maksadına ulaşmasından daha çabuk ulaşır onlara. Zorluklar çekerler, korku ve ıstırap içinde olurlar. Devamlı imtihanlarla karşılaşırlar. Bazıları yaralanır, bazılarınınsa başları bedenlerinden ayrılır. Onlar, uzak beldelere dağılmışlardır. Allah Teala, onların hürmetine hastaya şifa verir, yoksulu zengin eder. Onların hatırı için zafere ulaşırsınız, rahmet yağmuru yağar ve rızıklanırsınız. Onların sayısı çok azdır. Ama Allah Teala'nın yanında değerleri çok fazladır. Bir kısmı ise bizi görünüşte değil içlerinden severler.

En düşük derecede olan birinci kısımdakiler, bizi görünüşte severler ve bize karşı padişahlar gibi davranırlar. Dilleri bizimledir, fakat kılıçları bize karşıdır.

Üçüncü derecedekiler, bizleri görünüşte değil de içlerinden severler. Kendi canıma ant olsun, eğer bizi görünüşte değil, içlerinden sevselerdi gündüzlerini oruç tutarak ve gecelerini teheccüd ve ibadet ederek geçirirlerdi. Böyle olanların dünyayı terk ettikleri yüzlerinden belli olur. Onlar barış ve itaat ehlidirler. "

İmam'ın (a.s) bu sözleri üzerine, o adam, "Ben sizi hem görünüşte ve hem de gizlide sevenlerdenim" dedi. İmam, "Bizi hem görünüşte ve hem de içlerinden sevenlerin bir takım belirtileri vardır. Onlar o belirtilerle tanınırlar" buyurdu.

Adam "O belirtiler nedir?" diye sorması üzerine, İmam şöyle buyurdu:

"O belirtiler özel bir, akım sıfatlardır. İlki, onlar Allah Teala'yı olması gerektiği gibi tanımışlardır. Tevhid bilgilerini güçlendirip sağlamlaştırmışlardır. Daha sonra, Allah'ın ne olduğu ve hangi sıfatlara sahip olduğunu bilmişlerdir. Daha sonra imanın sınırlarını, hakikatini, şartlarını ve tevilini bilmişlerdir."

Sudeyr: "Ey Resulullah'ın (s.a.a) torunu, ben sizin imanı böyle nitelendirdiğinizi duymamıştım" diye arz etti.

İmam, "Evet" buyurdu. "Kime iman edilmesi gerektiğini bilmedikçe, imanın ne olduğunu sormak doğru değildir."

Sudeyr, İmam'dan buyruklarını biraz daha açıklamasını istemesi üzerine, imam şöyle buyurdu: "Allah Teala'yı içinden geçen hayallerle tanıdığını sana, kimse müşriktir. Allah'ı, manaya dikkat etmeksizin ismen tanıdığını sanan kimse, Allah Teala'nın mukaddes zatına hakaret ettiğini itiraf etmiştir. Çünkü isim hadis olup sonradan ortaya çıkmıştır.

İsim ve manaya taptığını sanan kimse de Allah Teala'ya şirk koşmuştur. Allah Teala'ya, idrakle değil de sıfatlarıyla tapıldığını sanan kimse işi gaybe bırakmıştır. Sıfatla sıfat sahibine bir arada taptığını sanan kimse ise tevhidden uzaklaşmıştır. Sıfatlananı sıfata nispet veren kimse ise büyüğü küçültmüştür (Allah'ı hakkını vererek takdir etmediler -En'am/91-)."

"O halde tevhidin yolu nedir?" diye arz edilince de şöyle buyurdu: "Bu konuda bahsedilebilir. Bundan çıkış yolu vardır. Hazırda olanın zatı sıfatından önce, gaipte olanın ise sıfatı zatından önce tanınır."

"Hazırda olanın zatı sıfatından önce nasıl tanınır?" diye sorulduğunda İmam (a.s) şöyle buyurdu: "İlk önce onu tanırsın ve onun bildiğini bilirsin. Daha sonra onun vasıtasıyla kendini tanırsın, ama kendini kendinle tanımazsın. Alemdeki her şeyin ona ait olup onunla olduğunu bilirsin. Nitekim Yusuf'un kardeşleri, Yusuf'a: "Sen Yusuf musun?" dediler. Yusuf, "Ben Yusuf'um ve bu da benim kardeşimdir" dedi. Burada Yusuf'un kardeşleri, Yusuf'u kendi vasıtasıyla tanıdılar, ondan başkasının yardımıyla veya kalplerinden geçen bir hayalle değil. Nitekim Allah Teala'da buyuruyor ki: "Sizin içinse onun bir ağacını bitirmek mümkün değildir."[19] Ve bunun anlamı ise şudur: Sizlerin kendi yanınızdan imam seçmeye ve istediğiniz herhangi birini hak imam bilmeye hakkınız yoktur."

İmam Sadık (a.s) buyuruyor ki:

"Allah Teala, üç grupla ne konuşur, ne onlara ilgi gösterir ve ne de onları temizler. Onlar için acıklı bir azap vardır: Biri Allah Teala'nın imam kılmadığı kimseyi imam edenler, ikincisi Allah'ın imam kıldığı kimseyi inkar edenler, üçüncüsü de bu iki grubun İslam'dan bir pay aldığını sananlardır. Oysa ki Allah Teala buyuruyor ki: 'Rabbin dilediğini yaratır ve seçer; seçim onlara ait değildir.'"[20] 

Ama imanın sıfatına gelince, İmam (a.s) şöyle buyuruyor:

"İman ikrar edip huzu ve huşu ile ikrarı aşikar etmek ve imanla Allah Teala'ya yaklaşarak büyüğünden küçüğüne, tevhidden en son itaate kadar bütün farzları bilinçli olarak ard arda yerine getirmekten ibarettir. Kendine ulaşan Allah'ın farz kıldıklarından dediğimiz şeyleri yerine getiren kimse mümin olup iman sıfatıyla sıfatlanmayı ve mükafata ulaşmayı hakketmiş olur. Çünkü iman, genel olarak ikrardan ibarettir. Ve ikrar ise küçüğünden büyüğüne bütün itaatleri doğrulamaktır. O halde mümin, yerine getirerek mümin olmaya hak kazandığı şeyleri terk etmedikçe iman sıfatından çıkmaz. İman ismine ve iman manasına hak kazanmak, bütün büyük farzları yerine getirmek, büyük günahları terk etmek ve onlardan uzaklaşmakla olur. Bu sıfatlara sahip olarak küçük farzları terk eder ve küçük günahları işlerse mümin olmaktan çıkmaz. Büyük farzlardan birini terk etmeyip, büyük günahlardan birini işlemediği müddetçe mümindir. Çünkü Allah Teala buyuruyor ki: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi onurlu-üstün bir makama dahil ederiz."[21] 

Allah Teala bu ayet-i kerimede diyor ki: büyük günahların dışındakileri bağışlarız. O halde biri, büyük günahlardan birini işlerse büyük, küçük işlediği bütün günahlardan dolayı cezaya tabi tutulur. Mümini mükafata ulaştıran iman sıfatı budur."

Hadisin devamı vardır. Fakat biz bu kadarıyla yetiniyoruz. İsteyenler Allah'a, Ehl-i Beyt'e sevgi çeşitlerini açıklayan hadisin tamamını görebilirler.

Bu hadiste, diğer hadislerde toplu halde bir arada olmayan imanın çeşitleri yer almıştır. Her ne kadar diğer hadisleri de bir arada toplasak bu hadisten anlaşılan şey onlarda da ortaya çıkacaktır. Ehl-i Beyt'ten gelen hadislerin her biri, diğerini açıklayıp tefsir etmekte olup hiç biri diğeriyle çelişmez; aralarında bir miktar fark gözükse de bu rivayetin amacının ne olduğuna gereği kadar dikkat etmemekten kaynaklanmaktadır. Herkes kendi payını alsın diye, her rivayette makamlardan biri açıklanmış, diğer makamlara da işaret edilmiştir: "Böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın."[22]

ON BİRİNCİ BÖLÜM  

MÜMİNLER FARKLI DERECELERE SAHİP OLUP İMANLARINA GÖRE BİRBİRLERİNDEN ÜSTÜNDÜRLER

İman sahiplerinin dereceleri farklıdır. Herkesin imanının bir derecesi vardır. Mikdad (r.a), imanın sekizinci derecesindeydi. Ebuzer (r.a), imanın dokuzuncu derecesindeydi ve Selman (r.a), ise imanın onuncu derecesindeydi ve onun üstünde ise bir şey yoktur.

Usul-u Kâfi, Abdulaziz Karatisi'den naklen der ki: İmam Sadık (a.s), bana şöyle buyurdu: Ey Abdulaziz, iman on derecedir. On basamaklı bir merdiven gibi ondan, basamak basamak yukarı çıkmak gerekir. O halde ikinci derecede olan, birinci derecede olana "Senin hiç imanın yok" dememelidir. Onuncu dereceye kadar böyledir. O halde senden aşağı derecede olanı aşağı düşürme. Aksi durumda senden yukarı derecede olan da seni düşürür. İman açısından senden aşağı derecede olan birini görürsen, şefkatle elini tutarak yukarı çıkar ve onun omuzlarına gücünden fazla yük yükleme; çünkü aksi durumda yükün ağırlığından dolayı kemikleri kırılır. Bir mümini kıran kimse ise onun kırığını onarmak zorundadır.

Allah Teala'nın salat ve selamı Hz. Muhammed'e ve onun tertemiz evlatlarına olsun. Doğrusu Allah'ın kaza ve kaderi bu bölümün tamamlanmasına engel oldu. Kudret ve ilim sahibi Allah Teala'dan, bu bölümü tamamlaması için, birini benim yerime tayin etmesini niyaz ederim. Ben, O'nun rahmetinden ümidimi kesmiş değilim. Çünkü; alçak kimselerden başkası, O'nun rahmetinden ümit kesmez.

 


[1] - Fussilet/35.

[2] - Ra'd/28.

[3] - Zümer/36.

[4] - Hadid/23.

[5] - Ra'd/39.

[6] - Sebe'/13.

[7]- Bu olay İmam Askeri'nin (a.s) "Gayba inananlar" ayetinin tefsirinde nakledilmiştir. İsteyenler oraya müraccaat ederek olayı tafsilatlı bir şekilde görebilirler.

[8] - Ahzab/21.

[9] - Hud/112.

[10] - Mücadele/11.

[11] - Hucurat/14.

[12] - Mâide/23.

[13] - Nisa/65.

[14] - Nisa/136.

[15] - Usul-u Kâfi.

[16] - Bakara/165.

[17] - Ra'd/28.

[18] - İbadetlerin kabulünde Ehl-i Beyt'i tanımanın şart oluşu konusu Ehl-i Sünnet alimlerinin de itiraf ettiği bir şeydir.

[19]- Neml/60.

[20]- Kasas/68.

[21]- Nisa/31.

[22]- Bakara/60.