<%@ Language=VBScript %> Hz.ALİ (4) Sayfa 1

 

4.FASİKÜL   
SAYFA> | Giriş | 1 | 2 | 3
  

ÖNCESİ (1.FASİKÜL)

Yapım olmadan, topluma hizmet olmadan, devamlılığın nedenlerine bakmadan toplumsal yardımlaşmanın gerektirdiği biçimde bir düzenlemeye gitmeden oruç tutup tutmamanın hiçbir anlamı kalmıyor. Peygamber oruç ayında oruç tutmayarak insanlara hizmeti, oruç tutup yararlı işten uzak kalıp kendi başına olmaktan daha üstün gördü.

Ayrıca, peygamberin Aranızda kötü bir şeyi gören varsa eliyle, bunu yapamayan da diliyle, onu da yapamayan en azından kalbiyle değiştirsin, sözünden topluma ve insanlara yararlı olanın, kötülüğün yok edilmesi ile ilgili topluma ve kişiye yüklenen sorumluluğun zorunluluğu üzerine açık bir işaret değil midir.

Ayrıca, topluma herhangi biçimde hizmet edenin sevabının sürekli namaz kılıp ibadet edenden daha çok olduğunu belirten çok hadis mevcuttur. Peygamberin gözünde bir bilgin topluma yarar getiriyorsa ayın milyonlarca yıldızdan daha parlak olduğu gibi bir milyon ibadet edenden daha iyidir. Bilginin ibadet eden karşısındaki iyiliği Ayın milyonlarca yıldız karşısındaki durumu gibidir. Peygamber yeryüzündeki insanların yararının ortaya çıkartılmasında yaratıcı güç olarak akıl olduğundan peygamber örneği görülmemiş biçimde akla önem verirdi. Şöyle diyor: Bir saatlik düşünme bir yıllık ibadetten daha iyidir.

İslamiyet, bu çizgi içerisinde toplumun önemsenmesi, düzenlenmesi ve canlandırılması çizgisi içerisinde, insanların toprağa ve orada çalışarak iyiliklerinden yararlanması çizgisinde yürümüştür. Yeryüzündeki her şeyi sizin için yaratmıştır., Yeryüzünü bütün yaratıklar için yarattık., Kendisi yeryüzünü sizin için engin olarak yarattı her tarafında yürüyün ve rızkından yiyin. Ayrıca İslamiyet insanlara şükretmeyi Allah'a şükretmek isteyenin gireceği biricik kapı olarak görmüştür. İnsanları tanımayan Allah'ı tanımaz. Peygamber şöyle diyor: İnsanlara şükretmeyene Allah Şükretmez Peygamber, üretken çalışmayı büyük biçimde kutsamıştır. İşçiyi sadece yüceltip ona şükretmiyor, sevap vermiyor, bir de çok çalışmaktan şişen eli öpüp söyle diyor: Bu hem Allah'ın hem de peygamberinin sevdiği eldir.

Peygamberin üretken çalışmayı kutsadığıma dair en iyi örnek şu öyküdür:

Peygamberin sahabeleri, cüsseli, kuvvetli, sert kaslara sahip bir adamın yürümekte olduğunu gördüler. Bu gücünü ve sertliğini Allah uğruna cihada yöneltmiş olmasını temenni ederek şöyle söylediler: Keşke bu kuvveti Allah uğruna olsaydı. Bunun üzerine Peygamber şu bilge sözünü söyledi: İki yaşlı baba ve annesi için çıkıyor olsa yine Allah uğruna olurdu, yok eğer küçük çocukları var da onlar için çıkıyor olsa y ine Allah uğruna olurdu, şayet günahtan sakınmak amacıyla eşi için çıkıyor olsa yine Allah uğruna çıkmış olurdu. Hadis kitapları. Peygamberin emeği kutsayıp işçiyi onurlandıran birçok hadisinden söz etmektedir. Aralarında şunlar vardır: "Allah mümin ve profesyonel kulunu sever. " "Hiçbiriniz kendi elinin emeğinden daha lezzetli bir yemek yemiş değildir. "

Emeğin böylesi bir değeri, hatta böylesi bir kutsallığı olduğuna göre işçinin de yaptığını özenle yapması gerekir. Böyle yapması durumunda hem yararlanmış, hem de yararlandırmış ve toplum içerisindeki varlığının gerekçesini bulmuş olup Allah tarafından sevilip kendisine yaklaştırılmış olur. Muhammed şöyle diyor: Biriniz bir iş yapması durumunda, işine özenirse Allah onu sever.

*   *   *

İslamiyet'in, yeryüzünü üzerinde yürüyüp rızkından yiyip, verdiğinden yararlanmaları için kıldığını söylemiştik. Ancak yeryüzünün dolup taştığı bu vergisinin dağıtımı karşısındaki tutumu nedir? İnsanların bir kesimine ait olup diğerine yok mu? Yoksa emek, üretim ve gereksinime göre paylaştırılacak mı? Bu nimetler Kralların, Emirlerin, Zenginlerin, Gaspçıların tekelinde mi, yoksa toplumun sağlam yapısının üzerinde oturduğu ve adil olarak dağıttığı genel hak mıdır?

İslamiyet; topluluğa, emek temeli dışında hiçbirini aşağılamadan ve hiçbirini yüceltmeden mantıklı ve adil bir bakışla bakar. Toplumun onaylaması gereken her emeğin bir karşılığı vardır. İslamiyet'ten önceki toplumlarda olduğu gibi, ya da özel olarak Kurşi (15) toplumda, içindeki Emeviler'in diğer insanları sömürdüğü gibi doğru bir toplumda işçinin aç kalıp tembel, hileci ve azmışların zenginleşmesi mümkün değildir. Doğru toplumda işçinin emeğini heder edip, çalışmayanın yeryüzü zenginliklerini götürmesi mümkün değildir. Toplumda, gereksinim ve yoksulluğun bulunduğu sefanın karşılığında bu toplumun diğer yanında mutlaka yoksulluğun olacağını kavradığından İslamiyet bireylerinin büyük çoğunluğunun yoksul olduğu bir toplumda büyük bir ısrarla sefayı yasakladığını görüyoruz. Hiçbir insanın diğer bir insanı sömürme hakkı ve onuru olmayacağından, haddinden fazla sefa ve israfın da gereksinim içerisindeki bir toplumda bu sömürü olmadan olamayacağına göre, Peygamber, müsriflerin evlerini şeytan evi olarak adlandırmaktadır. İnsanları örten kafeslerden başka bir şey olarak görmemekteyim. Kuran'da ise, Yaşamı azgınlaşan nice köyü (16) helak ettik. O evleri onlardan sonra az yaşanır duruma geldi. Kuran başka bir yerde şu güzel ve garip güzelliğe sahip şu sözlerle onlara karşı savaş açmaktadır: Herhangi bir köyü helak etmek istediğimizde müsriflerine emir veririz, onlar bozguna uğratırlar söz de yerini bulur altını üstüne getiririz. Bir toplumda tekelcilik, sömürü, kesinti ve dalaverecilik adı altında toplanan sefillik ve zenginliğin, gereksinim ve bolluğun aynı yerde olmaması için İslamiyet bu sapmalara giden yolları yıkmaya çalışmaktadır. Peygamber bunlara karşı savaşmakta ve bunu günah konumuna sokmaktadır. Tekelcilik açısında da şöyle diyor: Bir şeyi tekelleştiren hatalıdır. Dalavere ve Kesinti konusunda da şu tehdidi savurarak şöyle diyor: Yeryüzünde bir şeye zulmeden yedi yer tarafından kuşatılır. Kesinti konusunda da: Bir Müslüman'ın malını haksız yere kesen Allah'ın gazabına uğrar. Diyor.

Sömürünün ise o günkü biçimi, faizdir. Her çeşidiyle faizdir. Kuran 'ı kerim şöyle diyor: Faizi kat, kat fazlasıyla almayın Başka bir yerde de şöyle diyor: Allah alım satımı helal faizi haram kılmıştır. İnsanın insana sömürüsünü getirdiğinden faizcileri tehdit ederek ısrar ediyor. Sosyal adalet de bunu gerektiriyor: İnsanın çabasından başka bir şeyi yoktur. Hilekarlık, çıkarların tekelleştirilmesi, toplum ölçütleri açısından maddeyi değer ve vergi açısından insana eşit ya da insandan üstün tutma olmasaydı büyük varlıklılar sınıfı nasıl oluşabilirdi. En büyük toplumsal cinayet ise; tekelcilerin ve yöneticilerin ikisi beraber halkı gasp etme ve çabalarını yeme günahlı biçimde yemeleridir. Mallarınızı aranızda haksız olarak yiyip bilerek yöneticileri gösterip aranızdaki bir grubu haksız olarak yemeyin. Peygamber şöyle diyor: Hiçbiriniz elinin emeğinden daha lezzetli bir yemek yememiştir. Zelzele Suresinde şöyle diyor: Zerre kadar şer işleyen onu görecektir... Herkes kazandığıyla ipoteklidir... Mal bakımından da, belirli bir kesimin elinde hapsedilip bu kesim arasında dolaşım yaparak çıkar ve çabaların bu kesim tarafından tekelleştirilmesi ve kamunun küçümsenip kulların boyunlarına tahakküm edilmesi olmamalıdır. Kuran, mal konusunda şöyle diyor: Aranızdaki zenginler arasında dolaşımı olmasın.

Kuran'da ve hadislerde mal, ilk etapta toplumun malıdır. Kişiler de bundan sadece gereksinimleri ya da uğruna olan çabaları kadar alabilirler. Onun için de İslamiyet'te bir kişi diğerlerinin çabalarını en az biçimde de olsa sömüremez. Aynı zamanda gereksinim duyduğundan fazlasını toplaması yasaklanmıştır. Peygamber bu iki temeli mali politikanın temeli olarak almıştır. Yaşamı ve sözleriyle bu doğrultuda izlemeleri gerekeni sahabelerine örneklemiştir. Örneğin:

Sahabeleri arasında peygamberin çok değer verdiği Rifa'a bin zeyd adında birisi vardı. Bir gazvede (17) öldürücü bir oka hedef oldu. Peygamberin yanına taziye için gelenler şöyle demeye başladı: Ne mutlu ona şehit olarak gitti. Bununla da peygamberi tatmin edip üzüntüsünü hafifletmek istiyorlardı. Ancak peygamberin şunları söylediğini duyunca Rifa'anın ölümünden sonra tatmin olup üzüntüsünün hafiflemediğini gördüler. Hayır, hayber gününde ganimetlerden almış olduğu mendil ateş olarak onu yakacakıtr.

Rifa'a şehit olarak ölmüştür. Buna rağmen peygambere göre günahkardır. Çünkü topluluğun malından bir şeyler almıştır. Bu mendili gizli olarak almaması gerekir. Topluluğun malının herkese tek tek dağıtılarak herkesin hakkını almasını beklemeliydi.

Sömürüp tekelleştirdikleri ister az ister çok olsun, İslamiyet'in sömürücü ve tekelciler karşısında almış olduğu bu tutumun önemine bakıp derin temellerine inecek olursak; İslamiyet'in yaşamın yüceliğini kurduğunu ve canlı olarak insanın, bir tek Tanrının yaratıp zapt ettiği varlığın ekseninde bulunduğunu kavrayabiliriz. İnsanı yaşamdaki hakkından ve yaşam nedenlerinden nasıl yoksun bırakabilir. Adi, aptal, can ve mal ticareti yapan çok tembel bir çete bundan mahrum bırakmaktadır.

Mal, peygamberin ona bakış açısından anlaşıldığı gibi; toplumsal varlık açısından yaşamın sınırlarını oluşturmaya yarayan bir araçtır. Evren, İnsana hava, ışık gibi hakkını kararlaştırdığı gibi bu havanın, ışığın vs. oluşumu sonucunda olan yeryüzü zenginliklerinden de hakkını kararlaştırmıştır. Bizzat evrenin oluşumunu kararlaştırmış olduğu bu haktan hasta bir toplumdaki önemsiz bir kuram sonucunda ne komşusu ne de vatandaşı onu mahrum kılabilir. Peygamber şöyle diyor: insanlar üç şeyde ortaktır: Ateş, su ve nebatat. Bu söze mantık çerçevesinde bakacak olursak, Peygamberin her tür yasa ve anayasadan daha derin, ezeli ve ebedi bir gerçeği kararlaştırdığını görürüz. Çünkü yaşamın yaşam içerisindeki hakkını ikrar ediyor. Bu söze zaman ve mekan çerçevesinde bakacak olursak, (Bunların ikisi de genel ilişkilerden kaynaklanmaktadır.) mal konusunda az ya da çok, önce herkesin çabasına göre ve daha sonra da gereksinimine göre payını alacağı açık bir sosyalizmi istediğini kavrayabiliriz. O eski Arap, sahra ortamında yaşamın temel zorunlulukları olması itibarıyla açıkça ateş, su ve nebatatı kamulaştırıyor. Bu toplumun ateş, su ve bitki dışında bir gereksinimi olacak olursa da, bu durumda malın zenginler arasında dolaşımını sevmiyor.

Kişinin hakkını alabilmesinin önünde ne soyu, ne yetişme tarzı, ne cinsiyeti, ne inancı ve ne de dini engel olarak durabilir. Her insan çabasının karşılığını alır bu insan nerede olursa olsun. Kişi ve toplum bütün haklar açısından iç içedir. Toplum kişinin iş fırsatı çabası, gücü ve gereksinimi çerçevesinde bir ücreti garantilemiş olduğunda insani anlam olarak çok mükemmel bir durum olup bu kişinin kendi rolünde topluluğa destek çıkması ve kişisel özgürlüğünü vatandaşlarına zarar vermeyecek şekilde şekillendirmesi görevini yüklemiştir. Topluluğun kişiye zulmetmemesi, kişinin de topluluğa ait olanı istediği gibi kullanmaması gerekir. Kendi kişisel çıkarlarını korumaktan daha az olmayacak şekilde topluluğun çıkarlarını koruma görevi var olup bundan sorumludur. Peygamber şöyle diyor: Hepiniz çobansınız ve her çoban kendi sürüsünden sorumludur. Ayrıca bireyin özgürlüğü hiçbir zaman topluluğa zarar vermesi demek değildir. Genel çıkarların sınırlamadığı kişisel özgürlüğün zararını peygamber çok iyi bir örnekle anlatmıştır: Bir topluluk gemiye bindi ve yerlerini paylaştı. Her birinin bir yeri oldu. Aralarından birisi kendi yerini baltayla delmeye başladı. Ne yapıyorsun? diye sordular. Cevap olarak bu benim yerim istediğimi yaparım dedi. Engellerlerse hem kendisi hem de onlar kurtulur. Serbest bırakırlarsa hem kendisi hem de onlar helak olur. Ayrıca bu birey topluluğun bir üyesi olması itibariyle ve genel durumu yükseltme katılım olarak bulunduğu her yerde kötülüğü engellemekle yükümlüdür: Aranızdan birisi kötülük görürse vs. (18) Peygamber, her gün yüce ahlakını vaazlarla değil insanları yaşayarak eğitmekten geçtiğine, insanlara rahmetin (acımanın) sözle değil pratikle olabileceğine dair örnekler verebildiğine göre; insanlardan ayrı olarak değil, küçük büyük onların içerisinde yaşayıp, onları dinleyerek, onlarla sohbet ederek gerçek yücelerin çizgisi doğrultusunda onlara hizmet etmektedir.

Ebu Hureyre'nin anlattığı öykülerden bir tanesinde, Peygamberle birlikte çarşıya çıktığını, bir satıcının yanına gidip Peygamber oradan ihtiyaçlarını aldıktan sonra ona helal kazancı istemesi, bir şeyi tekelleştirmemesi, kimseyi sömürmemesi başkasının olmayan bir şekilde yaşamaya hakkının olduğunu iddia etmemesini tavsiye etmeye başladığını söylüyor. Satıcı kendisi ile konuşanın Peygamber olduğunu bilmiyordu. Ebu Hureyre bunu söylediğinde tedirginleşti ve elini öpmeye kalkıştı. Muhammed elini şiddetle ondan çekerek şöyle dedi:

- Yoo... Fars'ların krallarına karşı yaptıklarını yapmayın el öpmek Allah'tan başkasına karşı küçüklüktür.

Ebu Hureyre peygamberin almış olduğu eşyaları taşımaya kalkıştığında da, Peygamber onu ikaz etti. Gülümseyerek şöyle dedi:

- Sen bırak. Bir şeyin sahibi onu taşımada diğerinden daha evladır.

Ancak kral ve imparatorlar açısından İslamiyet onlara kuşkuyla bakmakta, hatta toplumdan tamamıyla sürmektedir. Bozucu ve bozguncular kendileridir: Krallar bir köye girecek olursa köyü bozar en değerli ahalisini küçümsenmiş duruma getirir.

Kral ve sultanlarda Peygamberi en çok rahatsız eden şey boş görünüm ve anlamsız kibir ve kendilerini, özel sorunlarını kuşatan abartı şekilleri ve şaşalı görüntüleridir. Çünkü Peygamber, reel gördüğü her şeyi kutsadığı gibi bütün insanlardaki yaşama sıfatlarını kutsamaktaydı. Namuslu, faziletli yaşamın temel dayanaklarından birisi olarak pratikte ve sözdeki sadeliği görmekteydi. Sahabeleri oturmuşken gelmesi durumunda istemeyerek, Fars'ların krallarına yaptığı muameleyi bana karşı yapmayın anlamında şeyler söylüyordu. Kral ve sultanların hayallerini süsleyen abartı ve şaşaayı sevmediğini gösteren olaylardan birisi; Oğlu İbrahim öldüğünde tesadüfen güneş tutulmuştu. Bunun üzerine insanlar: Gökyüzü peygamberin oğluna üzüldü dediler Muhammed bunu duyduğunda insanları toplayarak şunları söyledi:

- Güneş ve Ay Allah'ın ayetlerinden iki ayettir (19) herhangi birisinin ölümüne tutulmaz.

Peygamber,  abartı  ve  şaşaada gerçek yaşamın sadeliğine karşı bir düşmanlık bulunduğunu, abartı ve şaşaanın sevilmesi de yaşamla ve canlılarla aralarındaki canlı, doğal bağlarını koparmış kral ve sultanların sıfatlarından birisi olduğunu kavramış olarak insanlara, bizzat yaşamın ve içindeki her şeyiyle varolan evrenin iradesinden birisinin ölümüyle güneşin tutulamayacağı ve Ay'ın yok olmayacağı güzel sözleriyle hitap etmektedir.

Burada peygamberin yaşamı sade, güzel, resmiyetsiz ve problemsiz olarak ele alınması gerektiğine dair çağrısını hatırlıyoruz. Bunun konumuzla olan sıkı bağlantısından dolayı hatırlıyoruz; çünkü yaşamın bu şekilde ele alınması peygamberin istediği ve kurduğu İslamiyet'in temelidir. Konularının farklılıklarıyla birlikte İslamiyet'in bütün içeriğine dikkat edecek olan kişi, Hepsinin tek, derin ve kapsamlı bir kökten kaynaklandığını kavrayabilir. O da; sahteliğin olmadığı, gizin olmadığı sadeliktir, ya da yaşamda doğruluk olarak söylenebilir.

Halit Mehmet Halit bu yöntemi güzelce özetleyerek şöyle diyor:

Kendisi (Yani peygamber) herhangi birisini istemeyerek az bir şekilde yaralayacak olsaydı mutlaka onun da kendisini aynı şekilde yaralamasını isterdi.

Minber üzerinde güzel bir azametle durup onu dinleyen sahabelerine şunları söylüyor: Kimin sırtına vurduysam (Kırbaçladıysam) işte sırtım, aynısını yapsın, kimin malından bir şey aldıysam işte malım ondan alsın. Kendisi yaşamı boyunca kimsenin sırtını kırbaçlamamıştır. Ancak Muhammed yaşamla olan mutlak doğruluğu en iyi şekli, en sadık biçimi, içtenlik ve temizlikle uyguluyordu. Bütün yaşamında riyakarlık ya da zayıflık olmadığı gibi gurur ve kibirlilik de olmamıştır.

Eşiyle yarışır, kendi ayakkabısının tabanını eliyle diker, elbisesinin yamasını kendisi yapardı. Kendi hayvanını kendisi sağmış, ailesine hizmet etmiş, sahabeleriyle birlikte tuğlayı kaldırmış, açlığından karnına taş bağlamıştır.

Sahabeleriyle birlikte yola çıkacak olursa onun önünde yürümelerini söylemiştir. Otururlarken gelecek olursa hemen oradaki en son yerde otururdu. Özel bir ikram için onu çağıracak olurlarsa hemen kendilerine: Sizden ayrıcalıklı olmayı istemiyorum, derdi.

Yaşamda doğruluk budur (20).

Bu bölümde Peygamberle ilgili anlattığımız her şey bu gerçeğin bir onayıdır.

Yöneticileri, efendi, zalim, baskıcı ve profesyonel hırsız değil de, topluluğun hizmetçisi durumuna getirecek görev ve sorumlulukları vardır. Peygamber yaşam öyküsünde, bir valinin hediye kabul ettiğini ona bildirdiklerini söyler. Haberi inceleyince kendisine gelen haberin doğru olduğunu görür. Kızar, valiyi yanına çağırarak şöyle der:

- Senin olmayan bir şeyi haksız olarak nasıl alırsın?

Vali özür dileyerek şöyle cevap verdi:

- Bu hediyeydi ya Resulüllah...

Peygamberin cevabında yönetenle yönetilenin arasında rüşvet yolunu açabilecek yöntemi çok iyi kavrayan bir dahilik vardı. Somut biçiminde bir yanıtla karşılık vererek şöyle dedi:

- Herhangi biriniz evinde oturuyor olsa ve ona bir iş yüklemiyor olsaydık, kimse ona hediye getirir miydi?

Hediyeyi devlet hazinesine (Beytülmal) vermesini söyleyerek valiyi görevinden aldı.

Peygamber bu şekilde insanlara haklarını alırken rüşvet yolunu izlememelerini öğretti. Aynı şekilde yöneticiye insanlara karşı bu yolu izlememesini öğretti. İnsanların maaşlarında hiç bir hakkının olmadığını öğretti. Bir hırsız olsun diye değil, bir baba olsun diye insanları yönettiğini öğretti.

Böylece, iktidarını, bir hediye konusunda kullanan yönetici sınıfa karşı adalet intikamıyla göstermiştir. Artık, malların çalınıp çarpılması, servetlerin tekkeleştirilmesi, hakların çiğnenmesi ve insanlara zulmedilmesi konularında nasıl olabilirdi?...

İslamiyet'te yönetici, mutlaka seçilerek ve oybirliği ile gelirdi. İktidarını genel iradeden ve insanların yararına olanı korumaktan ve en iyisini yapmaktan alırdı. İslamiyet yöneticiye, uygun çözüm bilmediği bütün sorunları yönetilenlere danışarak çözmesini zorunlu kılıyor: Sorunlar (kendi aralarında danışarak) istişare ile çözülür. Malda, mülkiyette ve yasada yöneticinin hiçbir artı hakkı yoktur. Hatta kendisine tanınan hak insanların onurunu ve haklarını koruyabildiği ölçüde korunabilir.

Halkın yöneticiye karşı korunmasında İslamiyet bununla da yetinmemektedir. Ezilmiş ve zayıfları, onları ezen ve zulmedene karşı mücadeleye hazırlamaktadır. Kuran'da, ezilip, sömürülüp, hakları ellerinden alınıp, zulme uğrayanların bu zulmü kabul etmeleri ve ona karşı harekete geçmemeleri durumunda, baskı ve kötü muamelenin diğer çeşitlerine karşı sessiz kalmaları durumunda onları cezalandırmakla ikaz ederek kendi kendilerine zulmedenler olarak adlandırıyor.

Peygamber şöyle diyor: Zulmünden dolayı değil de başka bir şey için öldürülen şehittir.

Bir başka yerde de şöyle diyor: İnsanlar zalimi görür de ona karşı koymazlarsa Allah onları cezalandırır.

Ancak genel insanlık alanında ise, dini taassubun her türlüsüne karşı savaş açmaktadır. Dinde zorlama yoktur. Aynı biçimde ırkçı ve ulusal (Kabile) taassuba karşı da en şiddetli şekilde savaşmaktadır: İstese de istemese de insan insanın kardeşidir. Bütün insanlar onurlu kardeşlerdir. Ademoğullarını (İnsanları) onurlandırdık karada ve denizde taşıyarak en iyi şeylerden rızklarını verdik yarattığımız birçok şeyden daha üstün tuttuk.

Peygamber de insanlara hitap edecek olursa bütün insanlara, Arap'lara, Fars'lara, Kırmızılara, Beyazlara, Sarı ve Siyahlara hitap ederdi. Yardımlaşan, aralarında ulus ya da cins olarak ayrılıkları itibarıyla değil de, insanlık sıfatının, insanlık özünün ortak bulunması itibarıyla hitap ederdi. Hatta içindeki iyilik derecesine göre birini diğerinden evla duruma getiriyor ya da üstün tutuyor. Peygamber şöyle diyor:

İnsanlar! Tanrınız bir, babanız da birdir. Bir Arabın bir Fars'a, ya da bir Fars'ın bir Araba veyahut bir kırmızının bir beyaza ya da bir beyazın bir kırmızıya inanç dışında hiçbir üstünlüğü yoktur. Duyanlar bunu duymayanlara bildirsin.

İnancın, imanın, dine bağlılığının hepsini topluluğa hizmet çerçevesinde kılarken ne yücelik göstermişti. Sahibi bunu yararlı işten alıkoyunca da bütün anlamını yitirmektedir. Şöyle diyor: Komşuna iyi komşuluk yaparsan mümin olursun. Bütün mahlukat Allah'ın aileleridir. En sevdiği de ailesine en yararlı olanıdır. Din ilişkidir.

Adamın biri peygambere sorar: Hangi İslam daha hayırlıdır? Cevap olarak:

Tanıdığına da tanımadığına da yemek verip selam vermektir.

Peygamberin istediği şekliyle İslamiyet, insanların hizmetinde olmak ve onlara saygı göstermektir. Müslüman ya da gayri Müslüman, Arap ya da Fars, Kırmızı ya da Beyaz, tanıdık ya da tanımadık arasında bir ayırım yapmadan bunu yapmaktır. İnsanlık sıfatının kendisi bizzat insanı sevmeye yemeğini vermeye ve saygı göstermeye yeterlidir.

Ayette: İnsanları (Ademoğullarını) onurlandırdık.... Allah sadece Müslümanları değil bütün insanları onurlandırıyor. Bu bölümde sözünü ettiğimiz hadislerde de en iyi İslamiyet'in elini, yüreğini ve yüzünü bütün insanlara açmak ve onlara iyi komşuluk edip iyi ilişkilerde bulunmak ve onları sevmek olduğunu gördük.

Peygamberin, İslamiyet'in kazanmasını istediği anlamlardan insanlara hizmet, yardım ve bizzat yaşam için çalışmak ve hatta hayvanlar için çalışmak olduğunun örneklerini bizzat kendisi vermiştir. Bir defasında yakın dostlarına şu kısa öyküyü anlatmıştır: Fahişenin biri günün birinde giderken susuzluktan dili dışarı çıkmış bir köpek gördü. Ayakkabısını çıkarıp kuyuya sarkıtarak su doldurup köpeğe verdi. Allah onu affederek cennette aldı.

Peygamberin yaşam karşısında almış olduğu bu tutum ve bu şekilde kutsaması çok yücedir. Onun gözünde bir fahişe susuz olan bir hayvana su verdiği için Allah onu affederek cennete alıyor. Refa'a Bin Zeyd'in öyküsüne göre savaş alanında ölen bir mücahide bu fazileti uygun görmüyor.

Peygamber bir hadisinde bu anlam üzerinde ısrarla durarak şöyle diyor: - Kadının biri hapsedip aç susuz bıraktığı bir kedi yüzünden cehenneme girdi. Bir fahişe, köpeğe yardım ettiğinden dolayı cennete giriyor da bir kadın hapsedip serbest bırakmadığı ve aç susuz bıraktığı bir kediden dolayı cehenneme giriyorsa, halkın malını çalan, emekçi sınıfların emeğini sömüren tekelcilerin ve sömürücülerin durumu ne olabilir. İnsanları, büyüğünün küçüğünü yediği farklı sosyal ve ekonomik sınıflara, birbirinden nefret eden taifelere ve daha sonra birbiriyle savaşan cinslere bölüp herkesten farklı olarak kendine egemenliği öngörenlerin hali ne olacak.

Allah'ın yarattığı birçok şeyden üstün tuttuğu insan (Ademoğlu) kitlelerini köleleştirenlerin durumu ne olacak.

Kuran'da söylediği gibi birbiriyle (ilişki kurup) tanışmak için değişik halk ve kabile olarak yaratılmalarına rağmen başka bir ulusa saldırıp zenginliklerini çalıp, topraklarını işgal edip emeklerini heder eden bir ulusun durumu ne olacak.

Kuran ve hadisteki insanlığın yardımlaşmasının ana hatları bunlardır.

Müslüman yöneticiler ve egemenleri iki dönemde bunu çok dikkatli biçimde uygulayarak riayet ettikleri gibi yine iki dönemde en şiddetli biçimde çiğnediler. Uyguladıkları dönem, Peygamber dönemi ve ondan sonraki Ebu Bekr Al Sıddık, Ömer Bin Al-Hattab ve ondan sonraki Ali'nin halifeliği dönemidir. Çiğnedikleri dönem ise, Emevi yakınlarını yanına alıp onu örtü olarak kullanmalarına izin veren Osman Bin Affan dönemi ve Ali'den sonra gelen Şam ve Bağdat'taki Emevi ve Abbasi dönemidir. Bunun içinde de çok yüce bir kişiliğe sahip Ömer Bin Abdülaziz dönemi ve o çağlarda çok kısa süren ve bir şey yapmasına fırsat kalmayan acele geçmiş dönemler riayet edilen dönemlerdir.

*   *   *

İleriki araştırmalarımızda çok ilgileneceğimiz Osman Bin Affan, yönetimin ölçütleri kendisiyle birlikte eskiden olduğundan farklı bir şeye dönüştü. Emeviler, toprağı, malı ve insanları egemenliklerine geçirip kamu mallarını tekelleştirdiler. Üçüncü halife rahim ilişkilerini, halifeliğin insanlık içeriğini boşaltarak saf bir Emevi kralına yolu açacak kadar koruyordu. Daha sonra bunları ayrıntılarıyla ele alacağız.

Zaman geçtikten sonra, sebep ve hedef açısından devrimin bütün anlamlarım içeren bir halk devrimiydi sonucunda Ali Bin Ebi Talip sorunları devraldı. Ali Bin Ebi Talip, egemenliği nasıl kavradı ve onun sorunu neydi?

Devamı