İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

4- İlahi tekliflerin akıl, zeka, kudret, güç ve yaş açısından buluğa erme koşuluna bağılı olduğunu bilmeyen çok az kimse vardır. Buna rağmen Ömer’in hilafeti döneminde kötü bir işe bulaşan deli bir kadını onun yanına getirdiler ve Ömer onun taşlanmasını emretti. İcra memurları onu taşlamaya götürdüklerinde olaydan tesadüfen haberdar olan Ali (a.s) onlara geri dönmelerini emretti. Hz. Ali (a.s) halifeyle karşılaşınca da ona şöyle dedi: “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu hatırlamıyor musun: Deliden, baliğ olmayandan... kalem kaldırılmıştır. (Delinin yükümlülüğü yoktur)?” Bu esnada Ömer yüksek sesle tekbir getirerek kendi verdiği hükmü geri aldı.

Bu tür doğru olmayan hükümler ikinci halifenin hayatında oldukça çok göze çarpmaktadır. Merhum Allame Emini el-Gadir kitabının 6. cildinde halifenin İslam dininin hükmünü bilmediği yüz hususu kesin delilerle ortaya koymuş ve hepsini “Nevadir’ul Eser fi İlm-i Ömer” (Ömer’in ilmindeki ilginçlikler) adı altında bir araya getirmiştir.

Bütün bu konuların araştırması İslam toplumun önderlik dizginlerini, delinin bir yükümlülüğünün olmadığını bilmeyecek düzeyde İslami fıkıh, Peygamber-i Ekrem’in hadisleri ve Kitap’tan nasibi olmayan böylesi kimselere asla verilemeyeceğini açık bir şekilde göstermektedir.

Acaba akıl ve zeka halkın namusunun ve İslam toplumun haklarının, verdiği hükümlerde akıllı ve deliyi ayırmayan bu tür insanlara teslim edilmesini caiz görüyor mu?

Akıl ve zeka adil olan Allah’ın; insanların mal ve canının kadının altı ayda eşi için çocuk doğurabileceğini ve böyle bir kadının asla zinakâr olmadığını ve taşlanmayacağını bilmeyen bir kimseye teslim edilmezini câiz görebilir mi?[110]

Üçüncü Halifenin Bilgi Düzeyi

Üçüncü halifenin ilahî hükümler hakkındaki bilgi düzeyi de iki halifeden daha iyi değildir. Üçüncü halifenin peygamberden rivayet ettiği hadislerin toplamı 146 hadisi geçmemektedir.[111]

Osman'ın İslam’ın temel ve fer’î hükümleri hakkında kayda değer fazla bir ilmi yoktur. Değerli okuyucuları bilgilendirmek için üçüncü halifenin bilgi seviyesini gösteren birkaç örneğe işaret etmek istiyoruz:

İslam’ın açık hükümlerinden biri de kafirin kanının Müslümanın kanıyla eşit olmadığıdır. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bir Müslüman kafir dolayısıyla öldürülmez (kısas edilmez). Dolayısıyla katil olan Müslüman bu durumda kafirin diyetini ödemek zorundadır.”

Ama buna rağmen Osman’ın hilafeti döneminde böyle bir olay vuku bulunca Osman katilin öldürülmesini emretti. Allah Resulü’nün ashabından bir grubun hatırlatması üzerine bu durumdan vazgeçti.[112]

Üçüncü halifenin hayatında bu tür örnekler çoktur. Sözü kısa tutmak için detaya girmekten sakınıyor ve bu konu hakkında son olarak şunu hatırlatmak istiyoruz:

İslam ümmetinin dinî önderliği için temel şart semavî hükümler hakkında geniş bir bilgi sahibi olmaktır. Böyle bir bilgi edinmek ise masumiyet ve her tülü günah ve hatadan korunmuşluk dışında mümkün değildir. Ama maalesef her ilk üç halife de bu ilahî bağıştan mahrum idiler.

ON ALTINCI BÖLÜM

Peygamber-i Ekrem’in Ashabı Günah ve Hatadan Masum Değillerdi

Bizim Muhacirler ve Ensar'dan bir grubu kınamamız belki de Ehli-i Sünnet’ten bir grup için ilginç ve şaşırtıcı sebebi olacak ve dolayısıyla da ‘sahabenin söz ve davranışlarını hatalı görmenin ve onların hata üzere olduğunu söylemenin nasıl mümkün olur; oysa Kur’an-ı Kerim onları iki konuda övmüştür’ diyeceklerdir:

1- “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.”[113]

2- Başka bir surede ise Hudeybiye bölgesinde ağacın altında Peygambere biat eden kimseler hakkında şöyle buyurulmuştur: “And olsun ki Allah iman edenlerden, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir.”[114]

Özetle Kur’an-ı Kerim ilk ayette başkalarından önce İslam’ı kabul eden kimseleri ve onlardan sonra da onlardan birine tabi olan kimseleri övmektedir.

İkinci ayette ise Allah, hicri yedinci yılda Hudeybiye bölgesinde Resulullah’a (s.a.a) biat eden kimselerden hoşnutluğunu ortaya koymakta ve onlara sükunet indireceğini ve Mekke’nin fethedileceğini haber vermektedir.

Bu övgülere ve hoşnutluğa rağmen ashabın Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonra aldığı kararlarda hatalı olduklarını ve hatta günahkâr olduklarını söylemek nasıl mümkün olabilir?

Yukarıdaki ayetlerin anlamını açıklamadan önce bir takım konulara işaret etmek zorundayız ve o da şudur: Ehl-i Sünnet grubu bu iki ayette kendilerine işaret edilen sadece bu iki grubu (Muhacir - Ensar ve onlara tabi olanlar) adil ve iffetli bilmiyorlar; onların çoğunun inancına göre Peygamber-i Ekrem’in bütün ashabı tümüyle adil, takva sahibi ve sakınan kimselerdir. Sadece herhangi bir hususta fıskı veya sapıklığı kesin bir şekilde sabit olanlar bunun dışındadır.

Özetle peygamber ile birlikte olmuş herkesi aksi belli oluncaya dek adil ve iffetli kabul etmek gerekir.

Bu cümleden de anlaşıldığı üzere onlara göre sayıları yüz bini bulan Peygamber-i Ekrem’in ashabı çok ayrıcalıklı kimselerdir. Onlara göre bir insan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) huzurunda olma fayzine vardığı zaman ruhî bir devrim geçirmekte ve ondan sonra hayatında dürüstlük ve temizlik dışında hiç bir şey meydana gelmemektedir.

Ashap hakkında böyle bir söz söylemek onlardan bir gurubun çirkin ve uygunsuz işlerini görmezlikten gelmeyi ifade etmektedir. Zira bu tür kimselerin Uhud ve Huneyn savaşlarında olduğu gibi kaçış ve gevşeklikleri aslında onların iman temellerinin gevşekliklerini, risalet sahibine ve yüce hedeflerine duydukları ilginin azlığını göstermektedir. Onların Uhud savaşında Peygamber’e karşı kötü hareketleri hakkındaki ayetleri inceleyerek hakikati çok yakından görmek mümkündür.

Bütün sahabenin adil ve iffetli olduğunu söylemek nasıl mümkün olur? Oysaki Kur’an onlardan münafıkların zümresinden olan bir grup hakkında şöyle buyurmuştur: “Münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar: “Allah ve peygamberi bize sadece kuru vaadlerde bulundu” diyorlardı.”[115] Bu sözlerin sahibi kimseler nasıl adil olabilir? Oysa bu cümleyi söyleyen kimseyi gerçek bir Müslüman saymak bile mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerim ashaptan bir grubu “Semmaun” olarak adlandırmaktadır. Bu kelimeden maksat ise münafıkların sözünü hemen kabul eden ve onlara icabet eden kimselerdir. Nitekim Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Aranızda -savaşa- çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve fitneye düşürmek için aranıza sokulurlardı. İçinizde onlara kulak verenler var. Allah kendilerine yazık edenleri bilir.”[116]

Nasıl olur da bütün bu grubu adil ve iffetli kabul etmek mümkün olabilir? Oysa Ehl-i Sünnet yazarlarının bir grubunun inancına göre Peygamber-i Ekrem’in “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) olarak adlandırdığı Halid bin Velid Mekke fethinde korkunç bir cinayet işledi. Benî Huzeyme kabilesinden bir gurubu hileyle ve aldatarak bir çok söz ve antlaşmalara rağmen kılıçtan geçirdi. Öyle ki Resulullah (s.a.a) bu olaydan haberdar olduğu zaman kıbleye dönerek ellerini gökyüzüne kaldırdı ve Allah’a şöyle yakardı: “Allah’ım! Ben Halid’in yaptığı şeyden beriyim.”[117]

Sözde Allah’ın kılıcı olan Halid bin Velid’in bu siyah dosyası burada kapanmamış ve Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonrada Malik bin Nuveyre ve kabilesi hakkında işlediği cinayetler tarih sayfalarında yer almıştır. Halid bin Velid Müslüman bir şahıs olan Malik bin Nuveyre’yi öldürdü ve sonrada eşine tecavüz etti.

Hak ve Batılı Tanımanın Yolu

Esasen yapılan en büyük yanlışlıklardan biri de hak ve batılı şahıslar yoluyla tanımamız ve onların şahsiyetlerini söz ve davranışlarını hakkaniyet ölçüsü olarak kabul etmemizdir. Oysa şahsın inancı ve amelleri, şahsiyetinin, yol ve işinin hakkaniyetinin nişanesidir. Bunun tersi doğru değildir.

Bernart Russel büyük bir matematikçi, büyük bir bilgindir. Onun matematik dalındaki görüşleri göz alıcı ve bilginlerin özel ilgi alanındadır. Ama aynı zamanda Allah’ı ve tüm semavî mukaddesatı inkar eden birisidir. “Neden Hıristiyan değilim” adlı kitabında Allah’ın birliğine inananların delillerinden haberdar olmadığı için açık bir şekilde şöyle yazmaktadır: “Ben bir zamanlar Allah’a tapan biriydim ve Allah’ı bütün sebeplerin sebebi olarak kabul ediyordum; ama daha sonra inancımdan vazgeçtim. Zira her şeyin bir sebebi ve yaratıcısı varsa, o halde Allah’ın da yaratıcısı olması gerek.”[118]

Akıl ve zeka bizlere Russel’in matematikçi şahsiyetini onun, varlığına alemdeki tüm zerrelerin delalet ettiği Allah hakkındaki felsefi görüşünün sağlamlığına şahit tutmamıza izin verir mi? Şüphesiz biz hüküm ve hakemliklerimizde şahısların siyasî ve ilmî kişiliklerini görmezlikten gelmeliyiz; fikir, inanç, söz ve davranmışlarını her türlü sevgi ve öfkeden uzak bir ortamda sadece akıl ve mantık ölçüleriyle tartmalıyız.

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) bu konu hakkındaki sağlam ve kalıcı sözünü burada hatırlatmak çok uygun olacaktır. Cemel savaşında bir grup Hz. Ali’nin (a.s) ve diğer bir grup ise Talha, Zübeyr ve Ümmü’l-Müminin Aişe’nin taraftarıydı. Bu esnada Müminlerin Emiri, muttakilerin mevlası Hz. Ali’nin (a.s) şahsiyetinden haberdar olan kararsız kimselerden birisi ileri çıkarak şöyle dedi: “Bu grubun batıl olması nasıl mümkündür? Oysa onlar arasında Talha, Zübeyr ve Ümmü’l-Müminin Aişe vardır? Bunların batıl yola koyulduklarını söylemek mümkün müdür?” Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) çok tarihi bir söz söyledi. Nitekim Mısırlı çağdaş ve meşhur bilgin Dr. Tâhâ Hüseyin şöyle demektedir: “Vahyin kesilmesinden sonra insanın kulağı bundan daha yüce bir söz işitmiş değildir.”

İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sen hak ve batılı tanıma hususunda yanlışlık içindesin. Hak ve batıl insanların şahsiyetleriyle tanınmaz. Sen hakkı tanı ehlini de tanırsın ve aynı şekilde batılı tanı, ehlini de tanırsın.”

Mısırlı alimin de dediği gibi ilahî vahyin kesilmesinin ardından beşer kulağının işitmediği böylesine azametli bir söz şüphesiz Ehl-i Sünnet bilginleri arsındaki bir ilkenin (Peygamber-i Ekrem’in ashabı hususunda asıl olan adalettir; yani hepsi ilk etapta adildir) temelsizliğini açık bir şekilde ortaya çıkarmaktadır.

Şimdi geri dönüp geçen iki ayet hakkında söz etmemin zamanı geldi.

Şüphesiz birinci ayet Allah’ın iki gruptan razı ve hoşnut olduğu ve onlar için cenneti hazırladığını ifade etmektedir. Bu iki grup şunlardan ibarettir:

1- İman ve İslam’a yönelişte diğerlerinden önce davranan ve hassas anlarda din yolunda fedakârlık eden Ensar ve Muhacirlerden bir grup.

2- Muhacir ve Ensar’ı hakkıyla taklit eden kimseler.

Kur’an birinci grubu “essabikun’el-evvelun” ve ikinci grubu ise “ve’l-lezine ittebeuhum bi-ihsan” tabiriyle ifade etmiştir.

Ama burada şu iki noktaya dikkat edilmesi gerekir: Acaba Allah’ın kendilerinden razı olmasını gerektiren sebep sadece onların İslam’daki öncelikleri ve Resulullah’a (s.a.a) yönelişleri midir? Bu gruptan hoşnut olmanın devamı için hiç bir kayıt ve şart söz konusu değil midir?

Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse: “Bu insanlar daha sonraki dönemlerde fikrî veya ahlakî bir takım sapıklıklara düşmüşlerse, zulüm ve tecavüze yeltenmişlerse, yine de Allah’ın rızasını kazanmış ve Allah’ın gazabına uğramamış olabilirler mi? Yoksa bu rızanın devamı ve İslam’da önceliğin faydalı olması için hayatın tüm dönemlerinde bir iman ve salih amelin varlığı gerekli midir? Eğer hayatın bazı kesitlerinde bu iki şart yoksa İslam’da önceliğin veya Muhacir ve Ensar olmanın hiç bir faydası yoktur.

Kur’an-i Kerim’in diğer ayetlerini incelenmesi de ikinci görüşü kesinleştirmekte, kurtuluş ve Allah’ın kullarından rızasının devamının sürekli bir iman ve hayatın tüm dönemlerinde yapılması gereken salih amele bağlı olduğunu bildirmektedir.

Şimdi bu ayetlerden bazı örnekler verelim: Kur’an, Haşr Suresinde[119] hayat, mal ve evlatlarından el çekerek Medine’nin yoluna koyulan Muhacir grubu övmekte ve sonra da onları övmesinin nedenini şu ifadeyle beyan etmektedir. “Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım eden...”

Bu ayet de Muhacir adını taşımanın, yar, diyar, mal ve evladı terk etmenin insanların kurtuluşu için yeterli olmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla sürekli Allah’ın rızasını elde etme sebeplerinin peşinde olmak ve salih amellerle Allah ve Peygamber’ine yardım etmek gerekir.

Kur’an-ı Mecid şöyle buyurmuştur: Arşın etrafında Allah’ı tesbih eden melekler iman sahibi kimselere mağfiret diler ve şöyle derler: “Senin yoluna dönen ve senin yoluna uyan kimselere mağfiret et.”

Kur’an-ı Mecid Peygamber-i Ekrem’in ashabının arasından kafirlere şiddetli ve birbirlerine karşı merhametli olan, rüku ve secde eden, Allah’ın kerem ve rızasını dileyen ve yüzlerinde secde eserleri gözüken grubu övmektedir.[120]

Hakeza; Kur’an-ı Kerim büyük bağışlama ve mağfiretin Peygamber-i Ekrem’in ashabından, Allah’a iman eden ve salih amelde bulunanlara özgü olduğunu kabul etmektedir.[121]

Bu ve diğer ayetler Muhacir ve Ensar veya sabikin (imanda öncelikli olanlar) ve tabiin (sonradan gelip tabi olanlar) adlarının insanın saadet ve kurtuluşunun yeterli bir şartı olmadığına tanıklık etmektedir. Bu faziletlerin yanı sıra insanın iyilik etmek, çirkin işlerden sakınmak gibi bir takım faziletlere de sahip olması gerekir. Aksi taktirde aşağıdaki ayetlerin muhatabı olur:

1- “Şüphesiz Allah fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz.”[122]

2- “Allah zalimleri sevmez”[123]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ahlak ve faziletin örneği olarak imanın en üstün derecesinde bulunuyordu. Ama Allah-u Teala açık bir şekilde şöyle buyurmaktadır: “Andolsun, eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.”[124]

Şüphesiz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) güçlü imanı ve masumiyeti onun bir an olsun şirke düşmesine engel olmaktadır. Ama Kur’an ona hitap ederek diğer insanları da uyarmakta ve bir avuç iyi amellere aldanmamalarını söylemektedir. Aksine insanlar ölünceye kadar bu halet üzere olmak için çalışmalıdırlar.

O halde biz asla Peygamber-i Ekrem’in ashabından olmanın veya sabikin veya tabiinden sayılmanın bu tür insanlara, eğer sonradan bir takım doğru olmayan yönelişlere kapılsalar bile yine de Allah’ın rızasına mazhar olacakları bir dokunulmazlık ve korunmuşluk bağışlayacağını asla düşünmemeliyiz.

Bu Muhacir ve Ensar veya sabikin veya tabiinden bir grup bizzat Allah Resulü zamanında irtidat yoluna koyulmuş, peygamber tarafından en şiddetli cezaya mahkum edilmişlerdir. Buna rağmen hiç kimse itiraz ederek, “Ey Peygamber! Allah onlardan razı olmuştur. O halde sen onları neden en şiddetli bir şekilde cezalandırıyorsun?” dememiştir.

İşte bu kara listeden bazı örnekler:

1- Abdullah bin Sa’d bin Ebi Sarh Muhacirlerden ve vahiy katiplerden biriydi. Sonra irtidat yoluna koyuldu ve, “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indiririm” dedi.[125]

Mekke fethinde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) birkaç kişinin kanının dökülmesini emretti ve şöyle buyurdu: “Onları nerede görürseniz öldürün.” İşte onlardan biri de bu Abdullah adlı şahıstı. Ama o Mekke fethedildikten sonra süt kardeşi olan Osman’a sığındı ve Osman'ın ısrarları sebebiyle Resulullah (s.a.a) onun günahını affetti. Resulullah (s.a.a) bu şahıstan o kadar nefret ediyordu ki onu affettikten sonra da dostlarına şöyle dedi: “Benim o şahsı bağışlamaktan imtina ettiğimi gördüğünüz zaman neden onu öldürmediniz?”[126]

2- Ubeydullah bin Cahş. Bu şahıs da İslam’a ilk girenlerden ve Habeşistan’a hicret edenlerden biriydi; ama Habeşistan’a hicret ettikten sonra İslam’ı terk etti ve Hıristiyanlık dinini seçti.

3- Hakem bin (A.s). Bu şahıs da tabiinden olup Mekke fethinde Müslüman oldu; ama peygamber bir takım sebeplerden dolayı onu Taif'e sürgün etti.

4- Horkus bin Züheyr de Rıdvan ağacının altında biat edenlerdendi. Ama ganimetler bölüştürülünce Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) çok ağır bir şekilde konuştu ve Resulullah (s.a.a) da ona öfkelenerek şöyle dedi: “Eyvahlar olsun sana! Eğer ben adalete riayet etmezsem o halde kim adalete riayet edecektir.” Sonra onun tehlikeli geleceğinden haber vererek şöyle buyurdu: “Horkus okun yaydan çıktığı gibi İslam dininden çıkan bir gurubun reisi olacaktır.”[127]

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu öngörüsü vefatından yıllar sonra gerçekleşti; bu şahıs sonunda Haricilerin önderi oldu ve Nehrevan savaşında da Ali’nin (a.s) kılıcıyla öldürüldü.

Bunlar Peygamber-i Ekrem’in ashabından bir çoğunun (Muhacirler ve Ensar’dan) adının yer aldığı kara listeden bazı örneklerdir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabının durumlarını incelerken İslam’ın aleyhine casusluk eden Hatip bin Ebi Beltea veya Kur’an-ı Mecid’in Hucurat Suresinde[128] fasık saydığı Velid bin Ukbe veya tüm dosyası karanlıklarla dolu Halid bin Velid gibi bir takım şahıslara da rastlamaktayız.[129]

Acaba ashap arasında bu tür insanların varlığına rağmen yine de Allah’ın sabıkin ve tabiinden razı olduğunu, artık hiç kimsenin onlara en küçük bir itirazda bulunamayacağını söylemek mümkün müdür?

Buna özetle şöyle cevap verilebilir: “Allah’ın hoşnutluğu ve rızası onların belli amelleri ile ilgilidir. Yani Allah İslam’ı taraftarlarının az ve zayıf olduğu zamanda destekleyen ve Allah Resulü’ne yardım eden kimselerden hoşnut ve razı olmuştur; ama bu hoşnutluğu ifade etmek Allah’ın rızayetinin ölüm anına kadar bakî kaldığı anlamında değildir. Allah’ın hoşnutluğunun bekası onların o durumda ve imanları üzere bakî kalması koşuluna bağlıdır. Yani küfür, irtidat ve fısk veya salih amellerinin batıl olacağı herhangi bir şey yapmamış olmalıdırlar.

Başka bir tabirle Ensar ve Muhacirlerin iman ve ihlası, diğer gerekli şeyler gibi sonradan bu gerekliliği ortadan kaldıran bir şey yapmamış olmalarına bağlıdır. Aksi taktirde bu sebepler de etkisiz kalacaktır. Alimlerin tabiriyle bu ayette sözü edilen mükafat (rızayet ve cennet) izafi ve göreceli bir mükafattır. Yani onlar bu açıdan bir mükafata sahiptirler; ama bu şahısların sonradan Allah’ın gazabına ve cehennem ateşine sebep olacak bir takım işlere bulaşmaları ile hiç bir aykırılık içinde değildir.

Evet, bu tür ayetler Allah Resulü’nün ilk ashabına korunmuşluk ve masumiyet bağışlamamaktadır. Bu, Allah kendilerinden razı oldu diye canlarının istedikleri her işi yapabilecekleri anlamında değildir. Dolayısıyla onlarda görülen gayr-i meşru işler bu ayetler sebebiyle tahrif ve tevil mecburiyeti doğurmamaktadır; bu ayetlerin onlar hakkında kesin bir hüküm verdiği düşünülmemelidir. Hayır, Allah böyle bir korunmuşluğu peygamberlerine, evliyalarına ve hatta Resul-i Ekrem’e bile vermiş değildir.

Kur’an, İbrahim ve onun İshak, Yakub, Musa ve Harun gibi çocukları hakkında da şöyle buyurmuştur: “Eğer şirk koşarlarsa amelleri boşa çıkar.”[130]

ON YEDİNCİ BÖLÜM

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) Önderliği Hakkındaki Naklî Deliller

Daha önceki konulardan da ispat edildiği üzere imamın Allah tarafından tayin edilmesi durumu diktatörlükten çok farklı bir olaydır. Allah tarafından semavî kanunlarla insanlar arasında hükmetmek üzere tayin edilen yöneticilik, yeryüzünde düşünülebilen en adil, en dürüst ve en sağlam bir idare biçimidir.

Zira bu hakimiyet biçiminde yönetici Allah’ın seçtiği kimsedir ve Allah da hikmete dayalı iradesiyle her zaman önderlik makamına en iyi ve en lâyık kimseyi seçmektedir. Burada, Allah’ın ilim ve teşhisinde hiç bir yanlışlık ve hata, mantıksız temayüller ihtimali söz konusu değildir.

Allah insanı mükemmel bir şekilde tanımaktadır. Kullarının maslahat ve ihtiyaçlarını kendilerinden bile daha iyi bilmektedir. İlahî kanun ve emirler en iyi ve en yüce hüküm ve emirler olmaları ve hiç bir kanunun, ilahî kanunla boy ölçüşemeyeceği gibi Allah tarafından tayin edilen bir önder de, en iyi ve en lâyık bir önderdir. Hiçbir zaman hayatı binlerce hata, yanlışlık ve nefsanî arzularla dolan bir yönetici, Allah tarafından tayin edilen bir yöneticiyle aynı olamaz.

Geçen konulardan da anlaşıldığı üzere masum ve semavî hüküm ve kanunlardan haberdar olan bir imam, ümmetin ilmî ve fikrî sığınağıdır. Müslümanlar sürekli böyle bir şahsa muhtaçtırlar ve esasen Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra İslam ümmeti ilmî ve fikrî tekamül açısından kendi kendisini idare edebilecek ve böyle bir semavî önderden müstağni olacak dereceye ulaşmış değildi.

Şimdi de bütün bu söylediklerimiz ışığında semavî Peygamber’in İslami yöneticilik için kimi tayin ettiğini ve her iki tarafın konuşmalarına son verdiğini görmenin zamanıdır.

Burada mecburen önce naklî delilleri ele almak zorundayız. Bu deliller İslam Peygamberi’nin (s.a.a) ifade ettiği ve kavram olarak mütevatir diye adlandırılan kesin rivayetlerdir. Bu rivayetlerde yalan ve uydurma ihtimali söz konusu değildir. Bunun yanı sıra bu rivayetlerin bir şahsın veya şahısların önderliğine delaleti ve ifadesi de her türlü şek ve şüpheyi kalplerden çıkaracak şekilde açık olmalı ve insaf sahibi hiç kimse için soru işareti ve şüphe taşımamalıdır. Bu açıdan biz burada Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ifade ettiği ve maksada açıkça delalet eden bir takım kesin naklî delillere işaret edeceğiz. Ama bu kitabın sayfaları ve değerli okuyucuların vakti kısıtlı olduğundan, insanların önderi, Hz. Ali (a.s) hakkında nakledilen sayısız rivayetlerden mecburen bir demet sunmakla yetiniyoruz:

1- Menzilet Hadisi

Şam’dan Hicaz’a giren ticaret kervanı, Peygamber’e (s.a.a) Rum ordularının Medine’ye saldırmak için hazırladığını haber verdi. Olayın meydana gelmesini önlemek, olaya mukabele etmekten daha iyidir. Peygamber  (s.a.a) tarafından Medine ve etrafında genel bir seferberlik ilan edildi ve kılıç sallayan otuz bin kişi Medine’nin çok sıcak olduğu ve meyve ve hurmaları toplama zamanının geldiği bu çok zor durumda bu büyük cihada katılmaya hazır olduklarını ilan edip İslam karargâhında bir araya toplandılar.

Haberciler Peygamber’e (s.a.a) Medine münafıklarının da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yokluğundan istifade ederek Medine’de bir ihtilale kalkışacaklarını, bir grubu öldürüp, bir grubu da rahatsız kılacaklarını haber verdiler. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) her türlü olayı önlemek için Ali’yi (a.s) kendi yerine tayin etti. Ona Medine’de kalmasını ve Peygamber dönünceye kadar duruma kontrol altında bulundurmasını, insanların dinî ve dünyevî işlerine bakmasını emretti.

Ama münafıklar Ali’nin (a.s) Medine’de kaldığını öğrenince, komplolarının suya düştüğünü gördüler ve İmam’ın (a.s) Medine’den hareket etmesini sağlayacak bir çare aramaya koyuldular. Bu esas üzere Ali’nin (a.s) Peygamber (s.a.a) ile ilişkilerinin kötüleştiğini ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisini fazla sevmediğini yaymaya başladılar. Onlara göre de bunun en büyük şahidi ve delili, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ali’nin (a.s) bu cihada katılmasına izin vermemesiydi.

Doğduğu günden o güne kadar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sevgisi ve himayesi altında büyüyen Hz. Ali hakkında Medine’de yayılan bu söylentiler, Ali (a.s) ve dostlarının rahatsızlığına sebep oldu. Bu yüzden bu söylentiyi yalanlamak için Hz. Ali (a.s) henüz Medine’den birkaç mil öteye gitmemiş bulunan Peygambere ulaşıp o hazreti olaydan haberdar kıldı. Bu esnada Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) duygularını izhar ederek onun kendisine olan nisbetini aşağıdaki şu tarihi cümleyle beyan etti:

“Sen bana oranla, Harun’un Musa’ya olan oranı gibi olmaktan razı değil misin? Şu farkla ki benden sonra Peygamber yoktur. Sen benim halifem olmadıkça benim bu dünyadan gitmem doğru değildir.”

Muhaddislerin literatüründe menzilet hadisi olarak adlandırılan bu hadis hiç bir şüphe taşımayan mütevatir hadislerden biridir.

Merhum Muhaddis Behranî, Gayet’ul Meram adlı kitabında bu hadisi kendi kitaplarında nakleden kimselerin adlarını zikretmiş ve dakik araştırmalarında muhaddislerin bu hadisi yüzü Ehl-i Sünnet uleması ve muhaddislerine varan toplam yüz yetmiş yoldan naklettiğini göstermiştir. [131]

Merhum Şerefuddin Amulî de el-Müracaat[132] adlı kitabında bu hadisin senedini Ehl-i Sünnet muhaddislerinin kitaplarından nakletmiştir ve bu hadisin Ehl-i Sünnetin on tane hadis ve rical kitaplarında nakledildiğini göstermiştir.

Bu hadisin sıhhati hususunda, Ehl-i Sünnet dünyasının sahih yazarlarından olan Buharî ve Müslim gibi kişilerin onu kendi sahih kitaplarında nakletmiş olmaları yeterlidir.[133]

Yine Hz. Ali’nin düşmanı sayılan Sa’d-i Vakkas’ın bu hadisi Hz. Ali’nin (a.s) hayatındaki üç parlak noktadan biri olarak adlandırmış olması onun sağlamlığı hususunda yeterlidir.

Muaviye insanlardan oğlu Yezid için biat almak üzere Mekke’ye girdi. “en-Nudbe” adlı yerde bir toplantı kurdu; o toplantıya Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabından olan bazı şahsiyetler katıldı. Muaviye, Ali (a.s) hakkında kötü söz söylemeye başladı ve Sa’d’ın da bu konuda kendisi ile aynı tavrı takınacağını bekleniyordu. Ama Sa’d Muaviye’ye dönerek şöyle dedi: “Ben ne zaman Ali’nin (a.s) hayatının parlak noktalarından üç konuyu hatırlasam, samimi bir şekilde, “Keşke bu üç fazilete ben sahip olsaydım” diyorum. Bu üç fazilet ise şunlardır:

1- Bir gün Peygamber (s.a.a), Ali’ye (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sen bana oranla, Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin. Şu farkla ki benden sonra Peygamber yoktur.”

2- Hayber savaşında bir gün Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Yarın bu bayrağı Allah ve Resulü’nün kendisini sevdiği bir kimsenin eline vereceğim. O, Hayber kalesinin fatihidir. Asla kaçmak nedir bilmez.” (Sonra da bayrağı Ali’ye (a.s) verdi.)

3- Necran Hıristiyanlarıyla mübahale edildiği gün Peygamber (s.a.a); Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) etrafına toplayarak şöyle buyurdu: “Ey Rabbim! Bunlar benim Ehl-i Beytim’dir.”[134]

O halde bu sözü Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) buyurduğu hakkında hiç bir şek ve şüpheye düşmemeliyiz. Aksine bir adım öne geçmeli ve bu hadisin anlam ve hedefi hakkında az da olsa düşünmeliyiz.

İlk aşamada, kavram olarak istisnai cümlesi (içinde istisna bulunan cümle) diye adlandırılan “İlla ennehu la nebiyye be’di” (ancak benden sonra Peygamber yoktur) cümlesine çok dikkat etmemiz gerekir. Genellikle birinin durumunu başkasına benzettikleri ve, “Bu iki kişi makam açısından aynıdırlar” dedikleri zaman dil bilimcileri bu cümleden bu iki kişinin toplumsal makam açısından eşit olduğunu anlamaktadırlar. Eğer bu teşbih ve tenzilden sonra herhangi bir makamı istisna edecek olurlarsa, bu da o iki kişinin, konuşmacının sözünde istisna edilen bu makam dışında her açıdan eşit olduklarının başka bir delilidir.

Bu hadiste de Resulullah (s.a.a) Ali’nin (a.s) kendisine nisbeten konumunun Harun’un Musa’ya olan nisbeti gibi olduğunu belirtmiş ve Harun’un makamları arasından sadece bir makamı istisna etmiştir. Aradaki fark da Harun’un Peygamber olması, ama “Hatem’un- Nebiyyin” (peygamberlerin sonuncusu) hükmü gereğince Resul-i Ekrem’den (s.a.a) sonra peygamberin gelmeyeceği ve Ali’nin (a.s) nübüvvet makamına ulaşamayacağıdır.

Şimdi de, Ali’nin (a.s) de sahip olduğu Kur’an hükmünce Harun’un makam ve mevkilerinin neler olduğunu (Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) söz konusu hadisle istisna ettiği Peygamberlik makamı dışında) kısaca görmek gerekir.

Kur’an’a müracaat ettiğimizde açıkça gördüğümüz gibi Hz. Musa (a.s), Harun için Allah’tan aşağıdaki makamları istedi ve Allah Teala da Hz. Musa’nın isteğini kabul ederek şu makamların tümünü Harun’a bağışta bulundu:

1- Vezaret makamı: Musa b. İmran Allah’tan Harun’u kendisine vezir kılmasını istedi. “Ailemden kardeşim Harun’u bana vezir yap.[135]

2- Takviye ve teyit etmek: Hz. Musa (a.s) Allah’tan kendisini kardeşi Harun vesilesiyle teyit ve takviye etmesini istedi: “Beni onunla destekle. [136]

3- Risalet makamı: Musa b. İmran Allah’tan onu risalet konusunda kendisine ortak kılmasını istedi: “Onu görevimde ortak kıl.[137]

Kur’an-ı Kerim Allah’ın, Hz. Musa’nın bütün bu isteklerine olumlu cevap verdiğini ve bütün bu makamları Harun’a bağışladığını hatırlatmaktadır: “Ey Mûsa! İstediğin sana verildi.”[138]

Bundan da öte Hz. Musa gaybeti döneminde Harun’u, İsrailoğulları arasında kendi yerine halife ve vasi kılmış ve şöyle demiştir ki: “Mûsa, kardeşi Harun’a, “Kavmim içinde benim halifem ol” dedi.”[139]

Söz konusu ayetlere müracaat edildiği taktirde Harun’un sahip olduğu makam ve mevkiler kendiliğinden anlaşılmaktadır ve menzilet hadisinin hükmünce de bütün bu mevki ve makamlar (peygamberlik dışında) Ali (a.s) için de sabit olmalıdır.

Bu taktirde İmam Ali (a.s), Allah Resulü’nün insanlar arasındaki veziri, dostu yardımcısı ve halifesidir ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) gaybeti durumunda da insanların önderliğini üstlenmelidir.

Bir soruya cevap

Burada akla şu soru gelebilir: Ali’nin (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmesi olayı, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’yi terk ettiği günlere has bir olaydır ve bu da Hz. Ali’nin (a.s), Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonraki mutlak halifesi olduğundan çok farklı bir konudur.[140]

Ama Peygamber-i Ekrem’in hayatına kısaca bir müracaat edildiği taktirde bu sorunun cevabını da açıklık bir şekilde elde edebiliriz.

Birinci olarak, Ali (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisini gıyabında yerine geçirdiği ilk veya son kimse değildi. Resul-i Ekrem (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği on yıl boyunca İslam merkezini terk etmek istediği zaman birini yerine geçiriyor ve işleri ona havale ediyordu. Nitekim bu cümleden ve Hz. Ali’nin (a.s) Harun’a benzetilmesinden maksat İmam’ın Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) gaybeti boyunca yerine geçmesi kastedilmiş olsaydı, o halde neden bu cümleyi, yerine geçen diğer şahıslar hakkında vurgulamamıştır? Oysa onlar da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) cihat için veya Allah’ın evini ziyaret etmek için Medine’yi terk ettiği hassas durumlarda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmişlerdir. O halde bu ayrıcalığın sebebi nedir?

İkinci olarak, Ali’nin (a.s) çok kısa bir müddet için Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmesi bu kadar uzun ve ayrıntılı bir şekilde ifade etmeyi ve sonra da sadece nübüvvet makamını istisna etmeyi gerektirmiyordu.

Ayrıca böyle bir şekilde yerine geçmek olayı, bu kadar da övülecek zarurî bir olay değildir. Bir kıvanç olduğu varsayılsa bile Ali’nin (a.s) yıllar sonra Sa’d-i Vakkas’ın arzu edeceği ve kızıl tüylü yüzlerce deveye değiştirmeye hazır olacağı ve sayısız faziletleri (Hayber’in fatihi ve Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı mübahalede Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyti ve nefsi oluşu) arasında zikredeceği bir makam sayılmazdı.

Üçüncü olarak eğer Peygamber bu tarihi sözü sadece Tebük’e gittiği zaman için söylemiş olsaydı, yine de bazılarının bu düşünceye kapılması doğru olabilirdi. Ama Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s) hakkında bu cümleyi başka zamanlar da ifade etmiştir. Tarih ve hadis sayfaları bu olayları dikkatle kaydetmiştir. Biz burada onlardan önemli olan iki tanesine işaret etmek istiyoruz.[141]

1- Bir gün Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) huzurunda iken o hazret elini Ali’nin (a.s) omuzuna vurarak şöyle buyurdu: “Ey Ali! Sen bana iman eden ve İslam dinini kabul eden ilk kimsesin. Sen bana oranla Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin.”[142]

2- Hicretin ilk günlerinde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Muhacir ve Ensar’ı bir araya topladı ve onları ikişer ikişer kardeş kıldı. Onların arasından sadece Ali’yi (a.s) kimseyle kardeş kılmadı. Ali (a.s) yaşlı gözlerle Peygamber’e (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Allah’ın Resulü! Ben bir hata mı ettim?! Herkes için bir kardeş seçtin, ama benim için bir kardeş tayin etmedin?!” Peygamber (s.a.a) bu durumda da sahabeden bir grup karşısında o tarihi cümlesini şöyle beyan etmiştir: “Beni hak üzere gönderen Allah’a yemin olsun ki senin adını sadece kendime kardeş kılmak için erteledim. Sen bana oranla Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin. Ancak benden sonra Peygamber olmayacaktır ve sen benim kardeşim ve varisimsin.”[143]

Ali’nin (a.s) Harun’un sahip olduğu tüm makamlara sahip olduğunun diğer bir şahidi de Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Allah’ın emriyle çeşitli yollarla Ali’nin (a.s) konumunun kendisine oranla Harun’un Musa’ya olan oranı gibi olduğunu ve nübüvvet dışında hiç bir eksikliğinin olmadığını insanların bilmeleri için çaba ve gayret göstermesidir. Bu yüzden Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) değerli kızı Fatıma (s.a), Ali için iki çocuk dünyaya getirince Peygamber (s.a.a) Ali’ye (a.s) adlarını Hasan ve Hüseyin koymasını istedi. Nitekim Harun’un çocuklarının adı da Şeber ve Şubeyr idi ve bunlar da İbrani dilinde Hasan ve Hüseyin’in dengi kelimelerdir.

Her iki halifenin -Harun ve Ali (a.s)- hayatlarının incelemesi bizlere aralarındaki başka benzerlik ve ortaklıkları da göstermektedir. Ama biz sözü uzatmamak için onları açıklamaktan kaçınıyoruz. Merhum Şerefuddin el-Müracaat adlı kitabında bu konuda çok detaylı bir açıklamada bulunmuştur.[144]

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

2- Gadir Hadisi

 

-Birinci Kısım-

İslam’ın evrensel hareketi daha başladığı ilk yıllardan itibaren Kureyş’in, hatta Arap yarımadasındaki putperestlerin genelinin muhalefeti ve diretmesiyle karşı karşıya kaldı. Onlar bu semavî meşaleyi söndürmek için çeşitli hile ve desiselerle işe koyuldular. Ama her ne kadar çaba sarf ettilerse de bir netice alamadılar. Onların en son hayali arzuları ise bu büyük hareketin temellerinin önder ve koruyucunun vefatıyla yerle bir olması ve tıpkı Peygamberden önce yaşayıp insanları tevhide davet eden bazı kimseler[145] gibi sönmesiydi.

Kur’an-ı Kerim, bir çok ayetinde onların hilelerini ve kurdukları komploları yansıtmış ve bu defa da putperestlerin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümüyle her şeyin biteceği yönündeki son boş arzularını aşağıdaki ayette ortaya koyarak şöyle buyurmuştur: “Yoksa senin için, “Ölümünü gözetlediğimiz bir şairdir” mi diyorlar. De ki: “Gözleyin, doğrusu ben de sizinle berâber gözetleyicilerdenim.” Bunu onlara akılları mı buyuruyor? Yoksa onlar azgın bir kavim midirler?”[146]

Putperestlerin yaptığı bozgunculuklardan ve onların risalet sahibine karşı giriştiği namertçe saldırılardan bazısını burada bir fihrist şeklinde yansıtmamız hiç de fena olmaz. Ardından Allah-u Teala’nın onların son oyunlarını nasıl da bozduğuna ve bu konuda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sevgi dolu kucağında büyümüş olan Ali (a.s) gibi lâyık ve uygun bir kimseyi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçirerek onların komplolarını nasıl etkisiz hale getirdiğine bir bakalım:

1- İftira Silahı

Kureyş kafirleri, şair, kahin, deli, sihirbaz ve benzeri uygunsuz iftiralarla Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözlerinin etkisini azaltmaya çalışıyorlardı. Ama İslam’ın çeşitli sınıflar arasında göz alıcı ilerlemesi onun bu tür iftiralardan uzak ve yüce olduğunu herkes için sabit kılmış oldu.

2- Müslümanlara Eziyet

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) taraftarlarına eziyet ve işkence etmek ve hatta onları öldürmek de putperestlerin uğursuz planlarından biriydi. Bu vesileyle İslam’ın nüfuzunun genişlemesini azaltmaya çalışıyorlardı. Ama Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) takipçilerinin her türlü tehdit ve işkenceler karşısındaki direnişleri Kureyş başkanlarını bu uğursuz maksatlarına eriştirme hususunda başarısız etti. Böylece hepsi Müslümanların ihlası ve Peygambere olan hayrete düşüren ilgi ve teslimiyetleri karşısında şaşkınlıktan parmaklarını ısırdılar. Öyle ki, sonunda Ebu Süfyan şöyle dedi: “Ben Kayser ve Kisra’yı gördüm. Ama hiç birini taraftarları arasında Muhammed (s.a.a) kadar azametli bulmadım. Muhammed’in taraftarları onun hedeflerini ilerletmek için böylesine fedakarlık etmekte ve canlarından geçmektedirler.[147]

3- Arab’ın Büyük Hikayecisini Davet Etmek

Onlar Kur’an-i Kerim’in ruhsal cazibesi karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdi. Onlar insanların Kur’an ayetlerini dinlemek için yarattığı izdihamın sebebinin geçmiş kabilelerin bu büyük kitapta yer alan kıssa ve destanları ile ilgili bir husus olduğunu düşünüyorlardı. Bu yüzden Nazr b. Haris adlı büyük Arap hikayecisini davet edip ondan belli bir dönem Mekke’nin sokak ve pazarlarında İran ve Irak şahlarının hikayelerini naklederek insanların Allah Resulü’ne yönelmesini engellemesini istediler. Onların bu komplosu da o kadar aptalca bir hareketti ki sonunda Kureyş’in kendisi onun bu hikayelerini işitmekten bıkıp etrafından dağıldılar.

4- Kur’an Dinlemeyi Yasaklamak

Kur’an dinlemeyi yasaklamak da Kureyş’in uğursuz oyunlarından biriydi. Bu oyun da ona ilgi duyanların direnişi sayesinde bozulmuş oldu. Kur’an-i Kerim’in güçlü ve tatlı çekiciliği onları o kadar etkilemişti ki Resulullah (s.a.a) gece namazı ve Kur’an okumak için kalktığında Kur’an-ı Kerim’i dinlemek için gece yarısı Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) evinin etrafında gizleniyorlardı. Kureyş kafirleri sadece Kur’an’ı dinlemeyi yasaklamakla kalmamış, bütün bireylerin Peygamberle irtibata geçmesini de şiddetle yasaklamışlardı. Öyle ki, Arab’ın A’şa ve Tufeyl b. Ömer gibi bazı büyük şahsiyetleri Peygamberle görüşmek için Mekke’ye girdiklerinde çeşitli vesilelerle onların Peygamberle görüşmesine engel oldular.[148]

5- Ekonomik Ambargo

Kureyş bir bildiri yayınlayarak hiç kimsenin Haşimoğulları ve Muhammed’in dostlarıyla alış-veriş yapma hakkı olmadığını bildirdiler. Bu yüzden Peygamber tam üç yıl boyunca dostlarıyla birlikte Şi’b-i Ebi Talib adlı yerde içler acısı bir şekilde yaşamak zorunda kaldı. Ama bu ambargo da Kureyş büyüklerinden bazılarının teşebbüsü ve bazı mucizelerin gerçekleşmesiyle ortadan kaldırıldı ve  böylece ambargo halkası kırılmış oldu.

6- Peygamberi Öldürme Komplosu

Kureyş’in ileri gelenleri Kureyş gençlerinden her biri bir boya mensup olan kırk kişinin gece yarısı Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) evine saldırarak onu yatağında öldürmelerini kararlaştırdılar. Ama Allah-u Teala sürekli olarak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) koruyucusu ve gözetleyicisiydi. Onu düşmanlarının komplosundan haberdar kıldı. Peygamber de (s.a.a) Allah’ın emriyle Ali’yi (a.s) yatağına yatırarak şahsen Mekke’yi terk edip Medine’ye doğru yola koyuldu. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’ye hicreti ve Evs ile Hazrec kabilelerinin İslam’a yönelişi Müslümanlar için bir güvenlik noktası oluşturdu. Böylece İslam’ın dağınık güçleri bir tek yerde toplanmaya ve dini savunmaya başladılar.

7- Kanlı Savaşlar

Arap yarımadasındaki putperestler, Müslümanların Medine’de bir araya gelmesinden ve orada İslamî bir devlet başlatmasından dolayı şiddetli bir korkuya kapıldılar. Bu defa da gürleyen hidayet meşalesini savaş ve katliamlar yoluyla söndürmeye çalıştılar. Kafirlerin Bedir, Uhud, Hendek ve Huneyn’de Müslümanlarla yaptıkları kanlı savaşlar da bütün iniş ve çıkışlarıyla birlikte sonunda İslam’ın askeri kudret üstünlüğüne sebep oldu ve putperestler yarımadada aşağılık ve zelil bir hale düştü.

8- Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Vefatı

Düşmanın en son dayanak ve ümit noktası Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatıydı. Onlar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatıyla bu hareketin temellerinin yıkılacağını ve İslam’ın yüce sarayının altüst olacağını hayal ediyorlardı. Bu krizi ortadan kaldırıp bu komployu iptal etmenin iki yolu vardı:

1- İslam ümmetinin aklî ve fikrî gelişiminin, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra, İslam’ın yeni kurulmuş hareketine risalet dönemindeki gibi önderlik edebilecek, onu her türlü sağ ve sola sapmaklardan koruyabilecek ve dosdoğru yolda tutabilecek bir düzeyde olması gerekirdi.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin çok kapsamlı önderliği bir takım şartlara bağlıydı ve ne yazık ki ümmet fertlerinin tümü de bu şartlara sahip değillerdi. Biz şimdi bu şartların var olup olmamasını tartışacak değiliz. Ama kısa olarak şöyle diyoruz:

“Bir milletin kalbindeki derin değişiklik ve çok kapsamlı bir ilerleme bir-iki günlük veya bir veya on yıllık kolay bir iş değildir. Kısa bir müddet zarfında bu hedeflere ulaşmak imkansızdır. Devrimin temellerini güçlendirmek ve insanların kalbinin derinliklerine yerleştirmek için lâyık ve seçkin bir fert veya fertlerin olması gerekir. Böylece hareketin koruyucusunun vefatıyla işlerin dizginlerini eline alacak ve büyük bir dikkat ve sürekli bir tebligatla toplumu doğru olmayan her türlü yönelişten koruyacak ve neticede de eski nesil geçecek ve ilk günden itibaren İslam’ın ahlak ve adabıyla yetişen genç nesil önceki neslin yerini alacaktır. Aksi taktirde hareketin koruyucusu vefat eder etmez büyük bir grup eski gidişatlarına geri döneceklerdir.

Bundan da öte, semavî hareketlerin tümü karşısında İslam, farklı bir takım özelliklere de sahiptir. İslam hareketin devamlılığı açısından bu tür fertlerin varlığını gerekli ve zarurî kabul etmektedir. İslam dini, dünya milletleri açısından en geri kalmış bir topluluk içinde vücuda geldi. Bu toplumda halk ilk önce ahlakî, toplumsal ve insanlık medeniyetinin diğer boyutlarının düzenlemesi açısından tam bir mahrumiyet içinde yaşıyordu. Dini sünnetlerden, atalarından miras aldıkları hac merasimi dışında (o hac da bir çok hurafeler ve çirkinliklerle doluydu) başka bir şeyi tanımıyordu. Musa ve İsa’nın öğretileri onların topraklarına girememiş, Hicaz halkının çoğu onlardan nasipsiz kalmışlardı. Diğer taraftan cahiliye adet ve inançları da tümüyle kalplerinde yer etmiş ve onların adeta ruhlarına işlemişti.

Bu tür milletler arasındaki dinî ıslahat hareketinin oluşumu her ne kadar sorun olmasa da ruhlarında olumsuz etkilerin yuvalandığı bu bireyler arasında bu hareket korumak ve ayakta tutmak çok zor bir iş olup onları her türlü gericilik ve sapıklıktan koruyacak sürekli bir dikkat ve gözetmeye gerek vardır.

Hareket taraftarlarının (Müslümanların) savaşın tam kızıştığı bir anda risalet sahibinin etrafından dağılıp onu savaş meydanlarında yalnız bıraktıkları Uhud ve Huneyn sahnelerinin içler acısı olayları, harekete iman etmiş ve bu yolda canını ve malını feda etmeye hazır kimselerin parmakla sayılacak kadar çok az olduğunun delilidir. Toplumun bireyleri aklî ve fikrî gelişim açısından Peygamber’i Ekrem’in (s.a.a) toplumun idaresini onların kendi ellerine bırakabileceği ve o hazretin vefat etmesini gözleyen düşmanın son komplosunu ümmetin hikmete dayalı iradesi ile suya düşürebileceği bir durumda değillerdi.

İşte bu sözde gelişmiş ümmet, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından hemen sonra ihtilaf odağı haline gelmiş ve yavaş yavaş yetmiş üç millete bölünmüştür.

Bu söylediklerimizden de anlaşıldığı üzere İslam ümmeti Peygamber vefat ettiği zaman İslam düşmanlarının son komplosunu da etkisiz hale getirebilecek ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatını gözleyen kimselerin desiselerini bozabilecek, aklî ve fikri bir gelişim düzeyine erişmemişti. O halde bu konuda farklı bir çözüm bulmak gerekirdi. Bu çözüme aşağıda kısaca işaret etmeye çalışacağız.

2- Hareketin kalıcı olması için en kolay ve problemsiz çözüm, hareketin temel ve fer’î ilkelerine iman ve itikadı Peygamber gibi olan, lâyık ve uygun birinin Allah tarafından hareketin önderliği için seçilmesi; güçlü bir iman, geniş bir ilim ve her türlü hata ve sapmadan korunmuş olarak devrimin önderliğini üstlenmesi ve kalıcılığını sağlamasıdır.

İşte bu da Şia mektebinin sıhhat ve doğruluğunu iddia ettiği gerçektir. Bir çok tarihi tanıkların da tanıklık ettiği üzere İslam Peygamberi (s.a.a) on yedi Zilhiccet’il-Haram günü veda haccından dönerken, Allah’ın emriyle bu problemi çözmüş ve Allah tarafından Peygamber-i Ekrem’in yerine geçecek vasisi tayin edilerek devrimin kalıcılığı Peygamber’den sonrası için de garanti altına alınmıştır. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hicretin onuncu yılında Müslümanlara hac merasimini öğretmek için Mekke’ye doğru yola koyuldu. Bu defa bu görevi yerine getirme aziz Peygamber-i Ekrem’in ömrünün son yılına rastladığı için bu hacca “Veda haccı” denmiştir. Tarihçiler Resulullah (s.a.a) ile birlikte yolculuk etme aşkıyla veya hac merasimini öğrenme niyetiyle Peygamber ile hacca gidenlerin yüz yirmi bine yakın olduğunu tahmin etmişlerdir.

Hac merasimi sona erdi ve Peygamber (s.a.a) Medine’ye doğru yola koyuldu. Yol esnasında büyük bir topluluk onu uğurladı, sürekli Mekke’de kalanlar dışında hepsi Peygamber ile birlikte hareket etti. Kervan Gadir-i Hum diye adlandırılan ve Cuhfe’nin üç mil ötesinde bulunan susuz çöle eriştiğinde aniden vahiy elçisi geldi ve Peygamber’e durmasını emretti. Resulullah (s.a.a) da herkese, geride kalanların da gelip kendisine ulaşması için durmasını emretti.

Kervanla hareket edenler Peygamber-i Ekrem’in bu sıcak ve susuz bölgede, hem de güneşin en fazla yakıcı olduğu bu gün ortasında aniden durmasına şaşıp kaldılar. Onlar kendi kendilerine şöyle dediler: “Allah tarafından büyük bir emir nazil olmuştur. Peygamberin bu müsait olmayan şartlar altında tüm insanları, kendilerine Allah’ın emrini tebliğ etmek için durdurması da bu ilahî emrin önemini göstermektedir.”

Resul-i Ekrem (s.a.a) için Allah’ın emri şu ayet ile beyan edildi: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[149] Bu ayetin anlamına dikkat edilecek olursa şu önemli konular elde edilir:

Birinci olarak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tebliğ etmekle emrolduğu husus o kadar büyük ve önemliydi ki her ne kadar imkansız bir varsayım da olsa Peygamber bu konuyu ulaştırma hususunda en küçük bir korkuya kapılarak onu tebliğ etmemiş bulunsaydı adeta risaletini yapmamış olacaktı. Hatta daha sonra da göreceğimiz gibi, bu görevi yerine getirmek onun risaletini kemale erdirmiştir.

Başka bir tabirle “ma unzile ileyk” (sana nazil olan şey) cümlesinden maksat, Kur’an ayetleri ve İslamî emirlerin toplamı olamaz. Zira açıkça bilindiği üzere eğer Peygamber ilahî emirlerin toplamını tebliğ etmemiş olsaydı, zaten risaletini yerine getirmemiş olacaktı ve böyle açık bir şeyi yeniden söylemeye ve bu konuda bir ayetin nazil olmasına gerek yoktu. Dolayısıyla bu tebliğden maksat çok önemli bir konuydu. Bunun tebliğ edilmesi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaletinin tamamlayıcısı sayılmış ve tebliğ edilmediği müddetçe de önemli risalet görevi kemale ermemiş ve eksik kalacağı bildirilmiştir.

O halde bu görev İslam’ın diğer temel ve fer’î ilkeleriyle bağlantılı olup, Allah’ın birliği ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaleti gibi çok önemli ilkelerinden biri olmalıydı.

İkinci olarak, toplumsal değerlendirmeler açısından Peygamber bu görevi yerine getirme hususunda kendisine bir zarar geleceğine ihtimal veriyordu. Allah da Peygamber’in iradesini güçlendirmek için şöyle buyurmuştur: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”

Şimdi de İslam müfessirlerinin bu görevin konusunu tayin hususunda ortaya koydukları ihtimallerden[150] hangisinin ayetin anlamına daha yakın olduğuna bir bakalım.

Şii muhaddisler ve hakeza Ehl-i Sünnet muhaddislerinden otuz kişi[151] bu ayetin Gadir-i Hum günü nazil olduğunu söylemişlerdir. Yani Allah Teala’nın Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a), Ali’yi (a.s), “Müminlerin mevlası” olarak tanıtmakla görevlendirdiği gün nazil olmuştur.

Hz. Ali’nin as Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesi olarak ümmet üzerindeki yöneticiliği o kadar önemlidir ki onu tebliğ etmek gerçekten de risaleti kemale erdirici bir konumdadır ve bu önemli görevi tebliğ etmemek ise risalet hususunda bir eksiklik sebebi ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) çektiği bütün zahmetlerin ortadan kalkması anlamındadır.

Hakeza; Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) toplumsal değerlendirme açısından endişeye kapılması da normaldir. Zira henüz otuz üç yaşlarında olan Ali (a.s) gibi birisinin yaş açısından kendisinden büyük olan kimseler üzerindeki vesayet ve hilafeti bir çoğu için zor ve ağır bir şeydi.[152] Ayrıca geride kalanları daha sonra Müslümanların zümresinden olan bir çok kimseleri de Hz. Ali (s.a.a) savaş sahnelerinde öldürmüştü. Tabiatıyla böyle birinin toplumdaki hakimiyeti o kinli ve kompleksli kimselerin şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kalacaktı.

Bundan da öte; Ali (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) amcasının oğlu ve damadıydı. Böyle birisini hilafet için tayin etmek, toplumda sayıları hiç de az olmayan akılsız kimseler nezdinde bir tür aile bağnazlığı olarak değerlendirilip doğru bulunmayabilirdi.

Ama bütün bu olumsuz koşullara rağmen Allah’ın hikmete dayalı iradesi, hareketin devamlılığını halifenin tayini ile garantilemiş, Peygamber’inin evrensel risaletini rehber tayin ederek kemale erdirmiştir.

Şimdi de hep birlikte bu tarihi olayın detaylarını inceleyelim.

ON DOKUZUNCU BÖLÜM

-İkinci Kısım-

Tarihî Gadir Olayı Ebedî ve Ölümsüz Bir Olaydır

Zilhicce ayının 18. günün öğlen vakti, sıcak ve yakıcı bir güneş Gadir-i Hum topraklarına tüm şiddetiyle yansıyor ve ışınlarıyla çölü adeta yakıyordu. Tarihin, sayılarını yetmiş ila yüz yirmi bin arasında kaydettiği kalabalık bir topluluk Allah Resulü’nün emriyle o bölgede konakladı ve o günün tarihî olayını beklemeye başladı. Onlar şiddetli sıcaklıktan dolayı abalarını ikiye ayırmış, yarısını başlarına çekmiş, diğer yarısını ise altlarına sermişlerdi.

Bu hassas durumda tüm çölü öğlen ezanının sesi kapladı ve insanlar öğlen namazını kılmak için hazırlandılar. Peygamber öğlen namazını Gadir-i Hum topraklarının bir benzerini görmediği o muhteşem toplulukla cemaatle yerine getirdi. Sonra topluluğun arasına geldi. Deve hörgüçlerinden yapılmış yüksekçe bir noktaya çıkarak yüksek bir sesle aşağıdaki hutbeyi okudu:

“Hamd Allah’a mahsustur. Ondan yardım dileriz, O’na iman ederiz, O’na tevekkül ederiz ve kötülüğü emreden nefsimizin kötülüğünden, sapmışlar için yegane hidayetçi ve kılavuz olan Allah’a sığınırız. Tanıklık ederiz ki Allah kimi hidayet ederse hiç kimse O’nu saptıramaz ve yine tanıklık ederiz ki Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.

Ey insanlar! Latif ve habir olan Allah bana her Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaletinin, risaletten önceki ömrünün yarısı kadar olduğunu haber vermiştir ve ben de çok yakında Allah’ın davetine icabet edeceğim, aranızdan gideceğim. Ben sorumluyum. Sizler de sorumlusunuz. Benim hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Ashabı şöyle dediler: “Şehadet ederiz ki sen Allah’ın dinini tebliğ ettin, bizim için hayır diledin, bizlere nasihat ettin, bu yolda çaba gösterdin. Allah sana mükafat versin.

Resulullah -s.a.a- (topluluk susup sessiz kalınca şöyle buyurdu:) “Acaba sizler Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Peygamberi olduğuna, cennet, cehennem ve ölümün hak olduğuna, kıyamet gününün şüphesiz gelip çatacağına, Allah’ın toprağın altına defnedilmiş kimseleri dirilteceğine tanıklık ediyor musunuz?”

Ashabı, “Evet! Evet! Tanıklık ediyoruz” dediler.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ben sizler aranızda iki değerli şeyi hatıra olarak bırakıyorum. Onlarla nasıl muamele edeceksiniz?”

Yabancı birisi, “Bu iki değerli şeyden maksat nedir?” diye sordu.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sıkl-i Ekber (büyük olan değerli şey) Allah’ın Kitabı’dır ve onun bir tarafı Allah’ın, diğer tarafı ise sizin elinizdedir. Sapıklığa düşmeyesiniz diye Allah’ın Kitabı’na sarılın. Sıkl-i Asgar (daha küçük olan değerli şey) ise itretim ve Ehl-i Beytim’dir. Allah bana bu iki emanetimin kıyamet gününe kadar birbirinden ayrılmayacağını haber vermiştir.

Ey insanlar! Allah’ın Kitabından ve benim itretimden öne geçmeyin; onlardan geri de kalmayın. Aksi taktirde helak olursunuz.”

Bu esnada Resul-i Ekrem (s.a.a) Ali’nin (a.s) elinden tutarak koltuğunun altındaki beyazlık gözükecek şekilde yukarı kaldırdı. Bütün topluluk Ali’yi (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yanında gördüler. Onu iyi bir şekilde tanıyıp bu toplantıdan maksadın Ali ile ilgili bir husus olduğunu anladılar. Hepsi tam bir hazırlık içinde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözlerine kulak astılar.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Müminlere kendi nefislerinden daha evla olan kimdir?”

Ashabı, “Allah ve Resulü da iyi bilir” dediler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah benim mevlam, ben de müminlerin mevlası ve onlara kendi nefislerinden daha evlayım. Ey insanlar! Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır.” Resulullah (s.a.a) bu cümleyi tam üç defa tekrar etti.[153]

Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah’ım! Ali’yi seveni sev ve Ali’yi düşman bileni sen de düşman bil. Allah’ım! Ali’ye yardım edenlere yardım et, Ali’nin düşmanlarını hor ve zelil kıl. Allah’ım! Ali’yi hakkın merkezi karar kıl.” Devamla şöyle buyurdu: “Burada hazır bulunanlar olayı burada olmayanlara bildirsin, diğerleri de bu olaydan haberdar olsun.”

Henüz Gadir-i Hum’daki o muhteşem topluluk dağılmamışken vahiy meleği indi ve Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a) Allah’ın şu buyruğu ile müjdeledi: “Bugün, size dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size -kemale ermiş- din olarak İslam’a razı oldum.”[154]

O anda Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yüksek sesle tekbir getirdi ve şöyle buyurdu: “Dinini kamil kılan, nimetini tamamlayan, benim risaletimden ve Ali’nin benden sonraki velayetinden hoşnut olan Allah’a şükürler olsun.” Resul-i Ekrem (s.a.a) bulunduğu yerden aşağı indi. Ashabı gruplar halinde Ali’yi (a.s) tebrik ettiler ve onu kendilerinin ve iman sahibi bütün kadın ve erkeklerin mevlası olarak kutladılar.

Bu esnada Allah Resulü’nün şairi olan Hassan b. Sait ayağa kalktı ve bu tarihi olay hakkında bir şiir okuyarak bu hadiseye ebedi bir renk kazandırdı. Onun okuduğu şiirin sadece iki beytini burada tercüme etmek istiyoruz:

 

“Peygamber Ali’ye şöyle buyurdu: “Kalk! Ben seni kendimden sonra insanların önderi ve kılavuzu kıldım.

Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.

Ey insanlar! Siz de Ali’nin gerçek dostları ve takipçileri olun.”

 

Buraya kadar söylenenler Ehl-i Sünnet kaynaklarında da yer alan Gadir olayının özetidir. Şia kitaplarında da bu olay daha detaylı bir şekilde beyan edilmiştir.

Merhum Tebersi, İhticac adlı kitabında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hutbesini detaylı bir şekilde nakletmektedir. İlgi duyanlar o kitaba müracaat edebilirler.[155]

Gadir Olayı Ölümsüz ve Ebedidir

Allah-u Teala’nın hikmete dayalı iradesi, tarihî Gadir olayını tarih ve asırlar boyunca kalplerin yöneldiği canlı bir tarih şeklinde kalmasını dilemiş, her asır ve zamanda İslamî yazarların, kendi tefsir, hadis, kelam ve tarih kitaplarında bu olay hakkında konuşmalarını, dini konuşmacıların vaaz ve hitabe toplantılarında onun hakkında konuşma yapmalarını ve bunu Hz. Ali’nin (a.s) inkâr edilmez faziletlerinden saymalarını taktir buyurmuştur.

Hatipler, konuşmacılar ve şairler de bu olaydan ilham alarak edebi zevklerini, bu olay hakkındaki tefekkür ve düşünceyle alevlendirip Hz. Ali’ye (a.s) karşı ihlaslarını dile getirip çeşitli şekillerde ve farklı dillerdeki en güzel beyitleri hatıra bırakmışlardır.

Tarih boyunca Gadir olayı kadar alimlerin, muhaddislerin, müfessirlerin, mütekellimlerin, filozofların, hatiplerin, şairlerin, tarihçilerin ve siyer yazarlarının teveccüh ettiği ve hakkında bu kadar inayette bulunduğu çok az olaya rastlanması sebepsiz değildir.

Şüphesiz bu olayın ebedi kalışının sebeplerinden biri de bu konuda Kur’an’ın iki ayetinin nazil olmasıdır. Kur’an ebedi bir kitap olduğu için bu tarihî olay da ebedileşmiş ve asla hatıralardan silinmemiştir.

İslam toplumu hem önceki asırlarda ve hem de çağdaş Şii toplumunda bu günü bir bayram olarak kabul etmekte ve her yıl bu münasebetle muhteşem merasimler düzenlemektedir. Şüphesiz tarihî Gadir olayı ebedi bir renk kazanmıştır ve asla hatıralardan silinecek değildir. Tarihten de anlaşıldığı üzere Zilhiccet’il-Haram ayının 18. günü Müslümanlar arasında Gadir bayramı olarak meşhur olmuştur. Nitekim İbn-i Hallikan, Fatımi halifesi, Müsta’la bin Mustansır hakkında şöyle diyor: “487 yılında 18 Zilhiccet’il-Haram’a tesadüf eden Gadir bayramında halk kendisine biat etti.”[156]

el-Mustensirbillah hakkında ise el-Ubeydî şöyle yazıyor: “O, 487 yılında, zilhicce ayının sonuna on iki gün kala öldü. Bu gece Zilhicce ayının 18. günü ve Gadir bayramının gecesidir.[157]

Bu geceyi bayram gecesi olarak adlandıran tek kişi İbn-i Hallikan değildir. Mes’udî[158] ve Sa’lebî[159] de Gadir gecesini, İslam Ümmeti arasında meşhur olan gecelerden biri saymıştır.

Gadir günü yapılan kutlama merasimleri o gün Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yaptığı amellerden esinlenmiştir. Zira o gün Peygamber, Muhacirlere ve Ensar’a, hatta kendi eşlerine, Ali’nin yanına gidip onu böyle büyük bir fazilet sebebiyle kutlamalarını emretmiştir.

Zeyd b. Erkam şöyle diyor: “Ali’ye biat eden Muhacirlerden ilk kişi Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha ve Zübeyr idiler. Tebrik ve biat merasimi o gün güneş batıncaya kadar devam etti.”

Bu Ebedi Olayın Diğer Delilleri

Bu tarihi olayın ehemmiyeti konusunda sahabeden yüz on kişinin bu hadisi nakletmiş olması yeterlidir. Elbette bu cümle onca insan arasından sadece bu kimselerin Gadir hadisini naklettiği anlamında değildir. Bunlar sadece Ehl-i Sünnet alimlerinin kitaplarında göze çarpan yüz on ravidir. Gerçi Peygamber bu konuşmasını, yüz bin kişilik bir toplantıya yapmıştır. Ama onlardan büyük bir grubu, Hicaz’dan uzak bölgelerden gelmişlerdi ve onlardan hiç bir hadis nakledilmemiş veya nakledilmişse de bizim elimize ulaşmamıştır. Onlardan bir grubu da bu olayı nakletmişler, ama tarih onları kaydetme hususunda başarılı olamamıştır.

Tabiinin asrı olarak bilinen İslam’ın ikinci asrında, onlardan seksen dokuz kişi bu hadisi nakletmiştir.

Hadis rivayet edenlerin çoğu sonraki asırlarda Ehl-i Sünnet alimlerindendir. Onlardan üç yüz altmış kişi bu hadisi kendi kitaplarında nakletmiştir; büyük bir grubu da bunun sıhhat ve doğruluğunu itiraf etmişlerdir.

Ehl-i Sünnet ulemasından üçüncü asırda doksan iki, dördüncü asırda, kırk üç, beşinci asırda yirmi dört, altıncı asırda yirmi, yedinci asırda yirmi bir, sekizinci asırda on sekiz, dokuzuncu asırda on altı, onuncu asırda on dört, on birinci asırda on iki, on ikinci asırda on üç, on üçüncü asırda on iki, on dördüncü asırda ise yirmi kişi bu hadisi nakletmiştir.

Bu cemaatten bir grubu sadece hadisi nakletmekle yetinmemiş, bu hadisin senetleri ve anlamı hakkında da bağımsız kitaplar yazmışlardır.

Büyük İslam tarihçisi Taberî, “el-Velayet fi Tarik-i Hadis’il-Gadir” adında bir kitap yazmış, bu hadisi yaklaşık yetmiş yolla Resul-i Ekrem’den (s.a.a) nakletmiştir. İbn-i Ukde-i Kufi de “Velayet” adlı risalesinde bu hadisi yüz beş kişiden nakletmiştir. Cuani olarak bilinen Ebu Bekir Muhammed bin Ömer-i Bağdadî de bu hadisi yirmi beş yoldan nakletmiştir.

Bu tarihî olayın hususiyetleri hakkında kitap yazan kimselerin sayısı yirmi altıdır. Bu olay hakkında broşür veya kitap yazan bir çok kişinin eserlerinin de tarihte kaydedilmemiş olması mümkündür veya biz yaptığımız araştırmalarımızda onların adını elde edememişiz.

Şii alimleri de bu tarihi olay hakkında değerli kitaplar yazmışlardır. Bu kitaplardan en kapsamlısı el-Gadir kitabıdır. Bu kitap meşhur İslam yazarı, Mücahid Allame Merhum Emini tarafından yazılmıştır. Biz de Hz. Ali’nin (a.s) hayatının bu bölümünü yazarken o kitaptan çok istifade ettik.

YİRMİNCİ BÖLÜM

(2) Gadir Hadisi

-Üçüncü Kısım-

Gadir’de Muhteşem Bir Toplantı Düzenlemenin Hedefi Neydi?

Geçen konulardan da açıkça anlaşıldığı üzere Gadir olayı, hakkında şüphe edilmesi, en açık ve belli hususlarda şüphe edilmesi mesabesinde olan kesin tarihî bir olaydır ve İslami hadisler arasında tevatür ve kesin olma açısından, bu hadisin konumunda olan çok az hadis vardır. O halde bu hadisin senedi hakkında daha fazla araştırma ve incelemede bulunmayacağız. Bu bölümde daha çok Gadir hadisinin anlamını açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.

Hadisi anlamanın kilit noktası, “men kuntu mevlahu fe Aliyyun mevlahu” (Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır) cümlesinde geçen mevla kelimesinin anlamını elde etmektir. Bu kelimenin anlamını anladıktan sonra da hadisin anlamı kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır.

Daha önce şunu bilmek gerekir ki “mevla” lafzı Kur’an-i Kerim’de “evla” ve “veliyy” anlamında kullanılmıştır. Örneğin:

1- “Bugün sizden ve küfredenlerden fidye kabul edilmez. Varacağınız yer ateştir ve mevlanız (evlâ ve layığınız) orasıdır; ne kötü bir dönüştür.”[160]

Büyük İslam müfessirleri bu ayetin tefsirinde şöyle demişlerdir: “Bu ayetteki “mevla” kelimesi “evla/layık” anlamındadır. Zira işledikleri çirkin ameller sebebiyle bu kimseler ateşe girmeye lâyık ve müstahak olmuşlardır.[161]

2- “Kendisine zararı faydasından daha yakın olana yalvarır. Yalvardığı şey ne kötü mevla (veli, yardımcı) ve ne kötü yoldaştır.[162]

Bu ayet anlamı ve önceki ayetin tanıklığıyla müşriklerin ve putları kendilerine veli kabul eden, onlara veli olarak yönelen ve onları veli olarak çağıran putperestlerin ameline işaret etmektedir.

Bu iki ayet ve nakletmekten sarf-ı nazar ettiğimiz diğer bir çok ayetler özetle “mevla” kelimesinin anlamlarından birinin de “evla” ve “veli” olduğunu ispat etmektir.

Şimdi de “men kuntu mevlahu fe haza Aliyyun mevlahu” (Ben kimin mevlasıysam bu Ali de onun mevlasıdır) cümlesinden maksadın ne olduğuna bir bakalım. Acaba maksat bir kimsenin insan üzerindeki mutlak velayetinin gereği olan nefislerdeki tasarrufta evleviyet anlamında mıdır? Yoksa hadisin anlamı başka bir şey midir? Nitekim bazıları Gadir hadisindeki “mevla”dan maksadın dost, yardımcı ve benzeri şeyler olduğunu düşünmüşlerdir.

Bir çok delillerin de tanıklık ettiği üzere “mevla” kelimesinden maksat, alimlerin velayet-i mutlaka olarak tabir ettikleri birinci anlamdır. Kur’an-i Kerim Resulullah (s.a.a) hakkında şöyle buyurmuştur: “Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evladır.”[163]

İnsana kendi canından (tasallut ve tasarruf açısından) daha lâyık ve müstahak olan bir kimse tabiatıyla onun malı hakkında da aynı hakka sahiptir. Canı ve malı hakkında insana kendi nefsinden daha evla olan birisi, onun üzerinde mutlak bir velayet sahibi de olmalıdır ve bu yüzden insan onun emirlerini en ince ayrıntısına kadar yürürlüğe koymalı ve sakındırdığı şeylerden uzak durmalıdır.

Bu makam ve mevki, Allah tarafından Peygamber’e (s.a.a) verilmiştir ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zatı gereği böyle bir makama kendiliğinden sahip olmamıştır.

Daha açık bir ifadeyle Resulullah (s.a.a) imanlı kimselerin canına ve malına hakim kılan, onlara her türlü emir ve nehiyde bulunma hususunda yetkili kılan ve onun emirlerinden sapmanın bir tür Allah’ın emirlerinden sapma olduğunu kabul eden bizzat Allah’tır.

Kesin delillerle ispat edildiği üzere bu hadisteki “mevlâ” kelimesi, ayette geçen “evlâ” kelimesiyle aynı anlamı ifade etmektedir. Tabiatıyla Müminlerin Emiri Ali (a.s) da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ayet-i şerifenin nassıyla sahip olduğu makama sahip bulunmaktadır. Yani kendi asrında ümmetin önderi, toplumun rehberi ve insanların canı ve malı hakkında tasarrufta bulunmaya en evla kimsedir. Bu da bazen “velayet-i ilahiyye” diye tabir edilen yüce imamet makamıdır. (Allah tarafından özel kimselere verilen geniş velayet makamıdır.)

Şimdi de açık bir şekilde hadiste geçen mevla kelimesinden maksadın tüm işlerde tasarrufta evleviyet anlamında olduğunu açıkça ispat eden delil ve şahitlere bir göz atalım. İşte bu delillerden bazısı:

1- Tarihî Gadir olayının meydana geldiği gün, Allah Resulü’nün şairi Hassan b. Sabit Resul-i Ekrem’den  (s.a.a) izin alarak ayağa kalktı ve o hazretin sözünü bir şiir kalıbında ebedileştirdi. Burada dikkat edilmesi gereken ilginç bir husus da şudur ki fesahat ve belagat sahibi, Arap dilinin rumuzlarını yakından bilen bu şair “mevla” kelimesi yerine “imam ve hidayetçi” kelimesini kullanmış ve şöyle demiştir.

“Peygamber (s.a.a) insanlara yöneldi ve Ali’ye (a.s) şöyle dedi: “Ayağa kalk ki ben seni kendimden sonra insanların imamı ve hidayetçisi kıldım.”[164]

Açıkça görüldüğü gibi Hassan b. Sabit, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) buyruğunda geçen “mevla” kelimesinden, imamet ve yöneticilik, hidayet ve ümmetin rehberliği dışında başka bir şey anlamamıştır.

Mevla kelimesinden bu anlamı anlayan tek kişi sadece Hassan değildir. Ondan sonra da Arap toplumunun birinci sınıf edebiyatçıları ve şairlerinden olan büyük İslam şairleri ve hatta bazıları Arap edebiyatının üstadı sayılan birçok büyük İslam şairleri de bu lafızdan Hassan b. Sabit’in telakki ettiği anlamı, yani imamet ve ümmetin önderliğini anlamışlardır.

2- Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Muaviye’ye yazdığı şiirlerinde Gadir hadisi hakkında şöyle buyurmuştur:

“Allah Resulü Gadir günü benim velayetimi sizlere farz kılmıştır.”

Hadisin gerçek anlamını bizlere açıklama hususunda bizzat imamdan daha güvenilir kim vardır? İmam Ali (a.s) Şii ve Sünni tüm Müslümanların, ilim, emanete riayet ve takvası hususunda görüş birliğinde olduğu bir kimsedir. Burada da görüldüğü gibi Hz. Ali (a.s) Gadir hadisine sarılmış ve şöyle buyurmuştur: “Allah Resulü Gadir günü benim velayetimi sizlere farz kılmıştır.” Acaba bu açıklama Gadir olayında hazır bulunan herkesin o gün dini önderlik ve toplumsal rehberlik dışında hiç bir şey düşünmediklerini açık bir şekilde beyan etmiyor mu?

3- Hadiste yer alan bir takım kanıtlar da Peygamber-i Ekrem’in bu cümleden maksadının Ali’nin (a.s) “tasarrufta evleviyet” konusu olduğuna tanıklık etmektedir. Zira Peygamber, “men kuntu mevlahu” (Ben kimin mevlasıysam) cümlesini buyurmadan önce şöyle buyurmuştur: “Ben sizlere kendi nefislerinizden daha evla değil miyim?” Bu cümlede Peygamber, “Nefse evleviyet” kelimesini kullanmış ve tüm insanların canları hakkında onların kendilerinden daha evleviyetli olduğu hususunda kendilerinden itiraf almıştır. Sonra da hemen ardından şöyle buyurmuştur: “Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır.” Bu iki cümlenin birbirine yakın zikredilmesinin hedefi nedir? Peygamber-i Ekrem’in hadisteki Ali’nin mevla oluşundan maksadı daha önce kendisi için ispat ettiği nefse evleviyet değil midir? Peygamber aslında, “Ey insanlar! Benim sahip olduğum her makama Ali (a.s) de sahiptir” demek istememiş midir?” Eğer Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) maksadı bundan başka bir şey olsaydı, artık kendisinin onlara evleviyeti hususunda itiraf almasına gerek kalmazdı.

4- Peygamber (s.a.a) sözünün başında insanlardan üç önemli İslamî konuda, (tevhit, nübüvvet ve ahiret) itiraf almış ve şöyle buyurmuştur: “Siz Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna tanıklık etmiyor musunuz?” Bu itirafı almaktan maksat nedir? Peygamber-i Ekrem (s.a.a), daha sonra Ali (a.s) için sabit kılacağı makam ve mevkiyi önceki ilkeler gibi düşünmeleri ve Ali’nin hilafet ve velayetini ikrar etmenin, herkesin ikrar ve itirafta bulunduğu üç temel ilkenin düzeyinde olan bir ikrar olduğunu bilmelerini sağlamak için insanların zihinlerini hazırlamaktan başka bir şey kastetmiş olabilir mi? Eğer “mevla” kelimesinden maksat, dost ve yardımcıysa cümlelerin ilişkisi bozulur ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözü belagat ve sağlamlığını kaybederdi. Zira Ali (a.s) velayet makamı dışında o günkü toplumda yetişmiş seçkin bir Müslümandı. Bırakın Ali gibi bir mümini, imanlı herkesle dost olmanın gerekliliği Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) büyük bir topluluk içinde büyük bir teşrifatla ilan edeceği ölçüde gizli bir iş değildi ve ayrıca bu konu üç ilkenin sırasında yer alacak ölçüde önemli bir konu da değildi.

5- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) konuşmasının başında kendi vefatının yaklaştığından söz etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Yakında hakkın davetine icabet edeceğim.” Bu cümle de Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisinden sonra bir çare düşündüğünü ve vefatından doğan boşluğu doldurmak istediğini ifade etmektedir. O halde açık olduğu üzere bu boşluğu doldurabilecek tek şey de Peygamber’den sonra işlerin dizginlerini eline alabilecek olan Ali’nin hilafet ve imamet makamıdır, Ali’nin dostluğu, sevgisi veya ona yardım etmek değil.

6- Peygamber (s.a.a), “Ben kimin mevlasıysam” cümlesinden hemen sonra şöyle buyurmuştur: “Allah’a dinini kemale erdirdiği, nimetini tamamladığı, risaletimden hoşnut olduğu ve Ali b. Ebi Talib’in velayetinden razı olduğu sebebiyle tekbir getiriyorum.”

7- Bundan daha açık bir delil ne olabilir ki, Ebu Bekir, Ömer ve Allah Resulü’nün ashabından bir çok kimse, Peygamberin hitap makamından aşağı inmesinden hemen sonra hep birlikte Ali’yi tebrik etmiş ve akşam namazına kadar süren bir kutlama merasimi düzenlemişlerdir. İlginç olanı şudur ki, İmam’a, “Bu makam sana hayırlı olsun ey Ali b. Ebi Talib! Zira sen her mümin erkek ve kadının mevlası oldun” diyen ilk kişiler Ebubekir ve Ömer idiler. Ali (a.s) o gün nasıl bir makama sahip oldu ki böylesine tebrik ve kutlamalara lâyık görüldü?! Bu makam o güne kadar İslam ümmetinin yüce toplumunda böylesine bir teşrifatla tebliğ ve ilan edilmemiş olan ümmetin rehberliği ve önderliği makamından başka bir makam değildi.

8- Eğer maksat sadece Ali’nin dostluğu olsaydı, artık bu meseleyi böylesine sıcak bir havada yüz bin kişilik kervanı yoldan alıkoyacak, insanları o sıcak toprakta, çölün kum ve çakıl taşları üzerine oturup detaylı bir hutbe okuyacak şekilde beyan etmesine gerek kalmazdı.

Kur’an-ı Kerim imanlı toplumun bireylerini, birbirlerinin kardeşi olarak nitelendirmemiş midir ki?! Nitekim şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz müminler birbirlerinin kardeşidir.”[165]

Kur’an zaten iman sahibi kimseleri birbirlerinin dostu olarak tanıtmamış mıdır ki? Nitekim şöyle buyurmuştur: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar, bazısı bazısının dostudur”[166]

O halde Ali de o imanlı toplumun bir üyesiydi ve Resulullah’ın (s.a.a) bütün bu hazırlıklarla birlikte ayrıca Ali’nin (a.s) dostluğu ve sevgisi hakkında konuşmasına gerek yoktu.

Bütün bu söylediklerimizden de açıkça anlaşıldığı üzere bazı kimselerin Gadir hadisinden maksadın Ali (a.s) ile dostluk ve ona yardım etmek olduğu ve Peygamber-i Ekrem’in sözündeki “mevla” kelimesinin de “seven ve yardımcı olan” anlamını taşıdığı iddiası hakikatte doğru olmayan bir yorum ve çocukça bir bahane peşinde koşmaktır. Bu da körü körüne bağnazlıktan kaynaklanmaktadır. Açıkça söylemek gerekir ki, yukarıdaki delillerin ve hutbeden elde edilen diğer şahitlerin hükmüyle Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözündeki “mevla” kelimesinin tek bir anlamı vardır ve o da ihtiyar ve tasarrufa evleviyet sahibi kimse anlamıdır. Eğer mevla kelimesinin efendilik ve yücelik anlamını ifade ettiği ve “efendi” anlamında olduğu söylenecek olursa, şüphesiz bu durumda da bundan maksat imama itaat etmelerini başkaları için farz ve gerekli kılan ilahî ve dinî efendiliktir.

YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

İki Soruya Cevap

İki Soru:

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) kendinden hemen sonraki hilafet ve vasiliğini Gadir-i Hum günü ilan edip ona itaat edip uymayı tüm Müslümanlara gerekli ve farz kıldı. Burada iki soru mevcuttur:

1- Eğer Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) hilafet ve vasiliği böyle bir günde ilan edildiyse, o halde neden Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabı, Peygamber vefat ettikten sonra Ali’nin vesayet ve hilafet makamını görmezlikten gelip başka birisine uydular?

2- Neden İmam Ali (a.s) ömrü boyunca bu hadisi kendi imametini ispat etmek için delil olarak ortaya koymadı?

Birinci soruya cevap:

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabından bir grubu Ali’nin (a.s) vasiliğini unutmuş, Gadir günündeki ilahî emri görmezlikten gelmiş ve her toplumda örnekleri çokça görülen lakayt kimseler de onlara uymuşlarsa da onların karşısında seçkin şahsiyetler Ali b. Ebi Talib’in imamlık ve önderliğine vefalı kalmış ve ondan başka hiç kimseye uymamışlardır. Bu kimseler her ne kadar ilk gruba oranla az olsalar ve vesayet açısından azınlıkta kalsalar da, keyfiyet ve şahsiyet açısından Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) seçkin ashabından sayılan kimselerdi. Örneğin Selman-i Farisi, Ebu Zer Gıffari, Mikdad bin Esved, Ammar-i Yasir, Ubeyy bin Ka’b, Ebu Eyyub Ensari, Huzeyme bin Sabit, Büreyde-i Eslemi, Ebu Heysem bin Teyhan, Halid bin Sait ve adları hayatlarının hususiyetleri, hilafet makamını eleştirmeleri ve Müminlerin Emiri Ali'ye (a.s) vefakarlıkları ile dikkatle İslam tarihinde kaydedilmiş olan onlarca kişi...

İslam tarihi hepsinin de Hz. Ali’nin (a.s) vefalı takipçileri olan iki yüz elliye yakın sahabiyi kaydetmiştir. Bunlar ömürlerinin son nefesine kadar Hz. Ali’nin (a.s) yanından ayrılmamışlardır. Hatta onlardan bazısı İmam Ali’nin (a.s) yanında şehadete erişmişlerdir.[167]

Maalesef hatırlatmak gerekir ki, Resulullah’ın (s.a.a) açıkça söylemesine rağmen bazı ashabının muhalefet ettiği ve görmezlikten geldiği tek konu sadece Hz. Ali’nin (a.s) hilafet ve vesayet konusu değildir. Tarihî sayfalarının tanıklık ettiği üzere bizzat Peygamber (s.a.a) zamanında bazen bazı kimseler, Peygamber-i Ekrem’in apaçık emirlerini görmezlikten gelmişler veya emirleri karşısında görüş belirtmişler ve ona muhalefete kalkışmışlardır.

Başka bir tabirle Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabından bazısı Resul-i Ekrem’in (s.a.a) emirlerini kendi derunî arzuları ve siyasî fikirlerine aykırı görmedikleri taktirde can-u gönülden kabul ediyorlardı. Ama eğer Allah Resulü’nün (s.a.a) öğretileri az da olsa kendi siyasî düşünceleri ve makam düşkünlüklerine aykırı olsaydı Resulullah’ı (s.a.a) o işi yapmaktan alıkoymaya çalışıyorlardı. Peygamber (s.a.a) vazgeçmediği taktirde de o hazretin emrinin uygulamaya geçirilmesi hususunda ihmalkârlık ediyor veya en azından itirazda bulunarak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendilerine uyması hususunda ısrarda bulunuyorlardı.

Bu uygunsuz davranışlardan bazısına işaret edelim:

1- Resulullah (s.a.a) hayatının son günlerinde bir takım şeyler yazmak için kalem ve mürekkep istedi ve ümmetin yazacağı şeylere uyduğu taktirde asla sapmayacağını bildirdi. Ama orada hazır bulunanlardan bazıları özel bir siyasi hisle bu mektubun yazılışından maksadın halife tayini olduğunu anlamış ve bu yüzden de Peygamber-i Ekrem’in açık emrine muhalefet ederek kalem ve kağıt getirilmesine şiddetle engel olmuşlardır.

İbn-i Abbas ağlayarak şöyle demiştir: “Müslümanların musibet ve sıkıntıları Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hastalığının ağırlaştığı ve İslam ümmeti kendisinden sonra sapmasın diye bir şey yazmak için kağıt ve kalem istediği gün başladı. Zira bu durumda orada hazır bulunanlardan bazısı buna karşı çıkmış, muhalefet ettiler. Bazıları, “Kalem ve kağıt getirin” dedilerse de, diğer bazıları, “Getirmeyin” dediler. Sonunda da Peygamber bu ihtilafı görünce istediği işi yapmaktan vazgeçti.”[168]

2- Müslümanların komutanı Zeyd b. Harise Rumlarla yapılan savaşta öldürüldü. Bu olayın ardından Resul-i Ekrem (s.a.a) ömrünün son günlerinde bir ordu düzenledi. Muhacir ve Ensar’dan büyük şahsiyetleri de bu ordunun içine kattı. Resulullah (s.a.a) bu ordunun komutanlığını Üsame’ye verdi ve kendi elleriyle ona sancağı teslim etti. Aniden o gün şiddetli bir ateşe yakalandı. Bu şiddetli ateş, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) çok hasta olduğunu gösteriyordu. Bu esnada ashaptan bazıları muhalefet edip, çekişerek Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emri karşısında görüş belirtmeye başladılar. Bazıları Üsame gibi genç birinin komutanlığına kızmış ve itiraz ederek Peygamber’den onun azlini istemişlerdi. Bir grubu da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kesin olarak öleceğini anlamış ve cihada gitmekten sakınarak kendi kendilerine şöyle demişlerdi: “Böyle bir durumda, Medine’den çıkmak İslam ve Müslümanların menfaatine değildir!”

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ashabının müsamahasından ve ordunun ertelenmesinden haberdar olunca, alnında ve yüzünde kızgınlık belirtileri ortaya çıkıyordu. Ashabını harekete geçirmek için sürekli tekrar tekrar vurguda bulundu ve şöyle buyurdu: “Bir an önce Medine’yi terk edip Rum sınırlarına doğru harekete geçin.” Ama bütün bu önemli vurgulara rağmen daha önce söylediğimiz bir takım sebeplerden dolayı zikredilen şahıslar Allah Resulü’nün apaçık emrini görmezlikten gelip kendi şahsi görüş ve maslahat değerlendirmelerini Resul-i Ekrem’in (s.a.a) defalarca açıklamasından ve beyanından öne geçirdiler.

3- Ashaptan bazılarının Peygamber-i Ekrem’in emrine muhalefet etmeleri sadece bu iki konu ile sınırlı değildi. Bu tür kimseler Hudeybiye topraklarında da Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Kureyş ile barış anlaşmasını imzalayınca şiddetle Resulullah’a (s.a.a) muhalefet ve itiraz ederek eleştirmişlerdi.

Onların Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) apaçık emrine muhalefetleri, o hazretin vefatından sonra bu saydıklarımızdan çok daha fazladır. Zira bu kimseler bir takım sebeplerden dolayı, namaz ve ezanın keyfiyetini de değiştirdiler ve mut’a nikahını görmezlikten geldiler. Ramazan ayı gecelerinin nafileleri fürada olarak kılınması gerektiği halde cemaat halinde kıldırdılar ve miras hükümleri hususunda da bir takım değişiklikler yaptılar.

Bu tahrif ve değiştirmeleri beyan etmek, bu sapmaların hedefini ve nass karşısında içtihatta bulunmaları açıklamak bu makalenin kapasitesini aşmaktadır. Bu hususta “el-Müracaat” adlı değerli esere (s. 218 - 282) ve “en-Nas ve’l - İçtihat” adlı kitaplara müracaat edilebilir.

Sahabenin Resulullah’a (s.a.a) muhalefet ve başkaldırmaları, Kur’an-ı Kerim’in şiddetli bir tonla onları Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emirlerine muhalefetten ve ondan öne geçmekten sakındırması aşamasına gelmişti. Bunun üzerine Kur’an şöyle buyurmuştur: “Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.[169] Hakezâ, Kur’an şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’tan ve Peygamber’inden öne geçmeyin; Allah’tan sakının; doğrusu Allah işitir ve bilir.”[170]

Allah-u Teala Peygamber-i Ekrem’e kendi görüşlerine uyması hususunda ısrar edenlere de şu uyarıda bulunmaktadır: “Bilin ki, içinizde Allah’ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, bir çok işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma düşerdiniz.[171]

Bu hadis ve ayetlerin tümü Peygamber-i Ekrem’in ashabından bir grubun onun karşısında göstermeleri gereken teslimiyet ve itaate sahip olmadıklarını, kendi fikir ve düşünceleriyle uyumlu olmayan ilahî emirlere uymamaya çalıştıklarını hatta Peygamber’i bile kendi peşlerine takma hususunda çaba gösterdiklerini ifade etmektedir.

Ne yazık ki Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra siyaset sahnesinin yönetmenleri, Sakife sahneleri ve buyruk şuralarını düzenleyenler Peygamber-i Ekrem’in Gadir-i Hum günü ortaya koyduğu apaçık delilleri batıni arzularına aykırı görerek çok çabuk bir şekilde unutmuşlardır.

İkinci Soruya Cevap:

Sorunun metninde işaretle iddia edilen şeyin tam aksine hatırlatmak gerekir ki Hz. Ali (a.s) ömrü boyunca çeşitli yerlerde Gadir hadisini kendi hakkaniyet ve hilafetinin delili kabul etmiştir. Hz. Ali (a.s) durumu uygun gördüğü her yerde Gadir hadisini muhaliflerin önüne koyarak bu yolla kendi konumunu halkın kalbinde güçlendirmiş ve hakikati taliplerine gerçekleri apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.

Sadece Hz. Ali (a.s) değil, bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kızı, Fatıma (s.a) ve çocukları İmam Hasan-i Mücteba ve şehitlerin efendisi İmam Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Cafer, Ammar Yasir, Esbağ b. Nebate, Kays b. Sa’d gibi İslam’ın bazı büyük şahsiyetlerden oluşan bir grup ve hatta Ömer b. Abdulaziz gibi Emevî ve Memun gibi Abbasi halifeleri ve bundan da öte, Amr b. As gibi Hz. Ali’nin (a.s) meşhur muhalifleri bile Gadir hadisini delil olarak göstermişlerdir.

O halde Gadir hadisini delil saymak, Hz. Ali’nin (a.s) zamanından günümüze kadar sürekli devam etmiş, her asırda Hz. Ali’nin (a.s) taraftarları Gadir hadisini İmam’ın (a.s) velayet ve imamet delillerinden saymışlardır. Biz burada bu istidlallerden bazı örnekler zikretmek istiyoruz:

1- Bildiğimiz gibi altı kişilik şuranın üyeleri ikinci halifenin emriyle tayin edildi. Şura öyle bir düzenlenmişti ki herkes hilafetin Ali’ye (a.s) verilmeyeceğini biliyordu. Zira Ömer, Osman'ın yakın akrabalarından ve büyük sermayedarlardan olan Abdurrahman b. Avf’a veto hakkı vermişti. Onun Hz. Ali (a.s) ve muhalif olan grup ile ilişkisinden de açıkça anlaşıldığı üzere bu hak (veto hakkı) Ali’nin (a.s) zararına sonuçlanacaktı. Evet Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şura günü hilafetin adeta Abdurrahman b. Avf tarafından Osman’a atıldığı zaman, İmam Ali (a.s) şura görüşünü iptal etmek için bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu: “Ben sizlere asla inkar edemeyeceğiniz bir delil göstereceğim.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah’ınıza yeminle söyleyin! Acaba sizler arasında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), hakkında, ‘Ben kimin mevlası isem bu Ali de onun mevlasıdır! Allah’ım Ali’yi sevenleri sev, ona yardım edenlere yardım et. Burada olanlar, bunu, burada olmayanlara ulaştırmalıdır’ dediği biri var mıdır?” Bu esnada şuranın bütün üyeleri, Ali’yi tasdik etmeye kalkıştılar ve şöyle dediler: “Allah’a yemin olsun ki bu fazilete senden başka hiç kimse sahip değildir.”[172] Elbette Hz. Ali’nin (a.s)  Gadir hadisini hüccet göstermesi sadece bununla sınırlı değildir. Diğer bir takım yerlerde de İmam bu hadisi delil olarak göstermiştir. Bu hususlardan bazısına işaret edelim:

2- Bir gün Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Kufe’de bir konuşma yaptı. Sözünün arasında topluluğa dönerek şöyle buyurdu: “Sizleri Allah’a ant içiririm! Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) beni kendisine halife ve vasi tayin ettiğini duyan herkes ayağa kalkıp tanıklıkta bulunsun.” Ama sadece bu konuyu bizzat kulaklarıyla Resulullah’tan (s.a.a) işiten kimseler ayağa kalksınlar; başkalarından duyanlar değil.” Bu esnada otuz kişi ayağa kalkarak Gadir hadisine tanıklıkta bulundular.

Dikkat etmek gerekir ki o tarihte Gadir olayından yirmi beş yıl geçmişti. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabından bazıları Kufe’de değillerdi veya ondan önce vefat etmişlerdi. Bazıları da bir takım sebeplerden dolayı tanıklık etmek hususunda kusur işlediler.

Merhum Allame Emini, kendi nefis kitabında bu istidlalin bir çok kaynağını bir araya toplamıştır. İlgi duyanlar söz konusu kitaba müracaat edebilirler.[173]

3- Osman'ın hilafeti döneminde Muhacir ve Ensar’ın ileri gelenlerinden iki yüze kişi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) mescidinde bir araya gelip farklı konularda konuşmaya ve tartışmaya başladılar. Sonunda söz Kureyş’in faziletlerine, öncelikli oluşuna ve hicretlerine varınca, Kureyş boylarından her birisi kendi seçkin şahsiyetleriyle övünmeye başladı.

Günün ilk saatlerinden başlayarak öğlen vaktine kadar devam eden ve şahsiyetlerin konuşmalar yaptığı toplantı boyunca Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) susarak sadece insanların sözlerini dinliyordu.

Bu esnada aniden topluluk Hz. Ali’ye (a.s) yönelerek ondan konuşmasını istediler. İmam Ali (a.s) insanların ısrarı karşısında ayağa kalkıp Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hanedanıyla olan ilişkisini ve parlak geçmişini detaylı bir şekilde anlattı ve sonunda şöyle buyurdu:

“Gadir günü Allah’ın, Peygamber’ini, namaz, zekat ve hac merasimini kendilerine açıkladığı gibi benim insanlara önderliğimi de ilan etmesi için görevlendirdiğini hatırlıyor musunuz? Bu işi yapmak için de Resulullah (s.a.a) bir hutbe okuyarak şöyle buyurdu: “Allah beni bir işle görevlendirmiştir ve ben de insanların ilahî mesajı ulaştırırken beni yalanlamalarından sakınıyordum. Ama Allah onu tebliğ etmemi emretti ve insanların şerrinden güvende olduğumu müjdeledi.

Ey insanlar! Allah benim mevlamdır ve ben de müminlerin mevlasıyım. Onlara kendilerinden daha evlayım; bunu biliyor musunuz? Onlar hep birlikte, “evet” dediler. Bu esnada Peygamber şöyle buyurdu: “Ey Ali! Ayağa kalk!” Ben de ayağa kalktım. Sonra o topluluğa dönerek şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlasıysam, bu Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Onu seveni sev ve ona düşmanlık edene düşman ol!”

Bu esnada Selman Resulullah’tan (s.a.a), “Ali’nin bize velayeti nasıldır?” diye sordu. Resulullah (s.a.a) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ali’nin size velayeti aynen benim size velayetim gibidir. Ben kimin canı hakkında evleviyete sahipsem ali de onun canı hakkında evleviyete sahibidir.[174]

4- Gadir hadisini muhaliflerine delil gösteren sadece Ali (a.s) değildir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) değerli kızı da kendi hakkını elde etmek için konuştuğu tarihî günde ashaba dönerek şöyle buyurmuştur: “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ali hakkında Gadir günü, ‘Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır’ dediğini unuttunuz mu?”

5- Hasan b. Ali (a.s) da Muaviye ile meşhur anlaşmayı imzalamayı kararlaştırdığı zaman ayağa kalktı ve şu hutbeyi irad etti: “Allah, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ini (a.s) İslam vesilesiyle yüce kılmış, bizi seçmiş ve her tür pisliği bizden uzaklaştırmıştır...” Sonra da şöyle buyurdu: “Bütün ümmet Resulullah’ın (s.a.a) Ali’ye (a.s) yönelerek, ‘Sen bana oranla, Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin’ buyurduğunu işitmiştir.

Bütün insanlar gördüler ve işittiler ki Resulullah (s.a.a) Gadir günü Ali’nin elinden tutarak insanlara şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Onun dostuna dost ve düşmanına düşman ol!”[175]

6- Hüseyin b. Ali (a.s) de aralarında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabının da olduğu Mekke topraklarındaki muhteşem topluluğa şöyle buyurmuştur: “Sizleri Allah’a ant içiriyorum! Resulullah’ın (s.a.a) Gadir günü Ali’yi hilafet ve velayete seçtiğini, daha sonra ‘Burada hazır olanlar, olmayanlara duyursun’ diye buyurduğunu biliyor musunuz?” O topluluğun tümü, “Şehadette bulunuruz” dedi.

7- Bunlara ek olarak önceden de söylediğimiz gibi Peygamber-i Ekrem’in ashabından olan Ammar Yasir, Zeyd b. Arkam, Abdullah b. Ca’fer, Esbağ b. Nebate ve diğer bazı kimseler tümüyle bu hadisi İmam’ın hilafet ve liyâkatine delil olarak göstermişlerdir.[176]

YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

3 ve 4

Sekaleyn ve Sefine Hadisi

Kur’an ve İtret Birbirinden Kopmaz Bir Bağa Sahiptirler

Sekaleyn hadisi[177] alim ve bilginlerin Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) naklettikleri mütevatir ve kesin hadislerdendir. Bu hadisin çeşitli dönem ve asırlardaki senetlerine müracaat edildiği taktirde Resulullah (s.a.a) tarafından süduru kesinlik kazanmaktadır. Öyle ki insan her ne kadar zor inanan birisi olsa da bu hadisin sıhhat ve sağlamlığı hususunda hiç bir şek ve şüphe içinde kalmamaktadır.

Bu hadisin senedini Ehl-i Sünnet alimleri açısından inceleyecek olursak onlardan bazısının tanıklığını burada nakletmek zorundayız.

Münadî şöyle diyor: “Yirmiden fazla sahabi bu hadisi Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) nakletmişlerdir:[178]

İbn-i Hacer Askalanî de şöyle yazmaktadır: Sakaleyn hadisi yirmiden fazla yolla nakledilmiştir.[179]

Büyük Şiî alimi merhum Allame Mir Hamid Hüseyin (ki h.k. 1306 yılında vefat etmiştir) bu hadisin tamamını Ehl-i Sünnet alimlerinin yazdığı beş yüz iki kitaptan nakletmiştir. Onun bu hadisin senet ve anlamı hakkında yaptığı araştırmanın toplamı altı cilt halinde İsfahan’da basılmıştır. İlgi duyanlar bu kaynağa müracaat ederek hadisin azametini görebilirler.

Eğer bu hadisin Şiî ravilerini de Ehl-i Sünnet ravilerine ekleyecek olursak bu taktirde Sekaleyn hadisi, Gadir hadisi dışında hiç bir hadisin ulaşamayacağı çok yüce bir itibar ve tevatür derecesine ulaşır. Şimdi hadisin metnini aktaralım:

“Şüphesiz ben aranızda iki değerli şey bırakıyorum; bunlar Allah’ın Kitabı ve itretim Ehl-i Beytimdir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız ve bunlar havuzda yanıma gelinceye kadar birbirinden asla ayrılmazlar.”

Elbette bu hadis bundan daha geniş şekillerde de nakledilmiştir. Nitekim İbn-i Hacer şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a) bu hadisin sonunda şöyle buyurmuştur: ‘Bu Ali Kur’an iledir ve Kur’an da Ali ile. Bu ikisi birbirinden ayrılmazlar.’”[180]

Naklettiğimiz Şii ve Sünni mühaddislerin sıhhat ve sağlamlığına tanıklık ettikleri hadisin özet ve kısa şeklidir. Hadisin şekli hususundaki ihtilafın sebebi ise Peygamber-i Ekrem’in farklı yerlerde farklı tabirlerle insanlara Kur’an ve Ehl-i Beyt’in (a.s) ayrılmazlığını hatırlatmada bulunmasıdır. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu iki hüccetin ayrılmazlığını Veda Haccında Gadir-i Hum’da,[181] Minberin üzerinde,[182] odası sahabeyle dolu olduğu halde hasta yatağında yatarken hatırlatmada bulunmuştur. Hadisin kısalık ve uzunluk açısından farklılığı, yerlerin çeşitliliği ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tabirlerinin farklılığından kaynaklanmıştır.

Hadis her ne kadar çeşitli şekillerde nakledilmiş ve peygamber bu iki emanetini bazen “sekaleyn”, bazen “halifeteyn” ve bazen de “emreyn” olarak ifade etmişse de buna rağmen hepsi bir tek hedefi takip etmektedir ve o da Kur’an ve Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyti arasındaki kopmaz bir bağın varlığıdır.

Sekaleyn Hadisinin İçeriğini İncelenmesi

Gadir hadisinin içeriğini dikkatle inceleyecek olursak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) itretinin, bırakın masiyet ve günahı, hatta hata ve sürçmelerden bile masum oldukları açıklığa kavuşmuş olur. Zira kıyamete kadar Kur’an'la aralarında ayrılmaz bir bağ olan kimseler tıpkı bu ilahî Kitab gibi (ki Allah onu her türlü tahriften korumayı garantilemiştir) her türlü hata ve yanlışlıktan masum olmalıdırlar. Başka bir tabirle, Resulullah’ın (s.a.a) İslam ümmetine kıyamete kadar (ki bu iki değerli emanetin Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) kavuştuğu gündür) her ikisine itaat edip uymalarını bildiren apaçık emrinden de anlaşıldığı üzere bu iki ilahî hüccet ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu iki emaneti sürekli olarak hata ve yanlışlıktan masum olmuş ve her türlü eğrilik ve sapmadan uzak bulunmuştur. Zira Allah’ın isyankâr ve günahkâr kula itaat etmeyi bizlere farz kıldığını veya hata eden bir grup ile Kur’an-ı Mecid arasında ayrılmaz bir bağ kurduğunu düşünmek asla mümkün değildir. Çünkü Kur’an ile aynı derece ve sırada yer alma liyâkatini elde edebilecek tek grup tertemiz ve her türlü sürçme, hata ve yanlışlıktan münezzeh olan gruptur.

Daha önce de söylediğimiz gibi imamet ve önderliğin önemli şartlarından biri de günah ve yanlışlıktan masum olmaktır. İlerideki sayfalarda da semavî önderlerde bu haletin gerekliliğini aklî deliller esasınca ispat etmeye çalışacağız. Sekaleyn hadisi bu şekilde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) itretinin de Kur’an gibi her türlü ayıp, noksanlık ve hatadan münezzeh olduğuna tanıklık etmektedir. Ve onlara tabi olmak da farz olduğundan onlar, her türlü günah ve hatadan münezzeh olmalıdırlar.

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) Sekaleyn Hadisini Delil Göstermesi

İhticac adlı değerli kitabın yazarı Ahmed b. Ali b. Ebi Talib, tabiinden ve Emirulmüminin Ali’nin (a.s) seçkin öğrencilerinden olan Süleym bin Kays’ın kitabından şöyle nakletmektedir: “Osman'ın hilafeti döneminde Resulullah’ın (s.a.a) mescidinde Ensar ve Muhacirlerin katıldığı bir toplantı düzenlendi. O toplantıda hazır bulunanların her biri kendi övünç kaynakları, fazilet ve hizmetlerini başkalarına bildirmeye kalkıştı.

O toplantıda herkes bir şeyler konuşuyordu, ama sadece Hz. Ali (a.s) susmuş hiç bir şey demiyordu. Sonunda orada bulunanlar İmam’ın (a.s) da konuşmasını istediler. İmam Ali (a.s) burada yaptığı uzun konuşmasında kendisi hakkında inen birkaç ayete işaret ederek şöyle buyurdu: “Sizleri Allah’a and içiririm (ki doğru söyleyin!), Resul-i Ekrem’in (s.a.a) hayatının son günlerinde bir hutbe okuduğunu ve bu hutbesinde, ‘Ey İnsanlar! Şüphesiz ben aranızda iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlar Allah’ın Kitabı ve itretim, Ehl-i Beyt’imdir. O halde bunlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız’ buyurduğunu biliyor musunuz?”[183]

 

Back Index Next